2 Mayıs 2014 Cuma

Zamanın sıkıcılığından kurtaracak tarihi bir hikâye

"Onları kıskanıyorum. Kendinden emin insanları.
Herkesin bir evi, bir toprağı var.
Ben gökyüzünde uçan kimsesiz bir tohumum.
Bütün rahimler ölü benim için."

Murat Gülsoy, aynı çağda yaşadığımız için kendimizi şanslı hissetmemiz gereken bir yazar. Her kitabıyla, kurmacanın sınırlarını zorladığını hissettiren, metnin matematiğine kafa yoran güçlü ve yaratıcı bir kalem.

Gülsoy, yeni romanı, Gölgeler ve Hayaller Şehri’nde yine okurunu şaşırtıyor, evvelki kitaplarından farklı bir deneyime davet ediyor. Bu kez, yaşamadığı bir çağdan sesleniyor bize; 1908 yılında geçen bir hikâye anlatıyor.

Gölgeler ve Hayaller Şehrinde’nin kahramanı Fuat Chausson veya diğer adıyla Franck Chausson dokuz yaşında Fransız annesiyle İstanbul’dan Fransa’ya gitmiş; Türk olan babası ise kendisi doğmadan evvel ölmüş bir genç adam. Fuat’la, II. Meşrutiyet günlerinde, Fransa’dan İstanbul’a yol alan bir gemide arkadaşı Alex’e yazdığı ilk mektupta karşılaşıyoruz. Dokuz yaşına kadar yaşadığı İstanbul’a bir Fransız gazetesinin muhabiri olarak geri gelen Fuat, İstanbul’u, meşrutiyeti, kendi anılarını ve yüzleştiklerini yazıyor Alex’e. Mektupları okurken, hem 1908’in İstanbul’unu geziyoruz hem de doğu ve batı arasında kalmışlığın gerek toplumsal gerekse bireysel sıkıntısını sezinliyoruz.

Gölgeler ve Hayaller Şehrinde, insanın varoluşsal sorularından birine, ait olma meselesine dair bir roman olarak da okunabilir. Fuat’ın arada kalmışlığı, kökünü arayış çabası, buhranları; yalnızca onun hikayesi olmasının ötesinde çok katmanlılıkla anlatılıyor.

"Alex, bu satırların yazarı aşk acısının sarhoşudur, şaşılacak denli mutlu ve aynı anda kederlidir. Haz ve acının, iki zıt kutbun, adeta geceyle gündüzün aynı anda, kendi karanlık ve aydınlığından bir nebze olsun kaybetmeden bir arada bulunabilmelerinin mucizesi karşısında nefesim kesiliyor. Zannederim, bu ancak Tanrı’nın yaşayabileceği bir tecrübe..."

Murat Gülsoy’un sadık okuru için, Gölgeler ve Hayaller Şehrinde’deki en tanıdık şey ise elbette rüyalar. Murat Gülsoy, yine rüyalardan bahsederek, rüyalarımızı sorgulayarak hikâyeyi bilinmez bir alanın çekiciliğiyle besliyor.



Ey okur, her şey 1968 senesinde başladı.” Cümlesiyle açılan romanda, geçmişe doğru bir yolculuğa çıkarken her şeyin nasıl bir süreklilik içinde olduğunu, bugünün de dünün bir devamı olduğunu hissedecek ve insan zihninin kadim soruları üzerine düşünmeye başlayacaksınız.

Gölgeler ve Hayaller Şehrinde, bizi zamanımızın sıkıcılığından kurtaracak tarihi hikâyeler okumak isteyenlere iyi gelecek, zihin açıcı, edebi lezzeti oldukça yüksek bir kitap.

“H.G. Wells üstadımızın makinesine binip geriye dönmek isterdim Alex, çok değil beş sene öncesine sadece. İnsan mutluluğun kıymetini mutsuzluk ânında fark ediyor ne yazık ki. Benim, hayatım dediğim şu garip maceranın en mutlu zamanları hep geride kaldı.”

* Hamiş: “Zamanımızın Sıkıcılığından Kurtaracak Tarihi Hikâyeler”e ihtiyaç duyduğumuz kitabın açılış mektubunda yer alıyor.

Merve Uzun
twitter.com/merveuzun

29 Nisan 2014 Salı

İyiyi kötüyle göstermek mümkün mü?

"Güce duyulan arzu, tüm tutkuların en aşikâr olanıdır."
- Cornelius Tacitus

"Güç baştan çıkarmaya hazırdır ve mutlak güç baştan çıkarır."
- John Dalberg-Acton
"Güç bir zehirdir."
- Henry Adams

Önce kitabın dayandığı gerçekten bahsetmek gerek. 1969 yılında California'da bir lisede tarih dersine giren öğrenciler ilginç ve unutulmaz bir olay yaşarlar. Palo Alto bunu aynı yıl "Dalga" adıyla romanlaştırır. Çünkü öğretmen Ron Jones'a göre yaşanılanlar korkunçtur. Dalga, bütün okulu alt üst etmiştir. Yıllar sonra Dalga, ABC kanalı için bir saatlik televizyon programı haline bile getirilmiştir.

Romanın konusu şöyle; tarih öğretmeni Ben Ross, öğrencilerine bir derste Nazi Almanya'sını anlatmaktadır. 1933-1945 yılları arasında sadece Almanları ilgilendiren bölgelerin değil tüm dünyayı etkileyen Nazilerin yaptıklarını bir belgesel film eşliğinde anlatır. Bu sırada sınıftan bazı sorular gelir. Bu sorulardan biri de Nazi yanlısı olmayan Almanların ya da başka milletten insanların, neden Nazilere karşı gelmedikleridir. Ben Ross, bu soruya ne kendini ne de öğrencisini tatmin edecek bir cevap veremez. Eve döndüğünde bunu bir deneyle göstermesinin doğru olacağını düşünür. Kitaplarına ve araştırmalarına gömülür, sonra da deneyinin formülünü bulur: Güç, birlik ve eylem için disiplin!

"Dalga" adındaki oluşum aslında bir deneydir fakat sınıftan başlayıp tüm okula ve hatta şehre yayılır. Ulusal bir birlik oluşturacağı artık söylentiden gerçeğe dönüşmeye başlar. Öğrencilerin aileleri büyük tepkiler gösterirler, derhal bu deneye son verilmesini isterler. Müdür, Ben Ross'u derhal bu işi bitirmesi için uyarsa da Ben Ross önce bildiğinden şaşmaz. Sonrasında sınıftaki Dalga yanlısı olmayan "biraz daha zeki" öğrenciler, arkadaşlarına göremediklerini göstermek isteseler de bu nafile olur. En sonunda bir gece Ben Ross'a giderler ve bu deneyi bitirmesini isterler. Ben Ross zaten bitirecektir, ancak deneyinden istediği sonucu alacağı zaman.

Bize eşitlikten bahsedenler aslında bize neleri kakalıyor? Bireyin özgürlüğü, toplumun özgürlüğü ve örgüt; birbirlerinden bağımsız şeyler mi? İnsan kendini keşfetmeden neye, nasıl hizmet edebilir? Bir başkası, senden değil diye, ona zarar vermek doğal mıdır? Bir disiplin içine girdiğimizde, fark etmeden kendimizi mi kaybederiz? Sorular, sorular, sorular. Todd Strasser'in romanı, işte bu soruları cevaplıyor.

Andre Gide
'in bir sözü vardır; "İyi düşüncelerle kötü edebiyat yapılır" diye. Bu roman, kötü düşüncelerle yazılmış başarılı bir metni, sağlam bir kurguyu ve iyi bir edebiyatı barındırıyor.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

28 Nisan 2014 Pazartesi

Dilini Alamanya'ya kiraya verenlerin kitabı

Parçalı, buhranlı, modern”ist” romanları oldum olası çok sevemedim. Bu nedenle Emine” Sevgi Özdamar’ın son kitabını biraz çekingenlikle aldım kitap rafından.

İçinde üç kısa öykünün (Annedili, Karagöz Alamanya’da, Bir Temizlikçi Kadının Kariyeri Almanya Anıları) yer aldığı ve yazarın annesi Fatma Hanım’a ithaf ettiği Annedili (Mutterzung) “Benim lisanımda dil şu anlama gelir: Lisan” cümlesiyle açılıyor; “Benim bir derdim var, hadi gel birlikte bakalım.” diye davet ediyor muhatabı kendine.

Yazarın oldukça sert bir dili var, tokat gibi çarpıyor yüzünüze. Yorucu, kelimelerin ucunu yakalamak için koştuğunuz, ilk başta iki yabancıyken okudukça aşina olduğunuz ve nasıl akıp gittiğini fark edemediğiniz bir dil bu. Diğer yandan bu vahşi üslubun anlatıcının çekingenliğinden, belki de korunma güdüsünden geldiğini kitapla haşır neşir olunca anlıyorsunuz. Kendi hayatından da parçaların yer aldığı, dolayısıyla yazarına dair de bir fikir sahibi olabileceğiniz kitapta altını çizdiğim çokça yer var ve her biri farklı bir sorunsal üzerinde ses veriyor: Annedili, göç, kapitalizm, sosyalizm, 60-70’ler Türkiye’si, ideal Almanya gibi kavramlarla yüzleşiyorsunuz anlatı boyunca.

Bir yaştan sonra ikidilli olmak, iki “annedilli” olmak nasıl bir duygudur bilmiyorum. İkisine de tanıdık ancak ikisine de yabancı kalır insan diye “tahmin ediyorum”.

Yazar ilk öyküsünde dilini en son nerede kaybettiğini sorguluyor, hangi kırılma noktasında artık Almanca düşünmeye, Almanca konuşmaya başladığını, hangi noktada bir dilde söylediği kelimelerin diğer dildeki karşılığını düşünmeye başladığının hatta hangi aşamada annedilinde aşık ol-a-madığının peşinden gidiyor.

İkinci ve son öyküde daha çok Almanya’ya göç şartlarından, göç esnasında yaşananlardan, üstün Alman demokrasisi ve Türkiye’nin geri kalmışlığından, ailelerin ayrı kalma sonucu maruz kaldığı dramlardan söz ediliyor. Sosyalizm ve kapitalizm kavramlarıyla buralarda daha çok karşılaşıyoruz; sosyalizm konusundaki söylevlerin ikinci öyküde bir eşekten gelmesi de oldukça manidar diye düşünüyorum.

Karagöz Alamanya’da” öyküsünde yer alan bir yer var, okurken gerçekten canımın acıdığını hissettim. Köylü karakterinin karısı, rüyasında köylünün babasının ve köylünün hırsızlık yaptığı bahçe sahibinin pazarlıklarına şahit olur. Konuşmalarda birtakım deyimler yer alır ve anlatıcı arkadan bu deyimlerin açıklamalarını yapar. Bir dili yeni öğrendiğimizde, yabancı dilde konuşurken aslında arkadan Türkçe konuşmamız gibi. Burada hangi dil anlatıya yabancı? Türkçe mi? Yoksa Türkçe mi?

Annedili, kapitalist duruşu, işçi göçlerini, göç süreçlerini, göçlerin Almanya ve Türkiye taraflarını gösteren ve nihayetinde kimliksiz bir kimliğe sahip olmanın benlikte açtığı yaraları anlatan akademik bir makale gibi; sadece daha yaratıcı, daha samimi, daha inandırıcı.

Feyza Andaş
twitter.com/feyzandas

25 Nisan 2014 Cuma

Bosna'da yiten çocukluğa dair

Bir kitabın her sayfasında ağlıyor ve gidip Amine’nin çocukluğundan özür dilemek istiyorum tüm dünya adına.

Sinan’a ve tüm şehitlere ithaf ediliyor kitap. Sinan’a ve tüm şehitlerimize bir Fatiha okuyarak başlıyorum kitaba beni nasıl bir yolculuğun beklediğini bilmeden. Emine, “Bu kitap herhangi bir edebiyat eseri değildir, ben de yazar değilim, sadece ve sadece yaşananların unutulmaması adına küçük bir katkıdır.” diye belirtiyor önsözde. “Çünkü bugün hâlâ bir yerlerde çocuklar benim yaşadıklarımı yaşıyorlar. Kimisi daha kolay kimisi daha zor, haliyle savaşla mücadele ediyorlar. Ve dünya, yine Bosna Hersek örneğindeki gibi, sadece seyrediyor.” diye ekliyor.

Okurken soruyorum, “Şimdi ne yapılıyor?” diye. Suriye’de, Mısır’da, Filistin’de, Irak’ta, Myanmar’da ve hatta Türkiye’de katledilen insanlık için ne yapılıyor?

Lisedeydim, Amerika’nın Irak topraklarına “demokrasi” getirmek için girdiği yıllardı. Arkadaşımla Irak’a gidip gönüllü olma planları yapıyorduk. Sonra ne oldu? Twitter’da paylaşım yapmanın ötesine geçmez oldu sitemlerimiz. Günlük iş telaşemizden arda kalan zamanlarda vicdan rahatlatma amaçlı konuşmaların fazlasını yapıyorum diyen kaç kişi? Hala savaşlar var ve hala dünya izliyor, izliyoruz. Kaç Amine var bu topraklarda? Amine çocukken çocuktum ben de, özür dileyebiliyorum ondan, hayallerinden, acılarından. Şimdi ölen hiçbir çocuktan özür dilemeye hangimizin yüzü var?

“Sevgili Amine,
Ben Feyza, 26 yaşında. 92-95 arasındaki dönemi anlattığın yıllar, senin akranın.
Sen portakalı gördüğünde onu top zannederken, evinde tüm ailesinin ilgi odağı, yediği önünde yemediği ardında olmuş akranın.
Sen ıslak süngerlerde, bomba sesleri eşliğinde korkarken, gece sadece kabus gördüğü için annesinin yanında uyuyan akranın.
Sen, Sinan’ının ardından yas tutarken, abisinin getirdiği çikolataları zevkle yiyen akranın.
Sen, bomba parçalarından, şarapnellerden oyunlar icat ederken, Barbie bebeklerle, Cindy’lerle oynayan akranın.
Sen, çatısına bomba düşmüş yuvanın ardından ağlarken, sıcacık yuvasında güvenle yaşayan akranın.
Sen, annen kısmi bir soba yapsın diye yardım kuyruğunda yağ dolu teneke beklerken, sobasında mandalina kabuklarını yakan akranın.
Haberim yoktu Amine, olsaydı senin için de ağlardım, senin için de incinirdim.
Senin için de dua ederdim geceleri uyumadan önce.
Affet Amine.”

Feyza Gönüler
twitter.com/feyzagonuler

24 Nisan 2014 Perşembe

Acı acı gülümsemek

"Mizah soğuk zekanın bir faciayı gülünç bir halde göstermesidir."
- Peyami Safa

"Ölümler çıplak gelir."
- Düş Sokağı Sakinleri

Türk edebiyatında ciddi bir mizah boşluğu olduğu, hepimizin bildiği bir gerçek. Mizah yapılırken de gerçekçiliğin ne kadar olduğu, fantastik/bilim/kurgu üçlemesiyle yapılmaya çalışılan mizahın ne kadar kof olduğu, kelime oyunuyla mizahın karıştırıldığı ortada. Bu kadar çok şey aşikârken birinin hesap sorması, intikam alması gerekiyordu. Bahadır Cüneyt Yalçın da bunu yaptı. Edebiyatla içli dışlı olanlar, kendisini önce Dergâh dergisinden ve daha sonra da Afilifilintalar kadrosundan tanıyacaktır. Tanımıyorlarsa muhtemelen Cosmopolitan dergisi okuyup freshome'da fink atıyorlardır. Kolay gelsin.

Kitabın kapağından başlayayım. Yaptığı tasarımları aşağı yukarı 10 yıldır takip ettiğim sevgili dostum Kutan Ural'ın el emeği, göz nuru. Kitap kapaklarında fırfırlı cafcaflı kıllı tüylü şeyler yapmaya hiç gerek yok. Sadelikte güzellik vardır, bu da okuyucunun kitaba heyecanla başlamasını sağlıyor. Kutan bunu zaten yaptığı kitap tasarımlarıyla ispatladı, üstelik Türkiye'de hiç uygulanmayan tekniklerin de uygulanmasında emeği oldu. Kitap önce ve "tabii ki" anne babaya ithafla, ardından da Fikret Kızılok'un Yadigar albümünün Başbaşa şarkısından "Oysa şimdi kalbindeki ateşi söndür, öldür, unut gitsin diyorsun" sözleri ile açılıyor. Sonra da akıyor.

"Annem Kur’an okurdu, babam ansiklopedi. Ahlakımı annemden, bilimimi babamdan almışım. Çocukluğum sefertası gibi bir apartmanda geçti. Üç katlıydı, kızartma kokardı."

Aslında "Kuş Lokumu" ile birlikte Bahadır Cüneyt Yalçın'ın mizahı yakalanmış ve sevilmişti. Okuyucuda bir kitap beklentisi oluşmuştu haliyle. Bu kitap da, "tam zamanında" denilecek bir zamanda yetişti. Malum, ülke gündemi yoğun. Kendimizden başka, herkesi düşünüyoruz. "Kuş Lokumu" demişken, birkaç örnek:

- Bacak bacak üstüne atan insan savunmasızdır. ya size güvenmiştir ya da kendine. birini tokatlamayı düşünüyorsanız bacak bacak üstüne atmasını bekleyin. kaçamayacaktır.
- “Pirincin içindeki taş gibi hissediyorum” dedi Aleksi Pavloviç, "Beni arıyorlar ama dışlamak için."

- “Niçin böyle üzgünsün?” dedi nüfus memuru, “Adın neydi?” “Gaårchtak” dedi İsveçli, “Kapılar yüzüme kapanıyorken beni çağırdıklarını sanıyorum.”
- Limon ile ağız sulanması arasındaki ilişki korniş ile kol ağrısı ilişkisiyle açıklanabilir.
- Zeki Müren, Barış Manço ve Neşet Ertaş kahvehaneye girmiş. Dünyanın geri kalanı onlar çıkana kadar çok sıkılmış.

- Merhem deyince türkü, pomat deyince tıp.
- "Seviyorum” dedim, “Örnek ver” dedi. Eşantiyonsuz yapamazdı."

- ''Sni svyrm'' dedi, "yorma kendini" dedim.

Bunlar kitap için fragman olmuştur diye düşünüyorum. Zira böyle zekice cümlelerden bol miktarda var Mütevazı Bir İntikam'da. Sürekli kuş kafesi kokan, mizah ağırlıklı spor yazıları yazan anarşist Ali, yeni taşındığı evinde deli saçması mektuplar almaya başlar. Selin'in uğruna hapisten kaçılır. Şevval'in uğruna hapse düşülür. Asker Muhterem ve mafyadan hallice Tanju ile birlikte ortalık intikam gölüne dönüşür.

"Dünyada satırların gücünü idrak edebilmiş kaç kişiyiz? Damarlarında beşeri aşk kadar edebi aşk dolaşan kimler kaldı?"

"Birinin beni anlamasını özledim. Annemin mutfakta çay koyarken bardaklara attığı kaşıkların çıkardığı sesi özledim."


"İnsanların yüzde doksan dokuzu ilk aşklarıyla birlikte değildirler."

Hiç de mütevazı olmayan bir intikam, bir roman, bir kitap. Acı acı gülümsetiyor. Acımasız, gerçekçi ve rahatsız edici. Kuş kafesi kokusu gibi.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

17 Nisan 2014 Perşembe

Kırgın bir mektup

Sevgili Kardeşim Yağız,

Sana kırgınım. Böyle başlanmaz biliyorum ama yazmadan edemedim, affet. Kırgınım. Kitabını elime aldığım an başlayan bu kırgınlık, okudukça katlanarak büyüdü, büyüdü, büyüdü… Her bilmek, sonrasındaki pek çok şeyi yerle bir eder, hiç eder ya. İşte kitabını bitirmeme rağmen elimden bırakamayıp öylece kalakaldığım anda da öyle oldu. Dünya “hiç” oldu. Neydi, ne oldu! Bak, dinle:

Geçim derdi, kira derdi, fatura derdi, -yarına çıkmaya senedim var sanki- doğmamış çocuklarımın senelik 12.000 liradan başlayan özel okul masraflarının şimdiden zihnime ve omzuma yüklediği dertler… Dünyaya gelme sebebimi unutmuş, 9-5 yuvarlanıp gidiyordum işte mesaili mesaili, ne güzel!

Nihavent ile başladım, hicaz ile yürüdüm, sonum hüzzam oldu.

Okurken… Ne zaman dünyalıklardan bahsetsen güleceğim tutuyor. Bakıyorum, sen de aynı yerde gülmüşsün. Şair, okuyucusuna en çok bunu öğretiyor bazen. “Birlikte” gülmeyi.

Devam ediyorum…

Beyaz yakalılar, mavi kravatlar, plazalar, asansör düğmeleri, parlak papuçlar; kendimi görüp eğlenmeler… Tam alıştım derken “Burası mı acıyor?” diye parmağını yarama bastıran sevgili gibi bakan dizelerine denk geliyorum. Aşk olsun!

Alacağım cevaplardan sonra hâl ve hareketlerim eskisi gibi olmayacaktı. Biliyordum. Bundan sebep hep erteledim bazı soruları sormayı. Erteleye erteleye de unuttum. İyi mi! Şimdi gelmiş kitabında o soruları soruyorsun. Senin kalbin güzel ve cömert kardeşim, elbet cevaplarını da hatırlatıyorsun.

Dedim ya her bilmek, sonrasındaki pek çok şeyi hiç ediyor. Şimdi rengine kandığım dünya cehaletime bakıp bakıp gülüyor. (Gözümdeki perdeyi araladı bu kitap. Artık daha net görüyorum.) Sanma ki vazifen bitti. Bu kitap yetmez. Devamını beklemek, istemek, lazım gelirse ısrar etmek de benim vazifemdir artık. Şimdiden affet.

Adının hakkını veren gönlü er kişi,

Yazdıkların akbil sesini, kulaklıktaki müziği, hesap kitap yaptığım defteri, telefondaki toplantı alarmını… kapattı. İçime döndürdü yüzümü. Perdeleri kapatıp odanın ışığını açtı. Kendi evimde bir yabancı gibi dolaştım ilkin. Sonra aynaya baktım. Sonra? Sonrasını anlatacak değilim ama bil ki payıma düşeni gördüm. Değilse de göreceğim.

Gönlünün kıblesine iman ettim -ki sözcüklerin o kıbleden doğar, o kıbleye döner yüzünü yine ve öyle yürür adımıza. Bakmasını bilene işaret ettiğin başka bir cennetin kapısıdır. Allah girmeyi nasip etsin.

Kitabı okumaya başladığımda neredeydim, şimdi neredeyim. Bir şairin en mühim vazifelerinden biri de muhatabını aldığı yerden başka bir yere terk etmek değil midir?

Allah uzun ömür ve kuvvet versin, daha çok yaz. Yaz ki; ne vakit bir yol ayrımına gelsek ‘uykumuzda’, hatrımıza bir dizen gülümsesin.

Şimdi bu masanın başından kalkıp kitabını almaya gideceğim tekrar. Ve dostlarıma armağan etmeden evvel ilk sayfaya şunları yazacağım:

Sevdiceğim,
Bir dostun en mühim vazifelerinden biri de sevdiceği, bir şairle ilk kez tanışacağı sırada orada hazır bulunmaktır. Tıpkı şu an yaptığım gibi.

Ve ardından ertelediğim mektupları yazmak için tekrar masamın başına döneceğim. Çünkü haklısın:

"Çok iyiyiz, çok mahcubuz, çok alınganız şundan bundan
Mektup yazmıyoruz, tüm bu iç sıkıntılarımız ondan."

Kal sağlıcakla.

Başak Buğday
twitter.com/snbugday

10 Nisan 2014 Perşembe

Avrupa düşüncesinin sanat ve estetik kavrayışına dair

Roma İmparatorluğu’nun Hıristiyan eğilimlerinin yeniden yorumlandığı Rönesans; felsefe, bilim ve sanatın Antikite ve Helen uygarlığında bulunacak köklerinin, liberalizmin alacakaranlığında yeniden diriltilmesidir. Aydınlanma düşüncesi ve sonrası için Ortaçağ, bu sebepten dolayı Avrupa’nın karanlık günleri olarak nitelenir. Rönesans, kapitalizmin sonraki aşamaları için geliştirici bir sonuç olduğu kadar aynı zamanda felsefî gelişimi farklı bir yöne çeken Hıristiyanlığın öncesine dönerek Avrupa’nın kolonyalist yönelimiyle de doğrudan ilişkilidir: Feodal düzenin sınırlarını aşmak çabasındaki burjuvazinin imkânlarını genişleten Rönesans, coğrafî keşifleri mümkün kılacak teknolojileri de doğurmuştur neticede. Temel motivasyonu iktisadî olan bu durum, dünyayı yeni bir algının nesnesi olarak görecek deneysel çalışmalara ve araştırmalara yol açmıştır.

Bir Ortaçağ uzmanı olarak araştırma, deneme ve romanlar yazan Umberto Eco, bu dönemin hemen öncesini ele aldığı Ortaçağ Estetiğinde Sanat ve Güzellik’te Rönesans ile tersyüz olan Avrupa düşüncesinin sanat ve estetik kavrayışını aktarıyor. Modern dünyanın felsefesini ister istemez deneyimlemiş ve içselleştirmeye zorlanmış okur için oldukça uzak olan Ortaçağ sanat kavrayışının temel meselelerini inceleyen Eco, kitabının önsözünde birbirinin kopyası gibi duran fikirler nedeniyle kimliksizlikle ve estetik duyarlılığın olmamasıyla suçlanan bu dönem hakkındaki yanlış izlenimleri düzeltmeyi amaç olarak belirliyor. Müteakiben estetik duyarlılığın XV. asra doğru kökten değişimini göstermeye çalışıyor.

Bugün dejenere bir değer hâlini alan güzellikten söz etmek, Ortaçağ’a damgasını vuran Skolastik felsefe için yalnızca soyut bir kavramdan söz etmek demek değildir Eco’ya göre. Ortaçağ filozofu için güzellik aynı zamanda somut deneyimlerle ilgilidir. Bunun en iyi izahatını sanata bakıştan bulabilmekteyiz: Postmodern dünyada sanat, her şeyden fazla olarak duygular ve estetik düzeyi öne alarak kavranılan bir şeyken güzel diye nitelenen nesneye sahip olabilmekle alınacak haz da temel işlev ve öncelik değeridir. Oysa varoluşsal/felsefî/kuramsal anlamını hem İslâm’la birlikte Doğu’da hem de Avrupa’da Ortaçağ’da bulan sanat; duygulardan ziyade akla (intelect) hitap etmekte, estetik değeri değil güzellik metafiziğini önemsemekte ve maddî düzeyde en aşağı bir vasıf olarak işlevselliği talep etmektedir.

Ortaçağ düşünürlerinin bu minvaldeki kavramlarını ele alarak tahkik eden Eco, modern dünyada sanatın altüst edilmişliğini bu temelde ifşa eder. Ortaçağ düşünürü; sanatın vereceği hazzın insanı hakikatten uzaklaştıracağı düşüncesiyle dışsal güzellik ile içsel güzellik arasındaki mütekabiliyeti zorunlu kılan uyum anlayışı içindedir. Bu sebeple, Antik filozoflara çok farklı bir biçimde bakmış ve uyum sorununu ontolojik ve fizikî oranlamada aramıştır. Platon’un varlık anlayışına yakın ama çokça Pisagor metafiziğiyle ilişkili uyumu, Hıristiyan Mistisizminin zâhir-bâtın farklılaşmasının uzanımı hâline getirmiştir. Diğer yönden sanat tarih boyunca endüstriyel bir üretim değeri taşımışken Rönesans’a kadar belirli zümreler için hizmet vasfıyla sunulmuştur. Ancak Rönesans’ın kapitalist yayılma potansiyeli zaman içinde sanatın kitleselleşmesine yol açarak, belirli bir estetik duyarlılıkla sınırlandırılmıştır.

Ortaçağ Estetiğinde Sanat ve Güzellik kitabında Eco, “Aşkınsal Olarak Güzellik”, “Oran Estetiği”, “Işık Estetiği”, “Estetik Görme Psikolojisi ve Gnoseolojisi” gibi başlıklar altında din ve felsefe ile sanat arasındaki ontolojik bağdaşımı gözler önüne sererken onun sadece güzelliğe ilişkin doğasının değil aynı zamanda sınaî manasının da farklılaşmasını idrak etmenin kapılarını aralıyor. Yakın veya benzer konuları yazan Coomaraswamy, Guénon, Lings, Burckhardt gibi yazarların eserlerinde İslâmî yönünü de gördüğümüz Ortaçağ incelemeleriyle birlikte Eco’nun çalışması, sanat tartışmalarına katkı sağlayacak bir potansiyele sahip. Bu çerçevede Eco’nun özellikle sembol ile alegori ve güzellik ile ilginçlik farklılıkları hakkında bazı perspektif hatalarına düşmüş olması da eleştirilebilecek bir husus olarak öne çıkıyor.

Alper Gürkan
twitter.com/gurkanalper