25 Şubat 2015 Çarşamba

İstirham eden bir katil: Haydar Bey

Altay Öktem'in adını duymuş olan herhangi birinin ne kadar üretken olduğunu bilmemesine imkân yok. Sürekli üretir, yeni bir şeyler yapar, adının nereden karşınıza çıkacağı belli olmaz, fanzin dostudur. Aynı zamanda da doktordur kendisi.

Yakın zamanda kitabının çıktığını öğrenince o kadar heyecanlandım ki, okumakta kararsız kaldım ya hayal kırıklığına uğrarsam diye. Ama yine beni şaşırtmadı. Kitabı bir solukta okuduğumu söylersem abartmış olmam sanıyorum. 

“Bu kitapta anlatılanlardan dolayı hepinizden özür diliyorum. Ama unutmayın: Haydar Bey’in hayatına giren insanlardan biri, sizin anneniz, babanız, dedeniz ya da uzak bir akrabanız olabilir. Paniğe kapılmayın. Sakin olun ve ipuçlarını yakalamaya çalışın” diyor Altay Öktem kitabın kahramanı için. 

Peki kim bu Haydar Bey? Günlük hayatta karşılaşsanız, "ne kibar bir adam" diyeceğiniz, kendisi kadar ilginç bir kedi besleyen, takvim kâğıtlarından hayat hikâyesini inşa eden, bikini giymeyi çok seven, bazen sapık, genellikle de katil bir beyefendi kendisi. İşten çıkarılması ve sonrasında bu çıkarılma meselesinin halledilmesiyle başlıyor hikâyesi. Cinayeti hayatın doğal akışında sıradan bir eylemmiş gibi işleyen, polise ihbar edilmeyince hapse girmediği için değil, elindeki son cesedi parçalamak zorunda kalmadığı için sevinen soğukkanlı bir ruh hastası. 

Kitabı okurken çoğu yerde kahkahalarla güldüm, çoğu yeri midem kaldırmadığı için hızla okumaya çalıştım, zaman zaman gerildim, ama kitabı bitirdikten sonra bir süre üzerine düşündüğümde kitabın çok daha büyük bir derdi olduğunu fark ettim. Haydar Bey, özellikle son zamanlarda artan haberlerde gördüğümüz katiller gibi bir cani belki de. Ama "hasta bu adam, sorunlu" deyip geçemiyorsunuz. Altay Öktem bunu yapmanıza izin vermemek için ince ince dokumuş Haydar Bey'in geçmişini. Babasından gördüğü muamele, uğradığı taciz, şahit olduğu haksızlıklar. Yakın çevresinden başlayarak toplum itinayla bir katil yaratmış. Ama bunu o kadar bilindik, her gün duyduğumuz şekillerde yapmış ki, Haydar Bey için birini öldürmek önemsiz bir hale gelmiş. Sıradanlaşmış. Şimdi bizim toplumu düşünün. Ya da toplumu boş verin, ilk öldürülme haberi duyduğunuz anla birkaç gün içinde çok sayıda cinayeti bir anda duyduğunuz zamanki tepkilerinizi düşünün. Gittikçe sıradanlaşıyor. Gittikçe şaşırmıyoruz. Aynı derecede üzülüyoruz belki ama tepkimizin gücü gitgide azalıyor. İşte Haydar Bey, bu normalleşmenin bir katilde vücut bulmuş hali. 

Peki ya "O Adam"ın oğlu ne yapacak? Farklı bir hayat sürme ihtimali ne? Haydar Beylerin soyunun tükendiği bir an gelecek mi?

Ümran Kio

24 Şubat 2015 Salı

Aşksız meşk, meşksiz musiki olmaz

"Okumakla yazmakla olmaz tâ üstaddan görmeyince."
- Âşık Paşa

Fütüvvet, ahî teşkilatı ve esnaf dediğimiz zaman yalnız meslek erbaplarından ve onların ticari ilişkilerinden bahsetmiş olmayız. Ahîlik; esnafın gelişim göstermesini sağlayan kuru bir süreç değil; iyi ahlakın ve kardeşliğin fasılasız sürmesi için meydana gelmiş bir kültürdür. Fütüvvet, bu kültürün geçmişi ve dahi okuludur. Fetâ; yiğit, fütüvvet ise yiğitlik demektir. Günümüz mesleki gelişim kurslarına baktığımızda yiğitlik üzerine bir şey verilmediğini görürüz. Oysa fütüvvet teşkilatları önce yiğitliği, dürüstlüğü, paylaşmayı, kısacası kardeşliği kazandırır. Kime? Tüm meslek erbaplarına, zanaatkârlara ve dolayısıyla esnaf birliklerine. Esnaf, bu okul ve kültürle birlikte bir usta-çırak ilişkisi geliştirmiştir. Bu öyle bir ilişkidir ki sadece ticaretimizde değil; mahalle kültüründen musiki kültürümüze kadar çok geniş bir sahada asırlar boyunca aynı disiplinin sürmesini sağlamıştır. Musikimiz bu disiplinle öğretim aşamasını kurmuş ve intikal imkanı elde etmiştir. Usta-çırak ilişkisi, musikimizin tek ve vazgeçilmesi mümkün olmayan, vazgeçilmesi dahilinde değer kaybına uğratacak ve hatta unutulmasına sebep olacak bir ilişkidir. İşte Cem Behar'ın Klasik Türk Müziği üzerine yaptığı çok ciddi araştırmalardan biri olan "Aşk Olmayınca Meşk Olmaz: Geleneksel Osmanlı / Türk Müziğinde Öğretim ve İntikal", bu ilişkilerden yola çıkarak müziğimizin yegane öğretim tekniğine ışık tutuyor: meşk. Cumhuriyetin kuruluş yıllarına kadar musikimizde hâlâ bir öğretim tekniği olarak gücünü koruyan meşkten artık herkes bihaber. Bu kültürü devam ettiren kişi yahut kurumlar olmasa ayakta kalacak pek bir yanının kalmadığını da belirtmek gerekir.

