7 Ekim 2015 Çarşamba

Halil Kut Paşa'yı ve Kutü'l-Amare'yi hatırda tutmak

Kutü’l-Amare Kahramanı Halil Kut Paşa'nın Hatıraları çıktı. İzleri silinmeye çalışılmış çok kıymetli bir Türk askeri olan paşa, 1967 yılında 81 gün boyunca Şevket Süreyya Aydemir'in Akşam'da yayımladığı hatıratında kendini ve yaşadıklarını anlatmıştır. Yıllar sonra bu hatıratı Erhan Çifci kitaplaştırdı. Kutü’l-Amare’de 5 general ve 13.000 İngiliz askeri esir alan paşanın hatıratı, tarih severlerin kitaplığında muhakkak olmalı.

Kitabın okuyucuya sunacağı en önemli faydalardan biri Halil Paşa'yı doğrudan kendi anlattıklarıyla tanıyabilecek olmak. Elbette kitabın başında da belirtildiği gibi anlatış tarzı konuşmadan metne geçilirken bir takım düzeltmeler yapılmış. Böylece okuyucu zorlanmıyor, bir hikâye gibi okuyor. Hem dipnotlar hem de bazı fotoğraflarla kitap güçlü bir tarih kaynağı.

İngiliz İmparatorluğu'nun savaş tarihindeki en büyük hezimetlerden biri olan Kutü'l-Amare, üzerinde çok konuşulması gereken bir konu olmakla birlikte, bu konuyla alakalı ne doğru düzgün bir kaynak kitap yayımlandı, ne bir belgesel çekildi ne de müze kuruldu. Bilhassa gençler, tarih kitaplarında yarım sayfa okuyabildikleri bu kahramanlık destanına dair pek bir şey bilmiyorlar.

240 sayfa olmasına rağmen on bir bölüme ayrılan bu kitap Makedonya'daki çete mücadelelerini, İttihat Terakki ve Hürriyet'in ilanını, dönemin İran'ını, Afrika'daki son Osmanlı topraklarını, Balkan Savaşı hezimetini, Kutü'l-Amare zaferini, Kafkas Cephesi'ni ve Rusya'daki ihtilali, Bekirağa Bölüğü'nü, Enver Paşa'nın birçok anısını ve Gürcistan'dan Anadolu'ya geçişini derinlemesine öğrenme imkanı sağlıyor.

Halil Kut Paşa bir komutan olduğu kadar iyi de bir gözlemci. Zira bunu Trablusgarp'ta İtalyanlara ispatlamış bir isim. Kitabı okurken "her şeyin başlangıcı"nı şöyle gözlemlediğine tanık oluyoruz:

"Makedonya topraklarında ilerlerken, etrafımızdaki köylerin, insanların, yani şu bizim Osmanlı Devleti dediğimizin saltanatın halkı, tebaası daha da karışık görünmeye başladı. Çünkü Makedonya, yalnız siyaseten kaynayan bir kazan değil, bir ırklar kazanıydı aynı zamanda. Türkler, Rumlar, Bulgarlar, Ulahlar, daha yukarıda Sırplar, Arnavutluk'ta çeşitli ırk yığınları, Selanik'te ve şehirlerde yığınlaşan Yahudileri, dönmeleri tabii bu hesaba katmıyorum. Çünkü onların ticaret menfaatlerinden başka siyasi bir davaları yoktu. Hele Osmanlı idaresinden pek de memnundular. Çünkü Osmanlı Devleti saf Türk halkının kanını muharebelerde, iç savaşlarda, isyanlarda eritir fakat azınlıklardan hiçbir asker almazdı. Bunların ödediği vergiler de devede kulaktı. Hülasa, iş yapmak ve çalışmak bakımından azınlıklar için Osmanlı idaresinden daha rahat ve külfetsiz bir idare yoktu denilebilir. Çünkü bütün yükler Türk kanından olan insanların yani güya "Hâkim Millet"in üstündeydi." (sf. 43)

İngiliz generali Townshend'in "Irak Seferim" adlı kitabında centilmen ve cesur olarak anlattığı Halil Paşa için "18.000 kişilik Türk ordusunu, tam sağ kanadından sarıp, onları bozguna uğratacağım sırada Kafkasya'dan taze bir ordu ile Halil Paşa Waterloo'da Blücher gibi muharebe sahnesine çıkageldi." demiştir. Zira 1815'te Napolyon Bonapart'ın Waterloo'da karşılaştığı koalisyon ordusunun iki komutanından biri olan Gebhard von Blücher, Prusya ordusuyla birlikte Fransızlara tarihi bir darbe vurmuştur. Şayet Prusyalılar yetişmemiş olsaydı Fransızlar kesin bir galibiyet alacakken, Blücher'in takviye kuvvetleri neredeyse tüm Fransız ordusunu bozguna uğratmış, cephaneliklerini imha etmiş ve ciddi rakamlarda da esir elde etmiştir.

Çanakkale Harbi komutanlarından Colman von Der Goltz'un Irak'ta görevlendirilmesi hâlinde son derece yetersiz olacağını, bu tip ciddi güç gerektiren sahalar için 72 yaşın oldukça fazla olduğunu düşünen de yine Halil Paşa'dır. Nitekim Irak'ın ağır çöl ve sahra koşulları Goltz Paşa'yı yormuş ve cephede hastalanarak ölmesine sebep olmuştur.

Halil Paşa güçlü hafızasıyla da kitap okuyucusunu şaşırtacaktır. Bilhassa Kut'a dair yaşadıkları ve anlattıkları son derece önemli, tarihin derinliklerinde kaybolmaması gereken anılardır. Bunlardan biri de gördüğü rüyadır. General Townshend, mağlubiyetinin kokusunu alır almaz Halil Paşa ile görüşmek ister. Hemen bir talepte bulunur. Halil Paşa "Düşmanımla tabii görüşecektim. Ona, onun da belirttiği gibi, iyi bir asker ve necip bir Türk olarak muamele edecektim." der. İngilizlerin esaretini kaçınılmaz olarak görür. Kut'un tesliminden birkaç gün önce bir rüya görmüştür ve her Türk gibi rüyada yakaladığına teslimiyeti sonsuzdur:

"İki düşman tayyaresi başımın üzerinde uçuyordu. Ben, belimdeki tabancayı çektim. Uçaklara doğru ateş ettim. Bu uçaklardan biri düştü. İkincisi ise süzülerek yere indi ve pilotu bana doğru ilerleyerek, "Arkadaşım vuruldu, ben teslim oluyorum," dedi. Uyandım. Beyaz bayraklı bir sözcü subay, General Townshend'in teslim şartlarını bildiren mektubunu işte o gün bana getirmişti."

Enver Paşa'nın amcası olan Halil Kut Paşa, Batum'da yeğeniyle birlikten onu uyarır ve Basmacı hareketine çok güvenmemesi gerektiğini, Türkistan'da başına bir şey gelmesinden tedirgin olduğunu söyler. Nitekim dediklerinde haklıdır, Enver Paşa 4 Ağustos 1922'de Kurban Bayramı günlerinde şehit düşmüştür. Tacikistan'da, Belçivan yakınlarında üzerine düşen havan topu, vefatına sebep olmuştur. Yanındaki askerler Enver Paşa'nın çok yalnız kaldığını ve taarruzun bir noktasından sonra paşanın mitralyözlere karşı atının üzerinde yalın kılın koşar vaziyette görüldüğünü belirtmişlerdir. İttihat ve Terakki önderlerinin Ermenilerce çeşitli Avrupa ülkelerinde suikaste maruz kalması Halil Paşa'yı öylesine tedirgin etmiştir ki hem kendisinin hem de yeğeni Enver Paşa'nın başına bunun gelmesinden endişe duymuştur. İlginçtir ki Enver Paşa'yı vuran Bolşevik Ruslarının komutası bir Ermeni olan Agop Melkovian'a aittir. Cemal Paşa'yı 1922'de Tiflis'te sırtından vuran da bir Ermenidir, bir yıl evvel Talat Paşa'yı Berlin'de vuran Soğomon Tehliryan da.

Halil Paşa kendi ülkesinde sürgünü yaşayan, uzun bir süre yurtdışında yaşamak zorunda kalan komutanlarımızdan biridir. Cumhuriyetin ilanından sonra hükümet onun "tehlikesiz" olduğunu(!) anlayınca ülkeye geri dönmesine müsaade(!) buyurmuştur. Gönlünü almak için de "Kut" soyadını vermiştir. 1957'de ülkesinde vefat eden Halil Paşa hakkında tıpkı bu kitap gibi onu ve mücadelesini hatırlatıcı eserler görmek de biz tarih okuyucularının en büyük isteklerinden biridir...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

6 Ekim 2015 Salı

Ağırbaşlı, kendinden emin şiirler

Cevapsız Aramalar şair Hüseyin Karacalar’ın ilk şiir kitabı. Geçtiğimiz mayıs ayında Ebabil Yayıncılık'tan çıkan kitapta on sekiz şiir yer alıyor. Hüseyin Karacalar’ın şiirlerini Aşkar, Karagöz, Hece ve Mahalle Mektebi dergilerinde gördük. Ağır ve sağlam adımlarla uzun yıllardır şiir yayımlıyor Karacalar.

Hüseyin Karacalar’ın şiirlerinin dili konuştuğumuz Türkçedir. O şiirlerinde özentili dil oyunlarına, uydurma sözcüklere başvurmaz. Hatta kendi kültürümüze, alışageldiğimiz dile yabancı tek bir kelime dahi karşınıza çıkmaz. Üstelik şair bunu yaparken şiirini edebî çizgiden de uzaklaştırmaz. En sade dille en öz anlatıma nasıl ulaşılır bunu çok iyi başarmıştır.

Günümüzde özellikle şiir çok farklı mecralarda yoluna devam etmekte. Bazı şiirleri okuduğumuzda şimdi şair burada ne demek istiyor sorusunu sormadan edemiyoruz. Bunun yanında türlü kelime oyunlarıyla karşılaşıp afallıyoruz. Popüler kültürün yani piyasanın ya da çağın gereği olarak aktarılan bu kargaşalar içindeki kaotik şiir birçok okuyucu için kendine henüz yer bulamadı ve edebî anlamda da değer kazanamadı. Bu çağa ait olmasına rağmen Hüseyin Karacalar’ın şiirini bu bakımdan da apayrı bir yere koyabiliriz. Onun şiiri bizim dünyamızdan uzak ve anlaşılamaz bir dünyaya ait değildir. Onun şiiri kendi dünyasının ve gözlemlediği dünyanın apaçık bir yansımasıdır. Şairin öğretmenliğini, tarihçiliğini, taşralılığını, memleketini, ailesini, arkadaş çevresini, okuduğu kitapları, dinlediği müzikleri, duvarındaki kireç badanayı, içtiği çayı buluruz onun şiirinde. Şair bunu yaparken lirizmin derinliklerinde de kaybolmaz ve o ince çizgiyi korur. Lirizm bu tarz şiirlerde tehlikeli bir yayılma gösterip şiiri ele geçirebiliyor bazen ve bu da şiirde boğucu bir etki oluşturabiliyor.

Hüseyin Karacalar’ın şiirinde dikkatimi çeken bir diğer şey de aforizma niteliği taşıması muhtemel mısralardan kaçınması. Günümüzdeki özellikle genç şairlerin içine düştükleri tuzaklardan biri yüz altmış karakteri geçmeyecek mısra üretip sosyal medyada paylaşılmasını sağlamaları. Karacalar şiirinde bu tuzaklara düşmez. O sadece şiir yazmak ister ve şiire yönelir bunun ötesinde medyatik bir amaç şiirlerinde sezinlenmez. Şiirlere ağırbaşlılık ve kendinden eminlik hâkimdir. Cevapsız Aramalar bunların yanında meselesi olan bir şiir kitabıdır da. Amerika’dan, kapitalizmden, çeklerden, senetlerden, kredilerden, nefret eder. Bunun yanında “yere düşen mandalın ağrıyan yanlarını ovdum” (s. 14) mısrasındaki gibi incecik bir duyarlılığa sahiptir.

Hüseyin Karacalar’ın şiiri dil ve anlatım olarak her ne kadar sadeyse de anlam olarak kendini çok kolay ele vermez. Şiirleri okuduğumuzda önce bize verilmek istenen duyguyu hissederiz ama şairin asıl söylemek istediğini anlamak istiyorsak biraz daha çaba sarf etmemiz gerekir. Bu da onun şiirine çağdaşlarının arasında bir yer olduğunu açıkça gösterir. Günümüz şiiri zaten çeşitli yaklaşımlar olmakla birlikte söylenmek istenenin biraz perde arkasından belirmesiyle ortaya çıkan bir seyir izlemekte.

Cevapsız Aramalar’da hayatın anlamlandırılması, insanın bunun karşısındaki durumu, yalnızlığı, yalnızlık karşısındaki çaresizliği de işlenmiş. Ayrıca pişmanlıkların dışavurumu şiirlerin derinliklerinde fark ediliyor. Buna rağmen ümitsiz de değil şair.

“Beni kıyı zannettiler bende biriktiler
Çok geldiler çok üzüldüm gelirken sel
Gelirken kum getirdiler
Olsun Allah izin verirse
Mutlu bir sona yetişebilirim.”


Kitapta kendine yer bulan on sekiz şiir de birbirinden güzel yerlere dokunuyor ama “Cahildim Dünyanın Rengine Kandım”, “Diş Plağı”, “Sen Muş’ta Uzak Bir Kışta” ve “Şair Kalabalığı” şiirleri üzerinde biraz daha fazla durulması gereken türden şiirler. Özellikle “Sen Muş’ta Uzak Bir Kışta” şiiri şairin Muş’taki yaşantısıyla ilgili bize ipuçları veriyor ve gurbette yaşanan yalnızlığın, uyum sorununun, hayat gailelerinin hoş bir anlatımını buluyor ve biraz da duygulanıyoruz.

Müzeyyen Çelik
(Bu yazı daha önce TDK - Kitaplık'ta yayınlanmıştır.)

14 Ağustos 2015 Cuma

“Bir kapıda, her kapıda; her kapıda, hiç kapıda."

"Padişah-ı âlem olmak bir kuru kavga imiş
Bir veliye bende olmak cümleden a’lâ imiş."
- Selimî (Yavuz Sultan Selim)

Dergâhların kapatılması bir hataydı, şimdi açılmaları ise başka bir sorun.” diyor Prof. Dr. Mahmud Erol Kılıç bir röportajında. Sadece bu cümle bile ardında tarihî, sosyolojik ve psikolojik birçok fikri beraberinde getiriyor. Bu söylemi bireyler üzerinden okuyarak başlayabiliriz tefekküre. Meşâyihin yaşantılarının safsata diye düşünüldüğü bir postmodern çağ, tarihsel süreçte güvenirliğini birçoğumuz için yitirmiş olan bir tarikatlar anlayışı, anlatılan naifliklerin, gösterilen kerametlerin bir hikâyeymişçesine dinlendiği bir dönem, seküler eğitim sisteminin damgasını vurduğu ve tasavvufun meditasyonvari bir moda akımıymışçasına gündeme geldiği günümüzde tekke, dergâh zihniyetine yabancılaşmış bir nesil, yani biz.

Tasavvuf ilminin metodolojisiyle ilgili çokça kitap okudum lâkin tekkelerin içinden bir seyr-i sülûk yolcusunun kaleme aldığı bir kitabı okuyuşum ilktir. Bu anlamda Huzur Defteri benim için teorinin pratiğe dönüştüğü bir başlangıç noktası oldu diyebilirim. Okurken çoğu zaman ürperdim, bazı zamanlar da nefsimle sorguladım da durdum. Acabaların peşimizi bırakmayışı da bir modern birey sorunu olsa gerek. Aklımızı dinlemekten kalbimizi hissetmeyi unutmuşuz, ne acı.

Bir hâller kitabı Huzur Defteri… Öyle hâller ki aynı adındaki gibi sizi bir huzur deryâsının içine alıp götürüyor. Tasavvuf kültürüne aşina olsun ya da olmasın, anlatılan her bir şahsiyet ve vuku bulmuş olayın, okuyanların ilgisini çekeceği kuşkusuz. Üstelik kitaba sadece bir tekke kültürü anlatısı olarak bakmak, kitabın hakkını vermemek olacaktır. Zira sayfalar boyunca Osmanlı’nın son dönem zâtlarının birçoğuna değinilirken, yıkılış ve dağılma döneminin ardından yeni Cumhuriyet’in izleriyle de karşılaşıyoruz. Bu geçiş sürecinde tekkelere olan yaklaşımın nasıl değiştiğine, bunları bire bir deneyimleyen zatlar aracılığı ile şahit oluyoruz. Kitabın Mahmud Bayram Hoca bahsinde bu duruma dair şöyle bir ibare yer alıyor: “Gönenli Mehmed Efendi Hazretleri ise şunları söylemişti: İstanbul’dayken öyle zor şartlar altında ders yapardık ki… Talebelerin Kur’ân-ı Kerîm okuması için köhne, yıkılmış cami avlularında veya yıkık kiliselerde saklanarak ders okuturduk.”. Yine aynı dönem ile ilgili Mehmet Âkif Ersoy’un da aşağıdaki dizeleriyle karşılaşıyoruz ilerleyen sayfalarda:

"Virânelerin yascısı başkuşlara döndüm
Gördüm de hazanında bu cennet gibi yurdu
Gül devrini görseydim onun, bülbül olurdum
Ya Rab, beni evvel getireydin ne olurdu!"

Kitapta bu minvalde birçok deneyim paylaşılıyor, zaten kendi tarih kaynak kitaplarımızın birçoğu da bahsedilen süreçte tekkelerin ve başlarındaki şeyhlerin, yoldaki dervişlerin neler yaşadıklarından bahsediyor.

Huzur Defteri’nde beni en çok etkileyen bölüm Cerrâhî Tekkesi’nin kurucusu olan Hz. Pîr Muhammed Nûreddîn Cerrâhî’nin, Efendimiz (s.a.v) ile olan benzerlikleriydi. Kitapta bu benzerlik şu şekilde ifade buluyor: “İki Cihan Serveri Efendimiz (sas)’in ism-i şerîfleri Muhammed, muhterem pederi Hz. Abdullah, muhterem anneleri, Annemiz Hz. Âmine, zevc-i pâki yani hanımı Hz. Hatice, velâdet-i seniyeleri (kutlu doğumları) 12 Rebiü’l-evvel Pazartesidir. Hz. Pîr’in ismi Muhammed, peder-i âlisinin ismi Abdullah, valide-i muhteremesinin ismi Emine, muhterem refikası yani hanımının ismi ise Hatice’dir ve Cenâb-ı Pîr, 12 Rebiü’l-evvel Pazartesi günü dünyayı şereflendirmişlerdir. Birçok Allah velisinin hayatına bakılır ise bu denli bir benzerliğin sadece Cenâb-ı Pîr’de bulunması pek tesadüfle izah edilemez.”. Çıtlak’ın da dediği gibi bu benzerlik bir tesadüf değil, olsa olsa bir kerâmettir.

Hz. Pîr ile başlayan yolculuğun ardından asitanenin diğer şeyhlerinin (Fahreddin Efendi, Muzaffer Efendi, Safer Efendi) hayatlarına dair de bilgi sahibi oluyoruz kitapta. Üstelik sadece kronolojik bir asitane tarihi okuması yapmanın ötesinde, dönemin Neyzen Tevfik, Hüseyin Sîret, Celâleddin Ökten gibi diğer önemli şahsiyetleri, çeşitli tarîklerin usûl ve âdâbları gibi konulara da rastlıyoruz. Heyecanının kaçmaması adına, iki sayfada bir altını çizdiğim birçok satıra burada yer vermek gönlümden geçmiyor.

Seyr-i sülük yolu, tasavvuf kültürü daha çok içe dönüktür, benzer bir kültür dokusundan geçmemiş kişilerin yanında çokça dillendirilmez. Dolayısıyla sadece “yaşayan bilir.”. Bu kitap bizlere yaşayanları anlatıyor ve Cerrâhi Asitanesi aracılığı ile dönemin diğer tarikatlarının da kapılarını aralıyor. Huzur Defteri, Fatih Karagümrük’te yer alan Cerrâhi Asitanesi şehylerinden Safer Efendi’nin isteği ve izni üzerine, Fatih Çıtlak tarafından kaleme alınıyor. Anlatıcı Safer Efendi, notları tutan ve bizlerle tanışmasını sağlayan Çıtlak.

Tarihe, kültüre, tasavvufa meraklıyım diyorsanız kütüphanenizin bir köşesinde mutlaka olması gereken bir kaynak Huzur Defteri. Ben asitane hakkındaki diğer kitaplarla okuma listeme devam ediyorum, eminim bu eseri okuyan herkes de hangi benzer kitabı okusam diye kendine soracaktır.

Feyza Gönüler
twitter.com/feyzagonuler

12 Ağustos 2015 Çarşamba

Üvey evlat, gecekonduda kalan akraba: Türk öyküsü

Edebiyat denilince, güzel sözler, afili mısralar, janjanlı kitaplar-dergiler, köpüklü kahve, demli bir çay… akla geliyor. Edebiyatın içtenliğini, kuşatıcılığını, ciddî, yorucu bir uğraş olduğunu göz ardı ediyoruz. Bir keyif yapma aracı olarak görüyoruz çoğunlukla edebiyatı. Şiiri arabesk olarak, romanı boş zamanları doldurma aracı olarak, öyküyü hafif bir akşam yemeği olarak değerlendiriyoruz. İnceleme/deneme/düşünce türündeki yazılara girmek bile istemiyoruz, onlar daha fazla enerji istiyor ve akademik bir makale okuyormuş hissi verdiğinden onları okumaya yanaşmıyoruz bile. Oysa okumak, hangi türde olursa olsun bilinci, düşünceyi ve duyguları diri tutarak, okunan metni dil, estetik, anlatım, içerik bakımından değerlendirebilmek demektir. İşe yeni başlayan birinin yavaş adımlarını, işi üzerinde tecrübe edindikten sonra hızlandırması gibi, durağan ve tembel olmayan bir okur da okuduğu her yeni kitapta dil ve anlatım üzerine keşifler yapmalıdır. Edebiyatın sahiciliği, yoruculuğu ve tadı da buradan gelir. Okur, böylelikle edebiyatın içinden dökülenleri, çeşitli tatları, renkleri, sesleri yakalar ve kendini, insanı, toplumu anlar. Edebiyat tarihimizde yerini almış her nitelikli eser bunu duyurmak içindir. Ertan Örgen’in Öykümüzün İzinde isimli kitabı, edebiyat tarihinde farklılıkları, duruşları, fikirleriyle yer etmiş değerli yazarları ve onların eserlerini incelemiş, okura birçok kitaba bir kitaptan ulaşabilme imkânı sağlamıştır. Öykümüzün İzinde, edebiyatın ne denli yoğun ve çaba isteyen bir eylem ve hayatı ilgilendiren bir alan olduğunu anlatması bakımından önemlidir.

Bazı kitapları okurken kitabın altında yer alan dipnotlardan başka bir mecraya akarız. Dipnotta verilen bir bilgi, kitap ya da yazar ismi ilgimizi çeker ve o nottan yola çıkarak başka bir yolculuğa düşeriz. Böylece yeni bir eserle tanış olmuş oluruz. Öykümüzün İzinde, zengin bir yazar ve eser incelemesiyle okuru belki de daha önce adını hiç duymadığı yazarların ve kitapların peşine düşürüyor. Kitapların içeriklerine dair bilgiler sunarken, söz konusu eserin yazarı hakkında da bilgiler veriyor. Yazarın yaşadığı dönem, kullandığı dil, tercih ettiği anlatım tabir yerindeyse didik didik edilerek okura sunuluyor. Bir anlamda, okura, okuduğu metni ve yazarı nasıl anlaması gerektiği, bir kitabı nasıl okuması ve yorumlaması gerektiği bilgisini veriyor Öykümüzün İzinde.

Ertan Örgen, Türk öyküsünü üvey evlat, gecekonduda kalan akraba olarak tanımlıyor. Öykünün geriden seyreden, romanın gölgesinde kalan bir tür olamayacağını vurguluyor.

Türk modernleşmesi roman üzerinden irdelenirken öykü hep geride bırakılmış, yazarın çocukluk, ergenlik dönemi gibi algılanmıştır. Belki de çocuğun samimiliğidir öykülerde karşımıza çıkan.

Örgen, öykücülerin anlatımlarında beliren temalardan ve dili kullanımlarından yola çıkarak Türk öykücülüğünü inceliyor. Sosyal gerçeklik, taşra ve şehir hayatı, kadın yazarların eserlerinde kullandıkları eril dil, çocukluğun öykülere yansıması gibi temaları ele aldığı öykü ve öykücüler açısından açıklıyor. Öykümüzün İzinde, iki bölüm hâlinde Türk öyküsünün bazı temalarına ve isimlerine dair analizler içeriyor. Örgen yaptığı okumalar ve araştırmalar sonucu izleğine yansıyanları paylaşıyor okurla.

Öykü tarihimize baktığımızda çeşitli anlatım tarzlarının olduğunu görüyoruz. Kimi öykücüler bilinç akışı yöntemini kullanırken, kimi öykücüler fantastik, dramatik yazıyor. Kimileri açık, anlaşılır ve sade yazarken; kimileri örtük ve soyut bir anlatımı tercih edebiliyor. Bir okur olarak, soyut ve örtük olan öyküleri anlamakta güçlük çektiğimi söyleyebilirim. Bana göre soyut ve kapalı anlatıma sahip olan metinler okuru iki kat daha yoruyor, birçok okur metni çözemediğinden okumayı yarıda bırakabiliyor. Öykümüzün İzinde, bu şekildeki metinleri çözebilmenin ve yarıda bırakmamanın yöntemini sunuyor. Kitabı tamamladıktan sonra öykü tarihimize geçmiş öykücülerin, bir kartela hâlinde belleğimize yerleştiğini fark ediyoruz. Sait Faik Abasıyanık, Leyla Erbil, Sabahattin Ali, Füruzan, Yaşar Kemal, Fakir Baykurt, Orhan Kemal, Kemal Tahir, Mihriban İnan Karatepe ve daha birçok değerli isim üzerine yapılan çalışmalar, değerlendirmeler okurla paylaşılıyor.

Örgen’e göre “Edebiyatın müdahale etmediği bir hayat, insanî olanı, inceliği, güzelliği geliştiremez.” Bu sebeple kendisi Türk öyküsünün hayata müdahale ettiğini ve vazifesini yerine getirdiğini düşünüyor. Kitapta yer alan yazıların da bu amaçla yazıldığını dile getiriyor. Öyküler yeni bir dünya kurmamızı, hayata ilişkin ne varsa keşfetmemizi sağlar. Öykümüzün İzinde kitabında tetkik edilen öyküleri okuduğumuzda bunu daha iyi duyumsayacağımızı düşünüyorum. İyi eserlerin, okuru başka eserlerin ardına düşürdüğü muhakkak. Öykümüzün İzinde, okuru, farklı tonlarda yazan ama aynı bocurgatın içinde yoğrulan öykücülerin ve öykülerin ardına düşürüyor.

Hatice Ebrar Akbulut
twitter.com/HaticeA45604005

11 Ağustos 2015 Salı

Sohbetten nasiplenmek yahut şifa aramak

"Hayallerinin peşinden gitmezsen bir sebzeden farkın kalmaz. Vakit geldiğinde yolda değilsen iş işten geçmiş demektir."
- The World's Fastest Indian, 2005

"Yürümek yeterli, sadece yürümek. Davet edilenler yolu bulacaktır."
- Bab'Aziz, 2005

Okuyuşunda samimi olan bir insan kitap seçmez, kitap onu seçer. Ne okuyayım diye de düşünmez, kitap onu bulur. Birbirlerini okurlar böylece. Kütüphanesinin ya da kitaplığının önünde dakikalarca "ne okusam?" diye düşünen bir okuyucuyu bu düşünce yorar. Tam bu anda kitap aramaktan vazgeçerse, bir süre sonra okuması gereken kitap kalbine düşüverir, aklı da bu düşüş karşısında kenara çekilir. Adımlar hemen o kitabın olduğu rafa gider ve sayfalar çevrilmeye başlar. Daha ilk sayfalardan seçim yapmanın değil beklemenin kıymeti anlaşılır. Bekleyince olur her şey. Beklentisiz bir bekleyişle beklemek.

Amerika'da Benötesi (Transpersonal) Psikoloji'nin kurucu babalarından sayılan Prof. Dr. Robert Frager'ın kitabı "Sufi Terapistin Sohbet Günlüğü" fakirde evvela bu tesirleri uyandırdı. Kimi zaman değil her zaman gündemin zihnimi işgal etmesinden imtina ederim. Bilhassa son birkaç yıldır bundan çok çektim. İyi ki çekmişim ki sabrın sonu selamete varmış. Selamet, insanın kendi kalbini keşfedebileceği şeyler okumasındadır diye düşünüyorum. Kalbini keşfetmeyen bir insanın gördüğü sadece gördüğüdür. Hani o meşhur söz gibi: Görene, köre ne? Burada imdada Ahmed Amiş Efendi'nin bir sözü yetişebilir: Dağı dağ, taşı taş gördüğün sürece mürşide muhtaçsın.

"İnsan kendisinin doktorudur" diye bir laf vardır. Biz bu sözü daha çok ve maalesef ilaç seçiminde yahut belimiz ağrıdığında yapmamız gerekenleri kendimiz arayıp bulmamız gerektiğinde hatırlarız. Söz güzel lakin anlamamız gereken bu değil. İnsan evvela kendi kalbini keşfetmeli. Kendi kalbiyle yapabileceklerini ve yapamayacaklarını evvela kendince bir hesaba çekebilmeli. Özellikle neyi yapmamak gerektiği konusunda akıl yetersizdir. Bunu da kalp öğretir. Kalbin kapasitesini keşfedebilme yolunda biz aciz insanlar bir yere varamayız. Bunun için de bir "bilene" danışmak gerekir. Bu danışma yolunda "dinlemek" kadar mühimi de yoktur. Her şeyin başı da sonu da dinlemektir. Dinlemeyen, bu arayış ve buluş yolunda dinlenemez. Yorulur ve yorulduğuyla kalır. Bir hadis-i şerifte buyrulduğu gibi: "“Nice oruç tutanlar var ki, aç kalmaktan başka bir kazançları yoktur. Ve yine nice namaz kılanlar var ki, yorgunluktan başka namazından elde ettiği bir şey yoktur.”[İbn Mâce, Sıyam, 21]

Kitap, Cerrâhî şeyhi Robert Frager'ın dervişleriyle yaptığı sohbetlerinden oluşuyor. 21 bölüm boyunca Frager'ın üzerinde durduğu konulardan bazıları şöyle: Yoldaki engeller, nefislerimizi dönüştürmek, narsisistik yanımızın küçültülmesi, Allah'ın kitabını okumak, ruh, İbrahim Bin Edhem, Âdâb - tasavvufî edepler, amelin önemi, birbirimize dua etmek, misafirperverlik, evlilik, manevi fakirlik (fakr makamı), cömerlik, ölmeden önce uyanmak...

"Uzun bir maraton koşmakla bir yarış arabasını bitiş çizgisinden bir an önce geçirmek arasında dağlar kadar fark vardır. Koşmaya kıyasla araba sürmek pek bir iş değildir, ayrıca araba sürmekte kendi irade ve fiziksel enerjimizi kullanmakla elde ettiğimiz kadar fayda da yoktur. Benzer şekilde, Hakikat Yolu'nu takip etmedeki zorluklar bizatihi yolun en önemli parçalarındandır, onun içindir ki nice yol büyüğü, "Yol, menzilin kendisidir," demişlerdir. İnsanlara kendilerini ne zaman çok mutlu hissettiklerini sorduğunuzda birçoğu size, belli büyük hedefler için çalışırken çok mutlu hissettiklerini söyleyecektir. En büyük saadetimiz bitiş çizgisinde değil, mücadele etmekte yatmaktadır. Keyif, yolu yürümededir, bitirmede değil."

Tüm bu konularla beraber Hakikat Yolu'nun zorlukları ve mürşit-mürit ilişkisi, hem hadis-i şeriflerle birlikte hem de Frager'in Muzaffer Ozak Efendi'den [k.s] işitip öğrendiklerini oldukça arifane bir üslupla nakletmesiyle kitap iyice zenginleşmiş.

"Belli ameller ve fiiller size bir mürşit tarafından telkin edilmediyse hiçbir etkileri olmaz. Bu, "kendi mürşidin kendin ol" safsatasına kapılan kişiler hal aktarımı, manevi nesip (silsile) ve biat kurumlarının önemini göz ardı etmektedir. Mânâ yolu sadece mantığa dayalı veya mekanik değildir. Psikolojik ve manevi kas şişirme de değildir. Çok daha latiftir, anlaması güçtür; mürşitle arada bir feyiz köprüsü kurmaktır. Tasavvufta buna "râbıta-yı kalb"; "kalp bağlantısı" denir... Nefsin ince hilelerine gelecek olursak, bunlara karşı insanın bir mürşidinin olması o kadar faydalıdır ki... Bazı insanlar eksenden çıkarak mânâ yolundan sapmaya başlarlar ama bunu fark edemezler. O durumda bize, "Kendine gel! Az önce yoldan tam doksan derece saptın! Hemen geri dönüp eksene girmen lâzım!" diyecek biri lazımdır."

Ömer Lütfi Akad'ın "Çalsın sazlar oynasın kızlar" filmini tekrar tekrar izleyenler hatırlar. Orada
Hafız Sebilci Hüseyin Efendi harikulade biçimde "O güzel gözlerinin cazibesi beni billah yakıyor" diye bir gazel okur. İşte şu satırlar bekarlığı hâlâ sultanlık zannedip hiç yanmayanlara kısa bir ders niteliğinde:

"Evlilik ilahi bir nimettir... Kalbimizin açılması hayatımızda başımıza gelebilecek en önemli olaydır. Kalplerimiz mühürlüyse başka hiçbir şeyin önemi yoktur. Dünyanın bütün parası ve şöhreti bizim olabilir ama kalplerimiz mühürlüyse bundan keyif alamayız. Fiyakalı bir işimiz, havalı bir titrimiz, pahalı bir evimiz olabilir ama sevemiyorsak hiçbir şeyimiz yoktur... Muzaffer Efendim şöyle bir yorum yapardı, "Aslında aşktan habersiz bir insan eşekten de aşağıdır. Bir eşek, en azından taze tahıl sever. Sevebilen bir insanoğlu, meleklerden de daha üstün olabilir ama sevemeyen, hayvanlardan da aşağı olur."

Günümüzde zenginliğin önemine dair kitaplar artmakta, fakirliğin kıymetine dair kitaplar da hiç yok denecek kadar az. Tüm bunların yanında cimrilik ve cömertlik üzerine bir şeyler okumak ise zor. Kitapta bu konulara dair çok önemli metinler mevcut.

"Gerçek şu ki, hepimizde cimri bir taraf vardır. Adamın birisi Hz. Ali'ye sormuş, "Ya imam, zekât kaçta kaçtır?". Hz. Ali Efendimiz de "Sana göre mi, bana göre mi?" diye sormuş. Adam, "Ya imam, sana göre bana göresi olur mu? Kırkta bir değil mi?" deyince Hz. Ali, "Kırkta bir cimri zekâtıdır. Biz hepsini veririz," demiştir... Muzaffer Efendimin dediği gibi, bazı insanlar cüzdanında ısırgan var gibi davranır. Sadaka vermek için cüzdanlarına uzandıklarında elleri ısırılmış gibi olur."

Kitaba "bir sohbet kitabı" diyen Robert Frager "Muzaffer Efendim seneler önce, "Bu hikâyeleri tekrar tekrar anlat," buyurmuştu. "Bunları on bininci kere anlattığında dahi insanlar onlardan istifade edecektir" diyerek takdim ediyor. Okuyucuya da bu sohbetlerden nasiplenmek, şifa bulmak düşüyor. Hiç değilse şifayı aramak, şifanın varlığından haberdar olmak için...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Sartre ile anıtlaşan öykü

Sartre’nin öyküleri, değişik insanlarla doludur. Huzursuz, başkaldıran, ciddi, idealist kahramanları vardır. Öykü yazarı, yazdığı her öyküyle yer edemeyebilir zihinlerde. Fakat bir öykücü, yazdığı bir öyküyle öne çıkabilir ve ismi o öyküsüyle anıtlaşır.

Jean Paul, Duvar isimli öyküsüyle ismi anıtlaşmış olanlardan. Sartre sömürü ve despotizmi, savaşı eleştirir öykülerinde. Varoluşçuluk felsefesiyle ismi özdeşleşen Sartre’ye göre insan, yaptıkları kadardır. İnsan, kendi yaşamının kararlarını kendisi verebilir. İnsan dilerse kötülüğü yenebilir. Yaptığı tercihler insanı, değiştirecek, konumlandıracak, kim olacağını belirleyecektir. Duvar isimli öyküsünde Sartre, Pablo İbbieta isminde idealist bir insanı öyküleştirir. Pablo, İspanya’yı iç savaştan kurtarmak ister. Falanjistler tarafından yakalanarak mahkûm edilir. Mahkûmiyeti boyunca oradaki insanları gözlemler, diğer mahkûmları anlatır. Pablo’ya arkadaşı Gris’in yeri sorulur. Eğer arkadaşını ele verirse mahkûm olmaktan, idam edilmekten kurtulacaktır. Pablo, hapishanede duvarlar ile konuşur. Ölümü, öldürüleceği ânı düşünür. Değişik bir psikoloji içerisindedir Pablo. Bazen ölümü dalgaya alır. Gece sabaha erdiğinde kurşuna dizilecektir ama bu korkutmaz onu. Coşkun ve müsterih olmaya çalışır.

Kendimi hem yorgun hem de aşırı coşkulu hissediyordum. Sabaha karşı başımıza gelecek olanı, ölümü düşünmek istemiyordum.

Bir an bile uykuya dalıp hayattan kopmak istemez Pablo. Şimdiye değin hesapsız sürdüğü hayat çok değerli gözükmeye başlamış, saniyeler bile kıymetli bir hâle gelmiştir. Mahkûm olmadan önceki hayatında birkaç saat çok kısayken, mahkûm olduktan sonra uzun bir süre gibi gelmeye başlamıştır.

Kırk sekiz saattir uyumamıştım, canıma tak etmişti. Ama hayattan iki saat kaybetmek istemiyordum. Gün ağarırken gelip beni uyandıracaklardı, uyku sersemi arkalarından gidecektim ve ‘gık’ demeden ölecektim. Böylesini istemiyordum. Bir hayvan gibi ölmek istemiyordum. Anlamak istiyordum.

Pablo, kendince bir oyun oynamaya karar verir. Zaten ölecektir, kahramanca ölmeyi tercih eder. Duvarın önüne dizilerek öldürülen insanlara karşı, falanjistlere oyun oynar. Gris’in aslında nerede olduğunu biliyordur, fakat oyununun bir parçası olarak Gris’in mezarlıkta gizlendiğini söyler. Yerinin keşfedildiğini düşünen Gris de bu sırada mezarlığa gizlenmeye gider. Ve falanjistlerce orada bulunur, öldürülür. Öldürülmeyi bekleyen Pablo serbest bırakılır ve başka bir mahkûmdan Gris’in öldürüldüğünü duyar. Hem gözlerinden yaşlar boşanır hem de kahkaha atarak güler. Belki ölümden kurtulur Pablo; ama kendi alayına yenik düşer.

Duvar öyküsünün etkileyici bir mesajı daha vardır. Üç mahkûm aynı mahpustadır. Pablo kendisinin ve diğer iki mahkûmun birbirinden ne kadar farklı olduğunu düşünür. Sürekli kendisini ve diğer iki mahkûmu inceler; yüz çizgilerine, davranışlarına anlam yükler. Üçünün de duvar dibinde öldürüleceğini duyduğunda ölümün insanları eşitlediğini düşünür. Ölüm karşısında her şeyin tahakkümünü yitirdiğini ayrımsar.

Şimdi ise ikiz kardeşler gibi birbirimize benziyorduk işte, salt birlikte gebereceğimiz için…

Hatice Ebrar Akbulut
twitter.com/HaticeA45604005

10 Ağustos 2015 Pazartesi

Hayatın orta yerinden yazmak

Batılı edebiyat akımlarını tasvip etmemiş, insan sevgisiyle yoğrulmuş satırlarında kendi dönemini mizahî bir yaklaşımla bize yansıtmış Haldun Taner. Öykülerinde yüzyıl sonra bile hayatın güzelliğini vurgulayışı, onun klasik bir öykücü olduğunu gösterir nitelikte. Yapı Kredi Yayınları tarafından yeniden basılan üç kitabından birisi, Şişhane’ye Yağmur Yağıyordu. Bu öykü kitabı yazarın doğumunun yüzüncü yılı anısına düşünülmüş bir baskısı ile karşımızda. Diğer kitapları ise, Koyma Akıl, Oyma Akıl (2015), Keşanlı Ali Destanı (2015).

İnsana, insanın hallerine dair ipuçlarını vermekten kaçınmayan Taner, her kesimden okuruna samimi bir biçimde seslenmeyi başarmış. Dikkate değer bir ayrıntı da, bu baskıda yüz yıl sonra okunup anlaşılabilecek sözcüklerin seçiminin iyi yapılması, dipnotlara yer verilmesi. Sadeleştirmede özenli davranıldığını açıkça söyleyebiliriz. Özellikle yabancı kökenli ve günümüzde artık kullanılmayan sözcüklerin yazımında sözlüğe başvurulduğu ve de mümkün olduğunca bu güne uyarlandığını görüyoruz.

Dokuz akıcı, keyifli öykü mevcut bu kitapta. Atatürk Galatasaray’da adlı öyküsünde bin dokuz yüz otuzlu yıllarda öğrencilerin Atatürk’e bakışı, onun hakkındaki düşünceleri bir sınıf ziyareti üzerinden anlatılmış. Atatürk’ün duruşu, bakışı üzerine bazı tespitlerde bulunmuş yazar. Mesela bakışları bir öğrenci üzerinde nasıl bir etki bırakır? Cevabı bu öyküde mevcut: “Bu gözler bir yere bakıyor ama baktığı şeyden çok daha gerileri, çok daha derinleri görüyor gibi idiler.

Çoğu kimsenin göremeyeceği yerden baktığı için, sadeliği şatafata, yaşamı bilgiye tercih etmiştir. Kurgudaki ince detaylarla öykülerini işlemiş. Daha çok yalınlığın, sevecenliğin, ironinin var olduğunu söyleyebiliriz öykülerinde. Satırlar arasında gezerken kurgusal derinliği görmemek mümkün değil. Sokağa, kahvelere, hayvanlara aşinadır. O sadece meramını anlatmak derdiyle öykü yazmış, herkes tarafından anlaşılmayı yeğlemiştir. Fazladan bir şey beklememiştir, olduğu gibi anlattığı öykülerinde.

Ottan süte kadar yazarın muhayyilesinde resmi geçit yapan ne kadar nesne varsa, başarılı bir çerçevede yansıtılmış. Anlaşılır, net bir resim okurun muhayyilesinde belirmektedir bence. Memeli Hayvanlar adlı öyküsünde insan-hayvan arasındaki aynı gibi görünen ama esasında farklılıklarımızı hatırlatmış, muzip bir dille hitap etmiştir okuruna. Bir insana, hayvana davrandığınız gibi, davranırsanız toplumun gözünde neye dönüşeceğinizi, karakter üzerinden akıcı bir dille anlatır. İbretlik bir öyküdür.

Bir Amerikalı fotoğrafçının makinasında objektif yerine at gözlüğü kullanması üzerine yazılmış bir öykü, atlara dair. Bizdeki at arabalarının o dönemde hâlâ kullanıldığı düşünülürse, neler yaşanmış diye merak edenler için yazılmış bir öykü. Atların otomobillerle olan imtihanını bir atın ağzından öğrenmek mümkün. Bazen Şişhane’de yük çeken bir atın ne düşündüğünü, aynaya bakışını aktarır yazar:

"Hamalın biri, sırtına koca bir ayna vurmuş götürüyordu. İşte Kalender kendi hayalini bu aynada gördü. Tabii, bu hayali gerçekte olduğundan -yahut bizim gördüğümüzden- daha büyük olarak gördü."

Eğlenceli diyaloglarla, 1950’li yılların sokağına dair zengin ipuçları bulmak mümkün.

At olalım, insan olalım, ihtiyarlığı kolay kolay üstümüze konduramayız. “Ben hep oyum” dersin. “Temizlik işleri kadrosuna ilk girdiğim zamanki kıvrak küheylanım.” dersin. Günler geçer, yıllar geçer, Şişhane’nin çöpleri bitmez, o dumanlı gençlik çağı duman misali erir biter.

Taner’in öykülerinde kullandığı uzun, keyifli diyaloglar onun usta bir oyun yazarı olduğunu bize hatırlatıverir. Eczanenin Akşam Müşterileri adlı öyküsü, yine farklı şahısları bize resmeder. Ellili yıllarda insanların yeniliğe olan temkinli, mesafeli duruşunu “Meşeye armut tutar mı?” diyaloğu üzerinden karakterlerine söyletiverir. Fasarya ise bir mahalle delikanlısının başından geçenler, mizah elden bırakılmadan coşkun bir dille anlatılmış. Kedilerin marifetleri üzerine yazılmış güzel bir öykü daha, Fraulein Haubold’un Kedisi’nde ise, yine o yıllarda bir pansiyondaki olup bitenleri anlatmış.

"Ama ne oldu sonra? Dünya onlara da kalmadı. Kime kalmış bu dünya? Hepsi gidecek hepsi. Kralı da, milyoneri de. Dünyayı ben yarattım sananlar… Burnu Kafdağı’nda su içenler…” Boş gazoz şişelerini sandığa istifleyen kahveci: “Bir sen kalacaksın” diye mırıldandı. “Sen hepsini ekip son tura kaldın işte. Sevin de kimseye söyleme.

İstanbul’a dair, o henüz bozulmamış tabiatını koklayabildiğimiz satırlar ise, bugün öykü okurları için altın değerinde:

"Bilir misiniz bazen kendimi ne kadar yalnız hissediyorum” dedi. “Böyle anlarda İstanbul geliyor gözümün önüne, Fındıklı’daki konak, Çamlıca’daki köşkün bahçesi, Üvez ağaçları, taflanlar… Dalına salıncak kurduğum ihtiyar çınar. Bütün çocukluğumun geçtiği yerler. Hele akşamları bir poyraz çıkar Karadeniz’den, kekik kokulu serin…"

Tadımlık kekik kokulu satırların devamını merak edenlere kitabı bitirmelerini salık veriyorum.

Meral Afacan Bayrak
twitter.com/tarcnckmaz

6 Ağustos 2015 Perşembe

Ritimsel örgülü öykücü: Sevim Burak

Kendi döneminin kalıplarına sığmayan, zor, ötelenmiş bir yazar, Sevim Burak. Eserleri öykü, piyes olarak adlandırılmış olsa bile, herhangi bir sınıflandırılmaya ihtiyaç duymayacak kadar özgün. Günümüz öykücülüğüne ışık tutacak farklı atmosferlerde okurlarını gezdirir. Öyküde sıradanlıktan uzak, alabildiğine görsel, yoruma açık bir yol izlemiştir Burak.

Altı deneysel öyküde tıkır tıkır işleyen bir müziğe şahit olurken, hayatın, olayların, eşyaların rahatsız edici yanlarını kâh Ziya Bey’de kâh Nurperi Hanım’da hissederiz.

Sanki tabut değildi, tabut biçiminde kesilmiş bir uçurtmaydı.

Derken, 1962’de yazılmış Pencere öyküsünde ise şöyle bir satırla irkiliyoruz: “Yarı belime kadar karanlığa sarkıyorum, gürültüyle düşüp parçalanmaya başlıyorum.

Birkaç kelimeyle bir öykünün içinden başka bir öykü bütünlüğüne ulaşmak mümkün: “Öbürkününse / Kanatları yavaş yavaş toprağın üstüne inmeye başlamıştır. / Haberleri yoktur. / İkisinin de…

Ah Ya Rab Yehova adlı öyküsünü ise Bulgaristan’dan göç etmiş Yahudi bir ailenin kızı ve sonradan ismini değiştiren annesi ve komşuları için yazdığı biliniyor. Kağıtları evdeki çiçekli perdelere iğneleyip, kalanları yerlere serperek çalışan Sevim Burak, yalnızlıktan bahseder öykülerinde. Vefasızlık, parasızlık, hastalık gibi talihsiz durumları çokça yaşadığı için, öykülerinde de bunlardan sözeder bize. Pencere öyküsünde ise, Tramvay Caddesi’nde hiç tanımadığı birini otobüsün önüne ittiğini düşünüyor kahraman.

Bir dönem Sait Faik Hikâye Ödülü'ne aday gösterilir Sevim Burak. Fakat öykü anlayışı yüzünden elenir. sebebiyle jüri ikiye bölünür. Memet Fuat jüriden ayrılır bu yüzden. “Afrika Dansı” adlı öykü kitabı da Sevim Burak’ın en özgün ve kapalı eseri olarak bilinir. Mehmet Fuat tarafından “yüzyıl yaşayacak sanat şahaseri” olarak nitelendirilir bu eseri de. Döneminde yalnız bırakılan Sevim Burak’ı Mehmet Fuat desteklese de, yazarı görmezden gelirler. Hakkında eleştiri ve tanıtım yazmaz kimse. Yazar onyedi yıl ara verir. Ölümüne yakın sevenlerinin isteği üzerine yeniden kitapları çıkar. İlerleyen kalp rahatsızlığı yüzünden 1983’te vefat eder.

İlk kez Türkiye Basımevi tarafından 1965 yılında basılmış olan, Yanık Saraylar ise Yapı Kredi Yayınları tarafından 50. yıl münasebetiyle numaralandırılmış özel bir baskıyla bin beş yüz nüsha olarak raflarda yerini aldı. Öykü koleksiyoncularına yeni bir heyecan, meraklısı için kaçırılmaması gereken bir eser, Yanık Saraylar.

Meral Afacan Bayrak
twitter.com/tarcnckmaz

29 Temmuz 2015 Çarşamba

Anlamın derinliğinde geçmişe yolculuk

"Bak sana bir şey söyleyeceğim; hayatında bir an bile huzur-u ilahiden ayrılma! Çünkü huzur-u ilahiden ayrıldığın an şeytan çöpünü atar; vehim başlar!"
- Hazret-i Muhibbî Safer Dal [k.s]

"Acılar hatıralaşınca güzelleşir."
- Cemil Meriç, Jurnal, Cilt 1

Hatıra okumak, özellikle de yaşayanın elinden çıkmış hatıraları okumak, onun geçmişine birlikte seyahat etmekten çok daha ötesi. Bazı hayatlarda elem daha geniş bir yer tutarken buna bir de yalnızlık, sevgisizlik, şefkat ve sorumluluk eksikliği de eklenince işte o hatıralar okuyucu için daha kıymetli, hadi daha "entelektüelini" söylemek gerekirse daha şifalı olabiliyor. Bazen bir şiir hayatın belirli anlarının özeti olabiliyor, bazen bir hikâye hatıralardan anları süzebiliyor okuyucu için ancak doğuştan itibaren ölüme kadar geniş bir zamanı kapsayan hatıraların yerini hiçbir şey tutmuyor. Ayşe Şasa'nın hayatı insanın hem aileye hem kendine hem de içindeki ülkeye olan hasretini okuyucunun içine işliyor.

1941 yılında İstanbul'da doğan Ayşe Şasa, bilhassa Tanzimat sonrası batıcı fikriyatın aile ve eğitim hususundaki "önlemleri" sebebiyle çok fazla çileye maruz kalmış bir isim. En başta doğar doğmaz mürebbiyelerin elinde yetişiyor, ailesi böyle istiyor. Dönemin mürebbiye anlayışı, çocuğun hastalıkta da sağlıkta da sadece mürebbiye ile yetişmesini telkin ediyor ve dolayısıyla çocuk anne şefkatine, baba ilgisine ve aile sevgisine hasretle büyüyor. Kimi çocuk bunu çok erken yaşlarda fark edebiliyor, kimi çocuk ise yaşamının çok sonralarında bu hasretin karakterinde açtığı gedikleri kapatmakla hem kendini yoruyor hem de ömrünü tüketiyor. Hatta çoğu zaman ruhsal sağlığıyla da vedalaşmak zorunda kalıyor. Yıllar sonra karşılaştığı dadılarından Kate, Şasa'nın çocukluğunu "Zavallı bir zengin kızıydın" diyerek özetliyor. Cemiyet hayatını, sporu çok seven bir baba, onu "başkalarına kaptırmaktan" korkan bir anne, sürekli Nazi işgaliyle birlikte savaşın korkunçluklarından bahseden ve bu sebeple de son derece katı olan dadıların davranışları Şaşa'yı çocuk denecek yaşta yalnızlaştırıyor. Şasa, anne ve ana dilinden çok daha evvel dadı ve batı dilleriyle büyüyor.

"Hastanede yeni doğan bebekler annelerine süt emzirmeye götürülürken, ben yatağımda yalnız bırakılmışım demek ki... Bana bir biberon veriyorlardı, onunla avunuyordum. Herhâlde ilk yalnızlık orada başladı."

Amerikan Kız Koleji ve Robert Koleji İdari Bilimler bölümündeki öğrenciliğinde tamamen batıcı zihinlerin esiri olarak yetişen ve o yaşlarında Marksizm, sosyalizm, komünizm gibi fikirlere yatkın olan Şasa, büyük dayısı Rauf Orbay'a bile bir eylem dönüşü üzerindeki kirlenmiş elbisesini göstererek nispet yapıyor. Bir gün "Dayıcığım, ben Karl Marx okuyorum” sözüne dayısının "İyi yapıyorsun. Ama Lenin’i de okumalısın” cevabını alınca şaşırıyor. Zira "Hamidiye Kahramanı" dayısı onun gözünde faşist, gerici, militarist bir adam...

1960 yılında Türk sinemasında senaristliğe başlayan Ayşe Şasa  1969 yılında sağlık sebepleriyle çok sevdiği ve uğruna birçok şeyi göze aldığı sinemadan uzaklaşmak zorunda kalıyor. Oysa lise yıllarında yazdığı "Yaşadığımız Odalar" senaryosuyla Cevat Çapan'ın ilgisini çekmiş ve hakkında bir köşe yazısı dahi yazılınca kendisini bir anda "geleceğin senaristi" olarak bulmuştu. Hem de kadın senaristin neredeyse hiç olmadığı Türk sinemasında.

"Borderline" olarak nitelenen hastalığına çok sonra şizofren teşhisi dahi konuluyor. Birçok âni tepkilere ve reflekslere yol açan hastalıklar Şasa'yı sinemaya ara verdiği bu yıllarda çok yoruyor. O sıralarda Halit Refiğ ve Metin Erksan ile yakın dost. Bilhassa Kemal Tahir'i manevi bir baba olarak görüyor. Kimi zaman onda "mânevî bir iklim" yakalıyor, tefekkür ediyor. Onun evinde çalışırken bazen etraf kalabalıklaşıyor, Bir gün, onca "solcunun" içine "sızan" bir genç kendisine Sezai Karakoç'un kitaplarını okumayı telkin ederek ona birkaç kitap hediye ediyor. Bu durum Şasa'nın canını sıkıyor ve Kemal Tahir'e "Aramıza faşistler karışmış" diyerek sitem ediyor. Akabinde Karakoç'un fikirlerinden bahsediyor ve kitapları ona hediye eden arkadaşının düşüncelerini aktarıyor. Kemal Tahir'in cevabı ise şöyle oluyor: "O faşist arkadaşın her kimse, çok doğru söylüyor."

Atilla Tokatlı ile ilk evliliği olaylı oluyor. İlk kez o hiçbir zaman sevmediği "zengin aile hayatından" uzaklaşıyor ama hiç dert etmeden işe koyuluyor. Vitali Hakko’nun kumaş atölyesinde pek beceremediği boya işleriyle uğraşıyor fakat sağlığını kaybediyor. Para sıkıntısı her geçen gün artarken kolejden arkadaşı Suna Kıraç evine ziyarete geliyor, ona borç veriyor. Halbuki bundan bir zaman evvel Vehbi Koç, Ayşe Şasa'nın babası Avni Bey'in kotrasını satın almak istemiş, deniz üstünde pazarlık etmiş fakat kotranın yirmi iki metrelik direği Büyükada rüzgârına dayanamayıp kırılınca vazgeçmişti. "Nereden nereye?" ve "Ne idim, ne olacağım?" soruları bu anılar ve gelgitli yaşam sebebiyle Ayşe Şasa'nın zihninden hiç eksik olmuyor. Çok sonraları şöyle özetliyor:

"Hayat hikayemi bir tek çizgiye indirgeyecek olursam: Hep bir arayışın, hakikat arayışının özeti olduğunu söyleyebilirim."

Şasa'nın ikinci evliliği Atıf Yılmaz'la. Çok uzun sürmüyor zira ne Şasa onu anlayabiliyor de o Şasa'yı. Birbirinin hayatına çok dahil olmak istemeyen iki dostun aynı evi paylaşması gibi bir evlilik oluyor. Bu hırpalayıcı dönemden sonra 1980'de Şasa ciddi bir kriz daha geçiriyor. Bu krize kadar Kambur (1973), Utanç (1972), Cemo (1972), Battal Gazi Destanı (1971), Unutulan Kadın (1971), Güllü (1971), Yedi Kocalı Hürmüz (1971), Köroğlu (1968), Cemile (1968) gibi ses getiren filmlerin senaryolarını kaleme alıyor. Üçüncü evliliğini yaptığı Bülent Oran, bu hastalığından itibaren ölümüne dek ona destek oluyor. Bu süreçte Şasa'yı İbn Arabi, Andrei Tarkovsky gibi isimler etkiliyor. Burada 2008'de son senaryosu Dinle Neyden'i hatırlamak gerek.

Delilik Ülkesinden Notlar adlı kitabında "Dünyayı modern Batının sığ, hastalıklı, perişan ölçüleriyle değerlendirme çabası beni otuz yaşımda şizofreniye götürdü" diyen Şasa, 1981'de Fusüsu’l-Hikem'den sonra tasavvufi eserleri ve içine hiç girmediği Müslüman dünyayı, mümin insanları tanımaya başlıyor: "Müthiş bir büyülenme olayı oldu. Ve insiyaki olarak, yani çok ıstırap çekmiş bir hasta olduğum ve “Fusüsu’l-Hikem” bana ilk andan itibaren şifa vermeye başladığı için, kitabı bırakamadım. Devamlı olarak okudum. Okumaya devam ettim.

Siyasete merak duyuyor. İlk okudukları arasında yer alan İsmet Özel'in "Waldo Sen Neden Burada Değilsin" kitabı ona derdinin dermanını bulma konusunda yol gösteriyor: savaşmak. Özel, kitabında "Dünyaya gelmek bir saldırıya uğramaktır... Yaşıyor olmak, savaşıyor olmaktan başka bir şey değildir. Bir gün son nefesimizi verdiğimizde bize yapılan ilk saldırıyı tamamen püskürtmüş oluruz. Savaş bitmiştir." diyor. Özel'in yaşadığı süreç Şasa'yı da etkiliyor, tanışıyorlar ve Şasa hem Müslüman düşüncesi hem de toplumu üzerine birçok "yeni" şey öğreniyor, öğrendikçe bu düşüncenin içine daha çok giriyor. Beşir Ayvazoğlu bu süreci şöyle anlatıyor: "İsmet Özel'in gösterdiği samimi ilgi, Ayşe Şasa'nın hayatında yepyeni bir dönemin başlamasına yol açar. Bütün sorularını büyük bir sabırla cevaplandıran şairi, onun vasıtasıyla Dergah dergisi çevresini ve başka insanları yakından tanıyan Ayşe Şasa artık o kadar mutludur ki, tipik mi, atipik mi olduğu konusunda ayrılsalar da, hastalığına her zaman şizofreni teşhisi koyan ve iyileşme ihtimali görmeyen doktorların hayret dolu bakışları altında hızlı bir iyileşme sürecine girer. Ve evet, şifa!"

Derken Hazret-i Muhibbî Safer Dal [k.s] ile tanışması ve hayatında şifalı sayfaların iyice belirgin olması... Bu konuda "Mürşidimle tanışmamı satırlara aktarmak mümkün değil" diyor Şasa. Şu anısı çok önemli:

"Kendisinin gençliğinde el arabasıyla koz helva sattığını biliyordum. Hatıralarımda anlattığım gibi küçücük bir çocukken, evimizin bahçe kapısına kadar giderdim ve kapıdan geçecek bir koz helvacıyı beklerdim. Bunu arz ettim. Manalı bir şekilde güldü ve tamamen sembolik bir anlamda "İşte o koz helvacı bendim!" dedi... Bu beni çok etkilemiştir, çok duygulandırmıştır."

İlk baskısını 2009'da yapan Bir Ruh Macerası, "Muhterem Ömer Tuğrul İnançer Beyefendi'ye sonsuz şükran ve hürmetlerimle" diye açılıyor. 158 sayfa boyunca Şasa'nın aile profili, mürebbiyeler rejimi, sosyalizm, sinema ve ilk evlilik, kutudaki mutluluk, bas-ü bade'l mevt, Füsus ışığında yeni bir dünya gibi hayatının mihenk taşı birçok konuda okuyucu seyahat ediyor. Yorucu fakat şifalı bir seyahat. Kitabın sonunda bir de hatime var. Şöyle diyor Şasa:

"Hayatımın ilk yarısı bir korku filmi gibi geçti... Varoluşuna sahih bir neden bulamayan insan; bilsin yahut bilmesin korku, endişe ve vehim içindedir. Ben bu marazî hâli, bir imtihandan geçiyor gibi ve en ağır derecelerde yaşadım... Allah hepimizi ve özellikle yeni nesilleri böylesi azaplardan esirgesin."

2014 yılının Haziran ayında Hakk'a yürüyen Ayşe Şasa'nın cenaze namazını Ömer Tuğrul İnançer kıldırmıştı. Sadece bu andan bin anlam çıkarmak mümkün. Zira Şasa'nın da dediği gibi "Anlam'ı keşfetmek, sonsuza giden anlam yolcuğunun tam da başında olmak demek."

Ruhumuzu tanımaya bir yerden ama derhâl başlamamız lâzım. Bu konuda Ayşe Şasa Hanımefendi'nin "Delilik Ülkesinden Notlar" adlı kitabındaki şu sözlerinden de ibret alalım: "Bana doğduğumdan bu yana hiç kimse doğrudan Allah'ı telkin etmedi. Allah'tan başka her şey bana öğretildi. Ve bu yüzden deliliğim, sonunda, bana bir ebedi hayat bilinci olarak geldi."

Evvela Peygamber Efendimiz olmak üzere, Safer Dal Efendi Hazretleri ve kitapta adı geçen tüm bu dünyadan göç etmiş zatlar için, bilhassa Allah rızası için, subhâne rabbike rabbil izzeti ammâ yasifûn ve selâmun alel murselîn vel hamdu lillâhi rabbil âlemin...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

23 Temmuz 2015 Perşembe

Manevî bir arayışın hatıraları

"Bil, bul, ol! Bilmeden bulamazsın, bulmadan olamazsın!"
- Hazret-i Aşkî Muzaffer Ozak [k.s]

"Türk’ün dostu yok, Allah dost olsun."
- Hazret-i Muhibbî Safer Dal [k.s]

İnsanın geçmişiyle yüzleşmesi çok zordur. Bugün ülkemizde en çok satılan "aşk" kitaplarının hiçbirinde böylesine sahici bir yüzleşme bulunamaz. Kırık bir kalpten ve abartılı yaralardan çok daha ötesidir geçmişten ders çıkarmak ve en mühimi de artık ders verebilir hâle gelmek. Robert Koleji'ndeki gençlik yıllarında sosyalist; Avrupa'nın büyük ve büyülü kentleriyle Amerika'da sadece sanatla yaşayan bohem tutkunu anarşist; Fas'ta ise artık ticaret dahisi hâline gelmiş zengin ve aristokrat bir hayat düşünülünce bu hayatın nereye varacağı da az çok belli oluyor: Bir ömürde yaşanabilecek tüm acı ve tatlı anıların saklandığı bir kalp. Bu kalp nihayet "bil"mekten ve "bul"maktan nasibini alıyor ve evvela İstanbul’daki Cerrahî tekkesinde derviş, daha sonra da bu "yol"un New York'taki şeyhi "ol"uveriyor.

Mithat Cemal Kuntay'ın "Kolunu Harp Meydanında Bırakmış Bir Askere" diyerek Çanakkale Gazisi Yüzbaşı Tursun Bey'e ithaf ettiği bir şiiri vardır. Tursun Bey, Şeyh Tosun Bayraktaroğlu'nun "İslamiyet'i değilse de insaniyeti ondan öğrendik" dediği babasıdır. Hayatında daha çok onun etkisi söz konusudur. Robert Koleji, Amerika'da güzel sanatlar ve Londra'da sanat tarihi eğitimleri babasının cesur yönlendirmeleriyle olmuştur. Can Yücel, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Bülent ve Rahşan Ecevit çifti gibi birçok "ünlü" arkadaşıyla aynı sıraları ve hayatı paylaşır. Şiirler yazar fakat asıl derdi resimdir.  "Shock art" denen sanat akımının öncüsü olarak Amerika'da büyük bir rüzgâr estirse de sanat çalışmalarına "nefsinin fazla övgüye mağlup olması" sebebiyle veda eder ve ilk hanımının babası vesilesiyle Fas'ta ticarete atılır. Burada işleri o kadar iyi gider ki Fas aristokrasisinin içine girer ve hatta İstiklal Partisi saflarında ihtilal hazırlıklarına bile dahil olur. Daha sonra Adnan Menderes tarafından kendisine Türkiye'nin Fahri Konsolosluğu da verilir. Yani anlayacağınız okuyucu bu hayatı okurken soluk soluğa bir filmin içinde gibidir. Tadını kaçırmamak için derhâl 1969 yılına geçiyorum.

Şeyh Tosun Bayraktaroğlu 1969 yılında Konya treninde rahmetli Münevver Ayaşlı Hanım ile tanışır. Ondan kendisine yola getirecek bir "şeyh bulma" sözü bile alır. Lakin hareketli hayatı bu vaatle birlikte kendi tabiriyle "dini, imanı, tasavvufu ve hatta Münevver Hanım'ın adını bile" unutturur. 1974'te senesinde Münevver Hanım'ın Beylerbeyi'nde yaşadığını hatırlar ve bir eczaneye kendisi tarif edilir edilmez bulunur. Münevver Hanım, Şeyh Tosun'u ve hanımını memnuniyetle karşılar, evlatlığı Hasan Bey'le beraber onları Karagümrük'teki Cerrahî Tekkesi'nin kapısına bırakır. Sonrasını kitaptan okuyalım:

"...Tosun sanki kalbinden bıçaklanır, neredeyse yüzüstü düşecek, gözlerinden yaşlar boşanır. Şeyh Efendi'ye, bu adamlara âşık olur ve öyle bir haset eder ki şimdiye kadar kimseye böyle haset etmemiştir. İbadet bitmiştir, Herkes nedense evvelce olduklarından daha neşeli, kahveler, simitler, çaylar... Şeyh Efendi konuşuyor. Bu sefer Tosun daha dikkatli dinliyor. Hiç bilmediği neler neler söylüyor, ne güzel hikâyeler anlatıyor, bazen ağlatıyor, bazen güldürüyor... Sonunda "Haydi artık kalkın gidin" der. Tosun saate bakar, sabahın 3'ü. Nasıl oldu?.. Bütün hafta Tosun Perşembe'yi bekler."

Bir akşam Şeyh Tosun'un, hani Şükrü Tunar'ın hüseynî makamında bestelediği ve Hüseyin Siret Efendi'nin ilahi aşka yönelmesi vesilesiyle yazdığı o şarkı var ya; "Bir muhabbet neş'esiyle ilkbahâr oldum bugün / ben huzurunda yer öptüm, tacidâr oldum bugün" diye biten, işte o şarkıyı yaşar. Artık o da "Geçti sevdalarla ömrüm" diyecektir:

"O akşam Şeyh Efendi, diz dize oturduğu bir adamın başına beyaz takkelerden birini koyar, dua eder, kucaklar, öper. Tosun gene hasetten ölür. Bu iş bitince, Şeyh Efendi ilk defa gözlerini Tosun'a dikerek herkese şu suali sorar: "Hazret-i Yunus Emre bir şiirinde, "Çıktım erik dalına anda yedim üzümü" diyor. Ne demek istiyor? Söyleyin bana." Tıs yok. İki defa daha sorar. Gene tıs yok. Sonra Tosun'un suratına bakarak, "Ben bir profesör tanıyorum, bu sualin cevabını hemen bildi. Bana "Bunu bilmeyecek ne var?" dedi. "Adam gitmiş manavdan üzüm almış, çıkmış erik ağacına, orada yemiş!". Ve tebessüm eder. O an Tosun'un ne meşhur ressamlığı ne profesörlüğü, ne anası ne babası, neyi var zannediyorsa hepsi yıkılır gider. Gözlerini hayâ ile önüne indirir. Şimdi Efendi, ismiyle hitap edip, "Tosun Bey, demin bir derviş biat ederken ona giydirdiğim takkeye imrendin galiba! Gel bakayım" der. Tosun uslu akıllı Şeyh Efendi'nin önüne ağrıya sızlaya diz üstü oturur. Efendi alelacele başına bir takke koyar. Takke ufak gelir. "İyidir" der, "Ya kafan küçülür ya takke büyür!" Tosun böyle derviş olur."

İşte "asıl hikâye" bundan sonra başlar. Tosun Bayraktaroğlu artık şeyhi Muzaffer Ozak'ın [k.s] yanı başındadır. Onlarca tasavvufî ve İslamî eseri Türkçeye kazandırır, Amerika'daki Cerrahî tekkesini faaliyete geçirir ve şeyhinden bunun için görev alır. Beşir Ayvazoğlu'nun deyimiyle "O artık Shaykh Tosun Bayrak al-]errahi al-Halveti. Bir eli Şili ve Arjantin'de, bir eli Bosna'da"dır. Dünyanın çeşitli bölgelerindeki Müslümanlara en acılı günlerinde el uzatır, kimisini okutur, kimisini besler büyütür. Tüm bunları "Amerika'da Bir Türk" kitabında o kadar samimi anlatır ki, bir insanın geçmişiyle nasıl da bu kadar samimi olabildiğine ve sonrasına ne kadar âşık olduğuna hayret edilir. Keza kendisi de "Allah ömür ihsan etti, "Bu kitabı yaz" dediler, yazıyoruz ve ilk defa cesaret ederek kendimizden laf ediyoruz... Bu kitapta da en çok endişe ettiğimiz, kendimizi methetmek, yanlış işlerimizi doğru gibi göstermek; Allah saklasın!.. Maksadımız, bizim gibi şu kısa hayatı saçma sapan işlerle geçiren bir kimsenin işin sonunda ümitsiz olmaması." der.

Kitabı, Talât Halman elinden çıkmış takdimle birlikte Kaygusuz Abdal Menkıbesi ve Şeyh Sadık Efendi Risalesi de oldukça kıymetlendirmiş. Kapak fotoğrafını ise 1980 yılında Hac'da olan Şeyh Tosun Bayraktaroğlu'nun kızı Defne 11 yaşındayken çekmiş. 2012 TYB Hatırat Ödülü kazanan bu kitap "Ben neyim, ne yapıyorum, ne yapacağım?" diye merak eden herkese bir iç ses olabilecek kuvvette.

Onlar ermiş muradına, okuyucu da çıksın kerevetine.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf