16 Şubat 2014 Pazar

Dilce susup bedence konuşulan bir çağa dair

"Çok yorgunum beni bekleme kaptan
Seyir defterimi başkası yazsın."

- Nâzım Hikmet

"Rahmetle anılmak, ebediyyet budur amma
Sessiz yaşadım, kim beni nerden bilecektir."

- Mehmet Âkif

Zannedilmesin ki bu kitap bir biyografi kitabıdır. Zannedilmesin ki bu kitap, içinde barındırdığı isimleri övmek veya yermek üzre yazılmıştır. Zannedilmesin ki bu kitap fikirden uzak bir magazin derlemesidir. Son olarak, zannedilmesin ki bu kitaptaki isimler aynı saftadır yahut her zaman yan yanadır. Elbette onların ortak paydaları olabilir lakin birbirlerinden ayrıldıkları çok keskin konular da bir hayli fazladır. Ümit Aktaş'ın tamamen kendi fikirleriyle harmanlayarak isimlerin üzerinde durduğu "Çağımızın Tanıkları", hayata nereden baktığı önemli olmadan fikir, düşünce ve kendi alanında becerisini ciddi manada konuşturmuş isimlerin tezahürüdür.

Kimler vardır bu kitapta? Mücahid bir bilge olan Aliya İzzetbegoviç, Fransız Komünist Partisi'nden ayrıldıktan uzun bir süre sonra 69 yaşında Müslüman olmaya karar veren Fransız düşünür ve yazar Roger Garaudy, "Sizi rahatsız etmeye geldim!" diye bas bas bağırmış olan ve İran istihbarat örgütü tarafından öldürülen Ali Şeriati, toplumsal düşünce üzerine ciddi emekler vermiş olan Seyyid Kutub, devrimci bir âlim ve mümin Humeyni, Rus anarşist yazar Lev Tolstoy, Hindistan Bağımsızlık Hareketi'nin unutulmaz lideri Gandi, Modern Türk Şiiri'nin iki büyüğü Nâzım Hikmet ve Mehmet Âkif, Türk düşüncesinin ve şiirinin yaşayan efsanesi İsmet Özel, birbirine uzak gibi görünen iki yakın İbn-i Haldun ve Karl Marx, kitabın misafirleri.

Kitap her şeyden önce lezzetli, fakat her okuyucuya akıcı gelmeyebilir. Yazar Ümit Aktaş, 1980'lerin sonundan itibaren ortaya koyduğu araştırma, deneme, düşünce kitaplarıyla bu konularda konuşacak çok şeyi olan bir kalem olduğundan, isimler üzerinde yazarken bol miktarda fikriyat sunumu yapıyor. Bu durum, normal bir biyografi bekleyenleri hüsrana uğratabilir. Lakin lezzetli bir kitap okumak isteyen düşünce meraklılarını ise kâfi miktarda doyurabilir. Popüler bir yorum olarak şu yapılabilir: Bol not aldıran fakat altı çizilecek cümleler barındırmayan bir kitap. Mühim olan bir şeylerin altını çizmek değil oysa, altını üstünü kazıyacak kadar beyni yormak.

Yazının başlığını İsmet Özel'in ihtida ettiğinin beyanı olan 1974 tarihli "Amentü" şiirinden seçtim. Zira bu kitaptaki tanıklardan yaşayan sadece kendisi. Kitabın arka kapak yazısı ise kitabı anlatmak babında güzel bir paragraf. Onunla bitirelim.

"Tıpkı suratına geçirilmek istenen o "beyaz" maskeyi reddeden Malcolm X gibi, tıpkı asimilasyonu ve teslimiyeti reddeden Aliya gibi, tıpkı üzerine doğru yürüyen teknolojizmin ölüm makinesi karşısında geriye çekilmeyi insanlık onuru adına reddeden Rachel gibi, tıpkı "bizim amacımız hükûmete değil, marifetullaha ulaşmaktır" diyen ve İslam'ı siyasallaştıran mollalara karşı İslamî siyaset perspektifini ortaya koymaya çalışan Humeyni gibi, tıpkı zalimlerden özür dilemektense ölümü seçen Seyyid Kutup gibi, tıpkı üzerine doğru hınçla yürüyen o konformizme gömülmüş kalabalıkların aymaz suratlarına karşı "sizi rahatsız etmeye geldim" diyen Şeriati gibi ve tıpkı "doğrulukta sebat"ı ve "nefssiz, (yani nefsini gözetmeyen) eylem"i kendisine ilke olarak benimseyen Gandi gibi. Çünkü ancak bu yüreği deli, aklı dolu olanlar sayesindedir ki insanlıktan umut kesilmeyecektir."

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

6 Şubat 2014 Perşembe

Zaman mı insanı, insan mı zamanı değiştirir?

"Dün ve Ferda", Orhan Kemal Roman Ödülü, Haldun Taner ve Yunus Nadi Öykü Ödülü sahibi, literatürde "Modern zamanların romancısı" şeklinde tanımlanan usta kalem Erendiz Atasü'nün Kasım 2013 çıkışlı son romanı.

Atasü’nün metni yoğun bir metin, güçlü duyguları ve zor bir dönemi 213 sayfada yormadan, sıkmadan, başarılı bir şekilde toparlayan bir anlatımla kaleme alınmış. Okuruna bir mesele veriyor ve o meselenin parçalarını sunuyor. Yanlış bilinen doğruları karakterleri vasıtasıyla okuyucusuna taşıtıp bırakacakları yeri kendilerinin bulmasını bekliyor. En önemlisi anlamalarını istiyor.

"Dün ve Ferda" için anlatırken anlaşılmak isteyen bir roman denilebilir. İsminden yola çıkıldığında dünü, bugüne ve geleceğe devşirerek anlatan 60’ların başı ile 2000’lerin başı arasında gerçekleşmiş olan darbeler, siyasal dalgalanmalar, aşklar, aile ilişkileri, beklentiler hayal kırıklıkları, başarısızlıklar, ülke gündemi gibi pek çok konuya dokunarak yol alıyor. Sol-Sağ, Liberalizm, Kapitalizm, Sosyalizm, Proletarya, Özelleştirme, Neoliberalizm, Faşizm, Laiklik, Milliyetçilik, Cumhuriyetçilik gibi ana kavramların 60'lar Türkiye’si ile 2000’ler Türkiye’si arasındaki değişim ve dönüşümünü sorguluyor. Bunu yaparken aralara girerek bu kavramları en olağan şekilde yalın haliyle açıklamaya çabalıyor.

Atasü incelediği meselelerin merkezine Ferda karakterini koyuyor. En azından hikayeye giriş yaparken okurun böyle hissetmesini sağlıyor. Zira usta romancının hiçbir karakteri olay içerisinde yan karakter olma özelliği göstermiyor. Prof. Dr. Kazım Beyazıt, Prof. Dr. Hürriyet Berkman, Ferda’nın eşi Özdemir ve kızı Barış için teker teker ayrılmış bölümler mevcut. Yazar tüm karakterlerine aynı şiddette bir önem dozu biçiyor, ancak olayların akış grafiği içerisinde hepsini birinin duygusal ve fiziksel dünyasına Ferda Başarır’ın dünyasına bağlıyor.

Hikaye henüz 21 yaşındaki Ferda’nın üniversiteden mezun olmasıyla başlıyor. Başarılı bir öğrencilik hayatından sonra kendisini kızı gibi seven hocası Prof. Dr. Hürriyet Berkman’ın desteğiyle akademik hayata atılan genç karakterimiz burada kendisinden kırk yaş büyük ve sağlam bir sağcı olan Prof. Dr. Kazım Beyazıt’la yakınlaşıyor. Solculara beslediği nefret ve sert mizacıyla üniversite ortamında terör estiren kürsü başkanı Kazım Beyazıt ve Ferda kendilerini umulmadık bir aşk serüvenin içinde buluyorlar. Yazar Ferda ve Kazım aşkı üzerinden fikir ve görüşlerin sevgi üzerindeki geçersizliğini, yaşını başını almış eğitimli bir adamın katılaşmış yüreğinin genç ve naif bir "yeleli tay" karşısında eriyişini anlatıyor ilk bölüm boyunca. Hürriyet Hanım ve Kazım Beyin çekişmeleri arasında görüşleri şekillenen Ferda, aşkı tattığı Kazım beyden çok büyük beklentiler içerisine girmemesi gerektiğini öğrenirken, Hürriyet Hanım’dan ise gururun her zaman işlevsel bir araç olmadığını öğreniyor.

"Bir limanı olmalı insanın, Ferda. Yakın ilişkilerde onur, yararlı bir şey değildir. Onurun çok keskinse sonunda limansız kalırsın."

Ferda karakterini çok iyi bildiği bir meslekte "eczacılık" mesleğinde kurgulamış yazar. Kendisi de eczacı olan Erendiz Atasü belki de zamanında yaşadığı sıkıntıları eczanelerin devlet elinden çıkması, tekelleşmesi, özel sermayenin yarattığı yıkım gibi ara konular açarak Ferda ve ailesi üzerinden aktarmış.

Darbeler sırasında işinden olan Ferda’nın eşiyle sıkıntılarını, Almanya da sığınmacı olarak kalmak zorunda oldukları sıralarda doğan kızının anavatana dönüşte yaşadığı kültür şokunu, subaylıktan görüşleri yüzünden atılan babasının yıkımını, annesinin görmezden gelişlerini… sol ve sağ görüşü açık açık çarpıştırmadan vermeyi başarması bakımından da önem taşıyor "Dün ve Ferda" Romanda dikkat çeken belki de en önemli nokta Atasü’nün 2.bölümden itibaren anlatının aralarına sıkıştırdığı "Sanal ortamda…" başlıklı bölümler. Yazar bu bölümlerde karakterlerini, kendisini, hikayeyi ve gelinen son noktayı özeleştiriyor. Ferda karakterinden neden hoşlanmadığını (veya öyle sanılmasını istediğini) Kazım Hocanın kaybettiği oğlu Selim yüzünden içinde bulunduğu ruh halini, Ferda’nın Eşi Özdemir’in neden silik bir karakter olarak çizildiğini, kızı Barış’ın "demir leblebi" annesinden farklı olarak neden kolayca pes edip kaçan bir karakter olduğunun art hinterlandını gözler önüne seriyor. Bu noktada Dün ve Ferda’nın romancılık tekniğine getirilmiş yeni ve ilginç bir soluk olduğunu söylemekte oldukça mümkün.

Genç Ferda, orta yaşlı Ferda, yaşlı Ferda ve değişen Ferda olarak bölümlendirilebilir roman. Zira yazarın anlatmak istediği şey: Ferda karakterinin kalanıyla gideniyle, aşkıyla ihanetiyle, meselesiyle en önemlisi kendisiyle son noktada nasıl ters düştüğü. Zamanı değiştirmeye çalışan bir anti kahramanın, ruhtan muhalif bir bedenin uğradığı hüsran. Hiçbir şeyin aynı kalmadığı, ne kadar direnilse bile bir noktadan sonra görüşlerin saptığı, insanın değiştiği, zamanın acımasız dozerlerinin saldırısı karşısında ne kadar çaresiz kalındığı ve dahası… Kitabın son sayfalarında Ferda’nın kendisine itiraf etmeyi başardığı gibi…

"Kötü bir evlattım, iyi bir anne olduğumu iddia edemem, başarısız bir devrimciydim, her şey yarım kaldı hayatımda. Gereksiz atılımlar…Ama belki de gerekliydiler, çok da emin değilim. İnsanlık komedyası… Çok doğru. Ben de rol aldım bu komedyada, sonu dramdı benim için….Uzaktan bakınca bana da komedya gibi görünüyor…Uzaktan. O zaman da insana yakın bir şey kalmıyor. Kimseyi aşkla sevmedim, kimse beni aşkla sevmedi. Nasıl bir eştim ,bilemiyorum. İyi bir eş olduğum günler de oldu. Şimdi işte burdayım ülkemden, düşüncelerimden uzak, tek başına yalnız ve yaşlı bir kadın."

"Dün ve Ferda" en genel anlamıyla darbelerin gölgesinde yolunu bulmaya çalışan özgür bir birey olmak için çoğu zaman limanlarını ilgisiz bırakan bir kadının öyküsü. Fikir ve meseleler kitabı. Ancak bu fikir ve meseleler üzerine ince ince düşündüren okurun kendisine ait olanları bir kez daha gözden geçirmesine yardımcı olan bir metin. En yıkılmaz görünen duvarların bir anda nasıl paramparça olabileceğini gösteren, en güçlü iradelerin başka iradeler karşısında boyun eğişini tüm çıplaklığıyla betimleyen son dönemin en güçlü romanlarından.

Erendiz Atasü’nün bir solukta okunan ama bir solukta sindirilemeyen anlatımıyla... Meseleler ve fikirler, dün bugün ve gelecek üzerine kafa yormak isteyenlere...

Gürcan Öztürk
twitter.com/gurcanozturk_

3 Şubat 2014 Pazartesi

Dünya, ağrıyor, ağrıtıyor

"Dertleri zevk edindim bende neş'e ne arar
Elem dolu kalbimden gitmiyor hatırâlar
Mâziden kalan her iz beni içten yaralar
Elem dolu kalbimden gitmiyor hatırâlar."

- Sırrı Uzunhasanoğlu (Selâhattin İnal, Kürdîlihicazkâr)

Her yazarın ve şairin, dünyayı kendine göre bir yorumlayışı, katlanışı ve o dünyayı seslendirişi var. Mesela Albert Camus "Ben umutsuzluğu ve bu dertli dünyayı kabul etmeyerek, insanların birleşmesini ve kötü yazgılarına karşı savaşmalarını istiyordum" demiş. Şule Gürbüz "Hayatı pek hayatıma sokmaya niyetim yok. Onun seyrinden ziyade kendi seyredişime tabiyim" der. Yazma amacını Sartre "Hiç kimsenin dünyadan habersiz kalmamasını ve bu yüzden kendini suçsuz hissetmemesini sağlamak" şeklinde özetlerken İsmet Özel'e göre "Dünyaya gelmek bir saldırıya uğramaktır" zaten. "Dunya" bu. Dun. Yani; aşağılık, alçak, bozuk, kirli.

Son romanını 2011'de (Suzan Defter) yazmış olan Ayfer Tunç'un 2012'de Memleket Hikayeleri yayımlanmış olsa da, üç yıllık aradan sonra yeniden okuyucusunu selâmladı diyebiliriz. Çünkü Ayfer Tunç'un romanlarında en dikkat çeken unsur, yazarın konu ne olursa olsun dünyaya nasıl baktığını gösterebilmesi hiç şüphesiz. Kendisi, "Yazıyorum, çünkü bana bahşedilen tek bir hayatla yetinemiyorum, aynı anda ben ve başkaları olmak için yazıyorum. Hayat iki büyük yalnızlık olan doğum ve ölüm arasındaki kısa maceradan ibarettir, insanın hikayesi ise varlığımızı oluşturan bütünden kopmanın hikayesidir" der. Bu da yazarken romanlarındaki kendi iç sesini ne doğrultuda aktardığının ipucu gibi.

"Dünya Ağrısı"nda bu daha da aşikâr oluyor. Gerek Mürşit'in kalbinden, gerek Madenci'nin sözünden, gerek Özgür'ün davranışlarından, gerekse Şükran ve Elvan'ın yaşamından. Araya sıkışmış, televizyon tabiriyle "üçer beşer dakika rol bulmuş" karakterlerde bile bir ağrı var, dünya ağrısı. Ama herkesin ağrısı farklı. Kiminde kariyer, kiminde şöhret, kiminde yalnızlık, kimide hafıza, kiminde aşk, kiminde sessizlik, kiminde vicdan, kiminde hesaplaşma. Hep bir ağrı, her biri bir ağrı, hepsi ayrı birer ağrı:

"Hayatta nefes almaktan başka hiçbir şeye ihtiyacı yokmuş gibi yaşıyor."

"Hafızası insanın düşmanıdır," dedi aynı gece. "Unuttum, kurtuldum sanırsın ama öyle bir şey yok. Yaşanmıştan kurtulmak yok. Toprağa girene kadar takip eder seni olmuş olan."


"Sıkışan insan ne güzel yalanlar söylüyor ne tuhaf şeyler buluyor diye düşünüyor. Hikâyelerden çok hikâyelerine inandırmak için ayaküstü uydurdukları ayrıntılar hoşuna gidiyor. Onu ikna etmek için sahte kalp krizi geçirenler bile oluyor. Hiçbir ayrıntının üstünde fazla durmuyorlar, inandıramadıklarını anlayınca hızla başka bir yalana geçiyorlar, birer cümlelik uydurma hikâyelerini zincir gibi birbirine bağlıyorlar. Tutarlılık gibi bir dertleri yok."

Oğlunun istikbaliyle oynayan daima iddialı babalar, hayatın ağırlığını ve dünyanın ağrısını bünyesinden bir an olsun çıkarmayanlar, oteller, küçücük bir şehir, maden, altın umudu, toplumsal baskılar, ülke gündemi, erkek ve kadın arasındaki o hiç bitmeyen hasret, karakterlere dağılmış vaziyette yer buluyor "Dünya Ağrısı"nda. Ayfer Tunç'un fevkalade akıcı ve yalın üslubu ise 331 sayfalık bu romanın kısa sürede bitmesini sağlıyor. Ne hikâye ne de metin, okuyucunun gözünde büyüyor. Okuyucu, daha ilk sayfalardan yazarın ağrısına ortak oluyor, karakterlerin bu ağrıyı gerçekçilik içinde aktaran birer oyuncu olduğunu çok iyi anlıyor.

Romanda fazla karakter olmaması, mekanların sürekli değişmemesi, yaşadığımız hayatın içinden ve tanıdığımız insanların yüzünden olması; romanı okurken hikâyeden kopmamayı sağlıyor. Fakat yer yer eklenmiş siyasal kaygılar, sosyal mesajlar her ne kadar demagojiden uzak olsa da, maalesef romanın kalitesini düşürüyor. Özellikle hiç beklenmeyen bir son var ki, okuyucunun hayal kırıklığına uğraması doğal karşılanmalı. Öte yandan romanın içindeki "dünya ağrısı" algısı, günümüzdeki kozmopolit şehirlerin ve materyalist insanların neresine nasıl bakılacağını da bir inceleme misali aktarıyor, anlatıyor.

"Yaşadıklarını hatırlamak istemiyordu, bu yüzden içini uyutuyordu. Sonunda öldü."

"Anlatabilmek için anlatılacakların olgunlaşmasını beklemek lazım. Bir acıyı zamansızca anlatmak dokusunu bozar, beklemek lazım."

"Ama insan, hayatın bir yerinde iyi kötü bir bütün olmak istiyordu, kırık dökük de olsa bir bütün ya da ona yakın bir şey. İnsan bu yüzden hatırlıyordu her şeyi, zamanı gelince istemese de parçaları bir araya getiriyordu. Ama zaman içinde pek çoklarının ruhu taşlaşmış oluyordu, çoğunluk bir şey hissetmiyordu, çoğunluk aynada kendine baktığında gördüğü sahte bütünden hoşnut kalıyordu."

Ayfer Tunç tüm romanlarıyla hem memleketin hem insanın, geçmiş-gelecek arasındaki nabzını tutuyor, tansiyonunu ölçüyor, dünya karşısındaki durumunu sergiliyor. Yaşam üzerine asla öğüt vermiyor, yaşamı örgü gibi işliyor.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

2 Şubat 2014 Pazar

İçimizdeki şeytan ya da acziyeti kabul

"...bir gece aynaya baktığımda, kıpkırmızı gözlerim bana bütün dünyayı ve iğrençliklerini hazmedebileceğimi söylemişti."
- Hakan Günday, Kinyas ve Kayra

"İyilik demek kimseye kötülüğü dokunmamak değil, kötülük yapacak cevheri içinde taşımamak demektir."
- Sabahattin Ali, İçimizdeki Şeytan

Türk edebiyatında Sabahattin Ali denince akla iki roman gelir, en azından benim için durum böyle. Biri elbette Kürk Mantolu Madonna, bir diğeri ise İçimizdeki Şeytan. Klasik edebiyat yazarları arasından Ali'ye öyküleri nedeniyle ayrı bir sevgim vardı, bu sevgi Kürk Mantolu Madonna ile bir hayranlığa dönüşmüştü. İçimizdeki Şeytan'ı da bu beklentiyle okumaya başladım ancak beklediğimi buldum diyemem. Bu, romanın Kürk Mantolu Madonna'nın gölgesinde kalmasının yanı sıra içerik, üslup vb. açısından aynı paralelde yer almamasından kaynaklanıyor.

İçimizdeki Şeytan çok fazla konuya gönderme yapan bir anlatı niteliğinde, merkez öykü ve tema çevresinde farklı sorunsalları dert edinmiş bir eser. Anlatıcı; Macide karakteri üzerinden "Türk toplumunda kadınlık" konusuna, Nihat üzerinden daha siyasi bir olay örgüsüyle "hırs ve piyon olma" kavramlarına, Bedri karakteri ile Türk edebiyatına sıkça kullanılan ve şeytanın tam da karşısında yer alan, tertemiz, günahsız "melek" karakterine, Emine Hanım ve ailesi ile "pragmatizm"e, Ömer'in vakit geçirdiği ahbapları ile "züppe Türk aydınları"na ve Veznedar karakteri ile "çaresizlik ile mecburiyetten kirlenme" durumlarına göndermeler yapıyor. Kitabın ikinci ana kahramanı Ömer ise Bedri'nin karşısında yer almasına rağmen salt kötülüğe batmayarak insanın içindeki şeytan ile mücadelesi fikrini yaratıyor.

Ancak romanda tüm bu temaların önüne geçen bir konu ve tüm karakterlerin hatta Ömer'in bile önüne geçen bir başka karakter vardır: Şeytanın ta kendisi. Anlatı boyunca bu ana karakter "romanın kötüleri" diye ayırabileceğimiz sınıfa türlü türlü ahlaksızlıklar yaptırmaktadır. Örneğin veznedar karakteri aslında temiz, kendi halinde bir adamcağız olmasına rağmen etrafındaki şeytanların oyunlarına alet olur ve kendisinin de daha fazla "melek" kalamayacağına inanarak saf değiştirir. Ömer ise sürekli bir çatışma halindedir; eşi Macide'yi ve anlatımızın günahsız karakteri Bedri'yi kendisini aldattıkları gerekçesiyle suçlar ve her ikisini de yerin dibine sokacak sözler sarfeder. Ancak durumun sandığı gibi olmadığını idrak edince “Kendi ruhunun pisliğini bu kadar yakından gören bir adam başkalarının temiz olacağına inanabilir mi?” diyerek suçu her zaman olduğu gibi içindeki şeytana atar. Ömer'in içindeki şeytanla mücadelesi anlatının önemli bir unsurudur zira bu çatışma şeytanın biçim değiştirmesine ve Ömer'in bir gerçeği kabul etmesine vesile olur: “İçimizde şeytan yok... İçimizde aciz var... Tembellik var... İradesizlik, bilgisizlik ve bunların hepsinden daha korkunç bir şey: hakikatleri görmekten kaçmak itiyadı var...”. İşte, bence romanın tüm kurgusu da tam da bu cümlelerde saklı.

"İçimizdeki Şeytan" kendi ruhunuzdaki şeytanlarınız, öfkeniz, bahaneleriniz en çok da kendinizle yüzleşebilmeniz için kütüphanenizde hazır olduğunuz an için sizi beklemesi gereken bir roman. Bir an önce edinin ve kitaplığınıza yerleştirin. Yüzleşme vaktinin ne zaman geleceğini kim bilebilir ki?

Feyza Andaş
twitter.com/feyzandas

31 Ocak 2014 Cuma

Kendi sahnesinin perdesini açmak isteyenlere

Hem ilk nesil hem de yeni nesil Türk romancılığının faydalanmaktan imtina ettiği bir dönemdir Orta Asya Türk Tarihi. Bunun dönemsel yahut siyasal çeşitli sebepleri var muhakkak. Arketipik Türk romancıları Orta Asya Türk Tarihi'ni edebiyat sahnemize çıkartan Türkçülük akımını takvim itibari ile ıskaladıkları için mazur görülebilirler. Türkçülük akımına değin Orta Asya Türk Kültürü'ne dair kaynakların vasatlığı ve konuya karşı bilimsel ilgisizlik ilk Türk romanlarının bu membadan faydalanmasına mani olmuştur denebilir.

20.yy başında daha üretken hale gelen sonraki nesil Türk romancılığı ise Orta Asya Türklüğünün sıklıkla Türkçü-Turancı ideoloji ile beraber anılıyor oluşu yüzünden konuya mesafelidir. Türkçülük akımının evvelinde ve sonrasında edebiyatçılarımızın çok azının Orta Asya Türk kültürüne dair bilgi ve görgüye sahip olduğunu rahatlıkla görebiliriz.

Mesaisini ve tüm yaşam mefkuresini ari Türk kültürüne ve Türk tarihine adamış bir ülkü adamı Nihâl Atsız’ın Bozkurtlar romanı geniş Türk tarihinin mevzubahis bölümü üzerine kendi türünde kaleme alınmış ilk eser olma özelliği taşır.

Bozkurtlar, Nihâl Atsız tarafından ardı ardına yazılmış “Bozkurtların Ölümü” ve “Bozkurtlar Diriliyor” isimli iki kitabın toplamından teşkildir.

"Kür Şad, ölmüş Çinli yığınları üzerinde tek başına Çin kağanlığına karşı vuruşuyordu. Yalın kılıçtı. Börkü düşmüş, kaftanı parça parça olmuştu. Göğsü açıktı. Göğsünden, alnından, yanaklarından, boynundan kan sızıyor, fakat o yine vuruşuyor, dövüşüyor, çarpışıyordu.

O şimdi yarı tanrı gibi bir şeydi. Ölümü de başka türlü olmalıydı. Kırk kahraman birer birer düştükten sonra o hâlâ ayakta idi. Uzun saçları omuzlarında uçuyor, gözleri kıvılcımlar saçıyor, kolu yıldırım hızıyla kalkıp iniyor, her inişte bir Çinliyi deviriyordu.

En sonra ölüm kızı onun eline bir sağrak sundu. Kür Şad bu acı sağrağı gözünü kırpmadan içti. Atının yelesine kapandı. Başını dayadı. Sağ elinde kılıç hâlâ sımsıkı duruyor, sol eli sarkıyordu.

Kür Şad ölmüş, fakat attan düşmemişti.

Ölmüş, fakat yenilmemişti…"

Hikaye 7. yüzyılda Orta Asya’da göçebe halde yaşayan bir Türk boyu Bozkurt Türklerinin en büyük düşmanları Çinliler ile tutuştuğu savaşın, mağlubiyetin, tutsaklığın ve ihtilalin hikayesidir.

Hikayenin kurulum kozmosu Ötüken’dir. Atsız romanın ilk bölümlerinde “İdeal Türk Yurdu” olarak bahsettiği Ötüken üzerinden Orta Asya Türk coğrafyasının koşullarını ve sırlarını okuyucuya verir. Atsız’ın Ötüken tasvirleri o denli etkileyicidir ki Aymatov "Bozkırda doğmuş olan ben bile, bozkır hayatını, hiç bozkır görmemiş Atsız kadar canlı anlatamazdım." itirafında bulunur. Ayrıca Ötüken bir yerleşim birimi olarak da dönem Türklüğünün adeta bir konsantresidir. Ötüken ve Bozkurt Türkleri üzerinden işlenen bu hikaye sosyal katmanlar, toplum ve aile gibi olguları ele alarak okuyucusuna adeta bir dönem belgeseli izletir. Kamusal düzen, devlet geleneği ve askerlik hiyerarşisinin de Türklerde ne denli eski olduğu sık sık vurgulanmaktadır.

Romanda Bozkurt Türkleri, Atsız’ın ideolojik duruşuna paralel bir şekilde kahramanlık, savaşçılık, fetihçilik ve ülkücülük ayakları üzerine oturtularak inşa edilmiş bir topluluktur. Irk ve coğrafya uğruna fedakarlık ve şehitlik üzerine güzellemeler "Bozkurtlar’ın Ölümü"nde çokça gözlenir.

Bozkurt Türklerinin maddi yoksulluklarına ve yer yer kederli ruhi durumlarına da atıflar mevcuttur. Hikayenin içerisinde bu tarz duyguları işleyen ozan deyişlerine sık sık rastlarız.

"Bir güzeli özleyiş…
İşte en güzel deyiş!
Ömür tüket, gönül deş
Sevgi seni unutunca.

Yâri her bir anışım
Bir ölümdür tanışım!
Belki diner yanışım
Son uykuya yatınca…"

Bu tarz deyişler dönemin edebi ve müzikal anlayışlarına dair bilgileri de okuyucuya alt mesaj olarak vermektedir. Romantizm unsurlarını da özellikle ikinci kitap “Bozkurtlar Diriliyor”da fazlaca görürüz.

Romanda karakter betimlemeleri ve karakterler arası ilişkiler, topluluklar ve topluluklar arası olaylar dönemin konseptine büyük bir sadakat ile yazılmıştır. Bu yönü ile Bozkurtlar tarihi enformasyonel bir nitelik de taşır.

Atsız’ın duyarlılıklarından birisi de Türk dili ve kültürü ile de alakalıdır. Bugün çeşitli sebepler ile unutup kullanmaktan vazgeçtiğimiz bir çok Türkçe fiil ve isim hikaye içerisinde yer alır ve bir süre sonra kalıplaşarak zihinlerde yer edinir. Folklorik unsurlar ve gelenekler hikaye içi hadiselerde mühim yer tutmaktadır.

Disiplinli bir ideal insanı olarak Atsız’ın bu eserde herhangi bir fikir işlemesi amaçlamadığını söylemek fazlaca iyimser bir yaklaşımdır. Atsız’ın bu yaklaşımını ilerleyen romanlarında daha yoğun hissederiz. Fakat genel edebi kıymeti ve kucakladığı okur yelpazesi açısından Bozkurtlar romanı Türkçü-Turancı fikrin ürettiği en mühim edebi üründür. Tam da şu dönemde kurgu orta dünya romanlarına mahkum edilmiş Türk okuruna, kendi sahnesinin perdesini tekrar açacak bu kitabı, Türk romancılığının kalibresini hatırlamak-hatırlatmak babında okumak ve okutmak bir vazife sayılmalıdır.

Murat Çınar
twitter.com/muratcnr

29 Ocak 2014 Çarşamba

Bazı kitaplar, okuyucusunu nurlandırır

"Sevmek, dert ve gam tatmak içindir. Sevgili, sevenin çok üzülmesini ister. Böylece, kendinden başkasından büsbütün soğumasını, kesilmesini bekler. Sevenin râhatlığı, râhatsızlıkda­dır. Âşıka en tatlı gelen şey, sevgili için yanmakdır. Râhatı, yaralı olmakdadır."
- İmâm-ı Rabbânî, 140. Mektub

"Ruhumuza kıymet vermez olduk."
- Nurettin Topçu, İradenin Davası

Her yıl bahar aylarında mutlaka bir hikâye ile bizlere selâm veren Mustafa Kutlu bu kez kışın selâmladı. Nurlandırdı demek daha doğru olabilir. Dergâh Yayınları'ndan Ocak 2014'te çıkan "Nur", okuyucusunun daha ilk sayfalarda içini ısıtıyor. Mustafa Kutlu'nun geldiği son nokta demek ne kadar doğru olur bilemeyiz fakat hem günümüz sıkıntıları hem de gelenek, bu kitapta hikâyeleşmiş. Bu hikâyeleşmede yazarın üzerinde durduğu konuların dışında, sevdiği ve ilgi duyduğu yazarları, şairleri, velîleri görmek de mümkün. Okuyucuyu hikâye dışında en çok bu heyecanlandıracaktır şüphesiz. Kimler yok ki kitapta? Yunus Emre, Nurettin Topçu, Mehmet Âkif Ersoy, Faruk Nafiz ÇamlıbelTurgut Cansever, İsmet ÖzelKuşeyrîEbû Süleymân DârânîAbdullah bin HubeykYahyâ bin MuâzCafer-i Sadık. Hepsi bazen bir dizeyle, bazen bir sözüyle, bazen de fikriyle karşımızda. Arada türkülerimiz ve Türk Sanat Müziği eserlerimiz de insanın yüreğine işliyor. Bir hikâyede bu kadar ganimet, gözleri yaşartan bir güzellik.

Mustafa Kutlu bu kez bir kadın karakteri oturtuyor baş role: Nur. Güzeller güzeli, Allah aşkıyla dolu. Sırf bu aşkından yollara düşüyor, uykusuz geceler geçiriyor, hayatındaki bir çok imkânı elinin tersiyle itiyor. Sırf hakkı aramak ve bulmak için. Ne demişler: Kâbe'nin yolları bölük bölüktür / dünya dedikleri bir gölgeliktir.

Bir tarafta hayatını işine adamış bir baba, İskender:
"Geç kaldım. Gitsem iyi olacak deyip, kaçar gibi sıvışıyor evden. O bir iş adamı. İş adamının ne çocuğu olur, ne eşi. Hatta ne de evi. İş ona yeter. İşin ağına takılmıştır ve kurtuluşu yoktur. Yalan dünya."

Diğer tarafta hayatı kendisiyle mücadele içinde geçen Nur:
"Nur'un ders başarılarını, herkese tepeden bakan tavrını, oğlanlara yüz vermemesini çekemeyen bir iki kabadayı kız, bir gün önünü kesti.
- Bana bak hacı anne.
- Ne var n'olmuş?
- Seni bu okulda istemiyoruz.
Nur diklendi.
- Kim. Kim istemiyor?
İriyarı olan öne çıktı.
- Ben!
Nur buna iki tane çaktı. Bir uçan tekme attı. Kız iki seksen. Burnu kanamıştı. Nur'un gözleri çakmak çakmak:
- Var mı başka istemeyen? Ha, var mı?"

Kızlar yerdeki arkadaşlarını kaldırarak korku içinde kaçtılar.
Bu olan Nur'u okulda efsane haline getirdi. Artık herkes ondan çekiniyor, saygı ile yaklaşıyordu. Nur şöyle düşünmeye başladı. Güç pek çok şeyi hallediyor. Demek iktidar böyle bir şey. Ve demek herkes bu yüzden iktidar peşinde. Vay be!
Ama İslâm öyle demiyor. İslâm "Zulm ile âbad olanın ahiri berbat olur" diyor."


Nur'a âşık olan fakat bunu asla açıklamayan, komşusu Ayten tarafından çok sevilen, kardeşi Çiçek'in örnek ağabeyi Sinan:
"- Bak Ayten, seni severim. Komşuyuz şurada.
Edeplisin, çalışkansın, güzelsin.
Ayten iyice kızarır. Sinan devam eder:
- Çiçek doğru demiş. Nur'la arkadaşız. Bu arkadaşlığın sonu nereye varır bilemem. Ama benden umudu kes. İyi bir kısmet çıkarsa geri çevirme. Benim sonum belli değil, bekleme.
Ayten'in yüzü karmakarışık. Kekeler.
- Ben de şey, diyordum ki.
- Deme. Çiçek bana anlattı zaten, biliyorum. Acıdır. Onu da biliyorum. Ama kendine yazık ediyorsun.
- Bir umut.
- Yok. Dedim ya benim sonum belli değil. Her şey Nur'a bağlı."


Hikâyeyi daha fazla açık etmemek lâzım ve kış bitmeden okunması lâzım. Bazı hikâyelerin gerçekten bir zamanı oluyor. Doğru zamanda geliyor, doğru zamanda ruhu yakalıyor ve işliyor. Nur da öyle bir hikâye. Okuyanı da nurlandırıyor, hikâyenin içindeki tüm isimleri de ve elbette yazarı da.

Otobüste ineceğim durağı kaçırmama sebep olacak bir hikâye okumayalı uzun zaman olmuştu.
Teşekkürler Mustafa Kutlu. Nur için.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

28 Ocak 2014 Salı

Sıradan olanı sorgulamak isteyenlere

Galîz Kahraman, İhsan Oktay Anar’ın, her zamanki gibi hevesle beklenen ve beklendiğinden erken bir vakitte çıkan, yeni romanı. İhsan Oktay sevenler, külliyatını okuyanlar için bir önceki kitabı Yedinci Gün, bir değişimi işaret ediyordu. Galîz Kahraman, işte bu değişimi apaçık ortaya koyuyor. Anar’ın diğer kitaplarına göre, daha bugünde, daha eleştirel ve daha “gerçekçi” bir kitap Galîz Kahraman.

İhsan Oktay, Kasımpaşalı bir galîz (kaba ve çirkin, iğrenç manalarını taşıyor) kahramanın, İdris Amil Hazretleri'nin izinden sıradanlığı resmediyor. Kaba, yalancı ve fırsatçı anti-kahramanımız İdris Amil, insanoğluğunun en sıradan, en saf halinin sembolü ve hatta Yedinci Gün’de müjdelenen mükemmel insanın karşılığı olarak karşımıza çıkıyor.

Bununla birlikte İdris Âmil Hazretlerine lâyık olduğu önemi ve kıymeti az da olsa verebilecek kadar ilim sahibi şahıslar da yok değildi. İşte bunlardan biri, reisicumhurun davetlisi olarak trene binmiş bir antropologdu. Bu adamcağızın, nedendir bilinmez, arka vagonda hava almak için dışarı çıkarken gözleri Efendimiz’e kenetlenmişti. Adam gerisin geri döndü ve neden sonra elinde bir çanta ile gelip, candarmalann arasında bekleyen İdris Âmil Hazretleri’nin tam karşısına oturdu. Çantasını açıp bir fotoğraf çıkarmış, bir bu resme ve bir de Efendimiz’e bakıyordu. Ardından fotoğrafı İdris Âmil Hazretleri’ne gösterdi. Fotoğraftaki şahıs, Efendimiz’in bizzat kendisiydi! Dili döndüğü kadarıyla anlattığına bakılırsa, antropolog o güne kadar 10.000 kişinin fotoğraflarını tek tek çekmiş, sonra da negatifleri üst üste koyarak hepsini aynı anda, agrandizörde bir fotoğraf kâğıdına basmıştı. Çünkü adamın muradı, cümle âlemin en ortalaması olan "Mükemmel İnsan"ı bulmak idi. Bu insan da, Efendimiz’in aynısıydı. Antropolog bu insan türüne, ‘Homo Innosens’ adını vermişti. İşte bu insan türünün yeryüzünde bir tek örneği vardı.". İdris Amil’in toplumda yer edinme çabasını seyrederken, edebiyatçılara, sanatçılara, bilim insanlarına, hırsızlara ve olabildiğince “sıradan” insanlara rastlıyoruz her sayfada. Anar, edebiyattan bilime, sanattan sosyolojiye her konuda, bugüne kadar hiç yapmadığı kadar açık bir şekilde, eleştirilerini dile getirmiş.

Asırlardır sultanlar ve führerler tarafından idare edilmiş memlekette Hakikat, ahalinin reyine ve uzlaşmasına dayanıyordu; öyle ki Hakikat, başta hakim sınıf olmak üzere herkesin işine gelmeliydi. Uzlaşmaya dayalı demokrasi varsa Hakikat despot, uzlaşmaya dayalı Hakikat varsa rejim despot olmaktaydı. Bu nedenle memlekette Hakikat mutlak değil, örfi idi. Hatta daha fazlası, hukuhi idi de… Hakikat diye kabul edilen şeye dil uzatmanın cezası hapisti. Çünkü hakikat birçok kişinin işine gelmeli, bir işe yaramalıydı.”. Özellikle edebiyat dünyasına ve sözde “aydın-entelektüellerimize” ilişkin gözler önüne serdikleri tekrar okunmalı, üzerlerine ciddi düşünülmeli.

Anlaşılan bu tür şahısların her biri, lügatteki kelimeleri torbaya doldurmuş, rastgele çekere cümleler kuruyorlardı. Cümlenin anlam taşıması için, özne, yüklem, nesne ve tümlecin olması kâfi görünüyordu. Fakat anlamın tamamlanması için cümlenin devrik olması şarttı. Çünkü edebiyatta devrim yapmanın başka çaresi yok gibiydi.”. Ve elbette, gündeme göndermeleri… İdris Amil’in Kasımpaşalı olması bile başlı başlına bir gönderme mi acaba diye düşünüyor insan okurken. Kültürel ve toplumsal yozlaşma, yüceltilen vasatizm ve yitirdiğimiz onca değer, akıcı, düşündürücü ve eleştirel bir dille anlatılıyor.

Otomobilde geri dönerlerken, Muhtar’ın adamının şaplattığı tokatlara rağmen Efendimiz, girdiği evin sahibinin belediyede tanıdığı olan bir inşaat müteahhidi olduğunu, tarihî hamamı yakmadığı takdirde kendisini polise teslim etmekle tehdit ettiğini boş yere anlatmaya çalıştı. Dediğine bakılırsa, birçok meslektaşının aksine, onlar kadar dürüst olmayan müteahhit, yanan hamamın arsasına iş hanı yapacak ve parayı vuracak, aynı zamanda memleketin iktisadî durumunu bu sayede az buçuk düzeltecekti. Gerçi müteahhidin manevî tarafı güçlüydü. Çünkü Uhud’dan Ridaniye’ye kadar yapılan bütün dinî harpleri biliyordu. îllâ ve lâkin, ruhuna pek uygun olarak, askerî tarihi bilmesine rağmen galiba sanat tarihinden epey habersizdi. 400 senelik hamamı belki de bu yüzden gözden çıkarmış olmalıydı.

Hırsızlık mesleğinde haysiyetsizliğe yer yoktu. Namzetlerin saf temiz, gönlü tok, mütevazı ve mümkünse dindarca olması tercih edilirdi… Her hırsızın icra-yı faaliyet eyleyeceği mahalleler belliydi.

Galîz Kahraman, sıradan olanı, normal kabul ettiklerimizi ve bugünümüzü sorgulamak isteyenlere iyi gelecek bir kitap. Yüzeysel gibi görünüp katman katman açılan bir hikaye, derin ironi ve keskin mizahla şifa niyetine okunabilir.

"Bütün zamanların kahramanı olan bir insanın hikayesidir bu. … Sıradanlığın üst insanıdır o. Asilliğiyle asilleşememesi umrunda bile değildir. Onun umrunda olan tek şey, sadece ve sadece kendini algılamak, kendi küçük âlemine sığan kainatı kabul etmektir. Çünkü bilmektedir ki, gerçek bilgelik de zaten budur."

Merve Uzun
twitter.com/merveuzun

27 Ocak 2014 Pazartesi

Yalnız ruhta umut daima vardır

"Hastayım, yalnızım, seni yanımda
Sanıp da bahtiyar ölmek isterim
Mahmûr-ı hülyâyım, câm-ı lebinden
Kanıp da bahtiyar ölmek isterim."
- Rızâ Tevfik Bölükbaşı (Lemî Atlı, Hicaz)

Maggiore Hastanesi'nde Psikiyatri Başhekimi, Milano Üniversitesi'nde ise Sinir Hastalıkları ve Zihinsel Hastalıklar Kliniği Öğretim Üyesi olan Eugenio Borgna, "Ruhun Yalnızlığı" üzerine bir kitap yazdı. Yapı Kredi Yayınları da Meryem Mine Çilingiroğlu'nun çevirisiyle şubat 2013'te raflara sundu. Okudunuz mu? Hayır. Ne gerek var. Bir ergen duvar yazısı ismine sahip olsa da yalnızlığın çeşitlerini, çözümlemelerini ve hatta tedavi yöntemlerini, yalnızlığın içinde olup biten her şeyi okuyabilmek bu kitapla mümkün. "Bunalım, batılınındır" sözünü unutmadan okumalı. Zira bu "moderen ve lüküs" arkadaşlar her fırsatta bunalıma girmeye hazırlar. Werther'in acılarını okuduktan sonra yüzlercesi intihar etti, unutmamak lâzım. Kolay değil. Henüz Murat Kekilli dinlemedi hiçbiri ya da Ferdi Tayfur. Ah ne güzeldir: "Huzurum kalmadı fani dünyada / yapıştı canıma bir kara sevda..."

İki türlü yalnızlık ortaya koymuş Borgna. Biri içsel yalnızlık, diğer adıyla yaratıcı yalnızlık. Kişinin biraz da kendi tercihi. Diğeri ise acılı yalnızlık, yani tecrit yalnızlığı. İşte bu ikincisi, kişinin akıl ve ruh sağlığını tehlikeye düşüren yalnızlık çeşidi. Elbette Borgna'ya göre. Hayatımızın hangi yaşında, yerinde ve mekânında olursak olalım yalnız olacağız. Yalnızlık, kaçılması mümkün olmayan bir şey. Ama her yalnızlıkta umut da var. Bunun ispatını yapabiliyor Borgna. En çaresiz bir hastada bile umut var. Dilinde yoksa gözlerinde var. Yüzünde yoksa ellerinde var. Ama var.

Kısaca Borgna'dan bahsetmek gerek. Kendisi melankoli, delilik, bilmek ve delilik üzerine önemli çalışmalar yapmış, 1930 doğumlu bir İtalyan. Halen yaşamakta ve dolayısıyla çoktan delirmiş olmalı. Şu çağda akıllı kalmayı başarabilen biri varsa ona da delirmeyi öneriyoruz. En azından arada bir kendiyle dalga geçmeli. İyi geliyor. İtalyan amcanın yaralı duygular, bekleyiş-umut ve yüreğin duraklamaları gibi korkunç isimlere sahip kitapları henüz Türkçeye çevrilmedi. Muhtemelen ilk okuyucusu ben olurum. Güzel konular. Bu tip kitapları bir kuşun ötüşündeki "hayret"i ve bir çiçeğin açışındaki "hasret"i yakalayabilenler okumalı. Telefonunun şarjını bitirmeden uyuyamayanlar ve "param seni nere verem?" diye mağaza gezmekten düz tabanlaşanlar değil.

"Hayatımız kendi içselliğimizin sessizliğinde ve gizinde ilerlediğinde, yalnızlıkla damgalandığında bile, alacakaranlığı ve gün ışığını yakalamayı bilen kişide tekrar tekrar parlayıveren, varoluşumuzun eşlikçisi bu sabahyıldızına, umuda ihtiyacımız vardır."

Eugenio Borgna'nın kitabı hakkında daha teferruatlı bilgi vermekten imtina ediyorum. Zira yukarıda da dediğim gibi bu kitabı merak edenlerden çok, hak edenler okumalı. Ancak kitapta şiirle alakalı bölümü de anmak adına birkaç bilgi daha vermek isterim. Kitabın "İçinden Geçmiş Olduğumuz Karaltılar" adlı üçüncü bölümü, kendi içinde 4 alt başlığa ayrılıyor. Elbette bu alt başlıkların da altında konular mevcut. İlk alt başlık "Şiirsel İmgelemin Yalnızlığı" adına sahip. Şiire sevdalı bir ruh yoğun ilgiyle okuyacaktır hiç şüphesiz. "Büyük İçsel Yalnızlık", "Yalnız ve Düşünceli", "Kadim Kulenin Tepesinden", "İnmeye Cüret Edilemeyen Yalnızlık", "Biz Yalnızız, Korku Yalnızıyız", "Akşam Olunca", "Şiir ve Psikiyatri", "Şiir ve Felsefe" ve "Yalnız Yaşandığında" bu alt başlığın konuları. Müthiş ilgi çekici öyle değil mi? Burada Borgna özellikle 5 şair üzerinde duruyor. Hem yalnızlığın hem de umudun şairleri: Francesco Petrarca, Giacomo Leopardi, Emily Dickinson, Rainer Maria Rilke ve Antonia Pozzi. Madem yalnızlık ve umuttan söz ettik, Paul Celan'ın şu sözünü de hatırlatmak lâzım: "Şairler: Yalnızlığın son koruyucuları."

Rilke'nin -kim sevmez onu!- "Genç Bir Şaire Mektuplar" adlı eseri muazzam bir yalnızlık ve şiirsellik sandığıdır. Açmaya cesaretiniz varsa onda çok şey bulmanız mümkündür: "Herkesin yaşamında öyle saatler vardır ki, insan yalnızlığını verip ne denli yavan ve ucuz olursa olsun bir beraberliği almak ister karşılığında; iyi kötü ilk rastlayacağı kişiyle, en sıradan bir kişiyle sözde birazcık bir anlaşma uğruna yalnızlığı elden çıkarmak ister… Ama belki de yalnızlığın büyüdüğü saatlerdir bunlar, çünkü onun büyüyüşü de tıpkı oğlanların büyümesi gibi birtakım acı ve sancılarla gerçekleşir ve baharın ilk günü gibi hüzünle dolup taşar. Ancak, şaşırtmasın bu sizi. Bizlere gereken yalnızlıktır, büyük, içsel bir yalnızlık. Kendi içine yürümek ve saatler boyu kimselere rastlamamak…"

Sona gelirken, bahsettiğim bölümün içindeki "Yalnız Yaşandığında" konusunda değinilen bir Nietzsche alıntısını buraya da almak ve öyle gitmek isterim huzurlarınızdan. Zira bu sözler, "Niçe"nin "Hiçe" söylediği ve yalnızlığın "gerçekten" ne olduğunu aktaran yegane sözlerdir benim için:

"Yalnızlığın bittiği yerde başlar pazaryeri; ve pazaryerinin başladığı yerde başlar büyük oyuncuların gürültüsü ve zehirli sineklerin vızıltısı."

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Kendi sesindeki eksikliği arayanlara

Şairin söylemi gibi; ne yazılırsa yazılsın ve ne yaşanırsa yaşansın söyleyeceklerimizin daima hep biraz eksik kalacak yanına seslenişi gibi her şey...

Şiir belki de bu eksik yanımızın mabedine o en anlatılamaz yalınayaklığıyla ve sonsuzluk alfabesiyle dokunmamızı sağlayan en güzel yaşam ayracı oldu hep. İçimden Hiçime’nin hayata dokunuş ayraçlığı da böyle bir ayraç olsa gerek ki ; daha kapağını aralarken karşılıyor hayatın o eksik yanına dokunmanın gizemini gözleriniz.

"İnsan elinin değdiği her şey bozulurmuş’culara inat dokun bana" değişiyle de aralandıkça parmak ucunuz, kendi iç tanıklığınızda buluşur artık harflerinin yolculuğu ve mırıldanıverir şairin dili içinize o tanıdık ezgiyi.

"Eski bir mızıkanın dudağımda tanıklığı gibisin
Dost,
Sırdaş,
Yoldaş,
Yeri belli olmayanlarız ahret inancında
Sen, yeri iyisin…"

Yazar Emrullah Alp’in yazın hayatına ilk eser ürünü olan İçimden Hiçime kendi içinde kendi söylemlerinin harfleriyle sesini duyurmayı başarmış bir eser olarak çıkıyor karşımıza ve okundukça da okuyucunun parmak uçlarına dokuna dokuna kendini okutturacak bir ırmağa dönüşüyor.

Bir dostun dudak izidir alnına bıraktığı
iyi bir dileğin direkten dönüşü
-bir cümlenin gülüşüdür.
"Gözlerine uçurtma ipi bağlasam da eğilmese hiç başın"
diyememektir göz göze gelip...

"Bir film sahnesinin ortasında seni hatırlamak
Bir şarkının nakaratında seni anmak
Bana benzetmek
sana benzemek
her şeyde
her şeyi..."

Fatoş Zafer
fatocrn@gmail.com

22 Ocak 2014 Çarşamba

Şiir, şâirin yoğunlaşmasıyla ilgilidir

Işık Yanar’ın üçüncü romanı, merkez olarak geldiği İstanbul’un san’atsal birikimi içinde kendine bir rol bulamadığı için en sadık ve içten bulduğu dünyasına, taşraya yeniden sığınan bir şâiri anlatarak sadece bugünün entelektüalizmini değil, daha yüksek bir duyarlılığın izlerini de barındırıp yansıtması vesilesiyle bu imkâna sahip bir eser. Romanı alelâde bir kurmaca olarak okumanın ötesine geçtiğimizde bu imkânın kapıları da aralanmakta ve Yanar’ın da işaret ettiği gibi (İtibar, Şubat 2013, S:17) coğrafî bir taşralılıktan söz edilmediği ve onunla gösterilen taşranın ya da –merkez-çevre karşıtlığı açısından- çevrenin, bir koza olarak değerlendirilebileceği görülmektedir. Orada edebiyatçı en özgün, doğal halini bulur ve onunla yaşar, üretir. Uzakta kaldığı müddetçe merkezin sadece imleri, izlenimleri söz konusudur. Kendini san’atın kuvvesi haricinde bir zorlama ve baskı altında hissetmeden eserini olabildiğine doğal ve içtenlikle üretir. Böylece Yanar’ın vurguladığı yüksek ya da temiz akla daha çok yaklaşır. Kozasında kendi hâlesini bağımsızca, müstakil olarak örer. Özsel, kendine has “değer”ler san’atını anlamlandırır.

Taşra Şairi romanında şiirin merkezde bir dili olduğunu düşünerek İstanbul’a gelen Yakup’un da çelişkisinin olduğu söylenebilir. Çünkü o da modernizmi ve onun uzanımlarını san’at için bir merkez kabul etmiş tüm san’atçılar gibi, bu merkezi kendinden hareketle inşâ etmek gayretindedir. Örneğin şiirden bahsederken aşk, ölüm gibi temel saiklerin harekete geçireceği bir mekanizma olarak güzellikten bahseden Yakup bu güzelliğin anlaşılır olmasını da gerekli görmez bir yerde. Şiir, şâirin yoğunlaşmasıyla ilgilidir. (s.302)

Taşra Şairi’nde Yakup, yıllar önce ayrıldığı İstanbul’a dönerken orada şiirin ve kültürün merkezine döndüğü tahayyülü ile hareket etmektedir. Daha önce gelmiş, kötü şiirler yazmış ve sonrasında metropolü terk ederek taşraya sığınmıştır. Ancak emekliliğiyle birlikte gündelik hayatı taşıyamayarak yeniden İstanbul’a gelmiştir. İlk gelişinde bir şiirini –değiştirerek- yayımlamış olan ve şiir dünyasında benzerleri tespit edilebilecek olan “üstad” Ali Gani ile ilgili bir dosya hazırlamıştır. Ancak dosyası geri çevrilir. Bunun verdiği karamsarlıkla Yakup da romanın sonunda taşraya tekrar döner. Yakup bir şâir olmasına rağmen şiirin nabzının attığını düşündüğü “mekân” ve onu temsil eden iktidar tarafından reddedildiği için kendini öyle vasfedemez dönerken ve şiirin dışında olduğunu düşündüğü “sıradan hayat”ına yeniden müracaat eder ki bu şiirin aslıyla değil onun hâlesiyle ilgili bir bakışı olduğunu gösterir. Yani şâir, şiiri bir atmosferin ürünü olarak –daha önce sözü edilen yoğunlaşma gibi- kabul ettiği için aile hayatı, iş vs. onun şiir anlayışına uygun bir atmosferden onu mahrum etmiştir. Boşanma sebebi de zaten bu mahrumiyet duygusudur. En sonda yine oraya dönmesi –ki sebeplerden birisi yine mekânın atmosferine ait taciz olayındaki absürtlüktür- bir teslim olma ritüeli gibidir. Şiire ilişkin işlediği “suç”u taşıyamaz ve kendini yine taşraya hapseder. Ailesinin evini görmesini istememesi de bu suçun, şiirin mekânından ayrı bir atmosfere ait olan taşraya bulaşmasından korkmasıdır.

Roman san’atının kaynağı, diğer olay anlatılarından farklı olarak Batı’nın ferdiyetçi ideolojisinin bilgi kuramına dayanmaktadır. Metnin yaslandığı olay ve muhtevadaki diğer unsurlarla birlikte anlatı, çok zaman bir karakterle temsil edilen romancının dünyaya bakışından bir kesittir. Bu yönden romanın perspektif algısından uzak durabilmesi ve Aydınlanma değeri olarak nesnel yaklaşımdan berî kalması imkânları daha geniştir. Öyle ki bu durum romanın Batı’yla sınırlı bir san’at olarak algılanmasındaki sağ yorumlamayı geçersiz kılmaktadır. Roman içerisinde Batılı olmayan bir yazarın bu yönünü ortaya koyabilmesinin en özel imkânı ise mekân algısı üzerindeki tasarrufundadır: Nihayetinde okur için romansal mekân, yazarın imlemeleriyle ve onun muhayyel hammaddesiyle sınırlıdır. Taşra Şairi’nde Işık Yanar, bunun farkında olduğunu gösteren bir anlatımla romanını bir mekân diyalektiği üzerine kurmuş, karakterin anlam dünyasını da taşra ile merkez arasında yarattığı bir gerilimle açığa çıkarmıştır. Bu gerilim mekâna bağlı olarak zamanda da geçmiş ve gelecek arasındaki bir başka gerilimi besleyerek meselenin, okuyucuya başka bir katmanda tekrar sunulması sağlanmıştır. Başkarakter olan Yakup’un bakış açısında en muteber diğer karakterler olan Ali Gani ile evlilik imgesi ardındaki eşi de aynı gerilimin bir üretimiyle mekânsal diyalektikten beslenerek var olmuşlardır. Merkezdeki mekânsal iktidar sahibi –şiirini değiştirme gücüne sahip- Ali Gani, Yakup’un san’atı için biçimlendirici bir hedefken, taşraya dönerek yeniden ailesiyle birlikte olmayı seçen Yakup, aynı zamanda san’atından vazgeçerek kendi –eril- iktidarını tercih etmiştir ki bunlar romanın tüm katmanlarıyla bütünleşik yapısını okura başarıyla sunmaktadır. Romanın sürekliliğini sağlayan bir doku olmaktan ziyade Yakup’un meselesinin farklı bağlamda bir yansıması olan Şefik de san’at-mekân düzlemindeki meselenin duygu-mekân düzleminde ele alınmasını ve burada yeniden okunmasını sağlayarak, Yanar’ın romanı farklı düzlemlerde kurmuşluğunu gösterir.

Ne var ki bu başarının dil ve anlatım düzleminde aynı düzeye ulaştığını söylemek zordur. Romandaki çokkatmanlı kurguyu taşıyamayacak derecede basit bir üslûp seçilmiştir. Bu seçimde bireysel bir yönelişten ziyade, okur ve yayın dünyasının tercihleri sebebiyle yazarların kanalize edilmelerinin ağırlığı hissedilmektedir. Bu yönden Yanar’ın da karakteri gibi iktidarın alansal baskısı altında bulunmasının, romandaki güçlü arkaplanın bir izahatını içerdiği söylenebilir. Roman bu bağlamda, hiç değerlendirilmediği eleştirel bir söylem kazanmaktadır. Ne var ki tüm bu kazanımları törpüleyen dil kullanımı, beğeniyle okunabilecek bu eserin son sayfasıyla birlikte yükselen eksiklik duygusunun da müsebbibidir. Romanın hemen başlangıç paragrafında yer alan şu cümleler, söz konusu baskıdan ötürü yazarın başvurduğu kolay okumanın birer örneğidir:

“Sanki göğsünün içinde başka bir varlık onunla birlikte nefes alıyordu. Patlamış bir topun son nefesi gibi, derinden. Gömleğinin düğme boşlukları açılıp kapanırken o, tiz bir ses çıkarıyordu.” (s.5)

Ya da şu örnekte görülebilecek olan aynı durum, yazarın “zorlandığı” anlatımın kötü bir sonucu gibi durmaktadır:

“Şefik, poğaçasından bir parça aldıktan sonra düşünceli düşünceli yemeğe başladı. Çayını bitirdikten sonra yemeye devam etti.” (s.132)

Bir başka örnek ise şudur:

“Parfüm, losyon ve kremlerin bulunduğu dolabın önündeki plastik sandalyede Mübeccel Hanım oturuyordu. Plastik sandalyeye oturtulmuş oyuncak bir bebek gibi sabit gözlerle tezgâhın arkasındaki Yücel’in karton kulesini izliyordu.” (s.51)

Cımbızla seçilmiş gibi görülebilecek bu örneklerde vurgulamak istediğimizin romanın geneline hâkim bir anlatım tarzı olduğu belirtilmelidir. Öneklerin hepsinde görülen tatsızlığın, imlâya ya da anlatım bozukluğuna değil, nesir san’atının güzelliğine dair olduğu da zikredilmelidir. Diğer taraftan romanın bir şâir etrafında kurulmuş olmasının da dilde tercih edilen kolaylığı bir kat daha kötü gösterdiği söylenmelidir. Karakterin anlam dünyasının bütünü açısından yazarın tercih ettiği durağan anlatı, zamanın parçalanması, çağrışımların etkin işlevselliği romanı ne kadar dolduruyorsa, ifadelerdeki basitleştirmeler de bir o kadar metni yıpratıyor, yavanlaştırıyor:

“Telefonun sesi, insansız eşyaların arasında yankılanıyordu. Ses birden kesildi; sonra yeniden duyuldu. Eşyalar bir insanın ona doğru koşacağını hayal ediyorlardı belki de. Zemin, topukların ağırlığını hissetmek, koltuk ise kaçamak bir dokunuş bekliyordu. Telefonun yanındaki kalem, ahize kalktıktan sonra, parmakların onu kavramasını. Sonra artık çok iyi tanıdıkları o erkek sesinin duvarda yankılanmasını. Yaklaşık yarım dakika süren ses çınlama bırakarak kesildi.” (s.349)

Romanın temel çatısını oluşturan mekânsal algıya uygun bir biçimde çevrenin ayrıntılarını sunmaya dikkat eden yazarın, bu sunumunda cümleleri sıralayışı, düşünsel olarak tasarladıklarından çok farklı bir yola başvurmuş olması, büyük bir eksiklik olarak göze çarpıyor. Özetle, şâir Yakup Gündoğdu’nun algısındaki Arâf hâlini yansıtabilecek bir söylem inşâ edilebilseydi, bu eksiklik yerini sadece akıcı değil okuru besleyecek güçlü bir anlatıma da bırakabilirdi. Yukarıda denildiği gibi bu eksikliğin yazarın tercihlerinden ziyade, eserleri ve genel olarak edebiyatı endüstriyel metalaşmanın etkisiyle oluştuğu değerlendirilebilir. Fakat taşralı bir şâir üzerinden san’atın merkezi ve hâlesini işleyen Yanar’ın üslûbunun bu açıdan bir çelişki yarattığı da söylenmek zorundadır.

Alper Gürkan
twitter.com/gurkanalper