Meşkte usta-çırak yahut hoca-öğrenci ilişkisi esastır. Bu yöntemle birlikte asırlar boyunca ses veya saz öğrenimi, eser dağarcığı gelişimi, eserlerin repertuarının kuşaktan kuşağa intikal etmesi, icra üsluplarının şekillenmesi sağlanmıştır. Klasik müziğimizin eğitim tekniğini merak ettiğimizde karşımıza meşkten başka bir şey çıkmaz. Birçok bestekarımız, hatıralarında ciddi biçimde bu konu üzerinde durmuştur ve kaybolmaması gerektiğini özellikle belirtmiştir. Meşkin neler sağladığını Behar kitabın önsözünde şöyle özetliyor:  "Bundan yetmiş seksen yıl öncesine kadar geleneksel Osmanlı/Türk musıkisinin öğretimi ve aktarımı bütünüyle meşk adı verilen yönteme dayanırdı. Hem ses veya saz öğrenimi hem de öğrencilerin bir eser dağarcığı edinmeleri, meşk etmekle gerçekleşirdi. Meşkederek müzik öğretmenin ve öğrenmenin basit bir araç, herhangi bir pedagojik yöntem olarak görülmesi eksik ve yanlış olur. Dört buçuk yüzyıllık Osmanlı/Türk musıki geleneğinde meşk sayısız müzisyen kuşakları tarafından bir öğretim yöntemi olarak benimsenmekle kalmamış, aynı zamanda ses ve saz eserleri repertuarının da yüzyıllar boyu kuşaktan kuşağa intikalini sağlamıştır. Bu iki işlevi birbirinden ayırmak imkânsızdır. Meşk bir yandan ses ve çalgı öğretimini ve icra üslûplarını şekillendirmiş, bir yandan da eser repertuarının nesiller boyu aktarımını ve zamanla yenilenip değişmesini sağlamıştır."

Yazar; meşkin sade bir eğitim tekniği olmadığını, toplumun değerlerini ve esaslarını da yönlendirdiğini de açıklıyor. Bu hususta kitapta çok önemli kaynaklardan alıntılar mevcut. Giriş niyetine yine Behar'ın önsözünden aktarıyorum: "Meşkederek müzik öğrenmenin etkisi bununla da kalmamıştır. Geleneksel musıki meşki ve doğurduğu ilişkiler, birçoğu bugün dahi geçerliliğini koruyan bazı temel ahlâki ve estetik değer yargılarının taşıyıcısı olmuştur. Meşk zincirlerinin devamlılığı sayesinde de bu yargılar Türk müziği dünyasına iyice yerleşmiş, bu dünyanın yazılmamış fütüvvetnamesi, anayasası olmuştur. Meşk aslında bütün bir müzik geleneğinin ortak zemini haline gelmiş, kuşakları, bestecileri, icracıları ve icra üslûplarını bir arada tutan ortak bir aidiyet duygusu oluşturmuş, yani bu sanat alanının tümü için hem estetik hem toplumsal bir harç görevini yerine getirmiştir. Bu bakımdan da gereği gibi incelenmesi ve yerli yerine oturtulması Osmanlı’nın kültür tarihi açısından da büyük önem taşır."

Yusuf bin Nizameddin, Edvâr adlı eserinde "Ameli oldur kim bir kâmil üstadın hizmetine varasın şöyle kim kendi okumuştur ve bilmiştir ve işitmiş ve öğrenmiştir. Sana dahi talim ede ve göstere tâ sen dahi üstâd olasın" diyerek meşkin ehemmiyetini intikal boyutunda açıklar. Giovanni Batista Donado; Türk müzik literatürünü derinlemesine anlattığı eseri Della Letteratura De' Turchi'de "Müziği sadece sözlü gelenek olarak bilirler ve sonrakilerin hâfızalarına naklederler" diyerek meşkin ne kadar kuvvetli bir teknik olduğunu vurgular. Hafıza Türklerin musiki eğitimlerinde büyük bir yere sahiptir. Bunu Ignace Mouradgea d'Ohsson, yirmi iki yıllık çalışmasının karşılığı olan Tableau general de l’Empire Ottoman'da "Okudukları ve çaldıkları tüm müzik eserlerini hep hâfızalarına dayanarak bestelerler, ezberden icra ederler ve onları dostlarına veya diğer musıkişinaslara uzun tekrarlar ve alıştırmalar yaparak öğretirler" diyerek harikulade biçimde özetler.

Canan Canbulat ile yaptığı söyleşide, meşkin hiçbir zaman önemini kaybetmeyeceğini yaşayan efsanemiz Alâeddin Yavaşça şöyle özetlemiştir: "Şimdi konservatuarlar belli bir müfredatı olan, yeni düzen içindeki okullardır. Fakat böyle bir düzen meşki reddetmez. Dışarıdan misâl vereyim. Oistrakh'ın talebesi onun gibi keman çalar. Yani meşk büyün dünya için geçerlidir.". Nitekim büyük mevlevî musikişinaslarımızdan kudümzen Sadettin Heper"Eskiden "fem-i muhsin" dediğimiz, iyi ağızdan öğrenme çabası vardı. Oturur, diz döğe döğe o eserleri meşkederdik." derken, Münir Nurettin Selçuk da ona katılırcasına "Musikimizi layıkıyla terennüm etmek için sâhib-i ehliyet bir ağızdan incelikleriyle meşk ve talim etmek lâzımdır." demiştir.

Cem Behar'ın kitabından okuyunca okuyucu görecektir ki -üzerindeki elbise parçalanıncaya kadar- dizlerini döve döve meşk eden, ritim tutan talebeler ileride birer efsane olacaktır. Yılmadan, sabırla ve en önemlisi de tutkuyla süregelen bu eğitim tekniğini öğrenmek bile kişinin ufkunu açıyor. Klâsik müziğimizin üslûb anlamında en önemli temsilcilerinden biri olan merhum Bekir Sıdkı Sezgin "Türk musikisi kitaptan öğrenilmez" der. Çünkü musikimiz usta-çırak ilişkisine dayanır. Yine üstad Alâeddin Yavaşça'ya dönecek olursak: "Musıki heyecanının, aşkının, hevesinin ve üstün duygularının ve nihayet makbul bir tavrın anahtarı ancak ustadan çırağa tevdi edilir. Başka yol musıki değil, vasıflı veya vasıfsız işçiliktir."

Yakın zaman önce kaybettiğimiz Müzeyyen Senar da 1938-39 yıllarında dönemin okulu sayılan Ankara Radyosu'nda aynı eğitimi görmüştür ve yarım asır sonra bu günlerini şöyle dile getirir: "Bu tip eğitimde çok kere her öğrencinin önüne nota kâğıdı konulduğu ve onun üzerinden çalışıldığı zannedilir. Halbuki öyle değildir. Yani bir şarkı öğreneceğimiz zaman nota hocamızın önünde dururdu. Şarkıyı önce o okur, sonra mısra mısra biz usûl vurarak öğrenmeye başlardık."

Kitaptan son alıntıyı, meşakkat çekmeden musıki öğrenmek isteyen tâliblere (öğrenci) karşı bir tepki örneğiyle yapmak isterim, Tophaneli Sabri Bey (1846-1914) hakkında nakledilmiş: Fener Patrikhanesi'nin bazı mugannilleri, Sabri Bey'den Zaharya'nın bir bestesini geçmek istemişler. Besteyi öğrenecek olan bu Ortodoks kilisenin mugannilerinin, ceplerinden kâğıt kalem çıkararak öğrenecekleri eseri notaya almaya hazırlandıkları gören Sabri Bey, derhal onlara eseri geçmekten vazgeçer ve şöyle der: "Diz döveceksiniz efendiler. Diz dövmedikçe bu iş olmaz, ben de size besteyi geçemem."

Görüldüğü üzere meşkin kökünde aşk yatıyor. Aşk olmadan meşk olmuyor. Dolayısıyla da meşk olmadan musiki de olmuyor, eksik kalıyor, gönlü kırık oluyor. Kırık gönül hafızayı da yıkıp geçiyor, unutuluyor. Müziğimizin kıymetini bilmemiz gerekiyor. Aşk ile meşk ola!

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

19 Şubat 2015 Perşembe

Geçmişin ve geleceğin reddedildiği topraklar

Fransız felsefeci ve toplumbilimci Jean Baudrillard, Amerika (Amérique) adlı eserini 1986 yılında kaleme alınmıştır. Post modernist bir yaklaşımla kültürleri ele alan Baudrillard, bu eserinde Amerika’yı kıta genelinde değil, Amerika Birleşik Devletleri özelinde incelemeler yapmıştır. Fransızca’dan Türkçe’ye Yaşar Avunç tarafından çevrilmiştir.

Kitabın içindeki bölümler Amerika’nın farklı yerlerine seyahat eden Baudrillard’ın fikirsel yansımalarını aktarması üzerine şekillendirilmiştir. Her bölüm öncesi, o bölümün coğrafyasına ait bir fotoğraf kullanmıştır.

İlk bölüm, yazarı çok etkileyen çölde sonsuzluk hissi veren geniş düzlüklerin konu edildiği Vanishing Point’tir. Yazar burada ilk adımda esere özgünlüğünü kazandıran boyunu izah ediyor. Amerikan kültürünün izlerini filmlerden ya da turistlerin ziyaretine açılmış, bu amaçla yaratılmış ya da yeniden düzenlenmiş yerlerde aramıyor. yazara göre bu alanlar, insanları gerçekten uzaklaştırma illüzyonunu yaratması için tasarlanmış alanlardır. Bunun yerine Baudrillard, kültürü doğal ortamlarda aramaya çalışıyor. Arabasıyla yalnız ilerlediği çöllerde hissettiği sonsuzluktan bahsediyor. Bu his, doğadan çıktığı için kültüre dair fikir verebilir. Bu coğrafya, yani Las Vegas, bir yerde kapitalist çemberlerde üçüncü türden ilişkiler sunarken diğer yandan geniş çöllerde şaşırtıcı şekilde bellek yitimine yol açıyor. O kadar ki birkaç nesil önce ataları Amerikalılar tarafından katledilen Meksikalılar, bugüne gelindiğinde Amerika’yı övmektedirler.

Kitabın ikinci bölümünde Baudrillard, Amerika’nın kalbinin attığı New York’a uzanıyor. New York’u ilk olarak dışsallığıyla ele alıyor. Onun gözünden gökdelenler adeta antik çağlardaki dikilitaşlar gibi yükseliyor. bu bağlamda, New York’u Atina-İskenderiye-Persepolis’in halefi olarak aday gösteriyor ve dünya medeniyetlerinin merkezi olarak tanımlıyor. Avrupalılar karakteristik özellikleri gereği meselelerin üzerinde derin düşünür, büyük sözler ederler. Amerika’da bu derinlik yoktur fakat New York’u ve Los Angeles'ı dünyanın merkezine koyan bu meselelerin hayata geçtiği yer olmalıdır. Fikirlerin hayata geçtiği, hayatın sokağa döküldüğü bir yerdir burası.

İkinci bölümde, yazar Amerika değerlendirmelerinde Avrupa karşılaştırılması yanılgısına düşüldüğünü belirtiyor. Amerikalıların yalnızca Amerikalı olmalarını istiyor diyerek ekliyor: Avrupa yalnızca yasını tuttuğumuz eğretilemenin yok olmasının sevinci. Buradaki bakışıyla Baudrillard, ikisi arasında bir hiyerarşi ilişkisi kurulmasından ziyade, ikisinin ayrı değerlendirilmesi gerektiğini belirtiyor. Amerika’daki herkes gülümsüyor fakat bu gülümseme kitabın yazıldığı dönemde ABD Başkanı Ronald Reagan’ın yüzündeki gülümseme kadar sahte. Sanki gülümsemek zorunda oldukları için gülüyorlar ve her yerde yalnızlık var.

Son üç bölümde yazar, özellikle kendi gözlemleri üzerinden türettiği kültürel çözümlemelere yer vermektedir. Amerika’da herkesi mutsuz ve yalnız olduğunu sıkça yineler. Sokakta jogging yapan insanlar bile kendi kıyametlerini çağırmak için kendi kendilerini tüketmek için koşarlar. Kendi kıyametlerinin öncülleridir. Amerika’da her şey boldur ama diğer yandan her yerde her şeyin biriktirilmesi salıverilir. İnsanlar uyarı tabelalarına göre hareket ediyorlar. Sanki özgürlük ülkesindeymiş gibiler ama köşe bucakta tabelalar ve yasal uyarılar var. Bu uyarıları göz ardı ederek yaşamak imkansız. Yaşamak için her şey sizden önce düşünülmüş.

Amerika’da gerçek çok uzakta. Ne geçmiş ne de geleceği olan bu yer her şeyin merkezinde duruyor. Disneyland’ın tek amacı Amerikalılara, "Amerika’nın tamamı Disneyland gibidir" yanılgısını yaratmak içindir. Amerika’nın gücü ütopik yaşamın gerçek olabileceği hissini yaratmakta yatar. Amerika tarihi inkar eden, hatta yok sayan bir medeniyet inşa etmiştir. İnsanları tam da bugünü yaşıyorlar bu yüzden.

Jean Baudrillard, Amerika adlı bu eserinde iki önemli katkı yapıyor. İlki, kültür eleştirilerini şehrin tanınmış mekanlarında değil, geniş alanlara yayılmış coğrafik özelliklerin üzerinden yapıyor. Doğayı dönüştüren insan kültürü de yaratmış oluyor. Amerika’nın geniş düzlükleri ve insanların yoğun olarak yaşadıkları yerlerde yükselen gökdelenler sonsuzluk hissiyle bütünleşen şimdinin yaşanmasını sağlıyor. Bu uygarlık sanki Atina'dan başlayan antik ruhun günümüzdeki merkezi gibidir. İkinci önemli katkı ise, Baudrillard'ın Avrupalı bir düşünür olmasına rağmen klasik Amerika-Avrupa karşılaştırması yapmaktan itinayla uzak durma çabasıdır. Kitabın genelinde her iki medeniyeti ve kültürü geniş yüreklilikle eleştirir. Amerikalıların günlük ritüelleri birbirine benzer, sahte ve yönlendirilmiştir. Zaman algısı hep bugüne odaklıdır çünkü hem geçmiş hem de gelecek bu topraklarda reddedilmiştir.

dengesizduzenbaz
eksisozluk.com/biri/dengesizduzenbaz

18 Şubat 2015 Çarşamba

Çanakkale ruhunu hatırlamak için bir çağrı kitabı

"Çanakkale 'de başarılı olamadık. Nasıl başarılı olurduk ki? Zira Türkler yuvasına girilmiş aslanların hiddetiyle, cüret ve cesaret kahramanlığı ile savaşıyorlardı. Böyle bir millet görmedim."
- Julian Corbett (İngiliz Deniz Tarihçisi)

"Türklerden başka dini ve vatanı uğruna canını vermeye hazır asker yoktur."
- Ian Hamilton (Çanakkale Müttefik Ordu Komutanı)

Türk tarihinin "geri çekilme" hezimetlerinin en büyüğü şüphesiz ki Balkan Harbi'dir. Tarih boyunca gerek batıya gerek doğuya karşı üstünlüğünü her muharebede göstermiş olan Türk ordusu, Balkan Harbi'nde yaşadıklarından epey ders çıkarmıştır. Bu derslerden biri de muharebe sahasını terk etmemek, terk etme durumunda ise birlik halinde hareket etmektir. Çanakkale'de bu dersi iyi idrak etmiş olan Ezineli Yahya Çavuş, savunduğu tepeye yerleşmeden evvel erlerini şöyle uyarmıştır: "Kardeşlerim, Balkan Savaşları'nda düşmana yüz geri ettik, başımıza neler geldi. Az daha aziz İstanbul'u kaybediyorduk. Sakın ha kaçmayın, düşman yüz geri etmeyin! İlk davrananın vururum. Eğer benim de kalbime korku girecek, ben de kaçacak olursam bana da acımadan vurun! Kaçan kahpedir!"

Ezineli Yahya Çavuş erlerine bir kurşunla iki kişi vurmayı öğütlemiştir. Malum, cephane azdır. Savunduğu Gözcübaba tepesinden ateş kesildiğinde İngiliz General Hunter Weston, bu tepeyi 36 saattir kaç bin Türk askerinin koruduğunu merak ederek soluğu orada alır. Gördüklerine inanamaz. 20.000 İngiliz askerine karşı koyan Türklerin sayısının şehit olanlara bakarak 55-60'ı geçmeyeceğini düşünür. Doğrusu 64 kişidir; 61'i şehit olmuştur, 2 asker ise yaralı çavuşlarını siper gerisine taşımıştır. Lakin Yahya bu, şehit olamadığı için üzülür ve birkaç gün sonra duaları kabul olur. 26 Nisan 1915'te göğüs göğüse bir vuruşmada yanındaki iki cesur erle birlikte şehadet şerbetini içer. Şair Vali Namık Sevik'in 1962 yılında yazdığı Ezineli Yahya Çavuş şiirinin son iki dizesini buraya almak isterim: "Düşman, tümen sanırdı bu şaheser erleri / Allah'ı arzu ettiler, akşama kavuştular."

Ezine'de doğan ve bilhassa Çanakkale üzerine yaptığı araştırmalarla tanıdığımız Halil Ersin Avcı'nın kitabında; Mustafa Kemal Paşa'nın gazeteci Ruşen Eşref'e anlattıkları, İngiliz denizaltısı batıran Sultanhisar torpidobotunu süvarisi, Hasan-Mevsuf tabyası, yine Ruşen Eşref'in Çanakkale gazileriyle yaptığı mülakatlar, Yüzbaşı Emin Ali Bey'in anıları, Şemsi Nene, Mücahide Hatice Hanım ve Çanakkale savaşlarıyla Türk askerleri hakkında yabancıların görüşleri gibi daha nice konu yer alıyor. Konulardan biri de elbette kahramanlarımızdan Seyit Onbaşı. Onun 215 kiloluk mermiyi sırtladığı ânı yanındaki arkadaşı Niğdeli Ali şöyle özetlemiş: "Kemikleri çatırdıyordu.". Bir de Askerî Doktor Salih Dörtbudak; Çanakkale'de oğlunu bırakıp yaralı askerle ilgilenen bir doktoru anlatırken şöyle demiş: "Bu vatanı nasıl sevmişler?".

Kitabın son sayfalarında ise Çanakkale'den fotoğraflar mevcut. Bazen yürek burkan, bazen coşturan. Yazıların, anıların, hatıraların, mülakatların tek bir mes'uliyeti yüklendiğini okuyucu fark edecektir. O da kitabın adında gizli: Çanakkale Ruhu. Bu ruha sahip olmak için iki şey şarttır: Vatan sevgisi ve iman. Bu ikisine sahip olmayanın ne Çanakkale'yi hatırlaması ne de anlaması mümkündür. Türk ordusunun, Çanakkale'deki savunma zaferini Darülfünûn müderrisi İsmail Hakkı, 22 Şubat 1918'deki yazısında şöyle özetlemiştir: "Çanakkale müdafaası yapılmış, kazanılmıştır. Lâkin vazife yalnız askerler ve kumandanlar için bitmiştir. Bizim için bitmemiştir, başlamamıştır bile. Herkes bilsin ki bahr-i sefid [Akdeniz] mezarına kanlarını akıtanlar ölmek için ölmediler. Hep bu tarih, bu namus ve fazilet tarihi için öldüler. Onların kan borcunu ödemek lazım... Şairler destanlarını yapsınlar, ressamlar levhalarını çizsinler, heykeltıraşlar timsâllerini yaratsınlar, muharrirler hikâyelerini yazsınlar, sağ kalanları rahmet okusunlar..."

Henüz Çanakkale üzerine ne ciddi bir filmimiz var, ne de ciltlerce kitabımız. Tarihçilerimiz hâlâ kaynaklara inmek için zamanın müttefik kuvvetlerinin arşivlerine ihtiyaç duyuyor. Burası elbette doğal lakin bu savaş, bizim sınırlarımızda vuku buldu. Bizim topraklarımızda cereyan etti. Her şey burada oldu. Bütün dünyanın şahit olduğu Çanakkale, üzerinden 100 değil 1000 yıl geçse de bizi o ruha, birlik ve beraberliğe çağırıyor. Bu çağrıyı siyasilerin söylediği "birlik ve beraberliğimize ihtiyacımız olan günler" şeklinde düşünmek, bizi daha uzun süre ruhsuz bırakacaktır. Halil Ersin Avcı'nın bu kitabı, işte bu yüzden bir çağrı kitabı. Çanakkale'ye, oranın ruhuna doğru bir çağrı. Türklüğe bir çağrı.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

15 Şubat 2015 Pazar

İrfan okyanusundan damlalar

"Bu Kur'ân, bir gizli kitabın içindedir."
- Vâkıa 56 / 77, 78

"Tâlib-i Hakk'a olur rah-nümâ
Nüsha-i Mesnevî-i Mevlânâ
Dîde-i rûha çeker kuhl-i husûs
Nûr-ı esrâr-ı Fütûhât u Füsûs."

- Şair Nâbî

Anadolu'nun ârifleri asırlar boyunca "Biz iki anadan süt emmişizdir" derken Mevlânâ ve Muhyiddin İbn Arabi Hazretlerine işaret etmişlerdir. Tasavvuf düşüncesinde yaşadığımız çağın çarpıklıklarını da göz önüne alarak değerlendirmeler yapan ve bu hususta yeri tartışmasız bir kıymete sahip olan Mahmud Erol Kılıç, bu kitabında Hazreti Mevlânâ üzerine yaptığı konuşmaları toplamış. Çok çarpıcı değerlendirmeleri olduğu gibi, günümüzdeki tasavvuf anlayışının ne kadar zor bir durumda olduğunu, nasıl yanlış anlaşıldığını, tasavvuf yolunda gitmek isteyenlere tavsiyelerle birlikte açıklıyor. Bu konular üzerine yaptığı çalışmalarla gerek ülkemizde gerek dünyada yeri ayrıcalıklı olan Mahmud Erol Kılıç; aslında Mevlânâ Hazretleri'nin sözüne kulak veriyor: "Herkes kendi zannınca benim yârim oldu / derûnumdaki sırları kimse araştırmadı."

Yılda belirli aralıklarla tasavvuf okumaları yapıyorum. Bu okumaları sürekli aynı hizada sürdürmüyorum çünkü şifası sonsuz bir ilaç olarak gördüğüm tasavvufun bizim gibi günahkar ve nefsine yenik düşen kullar üzerinde şüphesiz "yan etkileri" de olabiliyor. Çevremde maalesef tasavvuf üzerinde hem terminolojik hem de pratik sorunlar yaşayan arkadaşları, yazarları, tanınmışları vb. görünce kendi uzaklığıma anlam verip, kabuğuma çekilmekten memnuniyet duyuyorum. Çünkü Gaybî'nin dediği gibi “Yol sandılar kesreti / tutup türlü lezzeti / aşk sandılar şehveti / zamâne dervişleri", ya da bizim Yunus'tan: "Olaydı dervişlik tâc ile hırka / pazardan alırdık otuza kırka.". Okuduğum musiki kitaplarında da, yaptığım tarih araştırmalarında da karşılaştığım bu hususu daha da somutlaştırmak adına kitaptan peş peşe iki alıntı yapmak isterim:

"Muhammedî olmadığınız müddetçe İslâm tasavvufu sizin için entelektüel bir çabadır yalnızca. Ben Müslüman olmayanlara, tasavvufla uğraşmasınlar demiyorum. Müslüman olmayanlar da tasavvufla uğraşabilirler ama derinliğinden asla istifade edemezler." (sf. 44)

"Tarikat müntesipleri asla bölücü ve parçalayıcı değildirler. Tabii modern zamanda, hakikati bilmeyen, hakikate ermeyen, ben dervişim, falanca tarikata bağlıyım diyen perdeli kimseler, aksi şekilde davranabilirler. Bölüp parçalayabilirler. Eski yöntemde bu yoktur. Eskiden bir insanın bağlı olduğu bir yol olurdu ama bunu hiçbir zaman telaffuz etmez, öne çıkarmazdı. Günümüzde ise durum biraz değişti. Bu kimseler, hakikat ile aralarına mesafe koymaya başlamışlardır. Ben bunlara "tarikatçı" diyorum." (sf. 98)

Şimdi bu iki alıntıdan devam ederek kitabı biraz daha derinleştirmek gerekirse, mesela ilk açıklamasında Mahmud Erol Kılıç aslında Mevlânâ Hazretlerinin bilhassa Mesnevî üzerinden hümanizm kavramına oturtulma çabasına da veryansın ediyor. Bu haklı tavır karşısında biz aciz okuyucular elbette mutlu oluyoruz. Aynı tavır Yunus Emre'ye de gösteriliyor, şiirlerinden farklı manalar arayan isimler Karacaoğlan'a laik sıfatı yakıştırıyor, Şems-i Tebrîzî'nin aşkı beşeri aşkla sınırlandırıyor. Mesela günümüzde de; İslami bir vecibe olan tesettürün "demokratik hak" olduğu konuşuluyor. Hepsine topluca bakıldığında aynı sıkıntı karşımıza çıkıyor: hümanizm. Bu konuda Mahmud Erol Kılıç'ın hemen kitabın başındaki açıklaması gayet anlamlı: "Hz. Mevlânâ'nın temel vurgusu, insanın ilâhi kaynağına vurgudur. Bugün kutsallık dışı düşüncelerle insanın kutsallığını bozdular. İnsanın, doğanın bir büyüsü vardı, hepsini bozdular. Oysa o kapıda edeb erkân vardı, taşa bile tekme atılmazdı. Aile hayatında bir ince zevk âdâbı vardı. Bu zevk, hümanist felsefeyle tamamen zıttır. Hümanist felsefe, insan mebdeini inkâr edip, her şeyin insan eliyle yapılabileceği iddiasında ortaya çıkan bir akımdır. Gerçek insan, bu değildir. Nitekim bazı düşünürler, Hümanizmin insana, insan düşüncesine darbe vurduğu görüşünü savunmaktadırlar." (sf.10)

İkinci alıntıda da maalesef çağımızın "kendini gösterme" ve "yapmadığını söyleme" hastalıkları baş gösteriyor. Burada bir âyet-i kerime bizi sarsabilir: "Eğer bir şeyi yapmıyorsanız neden söylüyorsunuz?" (Saff, 61/2). Popüler kültür ve nefsin her fırsatta zeytinyağı gibi üste çıkabilmesi tasavvufa yolunda yürürken insanı yoldan çıkarabiliyor yahut tökezletiyor. Mesela musikimiz; bizim musikimizin kökü dinimizdedir. Bu hususta mühim çalışmalar yapmış Cem Behar'ın "Aşk Olmayınca Meşk Olmaz: Geleneksel Osmanlı / Türk Müziğinde Öğretim ve İntikal" kitabına baktığınızda görürsünüz ki büyük bestecilerimizin ve güftecilerimizin çoğu tasavvuf yolundan geçmiştir ve ancak öldüklerinden çok uzun bir zaman sonra hangi dergâha intisaplı oldukları öğrenilmiştir. Bunu da ancak araştırmacılar bulabilmiştir. Televizyon ve şov dünyası insan ruhunu incitiyor, hayallerine ve hedeflerine bile göz koyuyor. Bu da dilimize, sesimize, söyleşimize zarar veriyor. Daha da derinini yazar şöyle açıklıyor: "Gece saat on ikiye bire kadar oturup film seyredebiliyoruz. Modern nörofizyolojik araştırmalar, uyumadan evvel en son seyretmiş olduğumuz görüntülerden dolayı, televizyonu kapatmış olsak bile şuuraltımızda o filmin devam ettiğini söylemektedir. Bir bakıma modern insanın rüyaları bile işgal altında. Birçok insan geliyor, hocam ben bir türlü rüya göremiyorum, manevî rüyalar göremiyorum, diyor. Neden? Çünkü rüyaların bile işgal altında. Rüyalarını işgalden kurtar ki maneviyatın başlasın. Modern insanın problemlerinden biridir bu." (Sf. 94)

Bir de işin tarih tarafı var. Hazreti Mevlânâ'nın hikmetleri sözlerinden nasiplenmek için tarihimize de bakmamız gerekiyor. Burada yazar, Yahya Kemal'in "Türkler Viyana kapılarına nasıl gitti?" sorusuna verdiği cevabı hatırlatıyor: "Bulgur pilavı yiyerek ve Mesnevî okuyarak.". Nedenini ise şöyle açıklıyor Mahmud Erol Kılıç: "Pirinç pilavı zenginlik alâmetidir. Zaten Osmanlı'ya da çok sonraları, dışarıdan gelmiştir. Anadolu halkının çok tükettiği gıdalardan olan bulgur, tevazû alâmetidir. Dolayısıyla bu sözü şöyle yorumluyoruz: Osmanlı, Viyana kapılarına kadar çok büyük zenginlikler içinde değil, mütevazı yaşantılarıyla, bir yandan bulgur yiyerek diğer yandan da ruhlarını Mesnevî çeşmesinden doldurarak gitmişlerdir." (Sf. 141)

Brezilya'nın Nobel ödüllü yazarı Paulo Coelho'nun "Simyacı" kitabı üzerinden de bir eleştirisi var yazarın. Bilindiği gibi Coelho, bu kitabını Mesnevî'deki bir bölümden ilham alarak yazdığını itiraf etmişti. Mahmud Erol Kılıç ise kendi yazarlarımızın bu irfan çeşmesinden bir türlü nasiplenmeyip, şifayı dışarıda aramalarına içerliyor ve başkalarının Mevlânâ Hazretlerine gösterdiği bu ilginin ülkemizde dezenformasyon, edebi hatalar, televizyondan yanlış nakletme gibi hadiselerle ilerlediğini söylüyor. Bu durum karşısında ise ümidini hiç kaybetmiyor, şöyle diyor: "Bizim âriflerimiz öyle âriflerdir ki, bu aşk mektebinde eriyenler kadar, onlara art niyetle yaklaşanlar bile bir müddet sonra dönüşürler, değişirler, güzelleşirler."

Kitapta ayrıca tasavvuf yolunda hangi kitapların veya şerhlerin okunabilir olduğuna dair önerileri de mevcut yazarın. Yollar arasındaki farklıları da soru cevap yoluyla kısaca özetleyen Mahmud Erol Kılıç, ülkemizde tasavvuf düşüncesi üzerine okuyucuya kıymetli kitaplar sunmaya devam ediyor. Özenli çalışmalarını biz fakirlerin ise takdir edip, yazdıklarını ciddiyetle takip etmemiz gerekiyor.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

11 Şubat 2015 Çarşamba

Hasta nefes aldıkça ümit vardır

New York'tan buraya kalpazanın birinin peşinden geldik. Birçok takma ismimden en aktifi şu an için Matt Bomer, Fransa'da da en çok bu isimle bilinirim zaten. Neyse, az önce Peter'in beni bıraktığı dükkandan bir şekilde sıvıştım, üzerime de bir palto buldum bu sıcakta. Takip kelepçemi de söktüm. Beni kaçmaya teşvik eden Gökdemir İhsan(3) adlı bir yazarın İngilizceye çevrilmiş bir romanıydı(2): Exercices de Fiction.(5) 33 farklı kurgu. Güzeldi. Oulipo'yu sevmiştim.

Aslında yazarın(3) beklediğinden daha büyük etki bırakmıştı bu kitap halk üzerinde. Ülkesi dışında da sevilmişti. Hemen hemen herkeste fötr şapka olmasını ondan sonra anlamlandırmıştım. Bildiğiniz üzere benim ayırt edici özelliklerimden biri de fötr şapkamdır. Kahramanı kendimle özdeşleştirdim bu yüzden. Bu arada elimdeki romanla(2) yürümeye devam ediyorum elbette.

Paris'te elinde kitapla yürüyen biri daha az dikkat çekiyor. Kitabı kapattıktan sonra aklıma gelen ilk şey ægroto dum anima est, spes est(4) olmuştu. Madem ki ölmedim kaçmalıyım dedim. Peter'la dostluğumuz iyiydi ama özgürlük dostluklardan daha güzeldi. Ya da ayağımdaki kelepçeden bilemiyorum. Şimdi alarma geçmişlerdir herhalde.

Ezberlediğim s hattı durağını elimle koymuş gibi buldum öğlen sıcağında. Gerçekten de kalabalıktı. Umarım Peter'ın kitaptan haberi yoktur diye geçirdim içimden. Benim şapkamdaki kurdelanın yerine sicim bağlanmıştı. Bulabildiğim tek model buydu. Atladım otobüse.

Akıntı o kadar güçlüydü ki burnumu tutamadım. (Pardon bu başka bir hikayeydi.) Arkaya ilerlemek durumunda kaldım. Herkes bana bakıyor. Bir hırsız için, hem de az yakalananlarından olan benim için kötü bir his bu. Terlemeye başlıyorum. Aksi gibi arkamdaki meczup da üzerime abanıyor. Lanet olası elini cebime atıyor. Bak sen! Hırsızı soyan hırsız, inanılmaz. ama ne kendimi ne onu açık edebilirdim. Kendi türünü koruma refleksiydi bu. "İhtiyar üzerime abanmaktan vazgeç, sırtım yara bere içinde!" diye feryat ettim. İhtiyar gülümsedi ve elini ben bir şey yapmadım manasında iki yana açtı.

İnsanlar biraz da iğrenmeyle bakıyorlar şimdi. Hemen boşalan bir yere oturdum. Ayaklarımın altı acıyor. Bana bakmaktan vazgeçtiler. İndim. İhtiyar da inmişti. Aptal herif neyin peşindesin hala diye sessizce kendi kendime söylenerek adımlarımı hızlandırdım. Karmaşık bir rota izliyordum, öyle ki ben bile nereye gittiğimi unutmuştum. Vakit geçiyordu ve palto yüzünden iyice terlemeye başlamıştım. En sonunda kendimi saint lazarre garında buldum. Lanet olası yer.

Peter ortalarda yoktu ama bana yöneltilen onlarca silahtan bir şeyler döndüğünü anlayabiliyordum. Arkamdan şebek gülümsemesiyle giren ihtiyara bakıyordum ki hemen arkasında polisin silahının sırtına dayanmasıyla gülümsemesi silindi. Onun da haberi yoktu demek ki.

- Peter Burke, sanırım sizin adamı yakaladık.
- Geliyorum.

On dakika kadar sonra Peter geldi. İnterpoldeki meslektaşlarına teşekkür ettikten sonra yanıma doğru seğirtti.

- Ee Neal, kaçıyordun neredeyse...
- Neredeyse kaçılmaz. Sahi nasıl buldunuz beni, ben bile nereye gittiğimi bilmiyordum.
- Şansımıza askıda duran şu paltoyu aldın da, düğmesinin hemen altındaki vericiden (düğmenin olması gereken yere bastırarak) seni takip edebildik. Kalpazanın adamlarının seni takip ettiğini gördük. Sonrasında bu pezevenk de bindi otobüse, sonra sizi takip ettik, durumdan tamamen habersizdiniz.
- Hasiktir, diye söylendim.

Gar birbirine girmeden interpol oradan ayrıldı. Belki de romandaki(2) bulmacanın tamamını çözmem gerekliydi. "Gökdemir İhsan(3) dedim, seni bir daha okuyacağım.". Saint Lazarre'a küfrettim ekip otosuna binerken.

(1) Gökdemir ihsan bir romancı değildir.
(2) Kurmaca alıştırmaları bir roman değildir.
(3) X eşittir Gökdemir İhsan ise.
(4) Lat. Hasta nefes aldıkça ümit vardır.
(5) Kurmaca alıştırmalarının havalı söylenişi.

Ali Berkay Bircan
twitter.com/AliBerkayBircan

30 Ocak 2015 Cuma

Hayatın her ânı bir musiki makamı

"Keman mıdır yay mıdır, güneş midir ay mıdır
Zülfüne bendolmuşam, ayrılmak kolay mıdır."

- Urfa Türküsü 

"Ayrılık ateşten bir ok, nazlı yardan hiç haber yok
Benim derdim herkesten çok, ben nasıl yanmayam dağlar."

- Hicâz Şarkı

Her yıl yazdığı yeni bir hikâyeyle okuyucuyu bambaşka yolculuklara çıkaran edebiyatımızın usta kalemi Mustafa Kutlu; bu kez musikişinas bir baba-oğulun hikâyesini aktarıyor. Tiren'de Bir Keman, yarım saatlik fasıl gibi.

Klasik Türk Müziği'nden onlarca eseri konuk eden hikâye, yer yer hüzünlendiriyor, yer yer coşturuyor, kimi zaman güldürüyor, kimi zaman da ağlatıyor. Zaten gerek klasik eserlerimiz gerek türkülerimiz bu toprakların yaşam öyküsünü, yani bizlerin hayatını yalın bir biçimde anlatır durur asırlardır. Mesela bir Erzincan türküsü "Gurbet elde bir hâl geldi başıma / ağlama gözlerim Mevlâ kerîmdir" der, beri yanda Şükrü Tunar'ın hüzzam bestesi "Gurbet elde her akşam battı bağrımda güneş / yâre giden yollarda hasret oldu bana eş" çıkıverir, gurbeti de hasreti de kemanın tellerinden aynı trene kor.

Ademoğlu bir sabaha kaderin sillesiyle uyanıverir, akşamına varmadan da neşvesiyle tanışır. Ömür böyledir. Bu yüzden "Kaderde ne varsa etme merak / uyma kendi nefsine Hakk'ın emrine bırak / altundan ağacın olsa zümrütten yaprak, akıbet gözünü doyurur bir avuç toprak" buyrulmuş. Ama işte dedik ya ademoğlunu da anca kara toprak doyuruyor, düşüyor kaderinin peşine. Hani denmiş ya "Kediyi merak öldürüyor" diye, aslında insanı da öyle. Neyi merak ediyorsun? Neyi merak ettiğini bile aslında bilmiyorsun.

Kemanî Kenan ile oğlu Sadullah'ın birbirine benzer, kederli ve ibret verici ama her şeye rağmen de notaları vesilesiyle lezzetli hayatını okuyoruz Tiren'de Bir Keman'da. Ne lezzet ne lezzet. Mustafa Kutlu bu, hiç olmadık bir sayfada okuyucuyu kuru ekmek yenen sofraya oturtur, bir sonraki sayfada da trenin içine kondurur. Ama her nerede olursa olunsun hep bir keman sesi vardır arkada.

"Ne demiş şarkı "Ben seni unutmak için sevmedim". Sadullah ara sıra annesini soruyor. Kenan onu kucaklayıp pencereye götürüyor. Ordan görünen ıhlamurun dallarında birbirlerine sokulmuş kumruları gösteriyor.
- Annen gelecek oğlum. Kuşlar öyle diyor.
- Ama kuşlar ku, ku diyor.
- İşte o, annen gelecek üzülme demek."


Kenan, büyük aşkı Semiramis'i sanat dünyasına hazırlarken başına gelecekleri de biliyor aslında. Sahnelerin büyülü dünyası Semiramis'i kanatları altına alıveriyor, o da uçuyor. Patron Ali Rıza'nın "Bir kuş tuttuk, kafese koyduk. Öterse iyi düdük" dediği Semiramis öyle bir ötüyor ki, Kenan bir başına kalıyor hayat kafesinde oğluyla birlikte. Naime Hanım'a tutunuyor bazen de.

"Bir gün Kenan sanki içine doğmuş gibi meyhaneye değil eve gitti. Evin önünde bir kalabalık. O ân içinde bir tel koptu. Bir şarkı çıkıverdi: "Görmedim ömrümün âsude geçen bir demini". Annem mi, oğlum mu, diye endişelendi. Feleğin oku Naime Hanım'a isabet etmiş. Tarhana çorbasını ocaktan indirirken aniden düşüvermiş, tencere bir yana kendi bir yana. Kalp krizi... Hayat bu işte. Çorbayı pişirirsin ama içmek nasip olmaz."

Derken Kenan karar veriyor, kaderinin peşinde düşüveriyor. Hani yazar "Ya tahammül ya sefer" demiş ya, o da seferi tercih edenlerden. Oğlu Sadullah'la memleketi geziyor. Kah ekmek parası için, kah derun sevdasını unutabilmek için. Kenan bu, musiki biliyor. Az çok isim de yapmış. Gittiği yerde boş durmuyor, başından bela da eksik olmuyor. Derken yarasını gömüyor, yeni bir aşk bile buluyor. Sadullah ise her gün birine emanet büyüyor. Ama o da kemanı öğreniyor, sesi de var. Babasının emanetini hakkıyla taşıyor. Ama hayat onu pek taşıyamıyor, yalnız kaldığı zamanlarda ona hüzzam, uşşak, segâh, hicâz eşlik ediyor. Tıpkı babası gibi.

"Babasının buruşuk pardösüsünü duvara asmıştı. Ceket, pantolon ve iç çamaşırlarını Sabır Ana bir fakire vermişti. Ayakkabıları giyilecek gibi değildi, altı delinmiş, attılar. Demiryolcuların hatırası bir köstekli demiryolcu cep saati. Onu da pardösünün yanına asmıştı. Bir dörtgen kol saati. Nacar marka. Onu da cep saatinin yanına. Anası-babası-kendisi görünen o yıpranmış fotoğrafı da kol saatinin yanına asmıştı. Cüzdandan birkaç yüz lira çıkmıştı. Bu da Sado'nun okul masrafı. İşte Kenan'dan kalanların tamamı bu kadar. Ve elbette yılların kemanı."

Babasızlığın, fukaralığın, kemanın ve kaderin Sadullah'ı götürdüğü hikâye ise ne tuhaftı. Yürek burkan, can acıtan, bazen nağmelerle hüzne bulandıran. Araya ufak tefek neşelerin ve keyiflerin girdiği. Yine hayat gibi.

Kar keman kutusunun üzerini ağır ağır kaparken, yani kitap biterken aklıma düşen şarkı çalmaya el'an devam ediyor. Güfte Ömer Bedrettin Uşaklı'ya, beste Kaptanzade Ali Rıza Bey'e ait. Hicâzdır, akılda kalır: "Kapıldım gidiyorum bahtımın rüzgarına / ey ufuklar diyorum yolculuk var yarına."

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler