21 Ağustos 2014 Perşembe

Devrim üzerine fikirler

Devrim” kelimesi işitildiği zaman yaygın olarak şiddet, savaş, yıkım gibi çağrışımlar uyandırır; bunun tarihe bağlı sebebi, geçmişte yaşanmış bir takım yıkım olaylarının devrim diye adlandırılması olduğu kadar aktüel olarak da devrimci bir mücadeleden söz edildiğinde hemen her zaman şiddete yaslanılarak bir anlam inşa edilmesidir. Türkçede “devrim” kelimesi cumhuriyetten sonra icat edilmiş ve Avrupa dillerindeki “revolution” ifadesini karşılayan “ihtilâl” ve “inkılap” kelimelerinin ikisini birden içerecek şekilde teklif edilmiştir. Kavrama çoklukla müracaat eden sol dünyanın ulus devlet projesine sempatisi ve buna bağlı olarak Arabî ve Farsî birikimi “geri”de bırakma eğilimi, kelimenin dile yerleşmesinde önemli bir etken gibi gözükmektedir. Devirmek fiili ile ilişkilendirilerek türetilen devrim, siyasal alanda da bu yönüyle öne çıkmıştır. Buna karşın Avrupa’da daha eskiden de kullanılan ancak Fransız İhtilâli sonrasında (1797) yıldızı parlayan “revolution” gök cisimlerinin dönmesi, deveranı anlamından türetilmiştir. Sözcüğün astronomik anlamı, döngüsellik içermesi bakımından biraz Avrupa düşünce geleneğinin süreklilik fikriyle ilgili gözükür. Toplumsal olaylarda ya da siyasal anlamda kullanımıysa (17.yy) eğretileme ile olmuştur.

Türkçede inkılap kelimesinin de taşıdığı “alt üst olma, dönüşme” fikri ile karşılaştırıldığında toplumsal ve tarihî birikime bağlı olarak çok da yakın sayılmayacak iki farklı kavrayış olduğu değerlendirilebilir: Politik anlamının dışında popülist anlamı sözü edilen değişimin niteliğine karşı ilgisizdir. Devrim, bir nitelik değişimini teklif etmesi açısından öze, esasa ilişkin bir anlam taşırken örneğin 1923 cumhuriyet tecrübesi yaygın olarak bir devrim diye değerlendirilmez fakat Türkçe üzerindeki operasyon dil devrimi diye adlandırılabilmektedir. Bu durumu göz ardı edip, biraz daha tutarlı bir çerçeve oluşturmak maksadıyla “devrim” kelimesini bugünkü siyasî dünya açısından daha kullanışlı ve popüler yapan Marksist literatürün tasnifine başvurulabilir. Devrimi siyaseten öncelikli bir mesele olarak ele alan Marksizm’de kavram nitel bir değer taşır. Marx için toplumların esas, gerçek yapısını içeren ekonomik düzen değişmedikçe bir devrimden söz etme olanağı yoktur. Toplumsal yapıyı altyapı ve üstyapı olarak bölen Marx için devlet biçimi, kültür, hukuk gibi değerleri içeren üstyapı, altyapının (üretim tarzı) bir neticesi olarak belirdiği için tepede yapılacak düzenlemeler nicel anlam taşıyacaklarından dolayı ancak bir evrime işaret edebilirler. Bu yönden bakıldığında 1789 süreci, toprak rejiminin değiştirilmesi, aristokrat sınıfın tasfiyesi ve mülkiyete ilişkin radikal kararlar içermesi itibariyle devrimsel bir süreç olarak görülür. Ki Marksizm açısından kapitalist olmayan üretim tarzının kapitalizme doğru her nitel değişimi bir devrimdir; sosyalist devrimin nesnel şartlarının oluşması için öncelikle kapitalizme yönelik bir üretim biçimi ihdas edilmelidir ki bunun imkânını da ancak bir burjuva demokrasisi sağlayabilir.

Devrimin gerçekleşmesi ise kavramın kendisi kadar özen isteyen bir tartışma içerir: Nihayetinde kurulu düzeni besleyen ve kurulu düzence beslenen tarafların bir ittifakı olarak iktidar alanı, statükonun devamı için uygulanan gücü temsil etmektedir. (Ki iktidar, Türkçede “kudret”le ilgili oluşu gibi Avrupa dillerinde “power” ile vasfedilir.) Bu durumda devrim, doğrudan bir güç uygulaması anlamına gelir: Mevcut yapının yıkılması için en azından iktidarın gücü oranında bir güce gereksinim olduğu gibi, bu gücün kullanım biçimi de devrimci bir karakter taşıyabilmelidir. Bu sebeple Marksizm için devrimin anlamı, burjuva demokratik sisteminde gerçekleşecek bir düzenleme değil, doğrudan yıkımdır ki nitelik sıçraması bu sayede gerçekleşebilir, aksi hâlde demokratik sistemin ve devletin denetimini elinde tutan burjuvazi (ya da egemen sınıflar) parlamenter sistem içerisinde çoğunluk sağlansa bile niteliksel/altyapısal bir değişime asla izin vermeyecektirler. Ne var ki devrimin gerçekleşmesi; şiddetin bir yankı bulması, karşı-şiddet üretme sürecine yol açacağı için bir kısırdöngü ortaya çıkaracak olması bir yana bir araç olarak geliştirilen şiddetin iktidar olanakları çerçevesinde bir amaca dönüşmesi de olasıdır. Ki devrimlerin muhtemel kaderi de budur.

Hannah Arendt, siyaset bilim ve felsefe kapsamında iktidar, otorite, devrim, terör, şiddet gibi konuları tartışırken devrimcilerin, devrimin ertesi günü birer muhafazakâra dönüşeceklerinden söz eder. Özellikle amaç ve aracın yer değiştirmediği ve yozlaşmış kurumları tasfiye edebildiği sürece şiddeti gereksiz görmemiş, bir nefsi müdafaa konusu olarak haklı amaçların onu meşrulaştırdığından da söz etmiştir. Ne var ki şiddeti iktidarın dışavurumu olarak ele alan Arendt, iktidarın en tekil yapıda bile bir onay ve tabana ihtiyaç duyduğundan, sayılar olmaksızın iktidarın olamayacağından da söz ederek haklı amaçlar konusunda bazı kapıları açık bırakmıştır. Hitler döneminde Almanya’dan kaçmak zorunda kalan bir Yahudi olan ve varlığına karşı çıktığı İsrail’in kurulmasından sonra kaçırılarak yargılanan bir Nazi subayından hareketle “kötülüğün sıradanlığı” üzerine yazan Arendt, kişisel olarak da iktidar mekanizmasının birey üzerindeki denetimini şiddet bağlamında değerlendirmiştir. Bu yönden iktidarın doğası gereği şiddet, onu ele geçirenlerin diğerlerine karşı kullanmaya devam edecekleri bir araç olarak daima kalacaktır. Temelinde totaliter eğilimler barındıran siyasî şiddetin muhtemel en kötü sonucuysa kamu alanını tahrip ya da yok etme durumudur. Devrim Üzerine (İletişim Yay.,2012) kitabında politik değişimi ele alan Arendt, dış siyasette savaş ve iç siyasette devrim üzerinde durur: Özellikle yaşadığı dönem ve bütün olarak 20. asrın bu iki şiddet türü ve iki temel meselesiyle biçimlenmesi onun siyaset felsefesinin de bu konuları öne çıkarmasına sebep olmuştur. Antik gelenekten beri siyasetin temel amacının özgürlük olduğunu yazan Arendt, idealler uğruna meşrulaştırılan savaşların aksine devimlerin bu ülkü uğruna gerçekleşmesi ya da geçekleştirilmeye çalışılmasına dikkat çekerek siyaset alanı içerisindeki bu iki olgunun diğer tüm olgulardan farklı olduğu ve birbirlerine dönüşmeye eğilimli olduklarını vurgular. Bununsa temel nedeni, ikisinde de şiddet ortak paydasında anlamlandırılmalarıdır. Bakış açısını Avrupa’nın felsefe geleneğine bağlı olarak antik dönemden yaşadığı zamana doğru getiren üslubuyla Arendt, Devrim Üzerine’de Avrupa tarihini de bu çerçevede değerlendirir ve devrim olgusunun özünü açığa çıkarabilmek adına, şiddetin bir diğer kullanıcısı olarak dinî mücadeleyi, Amerikan ve Fransız devrimlerini, liberal ve Marksist felsefeyi tartışır.

Amerikan ve Fransız devrimleri üzerinden devrim kavramının –her ne kadar modernliğine değinse de- Avrupa düşünce geleneği içerisindeki yerine oturtarak tartışan Hannah Arendt’ın Devrim Üzerine’si, meseleyi salt siyasî bir alandaki kavga olarak görmenin ötesine giderek insan için taşıdığı değeri de sorgular. Bu sorgulamayla birlikte şiddetin ve şiddeti araçsallaştıran iktidar fikrinin de doğasını anlamaya ve göstermeye çalışır. Arendt’in de vurguladığı gibi kutsal kaynaklarda gözlenen Kabil’in Habil’i öldürmesi ile başlayan insanlık tarihinin yeni yapılanması, aslında tüm devrimlerin özünde yer alan şiddetin salt bir kardeşlik tesisi amacına büründürülmesinden daha ötede yıkıcı bir temele yaslanır. Onun sözleriyle bu temeli şöyle özetleyebiliriz: “Şiddetle değişen bir dünya, ancak daha çok şiddetin var olduğu bir dünya olur.

Alper Gürkan
twitter.com/gurkanalper
* Bu yazının tamamı Ayraç dergisinin 58. sayısında yayımlanmıştır.

19 Ağustos 2014 Salı

Raif Efendiler Maria Puder’lerinden hiç ayrılmasınlar

Bir solukta okunan kitaplar vardır. Okurken zamanın nasıl geçtiğini anlamazsınız, ama kitabın azalan sayfalarını görünce üzülürsünüz ve hikaye bitmesin, biraz daha uzasın istersiniz. Kürk Mantolu Madonna tek solukta okunacak ama okuyucuya bitmesin (hatta böyle bitmesin) dedirten kitaplardan biri. Sabahattin Ali bu kitabı için roman yerine “uzun hikaye” demeyi yeğlemiş. Okuyucu gözüyle bakınca roman ya da uzun hikaye olmasının pek önemi yok gibi, asıl önemli olan sizde bıraktığı derin duygular ve düşünceler.

İlk olarak 1943 yılında yayınlanan Kürk Mantolu Madonna için en kısa haliyle “bir aşk romanı” tanımını yapabiliriz. Ancak hikayenin sade anlatım biçimi, akıcı dili, yaşanan dramlar, insanı beyninden vururcasına hırpalayan/üzen olaylar bu hikayeyi geçmiş yüzyılın efsanevi bir aşk hikayelerinden biri haline hale getiriyor.

Hikayenin iki ana karakteri Raif Efendi ve Maria Puder aynı zamanda büyük aşkın sahipleri. Hikayenin bize aktarılmasını sağlayan ise Raif Efendi ile aynı iş yerinde çalışan Rasim ismindeki bir karakter. Hikayeyi başlangıçta Rasim’in dilinden dinliyoruz ve onun gözlemleriyle iş yerindeki arkadaşı Raif Efendi’nin içine kapanık, sessiz ve silik bir kişiliğe sahip olduğunu öğreniyoruz. Raif Bey’in bir gün rahatsızlanması, iş yerindeki eşyalarını Rasim’den istemesi ise bizi yıllar öncesinde yaşanmış hazin bir aşk öyküsüne götürüyor. İş yerindeki çekmecesinden çıkan eski bir günlük bu duygusal hikayenin kapılarını aralıyor. Ankara’dan Berlin’e geçiyoruz ve aşkı dinlemeye başlıyoruz.

Gizemli ve heyecanlı bir arayışı, bir takibi okuyoruz önce, sonra derin bir aşkın nasıl alevlendiğine ve büyüdüğüne şahit oluyoruz. Bir kadının canının nasıl yandığını ve insanlara olan güvensizliğini görüyoruz önce, sonra tüm kaygılarına rağmen güveneceği bir limana nasıl sığındığını…

İçinizi burkan, kalbinizi sızlatan bir son bekliyor sizi. Bundan daha kötüsü olamazdı derken finalin tamamlanmadığını anlıyorsunuz ve son bir darbe daha alıp yıkılıyorsunuz. Sonuçta bir hikaye okuyoruz, bu kadar üzülmeye gerek yok diyor insan. Ama dünyanın bir yerlerinde birilerinin Raif Efendi, başka birilerinin Maria Puder olduğunu düşününce, işte o zaman daha bir burkuluyor insanın kalbi. Raif Efendiler Maria Puder’lerinden hiç ayrılmasınlar, hikayeleri hep mutlu sonla bitsin…

“Her gün, daima öğleden sonra oraya gidiyor, koridorlardaki resimlere bakıyormuş gibi ağır ağır, fakat büyük bir sabırsızlıkla asıl hedefine varmak isteyen adımlarımı zorla zapt ederek geziniyor, rastgele gözüme çarpmış gibi önünde durduğum “Kürk Mantolu Madonna”yı seyre dalıyor, ta kapılar kapanıncaya kadar orada bekliyordum.”

“Başkasına merhamet etmek, ondan daha kuvvetli olduğumuzu zannetmektir ki, ne kendimiz bu kadar büyük, ne de başkalarını bizden daha zavallı görmeye hakkımız yoktur.”

“İçinde hakikaten sevmek kabiliyeti olan bir insan hiçbir zaman bu sevgiyi bir kişiye inhizar edemez (bağlayamaz) ve kimseden de böyle yapmasını bekleyemez. Ne kadar çok insanı seversek, asıl sevdiğimiz bir tek kişiyi de o kadar çok kuvvetle severiz. Aşk dağıldıkça azalan bir şey değildir.”

“Hayat ancak bir kere oynanan bir kumardır, ben onu kaybettim. İkinci defa oynayamam."

Uğur Umutluoğlu
twitter.com/umutluoglu

17 Ağustos 2014 Pazar

Deli(rten) kadın hikâyeleri

"Yağmuru kim döküyor
Ünzile kaç koyun ediyor."

- Şebnem Ferah'tan dinlemeli

Elinize aldığınızda sizi zaten okunmayı bekleyen bir misafirperverlikle karşılamayan kitaplar vardır. Deli Kadın Hikayeleri işte onlardan biri. Ağır çekimde kaydedilmiş ve boşlukta mütemadiyen tekerrür eden bir sille gibi bu kitap.

"Size kadınlıkla lanetlenmiş bir varoluş hezeyanı anlatacağım." cümlesiyle başlayan bir şiirle açılıyor Deli Kadın Hikayeleri ve tüm anlatılar hakkında bir fikir veriyor bize. Zaten yazar en başında eserini "delirerek ölenlere" ithaf ediyor. Okuyucuyu uyarıyor; elinizdeki, hele bir de kadınsanız, patlamaya hazır bir bombadır. Belki yaşadığınız, belki yaşamadığınız ama bildiğiniz, belki de her seferinde duymazdan geldiğiniz kadınların öyküsü. Kendilerine deliliğin yakıştırıldığı, onların da bu sıfatı haklı sebeplerle sahiplendiği ve hatta süslediği cesur kadınların hikayeleri.


"Sizi saçlarının ve ayaklarının ucu arasında olup biten
şeylerden ibaret,
doğurmaya mahkûm,
çocuklarını kaybetmekle mühürlü,
yalnız, yapayalnız bir kalabalıkta dolaştıracağım."

Girizgâhına bu satırlarla devam ediyor anlatıcı şiirinde ve yine bir özetini çıkarıyor aslında öykülerin. En basit haliyle; çünkü bu kadınlar bedenleriyle var en çok, çünkü doğurtulan ancak çocuğunu gerektiği zaman otoritesi kimse ona kurban etmeye mahkum, çünkü bu kadınlar bir sürü insan içinde yapayalnız.

Öykülerde doğrudan ya da dolaylı olarak aşkları yüzünden delirerek ölen kadınları görüyoruz. Hatmi Çayı öyküsünde gördüğü her türlü şiddete ve göremediği sevgiye rağmen uyuşturucu bağımlısı babasına aşık bir kıza, Beni Öldürmek İsteyen Muhteşem Hayat'ta evlatlarını siyasi sebeplerle kaybeden ve "Vie qui veut me tuer, beni öldürmek isteyen hayat, c'est magnifique, muhteşemdir! Muhteşem doktorcuğum! Ölmek muhteşem!" diyen, belki de aşık olduğu ölen evlatlarına kavuşmayı bekleyen bir anneye, Madam Arthur Bey'de anne ve babasının komşusuyla girdiği karmaşık bir eşcinsel ilişkiden ötürü annesi ölen, babası hapis yatan ve sonunda "Bir tanecik annem toprak altında acısından çürüyor." diyen bir kız çocuğuna ve bunlar gibi çoğalan birçok acı hikayeye eşlik ediyoruz.

"Korkma, demişti yılan gözlü falcı, kadın böyle bir şeydir.
Aşk diye diye kendini öldürür."

Bu kadınlar korkmuyor. Deliliklerini biliyor, kabulleniyor, sahipleniyor ve hatta seviyorlar bile. O nedenle de ölümlerine ya da hayatta kalma şekillerine şaşırmıyoruz.

Yirmi bir öykü, tahmin ediyorum ki Söğüt'ün gazetecilik yıllarından da biriktirdiği yaşamların kurgulanmış hallerinden oluşuyor. Öyle elinize alıp "Bir günde oturup okudum, bitirdim, çok sürükleyiciydi." diye anlatabileceğiniz bir kitap değil bu anlatılar. Aksine ağır aksak ilerleyen, her öyküsünün son noktasından sonra kitabı bir an kapatıp karşınızda ne varsa tam da oraya dalgın gözlerle bakmanıza sebebiyet verecek cinsten.

Kitapta bu düşünme hali sadece Söğüt'ün öykü konularından kaynaklanmıyor. Bahadır Baruter'in ismi de bu kitapla en az Mine Söğüt kadar anılıyor olmalı bence. Zira öyküler arasına serpiştirilmiş çizimler öyle başarılı ve kadınlık hallerini, korkularını, yaşamlarını, acılarını öyle güzel aktarıyor ki ben, yeni bir öyküye başlamadan önce dakikalarca resimlere bakarken buldum kendimi. Ayrıca yine öyküler arasına serpiştirilmiş, Söğüt tarafından kaleme alınan şiirler de son derece "vurucu" bir üsluba sahip.

Anlatıcının olağanüstü bir betimleme üslubunun olduğunu da gördüğümüz kitapta giriş şiirinin son mısralarında sesleniyor yazar;

"İçlerine açılan kapıların arkasına saklanmış kadınların
delirerek bedenlerinden dışarı açtıkları pencerelerden
bakacağım.
O pencerelerden tekrar ve tekrar ve tekrar kendimi aşağı atacağım."

Son sözü o söylemiş; siz de delireceksiniz. Bu öykülerle yirmi bir kere siz de öleceksiniz.

Feyza Gönüler
twitter.com/feyzagonuler

* Kitabın hikâyesini izlemek için

8 Ağustos 2014 Cuma

Her şeye rağmen yola çıkanların hikâyesi

Çıkacağı yolculuktan umudu olmayan, gidilecek yolun uğursuzluk getireceğini hisseden ama buna rağmen yola çıkanların hikâyesi Amat. İhsan Oktay Anar bu sefer fantastik bir deniz yolculuğu ile bizleri büyük hayal dünyasında gezdiriyor. Tarihin gizemli sularında yol alan bir gemi, ölümsüzlük hayali kuran ama ölüme yelken açan insanların hikayesini anlatıyor bizlere.

İhsan Oktay Anar’ın kusursuz Türkçe'sini bu kitapta biraz ağırlaştırılmış şekilde görebilirsiniz. Hikaye boyunca çok sayıda denizcilik teriminin kullanılması bazı yerlerde olayları anlamanızı zorlaştırıyor, ama teknik kelimeleri çok irdelemeden hikayeyi okumaya çalışırsanız hikayenin sürükleyiciliğiyle bir solukta hikayeyi tamamlayabiliyorsunuz.

247 adet meşe ağacından yapılmış Amat isimli bir kalyon İstanbul’dan demir alarak uzun bir yolculuğa çıkıyor. Rota tam olarak bilinmiyor, amacın ne olduğu da belli değil. Bindikleri alametle bilinmez bir kıyamete gidiyorlar belki de. Ama yolculuk daha başlamadan karanlık bir şeyleri hissediyorsunuz, bir umutsuzluk ya da bir uğursuzluk.

Geminin kaptanı Diyavol Paşa, reisi Ali Reis ve gemiye son anda katılan reis Kırbaç Süleyman hikayenin ana karakterleri. Anar diğer kitaplarında olduğu gibi bu kitabında da ölümsüzlük düşüncelerine yer vermiş, zira Kırbaç Süleyman’ın ölümsüzlük konusundaki merakı ve araştırmaları nedeniyle Diyavol Paşa tarafından yasak elma olarak önüne konulan gizemli bir kitaba ulaşmaya çalışacaktır. Diyavol Paşa’nın gizemli bir şekilde gemiden kaybolması gemide bulunan iki reis arasında zıtlaşmalara ve çekişmelere yol açacaktır.

Yolculuk boyunca karşılaşılan tehlikeler, dünya için küçük ama mürettebat için büyük savaşlar, kazanılan ganimetler, kaybedilen canlar… Aslında geminin laneti daha İstanbul sularından çıkmadan hissettiriyor kendini. Denizciler için uğursuzluk sayılan Salı günü yolculuğun başlaması, siyah bir sancak altında olmaları, onlara yolculukta eşlik eden bir baykuş… Belki de geminin 247 meşe ağacından yapılması bu saydıklarımdan daha büyük bir uğursuzluk kaynağıydı. Meşe ağaçlarının sırrını vermek olmaz, o sır kitabın sonunda sizi beklesin. İlginç ve şaşırtıcı bir finalin sizi beklediğini söyleyebilirim.

Kitabın en ilginç ve iz bırakan karakteri sanırım Emilio Santos. Ölüm bir sanatsa Emilio Santos bir ölüm üstadı. 4000′den fazla insanı öldürmüş, ama o ilk öldürdüğü insanda kalmış. O ölümü ölene kadar sırtında taşımanın ızdırabını yaşıyor. Emilio Santos için ayrı bir hikaye, ayrı bir kitap bile yazılabilir aslında. Kitabın en can alıcı ifadelerinden biri onun ağzından çıkıyor, “Emilio Santos ölmemeliydi” diyor. Kitabı okumamış birisi için sıradan bir söz gibi gelebilir ama okuduğunuzda bana hak vereceksiniz, hatta hak vermekle kalmayıp bu sözü hafızanıza iyi bir şekilde kazıyacaksınız.

İçerisindeki denizcilik terimlerine hazırlıklı iseniz bu sürükleyici ve gizemli hikayeyi okumanızı tavsiye ediyorum. Kitaptan altınız çizdiğim bazı cümleler şöyle:

“İyilerin ödülü ahiret hayatının güzelliklerini yaşamaya uygun olmalıdır. Günâhkarların cezası ise onların ölüp ortadan kalkmalarıdır. Çünkü onlar ahiret hayatının güzelliklerine lâyık değillerdir.”

“İlk kez öldürdüğünde bir değil, sanki bin kişiyi öldürmüş gibi olursun. Yeni doğmuş ve annesi tarafından emzirilen o bebeği öldürmüşsündür. Babasının başını okşadığı o çocuğu da, bir genç kıza aşkını ilan eden o delikanlıyı da, zavallı bir kadının kocasını da, savaşa giderken ailesi tarafından uğurlanan o masumu da… Bütün bu kişileri öldürmüş olursun. İkinci kez birini öldürdüğünde alt tarafı bir tek kişiyi öldürmüşsündür. Üçüncü kez ise, kimseyi öldürmüş sayılmazsın.”

Uğur Umutluoğlu
twitter.com/umutluoglu

7 Ağustos 2014 Perşembe

Hayatın bir hayal olabileceğini düşünmek

"Yeniçeriler kapıyı zorlarken’ düşler üstüne düşüncelere dalan Uzun İhsan Efendi, kapı kırıldığında klasik ama hep yeni kalabilen sonuca ulaşmak üzeredir: ‘Dünya bir düştür. Evet, dünya… Ah! Evet, dünya bir masaldır."

İstanbul sokaklarını tarihin gizemli sayfalarında gezmek, rüyalarda oluşturulan bir dünya atlasının hikayesini dinlemek ve gizemli insanların masalsı yaşamlarını okumak istiyorsanız doğru kitaptasınız. İhsan Oktay Anar‘ın 1995 yılında usta kaleminden çıkmış ilk eseri olan Puslu Kıtalar Atlası aynı zamanda Türk edebiyatının en başarılı fantastik romanlarından biri olarak görülüyor. Kitabın yirmi farklı dilde çevirisinin yapılması kitabın başarısı hakkında bir ipucu verecektir. Müthiş kurgusu, felsefi derinliği ve mükemmel Türkçesi İhsan Oktay Anar’ın tüm romanlarında görülebilecek en belirgin unsurlar sanırsam…

Hikaye 17. yüzyıl İstanbul’unda (Konstantiniye) başlıyor. Galata, Karaköy ve Haliç gibi muhitlerdeki tarihi havayı, o zamanın insan manzaralarını sık sık görebiliyorsunuz. Hikayenin ana karakterlerinden biri olan Uzun İhsan Efendi bir iksir içerek sürekli uykuya dalmakta ve rüyalarında dünyayı gezerek bir dünya atlası oluşturmaktadır. Tamamladığı bu haritayı ise orduya lağımcı olarak yazılan oğlu Bünyamin'e ilk görevine giderken teslim ediyor. Bu noktadan sonra hikaye ağırlıklı olarak Bünyamin’in etrafında devam ediyor. O’nun yaşadıkları ise romanın hem en heyecanlı hem de en dramatik kısımlarını oluşturuyor. Bir kaledeki ajanı kurtarma operasyonu onu ömrünün en acı olaylarından biriyle yüzleştirirken, babasını arayışı ve o arayış esnasında öğrendikleri onun ızdırabını kat kat arttırıyor. Kalede yaşadığı dramatik olayın dışında kurtarmaya çalıştıkları ajandan aldığı gizemli bir para ise onu hiç ummadığı yerlere götürecek, okuyucuyu ise romanın sonuna kadar çözülmeyen sırların içerisinde bırakacak. Bünyamin’in tanıştığı Büyük Efendi Ebrehe ile devlete, padişaha, paşalara nüfuz edebilen derin bir teşkilatın içindeki türlü oyunları, planları, şaşırtıcı gelişmeleri ile Ebrehe’nin çılgın hayalini ve ona ulaşma çabalarını heyecanla takip edeceksiniz. Arap İhsan, Alibaz, Zülfiyar hikayede sık sık karşılaşacağınız diğer isimler.

Sonsuza kadar yaşamak için çalışmalar yapan bir insan ile var olmayı sorgulayan, hayatın bir hayal olabileceğini düşünen bir insanı okuyacaksınız bu romanda. Üzerine altı kez yıldırım düşmesine rağmen hayatta kalabilen bir insan ile çok ufak bir detay yüzünden hayatı kararan bir insanı okuyacaksınız aynı zamanda…

“Düşünüyor olmasından kendisinin varlığı açık ve seçik olarak çıkıyordu. Fakat bu yolla insan, kendisinden başka hiçbir şeyin varlığını ispatlayamazdı… …uykunun bir uyanış ve düşlerin de gerçeğin ta kendisi olduğu fikri kafasını meşgul etmeye başlamıştı. Az önce uyanıp gözlerini gerçek dünyaya açarak gerinmeye başladığında belki de bir uykuya dalmıştı. Eğer bu doğruysa, şimdi gördüğü her şey bir düştü.”

“Bu dünyada insanların korktuğu tek şey öğrenmekti. Acıyı, susuzluğu, açlığı ve üzüntüyü öğrenmek onların uykularını kaçırıyor, bu yüzden daha rahat döşeklere, daha leziz yemeklere ve daha neşeli dostlara sığınıyorlardı.”

“Yaşanılanlar, görülenler ve öğrenilenler ne kadar acı olursa olsun, macera insanoğlu için büyük bir nimetti. Çünkü dünyadaki en büyük mutluluk, bu Dünya’nın şahidi olmaktı.”


Uğur Umutluoğlu
twitter.com/umutluoglu

31 Temmuz 2014 Perşembe

Karşındaki değil, kalbindekidir: Sen

Ben seni sevdim seveli kaynayıp coşdum
Aklımı yağmaya verip fikrimi şaşdım
- Güfte, Beste: Hammâmîzade İsmâil Dede Efendi

Ömrüm seni sevmekle nihâyet bulacaktır
Yalnız senin aşkın ile rûhum solacaktır
- Güfte: Fitnat Sağlık, Beste: Yesârî Asım Arsoy

Hayatın her ânında musikiden uzak olmamız hem mümkün değildir, hem de mümkün olmamalıdır. Biz, doğarken de ölürken de tabiri caizse musikisiz gitmeyiz öte dünyaya. Doğarken kulağımıza okunan ezan da, ölürken ardımızdan okunan mevlid de musikîdir. Düğünlerimizde derneklerimizde daima musikî vardır. Bu, bildiğimiz ve daima görgüsüzlüğüne maruz kaldığımız çalgı çengi havasında değil, bir ahenk içinde olmaktadır. Ahengin bir anlamı da uyumdur. İnsan olmanın temelinde de kendiyle uyumlu, ruhuyla bedeni arasındaki uyumdan haberdar, uydurmadan ve uyuşuk olmadan yaşayan, yaşamaya çalışan bir ahenk yatar. Duyduğu her sesi müzik zannedenlerin şüphesiz "Müzik haramdır!" deyip bir kenara atmalarını da anlamak lâzım. Kulağın işittiği sesi gönül de işitmiyorsa o müzik değildir, sestir. Sesi müzik yapan bir şey vardır, o da ahenktir. Zaten şarkılar da söylenirken sırf ağızla söyleniyorsa şarkı olmaz, belki parça olur. Şarkı gönülle söylenir. Bu yüzden içimizi ısıtan yahut kalbimizi titreten bir ses işittiğimizde derhâl döner bakarız. Bitince de okuyana "Gönlüne sağlık" deriz. Bu minvalde duymakla işitmek arasındaki farka da dikkat etmemiz lâzım. Güzel ses işitilir, yani dikkat kesilerek hissedilir. Fakat sesin iyisi kötüsü, her halükarda duyulur, zira maruz kalınır. İşitme, itaat etmenin de bir vesilesidir. Dolayısıyla "Kulak, ulaktır" sözüne iştirak edebiliriz.

Resûl-i ekrem'in estetik anlayışı üzerine ülkemizde henüz adamakıllı bir şey yazılmadı, belki söylenmiştir. Neden çevresindeki yüzlerce sahabe arasından ezanı Bilâl-i Habeşî'ye okuttuğunu düşünmek lâzım. Neden çevresinde binlerce ashabı arasından Abdullah b. Mes'ûd'a "Oku!" diye buyuruyor. Devam edelim, Abdullah bin Mesud buna cevaben "Ya Resûlallah, Kur'ân size inmişken sizin huzurunuzda nasıl okurum?" diye endişe ettiğinde İslam peygamberi "Benim dinleme zevkim ve keyfim olmasın mı yâ İbn-i Mes'ûd" diye buyurmuştur. İşte bir Muhammedî âşık olan Hazreti Mevlânâ Celâleddîn-î Belhî Rûmî de asırlarca nice insanın gönlüne hitap eden Mesnevi-i Şerif'ine "Dinle" diye başlar. Sandukasının üzerinde de  "Kardeş! Mezarıma defsiz, neysiz, mûsikisiz gelme. Zîrâ Allah meclisinde gamlı durmak yaraşmaz!" yazar ki vasiyeti olarak kabul edilir kimilerince. Bunun yanında rebap sesini cennet kapılarının gıcırtısına benzeten bir Hazreti Mevlânâ'dan bahsediyoruz. Dolayısıyla, ne her sesi müzik zannedelim, ne de her ses aletinden çıkanı şarkı, ki Ömer Tuğrul İnançer hoca da müziğin dışlanması ve kimilerince haram olarak kabul edilmesi hakkında şöyle söylüyor:

"Âletin, paranın, çulun, kılın dini olmaz. İnsanın dini olur. Piyano gâvur da ney Müslüman mı? Hangi kafa söylüyor bunu? “Her şeyi sizin için, sizi kendim için yarattım” diyen bir Allah’ın kuluyuz. Müziğin zatının haram olduğuna dair ayet mi var? Ama müzik aynı zamanda nefsi okşayan, eğlenceye kullanılan, günümüzde bilhassa “show buisness” olarak kullanılan bir şeydir. Kötüye kullanılmış olması zâtını bozar mı? Kâbenin içine put koymakla kâbenin şerefi eksildi mi? Öyleyse müziğin şerefi de eksilmez. Doğduğunda kulağına okunan ezan da, öldüğünde arkandan okunan mevlid de müziktir. Efendim ezan başka, o insan sesi… Sen sadece aletten çıkanı mı müzik zannedersin? En yüksek musikî âleti insan gırtlağıdır. Bunlar boş lâflardır."

Bestesi ve güftesi Muzaffer İlkar'a ait nihâvend bir eser olan "Şarkılar Seni Söyler", gönül perdelerini sonuna kadar açacak, mûsikinin dile geldiği bir kitap. Bu kitapta Ahmet Özhan söylüyor, Ömer Tuğrul İnançer de söylenenin kim olduğunu, yani "Sen"i arıyor. Ararken de bulduruyor. "Aramakla bulunmaz; lakin bulanlar arayanlardır" denmiş, iki isim de söyleşirken aranan ve bulunana gönüllerince hitap ediyor. Çünkü gönlümüzde yer edinmiş en hakiki eserlerde daima "Sen" var, yani "O" var.

"Ömrümün güzel çağı içimdeki bir heves / her güzelin ardından tükendi nefes nefes" derken Mecdinevin Tanrıkorur, öyle bir bestelemiş ki Emin Ongan, sanki hemen ardından Yunus Emre'nin "Ben dost ile dost olmuşam / kimseler dost olmaz bana" ilahisi geliyor kalbe. Bestekârını da anmadan geçmeyelim ki o da Derviş Kânunî Cüneyd Kosal'dır. Dikkat edilirse bizim müziğimizdeki tasavvuf etkisi her akılda kalan, gönüllerde yer edinmiş eserlerde görülecektir. Bu eserleri besteleyenler yahut güftesini yazanlar direkt olarak tasavvufla ilişkisi olan, yahut olmadığı halde hocaları tasavvufla bağlantılı olan kimselerdir. Dolayısıyla kitapta tüm eserlerin neyi tespit ve tespih ettiği apaçık ortaya çıkarken, Türk mûsikisinin de dünya müziklerinden biri değil, başlı başına incelenmesi gereken müzik alanı olduğunu yeniden görüyor, okuyor ve dinliyoruz.

Yine bizim Yunus "Ahd ile vefalar / zevk ile safalar / bu yolda cefalar / çekmeğe kim gelir" diye sorarken, Doğan Ergin vesilesiyle bize dinlemek için nihâvend makamı yardımcı olur. Hemen ardından yine aynı makamdan devam edersek, Seyyid Seyfullah Hazretleri'nin "Bu aşk bir bahr-i ummândır buna hadd ü kenâr olmaz" nutkunu bizlere Yeniköylü Hâdî Bey dinletmiştir. Güftelerimiz ve bestelerimiz, tıpkı dilimiz ve dinimiz gibi birbirini tamamlayan, bizi biz eden şeylerdir. Bu şeyler, öyle şeylerdir ki, Hüseyin Sîret Özsever'in "Geçti sevdalarla ömrüm, ihtiyar oldum bugün" adlı muazzam güftesini Şükrü Tunar'a hüseynî makamında besteletmiştir. Peki neden ihtiyar olmuştur Sîret Bey? Yaşı çok geçkin bir dönemde tasavvufa intisap etmiştir. İşte o zaman "Ak pak olmuş saçlarımda bîkarar oldum bugün" demiştir. Akıllara Necip Fazıl'ın "Tam otuz yıl saatim işlemiş ben durmuşum / gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmuşum" dizelerini getirircesine. Nitekim eserin son dizesi, aslında durumun ayan beyan kanıtıdır: "Bir muhabbet neş'esiyle ilkbahâr oldum bugün / ben huzurunda yer öptüm, tacidâr oldum bugün."

Şarkılar O'nu söylerken, çok da gereği yoktur sözü uzatmanın. Söz de gönül gibi çok uzun bir yoldur. Gönülden gönüle giderse o yol, aşk olur. Aşk olsun. Şarkıların neyi söylediğini bilmek, bilmeye çalışmak, aramak ve bulmak, işte bunlar da hakiki aşkın sorumluluğudur. İnsan olmaya çabalayanın sorumluluğu da dinlemek, en önemlisi de neyi dinlediğini bilmektir. Söylerken de dinlerken de, bilmek...

Yağız Gönüler

30 Temmuz 2014 Çarşamba

Kaybetmenin ve kazanmanın sonsuz döngüsü

"İnsan Postuna Bürünmüş Köpek", Beyaz Zenciler’le yeraltı edebiyatına adını altın harflerle yazdırmış Ingvar Ambjörnsen’in bu yıl 4. basımıyla yeni yeni fark edilmeye başlanan gizli kalmış romanlarından.

İlk basımı 1982 yılında yapılan kitabın yayın hakları Ambjörnsen tarafından Ayrıntı yayınlarına yalnızca iki adet nargile karşılığında verilmiş. Banu Gürsaler’in kusursuz çevirisiyle Türkçeye kazandırılan İnsan Postuna Bürünmüş Köpek bu yazın sağlam okumalıklarından olmaya aday.

Yazarın ana karakteri Saron isminde işsiz, güçsüz, günübirlik yaşayan hayata ve insanlara karşı ters noktada duran bir adam. Kitabın kendisine ve içsel yaşantısına ayrılan ilk bölümünde uyuşturucunun da etkisiyle dağılan Saron’un kafasına giriyoruz. Oslo’da Kristal Palas isimli izbe bir yerde tasvir edilen Saron yazarın diğer bölümlere nazaran kısa tuttuğu bu ilk bölümde bol bol felsefe yapıyor. Okurun sonradan da anlayacağı üzere Ambjörnsen, Saron’u bol mayınlı bir yolculuğa çıkarmadan önce mücadeleye hazırlıyor. Kitapta sıkça kendisine yer bulan günah çıkarmaların en büyüğünü belki de Saron bu bölümde yapıyor. Kendisi, çevresi, yaşantısı ve ilişkilerine dair olan tekil konuşmaları sırasında Saron’un İlse’siyle tanışıyoruz…

İlse Saron’un kapanmayan yarası. Kristal Palastan dışarı çıkıp gerçek hayatla yüzleşme nedeni. İlse Saron için bir amaç, kaybedilmiş bir kadının kaybolmayan ruhu. Saron’un kendisinden ayırmaktan korktuğu hayali.

"Bir kıymık saplanmıştı içime… Kimseye belli etmeden acı çekiyordum. En büyük acı, başkalarıyla paylaşmaya cesaret edemediğin acıdır."

….Diye anlatıyor Saron İlse’yi sadece kendisine… Saron’un hikayesini şekillendirilen karakter olan İlse okurla mesafesi korunan bir karakter. Saron’un sahiplenici tavrından ötürü İlse ile okur arasında hep bir duvar var. Hikaye boyunca Saron’a ne kadar yakınlaşabiliyorsak İlse’den o denli uzağız. Ancak Ambjörnsen usta yazarlık yeteneğini tam bu noktada devreye sokup hikayeye Mita karakterini dahil ediyor. İlse’nin özlemini iliklerinde hisseden onu aradığını zannederken aslında kendisini kaybeden Saron mecburi olarak gittiği Amsterdam da Hotel Paranoya isimli bir otelin barında tanıştığı Mita’yı paranoya haline getirip önce onun sonra da kendisinin sonunu yazmaya başlıyor.

Saplantıların insan ruhunda yarattığı tahribat, uydurulmaya çalışılan iki farklı bedenin çarpışmasından doğan büyük patlamalar, vicdanın önemini kaybettiği yaşamlarda aranan vicdan kırıntılarının götürdüğü noktalar Ambjörnsen’in kaleminden büyüleyici bir tonlamayla dökülüyor…

Mita’da İlse’yi bulduğunu zannederek onu kendi hayatına usulca çeken Saron kısa sürede Mita’nın İlse olmadığını fark ediyor. Bu fark gerçekleştiğinde ise Mita, Saron için bir obje halini alıyor. Ancak hayati bir obje! Yokluğu hayal bile edilemeyen sinsi bir bağımlılıkla kendisine zincirlediği özgürlük isteyen bir obje.

"Mita asla İlse’nin görüntüsünden başka bir şey olmadı benim için. Bu gücü taşımak için bir insan gerekliydi. Ve kader de Mita’yı seçmişti. Mita’nın kim olduğu umrumda bile değildi. Mita benim ideallerimi sarmalayan örselenmiş bir ambalajdan başka bir şey olmadı hiç. Bütün resimler daha iyi görünsünler diye çerçevelenir. Mita, benim tutkumun etrafındaki çerçeve…"

Bir günah çıkarma seansı esnasında kendisine itiraf ettiği bu sözlerde Mita’nın Saron için anlamı okura açıkça veriliyor ve yazar uyarıyor! Mita ve Saron arasındaki ilişkiye alışmayın! Nitekim durumu fark eden Mita, Saron’un avuçlarından uçuyor. Mita’yı kaybetmek Saron’un üzerinde ikinci bir İlse kaybı yarattığında ise roman gerçek anlamda başlangıç çizgisinden uzaklaşıp tekinsiz yollara doğru ilerlemeye başlıyor. Mita’nın peşinden soluğu Norveç’te alan Saron, İlse'den izler taşıyan bu kadından vazgeçmiyor. İkinci bölümün sonlarına doğru daha da şiddetlenen Mita, İlse ve Saron arasındaki ilişki Ambjörnsen tarafından beklendiği gibi noktalanıyor.

Kandırmaktan korkmayan, defalarca aldanan, kural tanımaz, kendi özgürlüğüne hapsolmuş Saron Mita’yı kaybettikten sonra hikayenin başından beri kafesinde tuttuğu köpeği serbest bırakıyor. Aradığını bulamamanın tekrar ve tekrar kırılıp parçalanmanın acısını kendisini parçalamakta buluyor. Kitabın üçüncü ve son bölümünde heyecan, arayış, kovalamaca ve Saron’un maddi hikayesi noktalanıyor. Yazar son on sayfada kutsal kitabı ve karakterine çıkartıp attırdığı tüm günahları bir araya getirip insan postunda bir köpekle okuru yüz yüze bırakıyor ve neye inanmak isterseniz ona inanmakta özgürsünüz diyerek sahneden çekiliyor. Ambjörnsen’in romanı önceki yazım çalışmalarına göre Daha steril ve akıcı, hedefe kitlenmiş bir vaziyette soluk soluğa ilerliyor, bitiş çizgisinde beklenmeyen sürprizler yok ama karşılanma biçimleri ve sunuştaki farklılık memnun ediyor. Kaybetmenin ve kazanmanın sonsuz döngüsünde kendisine yer bulmak isteyenler için İnsan Postuna Bürünmüş köpek uğranabilecek en doğru adres…

Gürcan Öztürk
twitter.com/gurcanozturk_

24 Temmuz 2014 Perşembe

Istırabın ve kurtuluşun şiirleri

Haddimce bu kitabı önermek için "Yedi Güzel Adam" dizisinin tatile girmesini yahut bitmesini bekledim. Hayatı iğne iplikle dizen şairlerin diziyle tanınması yürek burkan bir hadise. Ancak dünya değişiyor öyle değil mi? Diziler de bir işe yaramalı. Bize edebiyat öğretmeli, tanıtmalı falan... Arkadaşlar televizyon ve edebiyat, bir cümlede yan yana gelemeyecek iki kelime. O yüzden araya "ve" koydum. Merhum şair Erdem Bayazıt ise bu "ve"yi ters çeviriyor; Fethi Gemuhluoğlu'nun aziz anısına yazdığı şiirde, "Sebeb ey" diyor:

"Her sabah bütün bitkiler iştahlı bir çocuktur
Emer emer emerler toprak anayı
O sultan hazinesi o hep veren sonsuz cömert anayı
Yeşil hayat kırmızı hareket sarı sabır emerler
Ve veyaz îman çizer sesini
Tamamlar kavisini"


İz Yayıncılık'ın 1993 yılından beri bastığı "Şiirler"de, Erdem Bayazıt'ın Sebeb Ey, Risaleler, Gelecek Zaman Risalesi adlı üç eseri toplanmış. Kitabın girişinde, bir sayfa boyunca (Adil) Erdem Bayazıt tanıtımı var. Şimdiye kadar gördüğüm en nitelikli tanıtımlardan. Hemen yanında da şair şöyle sesleniyor içindekiler bölümünden evvel:

"Okuyucuma!
Şiir diye bir ömür tüketek yazdıklarım
İki saatte okunuyor
Bundan ucuz ne olabilir
Havadan başka?"


Birazdan Gün Doğacak, Karanlık Duvarlar, Risaleler, Gelecek Zaman Risalesi ve Nida Beyitleri bölümlerinden oluşan kitaptaki şiirlerin sonlarında hangi tarihte ve nerede yazıldığı, yayımlandığı da belirtilmiş. Okuyucu için bunlar kaliteli bir şiir okumasına imkân sunuyor. Hangi şartlarda yazıldığının düşünülmesine daha elverişli oluyor. Mesela "Boşluk-lu Yaşamak" şiiri, Rasim Özdenören'in dediğine göre Erdem Bayazıt'ın 1958'de Kahramanmaraş'ta bir idama tanık olmasından ötürü yazılmıştır. Birkaç kez değiştirerek yani üzerinde çalışarak şair bu şiirini sosyal hareketliliğe ve toplumun dokusuna uygun bir hâle getirmiş, şairdeki tarihçilik görevini de îfâ etmiştir. O şiirden bir bölüm:

"Adamın dar adımları bunu anlamalıyız diyorum ben
Adamın göğe bakmayı unutması bu beni boğacak
Kalabalık bağırıyor / anlamıyorum

Canavar diyorlar / anlamıyorum
Niye ağlamıyor bu adam / bağıramıyor
Ayaklar boşlukta / üç ayaklı terazi sallanıyor
Kalabalık simit yiyor sigara içiyor
Siz hiç gördünüz mü mosmor uzun ıslak paçaları korkak idamlığı insanlar gördü

Ayaklarına kara kan oturmuş ben çorap sandım diyor biri"

Rahmetli Şeyhülmuharririn Ahmet Kabaklı, “Bir genç adam için şehrin ıstırabını, bozulmuş törenin, inançsızlığın, faziletsizliğin tepkilerini alışılmış düzenden yılgınlığı ve isyanı ve İslam’da kurtuluşun güzelliğini, maddeden kaçışı, köye kasabaya kaçışı ısrarla anlatan şiirler...” olarak niteliyor Erdem Bayazıt'ın şiirlerini. Onun şiirlerindeki ıstırap, tepki, yılgınlık ve isyanı bu dönemin modernizm eleştirileriyle donanan şiirlerinde de görüyoruz. Fakat şair, ortada bırakmıyor. Maddeden kaçarken maddenin asıl hakkını nasıl aradığını ve bu yüzden kaçtığını okuyucusuna sezdiriyor. Bu yüzden Behçet Necatigil de yine onun şiirleri için "Barbar güçlerin, teknolojinin yıktığı, Tanrı’dan kopardığı insanın manevî kurtuluşunu arayan Sebeb Ey...” yorumunu yapıyor.

"Bir yıldız kayıyor kayıyor kayıyor
Bir dal uzuyor uzuyor
Bir gül kanıyor bir seher vaktinde
Yanıyor bir ateş için için
İçimde içimin de içinde
Bir ezgi dönüyor dönüyor dönüyor
Bir ney eriyor dudaklarımda
Aşkın bir adı da yorulmamaktır."


Merhum Mehmet Kaplan, “Erdem Bayazıt’ın şiiri değil eski dindar şairlerinkinden, Mehmed Âkif’inkinden de çok farklı bir şekil ve üslûpla yazılmıştır...” yorumu fakire kalırsa Risaleler şiirlerinin etkisinden olmalı. Mesela bir Savaş Risalesi vardır ki sadece başını yazsam neyi anlattığını anlamaya yetecektir:

"Güneşin
Mızrakların ucuna takılıp
Kaldığı
Bir vakitte
Diriliş erlerinin yüreklerinden yayılan
Bir depremle
Sarsılıyordu arz."

Ölüm Risalesi ise, Fahr-i Kâinat'ın irtihalini anlatır. Son dizelerdeki sözler, diyecek söz bırakmaz.

"Sonra eğildi sevgilinin yüzüne
Sürdü bulutlanmış gözlerini
O güzellikler ülkesine
Baktı baktı ve dedi:
Hayatında güzeldin
Ölümünde güzelsin
Öldün
Bir daha ölmeyeceksin...""


"Şiir öldü" dese de Mustafa Kutlu, şiiri ölüler yaşatıyor. Şiir de bir daha ölmüyor. Erdem Bayazıt'a rahmetle, şiirine sevgiyle...

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

22 Temmuz 2014 Salı

Kendi bayramını yaşa(t)mak

Men talebenî vecedenî ve men vecedenî arafenî.
(Kim bana talip olursa beni bulur, beni bulan beni bilir.)
- Hadis-i Kudsî


Çün sana gönlüm mübtelâ düştü
Derd ü gam bana âşinâ düştü
Kim seni buldu, kendi yok oldu
Vaslına ey dost can baha düştü

- Niyâzî-i Mısrî 

İnsanoğlu hiç durmadan gelişen teknolojiyle öylesine oyalanıyor ki, gece uykusuna çekilmek üzere yatağa gireceği saati bile unutuyor. Ardından uykusuzluk, yorgunluk, mutsuzluk ve akabinde hiçbir şeyden memnun olmama hâli geliyor. Bu hâl hiç de geçmiyor. "Yaşam koçu" adı verilen kapitalizmin bekçileri bu yorgun arkadaşları çeşitli sıfatlarla ve hastalıklarla isimlendiriyor: Y kuşağı, tükenmişlik sendromu, huzursuzluk hastalığı ve daha neler neler. Eskiden hasta lafı kullanılmaz, şimdi bizim hastane dediğimiz yerlere de şifahane denirmiş. Buradaki incelik, bir gönül meselesidir. Hasta olana tekrar hasta demektense, şifayı arayıp bulması gerektiği yeri işaret eden kelimeler vardır. Kelam, şifadır. Karacaoğlan "Mecliste arif ol kelamı dinle / el iki söylerse sen birin söyle" derken dinlemenin aynı zamanda dinlenmek olduğunu da anlatır, anlayana.

İnsanın kendi manasının peşinde hiç düşmediği devirlerdeyiz. Kimse kafasını insan olmaya dair bir şeylere patlatmıyor. Ya yalanlar ya da bombalar patlıyor. Olan da insanlara oluyor. İnsan kendi manasının, bu dünyaya neden geldiğinin, kendi anlamının ve dolayısıyla gönlünün derdine düşmüyor. Çünkü yollar kapalı. Üstelik yolları kapayan da kendisi. Düşünün ki sabah aşırı tükettiğimiz besinleri vücudumuzdan atmak için akşam spor yapıyoruz. Yani sabah da akşam da para harcıyoruz, ne için? Fazla tükettiklerimiz için. Halbuki sabah az tüketilse akşama da insan kendini tüketmeyecek. Kendimize, yani gönlümüze doğru yürünebilir yolları parklarda arıyoruz kolumuzdaki akıllı saatlerle. Kaç kilometre yürüdüğümüzü öğrenip seviniyoruz. Adımlarımızı her seferinde yorulmak için atıyoruz, dinlenmek için değil. Okunacak güzelim kitaplar arasından kendimize saçma sapan aşklar, yalanlar ve küfürler icat ediyoruz. Aşksız kalıyoruz, yalancı oluyoruz, küfre batıyoruz. İnsanı hayvandan ayıran estetiğin ve edebin ne farkına varıyoruz, ne de merak ediyoruz. Tüm bunlar için gönül gözümüzü bir an evvel açmamız gerekiyor. Gönül gözümüzü açmamız için de gönlümüzü kitaba, gözümüzü de kelama vermemiz gerekiyor. Aksi ise gözsüz bir gönül, hatta ne göz ne gönül olacaktır. Bakın güftesi Nâhit Hilmi Özeren'e, bestesi Râkım Elkutlu'ya ait bayâti makamındaki eser ne diyor: "Ne bahar kaldı ne gül ne de bülbül sesi var / ne o cânân, ne bir ümmîd, ne gönül neş'esi var."

Gönül gözünü açtığımızda cânân, ümmîd, neş'e bizimle olacak ve bütün bunlar ilim, irfan, kültür ile birlikte gelecek. İşte tasavvuf, gönül gözünü açmak için orada duruyor. İstanbul Tarihi Türk Müziği Topluluğu Müdürü Ömer Tuğrul İnançer ve Galatasaray Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Kenan Gürsoy’un TRT İstanbul Televizyonu’nda birlikte yaptıkları kısa sohbetlerden oluşan bu kitap, gönül mimarisi dersi veriyor. Burada mimarlık diploması ne işe yarıyor, ne de herhangi bir diplomaya gerek var. Zira insan olmak için diplomaya ihtiyaç yoktur. Adam olmak için âdem olmak lâzımdır ve bu olma süreci için en temiz yol da, tasavvuftur. Bu yola çıkış yakıtı da aşk. Hiç bitmeyen ve bitmemesi gereken yakıt, aşk.

Ömer Tuğrul İnançer'den: "Nefsden, benlikten kaynaklanan ve istifade etmeyi hedefleyen arzu ve meyiller, aşk değildir, sevgi bile değildir. Aşkın kantarı fedakârlıktır, ne verebiliyorsan o kadar âşıksın."

Kenan Gürsoy'dan: "Bütün problemlerin temelinde, ama bütün problemlerin temelinde gönüllerin kararması var. Eğer siz gönlü parlak bir ayna haline getirebilirseniz, orada zaten enaniyet, egoizm de kalmıyor."

Akleden, "akıl eden" bizim mantığımız değildir, beynimiz hiç değildir. Kalbimizdir. Bu yüzden "akleden kalp" denmiştir. Güzel bir şiir okuduğumuzda, lezzetli bir eser dinlediğimizde, hoş bir manzaraya baktığımızda kalp ritmimiz artar. Beynimizde herhangi bir şey değişmez. Kalp krizinin sebeplerine bakıldığında dahi, tüm ruhumuzun ve bedenimizin "yaşadığı" kalbimizin nelere göğüs gerdiğine bir anlam verilebilir. Nitekim bilgeler bilgesi Muhyiddin İbn Arabi, "Kalp, arştan da geniştir" der. Dil de kalbin tercümanıdır. Ne ilginçtir ki İbn Arabi'nin içinde "tercüman" kelimesi geçen üç büyük eseri vardır. Bunda ârif olan ya da olmak isteyen için büyük anlamlar vardır diye düşünüyorum.

Bayram yaklaşıyor. Her birimizin içinde ayrı dertler olsa da, hepimizin içine devasını getirecek olan yalnız O'dur. "Ben yalnızım" diyen O'ndan çok uzaktır. Gönül gözümüzü açacağımız, içimizde dışımızda daimi bayramlar yaşayacağımız günler için, ruh bayramımız için, bir yerlerden ama sağlam bir yerlerden başlamamız için yine kitaba davet ediyor bu fakir.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

21 Temmuz 2014 Pazartesi

Yolda geçen hayatlara

Eğer uzun yolculuklar hep hayaliniz ve biraz da parasızsanız, bu kitabı okurken çıldırabilirsiniz. Çünkü çoğu zaman beş kuruşsuz adamların yaptıklarını okuduğunuzda buna mani olmanız çok zor.

Jack Kerouac Amerika’ya Kanada’dan göçmüş üç çocuklu bir ailenin en küçük çocuğudur. Okuduğu lisenin futbol takımında başarılı olmasının ardından Columbia Üniversitesi’nden spor bursu olarak üniversiteye başlamış, ardından sakatlık dolayısıyla futbolu bırakmak durumunda kalınca okulu da bırakmaya karar vermiş. Bu süreçte şair Allen Ginsberg’le ve yazar William S. Burroughs ile daha sonra da Neal Cassady ve Beat Jenerasyonu olarak tanınacak diğer isimlerle tanışmış.

Büyük bir kısmı otobiyografik olan kitapta, Jack Kerouac ve aradaşlarının Amerika’yı doğudan, batıya, kuzeyden, güneye her tarafını defalarca nasıl katettiği anlatılır. Jack, Neal ile tanıştıktan bir iki hafta sonra beraber yolculuğa çıkar ve kitapta buradan başlamaktadır. Jack’in babası ölmüş ardından Neal ile tanışmıştır. Her zaman kendini yollara vurma planı olan ama bir türlü beceremeyen Jack ise hayatının adamını bulmuştur. Artık yollara çıkma vaktidir. Yolculuklarında temel prensipse, her zaman gitmek için bir hedef vardır ama önemli olan gidilen yer değil, yoldur. Bir yerden diğer yere varıncaya kadar geçirdikleri zamanı çılgınca değerlendirme derdindedirler. Bu yıllar boyunca süren, zaman zaman mola verilen bir seyahattir. Bu süreçte sıradan bir insan hayatında yaşanacak şeylerin de, türlü insan ilişkilerinin de tümü yaşanır. Evlilikler, çocuklar, para biriktirmeler ve çalıp, çırpmalar... Bu seyahatlerin büyük çoğunluğunda ortak arkadaşları da beraberlerindedir ama gidilen yerler değiştikçe arkadaşlar da değişir. Onlara en çok eşlik edense Neal’ın hiçbir zaman kopamadığı, ayrıldıklarında bile dönüp aradığı uzatmalı sevgilisi Louanne’dir. Bu insanları buluşturan ortak noktalarıysa alkol, kadınlar, uyuşturucu, müzik ve coğrafyaya olan meraklarıdır ve hepsi başka bir hayatın peşindedirler. Yolculuğu gidilecek yerden daha çok severler çünkü, yolda özgürlük vardır ve herhangi bir şeye bağlanmak onlara göre değildir. Yolda onlara bazen dostları bazen sevgilileri bazen de otostopçular eşlik eder. Bütün her şeyin sonunda Amerika yeniden keşfedilmiştir. Aynı zamanda kitabı okurken Jack’in entellektüel birikimi her an şaşırtacak şekilde okuyucuya yansımaktadır.

Kitap yedi yıl süren bir serüveni anlatır. Jack Neal’dan ayrıldıktan sonra tam yirmi iki günde yazmıştır bu romanı ve büyük bir kısmı gerçeklerdir. Yazılış şekliyse en az hikayesi kadar etkileyicidir. Kerouac bu kitabı yazarken tek bir rulo kullanmış ve hiç paragraf kullanmamıştır. Kitap yazıldıktan altı yıl sonrasına kadar kendisine bir yayıncı bulamaz fakat sansürlü yayımlandıktan sonra Amerika’nın en ilgi gören kitaplarından biri olur. Kitap sansürlü olarak yayımlanmıştır çünkü yaşanan hayat düzenden uzak, sürekli polisle başı dertte adamların hayatıdır. Yayımlandıktan sonra en çok ilgi çeken şeylerden biri “Beat” kelimesidir. Gazetecilerin en çok ilgisini çeken şey budur ve bir süre sonra Jack ve arkadaşları “Beat Kuşağı” olarak anılmaya başlarlar. Aynı zamanda gençler kitaptan çok etkilenmiş, espresso ve Levi’s satışlarında patlama yaşanmıştır. Kitap Amerika’da raflar yerine tezgah altlarından satılmaktadır çünkü, ruhu gereği kitap, İncil’le beraber en çok çalınanlar listesindedir. Şüphesiz ki bu kitap hayatımda gördüğüm en çılgın adamların hayatını anlatıyordu ve sayfa olarak değil ama hayatımın en uzun kitabıydı. Bu adamların yaşadıklarını kendi hayat anlayışına göre biçimlendirip yaşamak bir insanın en büyük hayallerinden olabilir. Bu kitabı okuduktan sonra içinizdeki gezgin dışarı fırlayabilir ve şimdilik unutmaya çalıştığınız düşüncelerinizi ve planlarınızı engelleyecek gücü kendinizde bulamayıp hemen kendinizi yollara vurmak isteyebilirsiniz.

Kitaptan sadece birkaç satırlık bir pasaj;

Manhattan’da karanlık bir sokakta durmuş, arkadaşlarımın parti yaptığını zannettiğim bir çatı katı dairesinin penceresine sesleniyordum. Ama harika bir kız çıkardı başını pencereden ve “Evet? Kim o?” dedi ve ben “Jack Kerouac” dedim ve adımın hüzünlü, boş sokakta yankılandığını duydum. Hadi yukarı gel“ diye seslendi bana “sıcak çikolata yapıyorum.” Ve yukarı çıktığımda oradaydı: hep, uzun zamandır aradığım, saf, masum bakışlı kız. O gece ona evlenme teklif ettim ve o da bunu kabul etti. Beş gün sonra evliydik.

Tuna Beyrut
tunabeyrut@gmail.com