14 Ocak 2014 Salı

Ömür bir bahçeliktir

"Bahçada yeşil hıyar, boyun boyuma uyar
Ben seni gizli sevdim, bilmedim âlem duyar."
- Diyarbakır Türküsü (Bkz: Celal Güzelses)

"Modern insan kafirdir. Tabiatı-bitkileri-hayvanları katletmektedir; Güneşe-aya-yıldızlara kör kalmıştır. Ruhu kaçmıştır. İnsan tabiata karşı terörist kesilmiştir. Karıncaların ve toprağın canlılığı üzerine erimiş asfalt dökmesi bundandır."
- Lütfi Bergen

Gribin tüm "haşmetü ve kudretü" ile üzerime yürüdüğü bir sabah vakti, kahvaltıdan hemen sonra kendime bir bitki çayı hazırladım. İçinde türlü türlü bitkiler. Şifa niyetine. Hikmet-i Hüda. Çözümü antibiyotikte, hapta, şurupta, iğnede aradıkça bir yere varamıyoruz. İyileştiğimizi zannediyoruz içimiz çürürken. Bunu yeniden ve yeniden fark etmek insanı yaralıyor çoğu kez. Üzüyor. Doğanın hikmetleri karşısında mahcup düşürüyor. Tam da böyle bir zamanda ilaç gibi bir okuma yapmak isterken kütüphanemde bekleyeduran "Beyhude Ömrüm"ü çıkarıp girdim yatağımın serin kıvrımlarına. Yanımda bitki çayım, çevirdim sayfaları.

"Ben en iyisi şuradan hatun ile kıza birer çift çorap alayım, birer de yazma. Ya oğlanlar. Alaman çakısı diye tutturmuş büyük. Kaç paradır acaba? Köylük yerde çakı şart. Heleki yaşın ufak ise. Bize de yeni yetmeliğimizde bir araya gelince çakıları çıkarırdık. Hadi bakalım kimin çakısı kiminkini yiyecek. Ağızlarını birbirine dayar, bastırıp sürterdik. Hangisi zedelenirse onu at gitsin, yaramaz. Alaman çakısının üstüne yoktur. İlla ki Solingen marka olacak. Küçüğe de halkalı şeker. Anlaşılan biraz mesarif edeceğiz: gaz, tuz, lamba şişesi. Sat anasını; ne de olsa ucunda koca bahçe duruyor."

Eylül 2001'de görücüye çıkan "Beyhude Ömrüm", Mustafa Kutlu hikâyeleri arasında en sevilenlerden. Düşünün ki aradan 11 yıl geçtikten sonra ocak 2012'de 19. baskısını yapmış. Günümüzün popüler, 2 ayda bir baskı yapan kitaplarını sallayın çöpe. Bu kitapta bir bahçeye verilen gönül, bir bahçenin peşinden geçen ömür var. Sonrasında modernizm geliyor köye. Yol geliyor, elektrik geliyor. Ama herkes gidiyor. Şehre. Köyde kimse kalmıyor. Kalanlar yalnız, gidenler gurbetle evlenmiş gibi.

"Ulan şu suyu bulalım benden sana bir yeni fistan söz. Aha şuraya yazıyom, diye işaret parmağım ile yere bir çizgi çektim. Gülüştük. Nedir yani; bir karı-kocanın dağ başında bir köylü de olsa, birbirini sevip sayması bahtiyarlık değil midir. O sıra her ikisi de birbirine bakıp: "Cenab-ı Hak seni bana, çoluk-çocuğuma bağışlasın" diye içinden geçirmesi çok mudur. Her derdin ilacı; bir tatlı tebessüm, iki güzel söz."

Dayı, Hacı Abi, Muhtar Halil, Deli Derviş, Tahsildar Atıf, Çerçi Cemil, Emrullah Hoca, köylü kadınlar, türkü tutturanlar, diline mani dolayanlar, birbirine takılmadan duramayanlar, aşağı köyün serseri oğlanları, serpilip evlenme yaşı gelen kızlar, biraz büyüdü mü İstanbul yolunu tutturmak isteyenler, gidip de dönmeyenler, dönüp de bulamayanlar, bahçeler, tarlalar, ağaçlar, meyveler, geçim sıkıntısı, elektrik, yol, su, devlet... İnsan kitabı bitirince "keşke dizisi çekilse" diyor, sonra da hemen utanıyor. Ne olurmuş dizisi çekilirse? Çekirdek çitlemeye meşgale. Televizyon denen kutu önce anlamayı, sonra da anlatmayı söktü aldı ruhlardan. Okuyup da anlamak en güzeli, lezzetlisi olarak kaldı, kalıyor.

"Gidin bakalım. Her güz kurulur bu kervan. Köy kendini geçindiremiyor. Gurbetin geliri olmasa halimiz harap. Güzün gidecek, bahara yonca biçimde dönecekler. Bazıları artık dönmüyor. İstanbul gurbetinde yerleşip kalanlar var. Köyün nüfusu gide gide azalıyor. Onlar da oraya bir bahçe kurmaya gidiyorlar. İnsanoğlu dünyaya niçin gelir? Herhalde bir bahçe kurmaya gelir. Bu düşünce ile gülümsüyorum. Dünya dediğimiz de bir gurbet değil mi?"

Nurettin Topçu insanı ve var olmayı, Cengiz Aytmatov da insan ile toprağı kimselerin anlatamayacağı kadar anlatmış, aktarmıştır. Mustafa Kutlu da bu mirasa sahip çıkmış, insanı ve çiçeği, fidanı, meyveyi; beyhude geçen bir ömürle dile getirmiştir. Maksadı hep aynıdır: bir ağaç gölgesinde cıgara yakmak. Yoksa yazmakla nereye kadar. Yaşamak daha güzeli. Peki bir bahçe hayaliyle yaşamak, bahçe diriliğiyle ölmek? En güzeli.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

10 Ocak 2014 Cuma

Kendi büyülü gerçekliğinin peşinde gidenlere

1923-1976 yılları arasında Japon saldırılarına karşı direnen bir Çin köyünde yaşayan Shandong ailesinin üç kuşağının hikâyelerinin anlatıldığı Kızıl Darı Tarlaları'nda anlatıcı da yine ailenin bir üyesi olan Mo Yan'ın kendisidir. "Torun" Mo Yan ninesinden dinlediklerini bir masalcı üslubuyla kaleme alır. Bu anlatı şekli onu büyülügerçekçilik akımına yaklaştırır. Zaten romanın ilk sayfasından itibaren uzakdoğunun Marquez'ini okuyormuş hissi yaşatır okura. Yerel öyküleri "nine"sinin ağzından anlatan bir yazarın büyülügerçekçiliğe hizmet etmesi kaçınılmazdır. Her ne kadar yazar, Marquez'le, Kızıl Darı Tarlaları'nı yazmaya başladıktan sonra tanıştığını söylese de, Batı'nın etkisinde kaldığını itiraf etmekten de çekinmez. 2012 Nobel Edebiyat Ödülü'nü almasında da bu akımdan izleri taşımasının büyük etkisi vardır. Zira edebiyat komitesi Mo Yan'a bu ödülün, "folklorik masalları, tarihi gerçekler ve günümüz öyküleriyle harmanladığı" için verildiğini açıkladı.

Trajediyle mizahın, ironiyle hüznün yer yer abartılı ve coşkulu bir anlatımla sentezlendiği Kızıl Darı Tarlaları, destansı bir hava da taşır fakat olayların kronolojik bir sırayla anlatılmaması, kurgunun zamansal ve mekânsal kesintilere uğraması romanı bilindik destanlardan farklı kılar. Kahramanlıklar, acımasızlıklar, ihanetlerle örülü hikâyenin doğayla kurduğu ilişki de yadsınamaz. Romanın ismiyle de müsemma darı tarlaları yaşanan olaylar süresince renkten renge resmedilerek acımasız Japon işgâline karşı direnen köy halkını, onların sürekli değişen duygularını temsil eder.

Mo Yan'ın en büyük başarısı, iyi-kötü tüm yaşananları detaylarıyla tasvir edebilmesidir. En trajik, acımasız, vahşi olayı an be an yaşatmadaki ustalığı savaşın vahşetine karşı nasıl bir imgelem atmosferi yarattığını gösterir. Köyün kasabına derisi zorla yüzdürülen bir direnişçinin, bir köy baskınında altı Japon askerinin tecavüzüne uğrayan ninesinin, anlatıcının annesinin kurumuş bir kuyunun içinde bebek yaştaki erkek kardeşiyle geçirdiği üç günde yaşadığı acının tasviri insanın kanını donduran cinstendir. Havadaki ağır kan kokusunu hissettirir. Kara mizahı o kadar ince kullanır ki, en vahşi ölüm sahnesini okuduktan bir cümle sonra, dudaklarda bir tebessüm yaratabilir.

“Açılmış mezarın etrafında korkuyla bekleşen bazı insanlar vardı. Kalabalığın arasına karışıp mezar içindeki o kemikleri, onlarca yıl sonra tekrar gün ışığına çıkan beyaz iskeletleri gördüm. Hangisinin komünist, hangisinin milliyetçi, hangisinin Japon, hangisinin Çinli kukla ordudan, hangisinin sivil halktan olduğunu korkarım ki eyalet parti sekreteri bile söyleyemez. Kafataslarının hepsi aynı şekildeydi, hepsi bir mezarın içine tıkıştırılmış kafatasları tam bir eşitlik içinde aynı yağmur altında ıslanıyordu. Solgun iskeletlere vuran ince yağmur damlaları güçlü ve şeytani bir ses çıkarıyordu. İskeletler sanki damıtıldıktan sonra yıllarca bekletilmiş darı içkisine batırılmış gibi soğuk suyun içine sırtüstü uzanmışlardı.”

Savaşı ve tarihsel olayları edebiyatın içine sokarak Çin'in büyük direnişine dair mirasın aktarılması hususunda büyük bir açığı kapatır Mo Yan. Bunu nasıl yaptığını da şu sözlerle açıklar:

"Top ve tüfek patlamalarını duymasak da havai fişeklerin patlamalarını duyduk; birinin öldüğünü görmesek de domuz kesildiğini gördük, ben kendi ellerimle tavuk bile kestim; elimde süngüyle Japonlarla çarpışmasam da bunun nasıl bir şey olduğunu filmlerde izledim. Romancının yaptığı tarihi birebir kopyalamak değildir, bu tarihçilerin sorumluluğundadır. Romancılar savaşı, bu olguyu anlatırken, onun insan ruhunu nasıl bozduğunu ve insanın savaş süresince nasıl değiştiğini dile getirir. Demek istediğim hiç savaş yaşamamış biri de bu yollardan geçerek gerçek savaşı yazabilir.”

İlk kez yazmaya başladığımda en iyi bildiğim yerden başladım. Ama zamanla yazdıklarım çoğaldıkça, aynı mekanları sürekli kullanamayacağım için daha fazla hayal gücü hatta fantezi eklemek zorunda kaldım” diyor verdiği bir röportajda.

Savaşın vahşetinin yanı sıra, insan doğasının gizli yönlerini de anlatısının içine katar Mo Yan. Cinsellik ve açlık bunların başında gelir. Ninesiyle dedesinin karşılaştıkları ilk andan itibaren aralarında oluşan tutku ve şehvet, ikinci ninenin araya girmesiyle öfke ve nefrete dönüşür. Yine aç kalan köpek sürülerinin, direniş sırasında ölenlerin cesetlerine musallat olması ve köylülerin cesetlerini köpeklerden korumak için verdiği mücadele, insanın içindeki açlık hissini körükler.

Aşk, nefret, kıskançlık, kahramanlık, öfke, üçkâğıtçılık, korkaklık, zayıflık gibi insan ruhunun temel yönlerinin gelgitler halinde anlatıldığı bu romanda her şey zıddıyla yaşar. Cinsellik, sarhoşluk, cenazeler, açlık ve şiddet gibi gündelik hayata dair olguları bütün açıklıklarıyla ve kendine özgü bir kara mizahla aktaran Mo Yan'ın romanlarının çoğu trajediyle biter ama içinde her zaman umut ve onur vardır.

Ahu Akkaya
twitter.com/diviniacomedia

9 Ocak 2014 Perşembe

Bir armanın peşinden hiç ayrılmayanlara

 "Ahlâka dair ne biliyorsam bunu futbola borçluyum. Çünkü top hiçbir zaman beklediğim köşeden gelmedi."
- Albert Camus

Simon Kuper, "Futbol asla sadece futbol değildir" der Bill ShanklyFutbol bir ölüm-kalım meselesi değildir. Ondan çok daha önemlidir" diyerek işi daha da derine indirir. Dar Alanda Kısa Paslaşmalar (2000) filmindeki replik ise mevzunun özetidir: Hayat fena halde futbola benzer. El secreto de sus ojos (2009) filminde ise daha derine inilir: "Bir erkek her şeyini değiştirebilir. Yüzünü, evini, ailesini, kız arkadaşını, dinini, tanrısını, yine de değiştiremeyeceği bir şey var... Tutkularını değiştiremez."

1905 yılında merhum Ali Sami Yen'in "İngilizler gibi toplu halde oynamak, bir renge ve isme sahip olmak, Türk olmayan takımları yenmek" amacıyla kurduğu Galatasaray Spor Kulübü'nün tarihi ne kadar genişse, tribününün tarihi de o kadar geniş. Zira ilk yıllardan bu yana gelişen, dönüşen ve Türkiye'den dünyaya futbol tutkunlarını etkileyen bir yapısı var. Bugüne kadar ciddi bir boşluk olan tribün tarihi konusunda Galatasaray tribününden sadece biri değil o tribünün bestekârı da olan Orhan Ölçen; eline kağıdı kalemi almakla kalmamış aynı zamanda tanıkları da konuşturmuş. Böylece bol fotoğraflı, bol söyleşili ve araştırmalı bir kitaba imza atmış. Kitapta Fatih Terim'in de önsözü bulunuyor.

13 yaşından beri tribünden takımını o hiç kaybolmayan tutkusuyla destekleyen yazar, 412 sayfalık kitabına elinden geldiğince bir tribün tarihi sığdırmış. Dolayısıyla "Aslan Yürekliler" sadece Galatasaraylıların değil tüm futbolseverlerin kütüphanesinde olması gereken bir kaynak olma özelliğinde. Okuyucunun yaşının da önemi yok. Göremeyen babasına, yetişemeyen abisine, yaşayan vicdanına sorar ve hatıralar sarar dört bir yanı.

Her şey bir yana, kitabın bence asıl hedef kitlesi şu: bilet almaya giderken ertesi gün evlenecekmiş gibi heyecanlananlar, stada giderken uzun zamandır görmediği sevgilisine kavuşacak gibi olanlar, tribündeki mevkine geçtiğinde dünyanın en güzel yerinde olduğunu hissedenler, 90 dakika boyunca avazı çıktığı kadar bağırmayı görev bilenler, sonuç ne olursa olsun eve dönerken kalbindeki heyecanı asla dindirmeyenler, kupalara değil renklere âşık olanlar...

"Aslan Yürekliler"in içeriği şöyle: Galatasaray'ın doğuşu, ilk dönemin unutulmaz maçları, amigolar, Kral Metin Oktay, 1970'li yıllar, 1980'li yıllar, 1990'lı yıllar, 2000'li yıllar, bizim olan güfteler ve aslan yürekliler listesi. Kitap o kadar lezzetli ki, uzun vadelere yayıp tadına vara vara okumak istiyorsunuz. Hikâyenin içinden biri olsanız da, dışından olsanız da fark etmiyor. O anıları her zaman ve yeniden yaşıyorsunuz. "Armanın peşindeyiz" diyenlerin hiç bitmeyecek öyküleri, "Aslan Yürekliler"de...

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
*Kitabı "görmemi" sağlayan tribün emekçisi dostum Esra Ermiş'e teşekkür ederim. Kitap vesilesiyle de; tribünde geçen aktif yıllarımda üzerimde emeği olan rahmetli Alpaslan Dikmen ve rahmetli Fatih Bakioğlu ağabeylerimi de sevgiyle, hatıralarla anmak isterim.

7 Ocak 2014 Salı

Hikâyelerde dinlenmek isteyenlere

Alice Munro, 2013 Nobel Edebiyat Ödülü'nün sahibi. Adı bu ödülle duyuldu diye özellikle Nobel sahibi dedim ama aslında prestijli edebiyat ödüllerin hepsinden nasibini almış desek abartmış olmayız. Benim de içinde olduğum bir okuyucu türü vardır ki ödül alan kitaplardan bir süre bilhassa uzak dururlar. Ben bu önyargımı, Nobel törenine katılmayı reddettiğinden olsa gerek (törende yazarı kızı temsil etmiştir), Alice Munro ile yendim. Kendisi 82 yaşında Kanadalı bir hikâyeci. İnternette Munro ile ilgili araştırma yaparken sürekli "kısa öykü alanında devrim yaptığı söylenir" ibaresine denk geldim. Dayanamadım ve gidip Bazı Kadınlar isimli öykü kitabını aldım. İki ihtimal vardı: ya kitapta güçlü bir feminist duruşla karşılaşacak sert kaleminin bahsedilen devrimi gerçekleştirdiğine kanaat getirecektim ya da her yerde karşımıza çıkan, ezilen kadınların müthiş yükselişi klişesiyle sayfalarca mücadele etmek zorunda kalacaktım.

Hiçbiri olmadı. Daha ilk hikâyeden Munro'nun  karakterlerine ısındım, sanki gerçekten bir yerlerde vardılar sadece ben onlara rastlamamıştım bugüne kadar. Hayır, "sanki benim başımdan geçmiş" hissine kapılmadım. Çok da gerçekçi özellikleri yok karakterlerin, ya da kurguda sürekli gerçekçi temalara yer verilmiyor. Karakterlerini yaşayan insanlar olarak düşünmemin nedeni her gün karşımıza çıkanlardan biri gibi oluşları değil, olayları karşılayış şekilleriydi. Olaylar ne kadar olağandışı olursa olsun Munro'nun karakterlerinin tepkileri hiçbir zaman uçlarda olmuyor. Mesela 60 yaşında bir adamın evine yemeğe davet edilen (arkadaşının kocasının evi) ve yemeği çıplak yemesi gerektiği söylenen anlatıcı, durumun garipliğinin farkında olsa da onu gerçekliğe bağlayan iplerinden koparacak bir tepki vermiyor.

Hikâyeleri sevmeme sebep olan başka bir neden de sonlarıydı. Okur içgüdüsü genelde kitaplardan çarpıcı bir son bekler. Eğer bir hikâyeden beklediğiniz yalnızca çarpıcı bir sonla sizi şaşırtması ve etkisini sona saklamasıysa Alice Munro kitaplarından uzak durun. Ama eğer hayatın akışı içinde devam eden hikâyeler okumak, bu hikâyelerde dinlenmek isterseniz hiç vakit kaybetmeden gidip bir tane edinin. Öyle sonlar yazmış ki sanki hikâye her an bitebilir, ya da siz sadece bir kısmını okudunuz, o bir yerde devam ediyor hissine kapılıyorsunuz.

Bazı Kadınlar kitabında baş kahramanlarımız kadınlar. Kimi çocuk yaşta, kimi genç, kimi çok yaşlı. Hepsi de bir yaşam savaşı veriyor. Ama zorluklarla, feminist kitapların genelindeki klişeden uzak olarak, kadın oldukları için değil insan oldukları için karşılaşıyorlar. Yalnızca zorluklarla mücadele ederken kadınlıklarını kullanıyor yazar. Benim kitapta en beğendiğim öykü "Aşırı Mutluluk" oldu. Matematik ve edebiyatın birleşimini Sofya Kovalevskaya ile sunmuş yazar. Meğer, Sofya gerçek bir matematikçiymiş, Britannica ansiklopedisinde bir şeyler ararken rastlamış adına Munro. Sonra da hemen ölümüne doğru uzanan günlerin kısa bir kurgusuyla bizlere tanıtmış, çok da iyi yapmış.

Nobel Edebiyat Ödülü ve muadillerinden pek hazzetmediğim için hak edip hak etmediğini bilemem ama bu ödüller sayesinde yazarla tanıştığımız ve çevirilerine eriştiğimiz için mutluyum. 

Ümran Kio

3 Ocak 2014 Cuma

Hadislerde ilham arayanlara

"Bu dünyaya kalmayalım
Fânidir aldanmayalım
Bir iken ayrılmayalım
Gel dosta gidelim gönül."
- Yûnûs Emre

"Bir yaprak kapatıyorum hayatımın nemli taraflarına
Ölümden anlayan, ciddi bir yaprak
Unutulacak diyorum, iyice unutulsun
Neden büyük ırmaklardan bile heyecanlıydı
Karlı bir gece vakti bir dostu uyandırmak."
- İsmet Özel

Şiirin insanı hangi şekillerde etkilediği ve şairin şiiri yazarken neleri gözettiği asırlardır hem okuyucuyu hem de eleştiriciyi muallakta bırakmaktadır. Şiir, yeryüzünde tüm toplumları etkileyen, şekillendiren, tarihe ışık tutan ve tarihle yürüyen, nihâyet şairden de sıyrılabilen sözler bütünüdür. Şiir; kalan, duran, koşan bildiriler zinciridir. Şairin dertlerinin, "güzel sözle söyleme sanatı"yla kavrulmuş hâli şiirdir. Şiirin kendi bir derttir. Peki bu dertler silsilesinin ucunda ne vardır, yahut olmalıdır? Biz bu soruya, bu toprakların akıbetini belirleyenler ve daima belirlemek mükellefiyetini omuzlarında şerefle taşımayı kabul edenler olarak cevap vermeliyiz. Kur'an ve sünnet mirasından başka bir mirası reddedenler olarak. Türklükle Müslümanlığın arasını açanların baş belâsı olarak. Türk şiirinin ortaya çıkışının, küffara vurulan bir darbe olduğunu kavrayarak ve bilerek. Gözeterek ve görerek. Başka türlü bir şiir anlayışı, şiir olmayacaktır. Anlayıştan da oldukça uzak olacaktır. Zira Kur'an, şiirin ve şiirimizin müktesebatını zaten belirlemiştir. Bir tepsi sunmuştur. İkramına vesile olan ve Mekke'de nazil olan Şuarâ Suresi'nin son 4 ayeti şairler üzerinedir:

224. Şairlerinden ardından sapkınlar giderler.
225. Onların her vadide şaşkın şaşkın dolaştıklarını görmez misin?
226. Şüphesiz onlar, yapmadıkları şeyleri söylerler.
227. Ancak iman edip iyi ameller yapanlar, Allah'ı çokça zikredenler, kendilerine zulmedildikten sonra öçlerini alanlar (bu hükmün) dışındadır. Zulmedenler, hangi akıbete uğrayacaklarını bileceklerdir.

İlk olarak kasım 2003'te yayımlanan "Kırk Hadis", İsmet Özel'in radyo konuşmalarının redaksiyonu suretiyle meydana gelmiştir. TİYO Yayıncılık tarafından yapılan yeni edisyonuyla (temmuz 2013) 6. baskısını yapan "Kırk Hadis"te yeni bir önsöz bulunuyor ve kitaptaki hadislerin Arapça metinleri elle rika hattıyla yazılmış olarak okuyucuya sunuluyor. Peki okuyucu "Kırk Hadis"ten ne anladı, ne anlıyor? Bu hâlâ bilinmiyor fakat İsmet Özel kitabın önsözünü bitirirken derdini şu şekilde belirtiyor: "Kimin kime düşman olduğu, kimin kime dostluk gösterdiği ve kimin kimle haşrolunacağı ezelden belli. Ben sadece şu dünya zindanında kötü kokudan rahatsız olan ne kadar insan kaldı ise, onların kendi burunlarında kabahat bulma hatasını işlemelerini güzel bulmadım, nâçizâne."

"Ne kadar daha kazanırsam evi, arabayı değiştiririm?" veya "Aman, bana dokunmayan yılan asırlarca yaşasın!" derdini(?) edinmiş toplulukların içinde öyle veya böyle yaşıyoruz. Yer alıyoruz demiyorum, yaşıyoruz. Bazen el sıkışıyoruz ama anlaşamıyoruz. Selâm veriyoruz karşılığını alamıyoruz. Kabul etmiyoruz. Etmemek için ne yapıyoruz? Şiire müracaat ediyoruz. Haysiyetimizi korumak için şiirin yüzüne sürüyoruz gözlerimizi. Değerimizi düşürmemek için şiiri tercih etmiyoruz, şiiri değer biliyoruz, değerleniyoruz. Kıymetimizin ölçüsünü dizelerde arıyoruz. Buluyoruz. "Bir yanlışlık var!" dediğimizde surat asma hakkımızı kullanıyoruz. İlerleme dediğimiz şey ruh bütünlüğümüzdeyse, bunu şiire borçluyuz. Rahatımızı kaçıran şey şiirse, burada güzellikler buluyoruz. İşte Kırk Hadis; "Bir hadîs-i şerîfin bir şairle ne ilgisi olduğunu, bir hadîsin bir şaire neler ilham etiğini, bir hadîsin bir şaire hangi bakımdan ikramda bulunduğunu öğrenmek hoşunuza gidecekse doğru yere geldiniz" diyor. Evet, geldiğimiz yer doğru. Fakat İsmet Özel hadislerle kurduğu demire şiirleri tespih taneleri gibi dizerek bize bir rahatlık temin etmiyor. Çünkü bu yerin bize sunduğu, rahatlıktan çok, "şimdiye kadar bozulmadan koruyageldiğimiz rahatımıza" musallat olan bir terakki sahasına sokuyor okuyucusunu. Çünkü şairin insanlara çok yakışacağını düşündüğü bir mesele var. Meseleler üstü bir mesele: "Ümit ediyorum ki, benim cür'etkârlığıma şahit olan Müslümanlar bir şekilde dünyanın etrafımıza ördüğü kabalık, anlayışsızlık kozasını kırmak ve ahiret özlemi çeken bir kelebek olmaya özenmek duygusunu edinirler. Ben doğrusu böylesi bir duygunun bütün insanlara çok yakışacağını düşünüyorum."

Kırk Hadis'in içinden birkaç hadis:

"Muhakkak Allahu Teâlâ Hazretleri, sığır cinsinin otları dişleri arasında evirip çevirdikleri gibi tekellüfle konuşan, ağzının içinde dilini dolaştıra dolaştıra belâgat taslayan erkeklere buğzeder."
Ebû Dâvud, Edeb;
Tirmizî, Edeb

"Kıyamet gününde Âdemoğlu şu beş şeyden sorguya çekilmedikçe Rabbinin yanından ayrılamaz: Ömrünü nerede, ne suretle harcadığından, yaptığı işleri ne maksatla yaptığından, malını nereden kazandığından ve nerelere sarf ettiğinden, vücudunu, sıhhatini nerede ve ne surette yıprattığından."
Tirmizî, Kıyâmet

"Zayıflarının hakkı kuvvetlilerinden alınmayan bir millet nasıl temizlenebilir?"
İbn Mâce, Sadakat

"Âdemoğlunun bir vadi altını olsa ikincisini ister. Onun ağzını topraktan başka bir şey doldurmaz. Allah tevbe edenin tevbesini kabul eder."
Buhârî, Rikâk;
Müslim, Zekât

"Sözlerinde ve fiillerinde ileri gidip hadleri aşanlar helâk olmuştur."
Müslim, İlim;
Ebû Dâvud, Sünnet

Hadis, ikram ve ilham. Şairin hem gönlünden hem kaleminden. Tepside önümüze gelen şeylerin rahatımızı kaçıracağı muhakkak. İlhamın ruhumuza katacağı rahatlık sahası ise bize terakki imkânı sağlayacak. Mühim olan o terakkinin elde edilebileceğini keşfetmek, yola çıkmak ve her daim hazır olmak.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
*Bu yazının tamamı Aşkar Dergisi’nin 28. sayısında yayımlanmıştır.

29 Aralık 2013 Pazar

Var olmak: istemek ve sevmek

"Heidegger, Nurettin Topçu'nun eteğine kavuşamaz."
- Mustafa Kutlu

Türk öykücülüğünün ve yayıncılığının yaşayan efsanelerinden Mustafa Kutlu, işte yukarıdaki gibi tanımlıyor Nurettin Topçu'yu. Özellikle gençlere verdiği tavsiyelerde Topçu çok büyük yer kaplıyor. Önce "içimizden" bir sesi dinlememiz gerektiğini zaten belirtmeye gerek yok. Dergâh Yayınları'ndan çıkan "Nurettin Topçu Armağanı" da dahil, tüm külliyatını okumak, bu topraklardan nasıl bir fikir adamının çıktığını anlamak için atılacak en güzide adımdır. Elbette bu da yetmez, Lütfi Bergen'in de dediğini Nurettin Topçu önce okunur, sonra da çalışılır. Anlamak ve çalışmak lazım. Memleket olarak kuvvetimizi nerede bulabileceğimizi sorgulayan rahmetli Topçu'da o kadar çok şey bulunacaktır ki, belki de çözüme en sarih yoldan ulaşmak mümkün olacak. Ancak ne kadar okuyoruz ve önceliği neye veriyoruz? Meçhul.

Ezel Erverdi ve İsmail Kara'nın hazırladığı "Var Olmak", ilk baskısını 1965 yılında yapmış ve 2012'ya kadar aralıklarla 9 baskıya ulaşmış bir kitap. Sadece 142 sayfa. Çeşitli dergilerde yayımlanan Nurettin Topçu yazılarından oluşan bu kitapta iki bölüm var: Düşünceler ve Duyuşlar. İlk bölümde var olmak, inanmak ve sevmek, düşünmek, bilmek, gerçeği bilmek, düşüncenin derinlikleri, aşkın halleri, ölüm sırrı, zulüm ve düşman, günah, affediliş, benlik, kuvvet, hürriyet, yalan, dostluk, ıztırabın mânası ve dua gibi konuları Topçu'nun fikirleriyle, üslubuyla okumak son derece lezzetli. Öte yandan günümüzün altı çizilecek cümleler aramak maksadıyla okuyan kitap kurtları(?) da bol bol istifade edebilirler "Var Olmak"tan. Umulur ki bu istifade fikir dünyalarını, kendilerini ve anlama-kavrama kabiliyetlerini geliştirebilsin.

"Sevgiyle idare etmeyen amir ve idareci de, idare ettiği insanların hayatına zehirler saçarak er geç nefretin çukurunda boğulmaya mahkûmdur. Yeryüzünün gerçek fatihleri kalpleri kazananlardır."

"Acaba ölüm dedikleri şey, varlığı var kılan ilk kuvvetin, yani aşkın kaynağına ruhun dönüşü ve onunla bahtiyar birleşmesi olmasın!"

"Iztırap, kabul olunan içsel dualarımızın dilidir; bütün gerçek ibadetlerin üslûbudur. İnsanı insan yapan kahramanca karşılanmış ıztıraplardır. Iztırap insanı, yaratıkların son halkasında ilâhi varlığın eşiğine ulaştırarak belki bir gün bu kapıyı da açtırtacak olan kutsal kuvvettir."


İkinci bölümde sanatkâr, namus, çocuklar, kendim yaptım, cemiyeti yoğuracak ruh, hakikate giden yol, zafer, çile, gözyaşları, rahmet, rahmet kapısı, ıztırabın Allah'a yolu, kalbin emirleri, ilahî neşve, damlalar gibi konular yer alıyor. Bu konular, ilk bölümdeki konulardan farklı olarak genelden çok bireye hitap ediyor. Bireyin kendini bilmesi, sonra kendisinden yola çıkıp çevresini, yaradılışı, varlığını bilmesi üzerine gidiyor.

"Çileyi çekmesini öğreten hikmetin başında sabır gelmektedir. Çile aşkın yoldaşıdır. Onun gibi o da sabır sütü ile beslenir. Sonunda kendi kendini sever. Nihayet bulduğu yerde yokluğa fırlatılamaz, en derinlerdeki bir hazinede saklanır ve hep kendi kendini arar. Çileci çilenin dostudur.

"Sabırsız yorgunlar uyurlar. Öyle sabret ki kendisine sığınan ölülerden bile hayat fışkırtan toprak gibi olasın. Toprağın zaferlerini yok etmek, toprağı ölüme kalbetmek kabil mi? O daima muzaffer olacaktır. Tane, sabırla başak verdi. Güneş, aydınlığın yoludur."

"Her şeyden şüphe edilir, kalbden şüphe edilmez. Herşeyi kırmak caiz olur, kalp kırmak cinayettir. Fetihlerin en güzeli, kalplerin fethidir."

İkinci bölümün sonundaki damlalar kısmı, birçok Topçu okuyucusunun eminim ki evinin duvarlarını, not defterlerinin ilk sayfasını ya da hafızasının en kıymetli noktasını dolduruyordur.

"İnsan üç şeyin peşinde olmak için yaratılmıştır: hakîkatın, hayrın, güzelliğin."
"Üç hâkimin hükmünde hatâ aranmaz: kalbin, kaderin, ölümün."
"Üç şey saadetin sırrıdır: tevâzu, kanaat ve ölümün eşiğinde sık sık dinlenme zevki."
"Üç şeyin hududunda durmasını bilmelidir: isteklerin, aklın, hayatın."
"Duygunun üç dünyası vardır: sanatın, rüyanın ve sevdanın."


Bu damlaların ezberlenmesi gerekmiyor. Düşünülmesi ve üzerine fikirler üretilmesi gerekiyor. Bunları istemek ve sevmek gerekiyor. Var olmak için.

Yağız Gönüler
twitter.com/yagizgonuler

26 Aralık 2013 Perşembe

Dokunmaktan korkmayanlara

Öykücülüğün doruklarında gezinen Yalçın Tosun’dan "ince kesiklerle dolu "ötekilere" ışık tutan metinler" şeklinde tanımlayabiliriz son kitabı "Dokunma Dersleri"ni...

Tosun bu defa lezbiyen, gay, transseksüel, fahişe… hikayelerine eğilmiş. Aralarına ise "normal" öykülerinden serpiştirmiş. Kime, neye ve hangi değerlere göre normal olduğunu sorgulatmak için belki de. Dört ana bölümden oluşuyor kitap. Her bölümde daha sertleşen, daha açılan, daha kesinleşen bir anlatım hakim. Yavaş yavaş artırılan bir doz okuyucuyu doz aşımının sınırlarına dek götürüyor. "Arzuyu Örtüsünden", "Tanıdık Yabancılar Makamı", "Bilindik Sırlar Makamı" ve "İnce kesikler". İlk Hikaye "Damdaki" adını taşıyor. Bir erkeğin bir erkeğe olan sevgisini, telaşını anlatıyor yazar satırlar boyunca. Ailenin cinsel kimlik konusuna yaklaşımını iyimserce açıyor. Bir köy evinin damında yan yana yatan iki adamdan birinin diğerine aşkı lirizmin tüm imkanlarından faydalanılarak ilmek ilmek işleniyor.

Merak ve hayat ikilisini irdeleyen "Sıcak Sandalye"de yalnızlığın yarattığı yıkım ve çekim aktarılıyor. Bir oyunculuk kursu ve o kursta bir araya gelen farklı insanların birbirlerine olan merakından güç alıyor öykü. Durup önce kendine bakmayı öğütlüyor.

"Hayatın bazı dönemleri olur ya; durup soluklanıp kendinize bir kez daha bakmanıza mucizevi bir şekilde zamanınızın olduğu, öncesini yada sonrasını düşünmeyerek ruhunuzda ufak da olsa bir kazı yapabilme şansını zorladığınız… İşte öyle bir süreçten geçiyordum."

"Firari Parmağın Ucu" ismini taşıyan öyküde hayattan sıkılmış genç bir insanın duygu dökümüne götürüyor Yalçın Tosun okurunu. "Onlar bu yaşa kadar yaşamayı nasıl başarmışlar?" diyor bu insan. "Ben ve nafile ümitlerim" diyerek beklentisizliğini dışa vuruyor. Kendi zavallılığına acıyan ve rol yapan insanlardan nefret ediyor.

"Zavallılığın, diye geçiriyorum içimden, ne çok giysisi var."

Hikaye hayata sunduğu ikili bakış açısıyla da önem taşıyor; depresif ve bıkkın bir genç ile onu hayata tutundurma çabasındaki ailesinin rahatsız edici iyimserliği. Annenin gölgesinde kalmış bir baba. Sıradan arkadaşlar ve sıradan bir çevreden sıkılan, dünyanın sıradanlığında çorabını her seferinde yırtıp kaçan, baş parmağı kadar isyan edememesine üzülen bir gencin dünyasına ustaca analizlerle ilişiyor.

"Kibritçi Kız" kitabın sonlarına doğru en ilgi çeken hikayelerden. Eş cinselliği yüzünden babası tarafından kapı dışarı edilen sığınacak bir liman bulamadığı için vücudunu pazarlayarak parasını kazanmaya çalışan bir adamın öyküsü. Biraz acıklı, ama bilindik anlamın çok ötesinde bir acısı var hikayenin. Yazar mağdur edebiyatı yapmaktan olabildiğince uzak kalıp gerçekliğin çıplak tarafından vuruyor okuru. Anlamak içinse bir paragraf okumak yetiyor.

"Memelerimden, mini eteklerimden, allılarımdan, tıraşlı bacaklarımdan kurtulmak isterdim. Kıllı göğsümü, sakallarımı eski kavruk yüzümü tekrar isterdim. Sadece istediğim adamlarla yatmak isterdim. Bir kez olsun, canım istediği için sevişmek isterdim. Biri beni sevsin isterdim. Ama en çok da, aynada kendimi görebilmek, belki onu yeniden sevmek, sevebilmek..."

Hisler ve gerçeklerle anlamlandırılmış öyküleriyle "Dokunma Dersleri" bir üçüncü kitap olmasına rağmen önceki ikisini geride bırakmayı başarıyor. Pek çok yazarın cesaret edemediği karanlıkta bırakılanlara eğilmesi ise Tosun’un metinlerini farklı kılıyor.

"Onlara dokunmaktan korkmayın, dokunmaktan çekinmeyin." diyor yazar. Dokunmaktan korkanlara ise kendi doğruları ile yeniden yüzleşme fırsatı sunuyor...

Gürcan Öztürk
twitter.com/gurcanozturk_

19 Aralık 2013 Perşembe

Bir mütercimin ıstıraplarına tanıklık etmek

"Ki insan mütercimdir, kalbindeki o şeyi
Metal tadı olsa da ısırdığı herşeyde
Çevirip durur kendi dilince."

- İbrahim Tenekeci

Modernleşme, sanat kuramı, edebiyat, sinema ve kitap tanıtımı yazılarına meraklı olanlar Alper Gürkan ismine aşinadırlar. Aksiyse şayet, takip etmeli ve okumalılar. Bakış açısı ve üslubuyla yerini gün geçtikçe sağlamlaştıran yazarın geçtiğimiz haftalarda Hece Yayınları'ndan ilk romanı çıktı: Mütercim. Kitap, hocasının ölümüyle birlikte yarım kalan bir tercümesini tamamlamak için 1924’te İstanbul’dan Ankara’ya gelen bir çevirmenin değişen ruh halini ve bununla birlikte gözlemlerken değişmesine de tanıklık ettiği dünyasını barındırıyor. Yazarın eski dile demeyelim -kime göre eski, neye göre eski?- unutulmuş kelimelere olan yatkınlığı, bu kelimeleri kullanım becerisi, şiirsel dili ve dönemin siyasi atmosferini hiç sıkmadan aktarması oldukça dikkat çekici. Bir okuyucunun sayfaları hızla çevirmesi için sadece tekniğin yetmediği su götürmez bir gerçek. Alper Gürkan anlatım tarzıyla ve yakın dönem tarihini aktarmasıyla da okuyucuyu ilk sayfalardan etkileyebilmiş.

"Sanki geçmiş denilen şey hiç olmamıştı ve o, içine bir sürü şey doldurulmuş bir hafızayla şimdi denilen bir anda var oluveriyordu sürekli. Anne, baba, akraba, ev, bahçe, sokak ve dünya ve hayat... Her şey köksüz, tek boyutlu ve yapmacık bir sûrete bürünüyor ve zihninden akıp gidiyordu düşündükçe. Dokunduğu her kırıntı, sanki başka bir şeye dönüşüyor ve hemen binlerce hatırayla dolup kendisiyle ilişkileniveriyordu."

Birbirlerinin içine ve yerine geçebilen duyguları anlatmak zordur. Henüz ilk sayfalardan mahcup, ağırbaşlı ve oldukça "dolu" bir üslupla başlayan roman, mütercimini, iktidarı ve Takrir-i Sükûn kanunuyla birlikte dağılan muhalifleri önce toparlayan sonra da tekrar dağıtıp birbirlerine kin gütmelerine sebep olan bir kitabı okuyucuya tanıtıyor. Romandaki bu kitabı tanırken okuyucu taze cumhuriyetin ağrılarını, iç savaşlarını, toplumdaki maddi ve manevi çatışmaları da siyah beyaz bir şekilde izleyebiliyor. Bir edebiyat tutkunuysanız dili kullanıma, bir tarih tutkunuysanız dönemi aktarıma hayran kalabilirsiniz.

"Hayaller, anılar; olanlar, olmayanlar; ümitler, ıstıraplar; planlar, düş kırıklıkları ve yani içinde dolaşan tüm detaylar öyle çetrefil ve yorucu bir hâl almıştı ki kendisini tam olarak bunların hangisine daha yakın konumlandıracağını bilemiyordu."

Bir mütercim düşünün ki korkuyla dolu metinlerin süzgecinden kendisiyle birlikte çıkarıyor anlamları. Alper Gürkan'ı özellikle, yaşanan zorluklara katlanmanın yolunu kelimelerde ve kitaplarda arayanlar tebrik etmeli. Bir yazarı tebrik etmenin en kolay(?) yolu ise kitabını okumak, okumak ve okumak...

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

18 Aralık 2013 Çarşamba

Jerusalem'de eskimeyen bir çığlık:
Baba, beni neden terk ettin?

İspanyol yazar Michel del Castillo, “Terk edilmiş çocuklar masallar uydurmaya yazgılıdırlar.” der. Şu bir gerçektir ki çocuğun yalnız ve küçük yüreği, dünyanın ıstırabıyla ancak masallar sayesinde mücadele edebilir. Dünyanın dört bir yönünden akan coşkun ıstıraba set çekemeyeceğini bildiği için çocuk, onun coşkunluğuna bırakır kendini ve büyümeye akar. Bunu beceremeyip de barajlar kurmaya çalıştığındaysa anlar ki büyümüştür artık. Ve artık hayat, içinde akılan bir mecra değil, “mücadele edilen” bir şeydir: Sürükleyen, sürüklerken acı veren ve nihayet bir izbede terk eden, öldüren.

Bu kader yüzünden küçük planda kurgular, kahramanlar, canavarlar ve arkadaşlar arasında yaşarken büyük planda aile, toplum, din gibi güçlü aidiyet bağları kurmak için çabalar insan. Hepi topu bu iki plan arasındaki gerilimde yolunu bulmaya çalışan bir cambazdan başka bir şey olmadığını, Nietszche’in tanrıyla maymun arasında gördüğü kadar olduğunu öğrenir zamanla…

Markar Esayan’ın Jerusalem’i de bunu öğrenmenin hikâyesidir. Bu küçük ve büyük planlara aynı anda odaklanarak geçmişle geleceğin, çocuklukla büyüklüğün, hayalle gerçeğin bir arada sunulduğu postmodern bir hikâye. Terk edilmiş ve meçhul olduğu kadar meşhur bu çocuğun anlattığı, sevdiği ve bildiği tek dünyadan bambaşka bir gerçekliğe geçişinin hikâyesi.

Roman boyunca kumruların bile kendinden daha yerleşik olduğunu hisseden, “esmer, çelimsiz, sessiz, dikkat çekmeyen” bu çocuğun işlediğinden emin olduğu günahların bedeli olarak gönderildiği yolculuğuna çıkarılıyor okur. “Bir paket gibi” teslim edilip teslim alınırken sadece kendisinin bildiği ve duyduğu bir dille içine kapanıp onun yalnızlığını yaşayışında zamansal ve mekânsal yolculuğu… Diğer taraftan da toplumların, cemaatlerin ve ülkelerin görünmeden kaynayan kazanlarının fokurtusu da her daim satır aralarında.

Piçliğin” ve “gâvurluğun” batıni temerküzünden ibaret saydığı varlığından başka bir şeye sahip görmüyor kendini. Üstelik her zerresine sirayet etmiş olan terk edilmişlik hissi yüzünden bir sürgün, bir tecziyeden ibaret hayat ona göre. Kudüs’te, Golgotha tepesinde insanlığın günahlarının kefaretini ödemek için yine insanların sebep oldukları acılarla yüzleşirken kovulduğu Cennet’e, “Beni neden terk ettin?” diye seslenen tüm çocukların müşterek kahırları var sırtında. Roman boyunca kahramanın özdeşleştirildiği Mesih’in Göklerdeki Baba’nın çocuğu olması inancıyla paralel olarak o da koparıldığı anne ve babasının bir çocuğu neticede.

Annesinden koparılan sıradan bir çocuk mu? Yurdun koparılan bir Ermeni mi? Babası tarafından terk edilen küçük İsa mı? Âdem’in cennetten kovulmasıyla başlayan sergüzeştini hatırlayan bir âdemoğlu mu?

”Bütün çocuklar yalnız doğar… Canı çok yanar. Canın çok yanar. Ah, canın çok yanar. O can yanmasının adı sonra korku olur. O korku hep ayrılığı hatırlatır. Geldiğin güvenli yeri, kovulduğun Cennet’i… “

Esasen bu yolculukla gideceği yerde bir sürgün değil, öğrenci olacaktır. Türk olan annesinin gönülsüzlüğüne rağmen Ermeni olan babasının maksadı, onun Ermeniceyi ve inançlarını düzgünce öğrenmesini sağlamaktır. Dörde bölünmüş Kudüs’teki bir manastırda yatılı okuyacak ve kendini, aslını, özünü tanıma imkânı bulacaktır. Nitekim okuldaki öğrenciler 1915′teki Ermeni soykırımı nedeniyle İran, Irak, Lübnan, Suriye gibi ülkelere dağılmış olan Anadolu Ermenilerinin çocukları, torunlarıdır. Tıpkı romanın kahramanı gibi yurtlarından koparılan bu çocukların da mirası onunkiyle aynıdır. Zaten bu miras sayesinde Esayan, savaşların ve cennet dışı zamanların yürekleri törpüleyip nasırlaştırdığı bir dönemde yaşayan kahramanı üstünden çağa tanıklık da ederek, Kudüs’teki keşmekeşi, İsrail-Filistin davasını, Türkiye’deki siyasi karışıklıkları da sığdırır Jerusalem’e. Hemen hepsi Ortadoğu’nun ıstırabıyla kavrulmuş kahramanların çevrelediği, korkuları nedeniyle saldırganlaşan toplumların döngüsel şiddete saplanıp kaldıkları ve belki bu yüzden “Allah Baba’nın hiçbir duayı işitmez olduğu” bir dünyanın metaforik başkenti olan Kudüs’ün hikayesidir hepsi.

Roman boyunca sekiz yaşında bir çocuğun “müjde”sini okumaktan ötürü üslubun da naif bir libasa büründüğünü söylemek mümkün. Buna ilaveten bütünsel manadaki sağlam kurgusu, çok katmanlı ve çoklu okuma imkânı veren akıcı anlatımı Jerusalem’i iyi bir roman yapıyor. İnsanlığın umumi hislerinin müşahhas vurguları bazan öyle noktalara ulaşıyor ki, hikâyenin tamamı olmasa bile hissettirilen gerçeklikten ötürü ciddi bir otobiyografik ağırlığın olduğu düşünülüyor. Ama yazarı bunu inkâr ediyor. Beyan esastır…

Günlük yazılarındaki rikkat ve hassasiyetiyle de tanığımız Markar Esayan kendi suretine de yansımış olan duyarlılığını, edebi bir lezzet ve evrensel imgeler eşliğinde sunuyor okura bu romanla. Kısa süreli bir ayrılıktan sonra “Lema şabaktani”den “Ve’dduha”ya açıyor insanı. Böylece masallar uydurmaya yazgılı varoluşumuzla yeniden yüzleşme ve özlediğimiz masallarda yeniden dirilme ümidi de vererek…

Alper Gürkan
twitter.com/gurkanalper

17 Aralık 2013 Salı

Cemil Meriç’in düşünceye uzanışı: Saint-Simon

"On beş gündür kuru ekmek yiyorum. Odamda ateş yok. Kitabımın kopya masraflarını karşılamak için elbiselerimi de sattım. İlim aşkı, insanlığı mutluluğa kavuşturmak, Avrupa’yı buhrandan kurtarmak arzusu beni bu hale düşürdü. Niçin yüzüm kızarsın, eserimi tamlamak için yardım istiyorum…"

Çaresizlik içinde yazılmış bu satırlar fakirlikten boğulan bir mütefekkirin, Saint-Simon’un kalemindendir. Ömrünü adadığı fikirlerini, yazılarını, kitaplarını bastırmak için çabalamış durmuştur. Tıpkı, Türkiye’de bir asır daha yazılmayacağına inandığı bu düşünürü anlatma ihtiyacı hisseden Cemil Meriç’in uğraşları gibi. O da kitabını yayımlayabilmek için benzer sıkıntılar yaşar: Ümit Meriç’ten öğrendiğimize göre kimse kitabı basmak istemez, kendisi bastırmaya niyetlenir, sonra Vedat Günyol talip olur, dili tırpanlar, üslûbu yok eder, epeyi uğraşır velhasıl…

İlham verici bir fikir adamı olan Lütfi Bergen, belki de buradan hareketle bir yazısında Meriç’le Saint-Simon arasındaki bazı benzerliklere değinir. “Sefalet, işsizlik, ilim adamı yalnızlığı…” [1] Bu durum, esasında bu iki önemli düşünürün kaderlerinin ve eserlerinin menfî ve müşterek paydasıdır. Nitekim ümitsizlikten intihar eden ve bir gözünü kaybeden Saint-Simon’un çıkardığı Endüstri Sistemi için Meriç şöyle yazar: “Hep aynı düşmanca sessizlik, hep aynı rezil ilgisizlik…

İlginç birisidir Saint-Simon: Bir Malta şövalyesiyken geleneklere meydan okuyup liberal öğretilere sarılır, asker olur, Amerikan Bağımsızlık Savaşı’na katılır, yaralanır, dönüşte Meksika’da iki okyanusu birleştirecek bir proje hazırlar ama ilgi görmez, 1789′da köylülerden yana devrim safındadır, kontluğundan feragat eder, satın aldığı toprakları köylülere dağıtır, ömrü boyunca aç biilaç yaşar, dergilerini çıkaran liberal finansörlerle sosyalist fikirleri yüzünden arası açılır, sosyolojinin ilmî temellerini atar, fikirleri uğruna karısından ayrılır.

”Bütün velîler gibi tanınmadan yaşadı, küçümsendi ve ölünce ışık oldu…”

İlk sosyolog
Sosyoloji Notları’nda Cemil Meriç’in “Araplarla gelen müsbet ilimlerin kilisenin duvarlarında gedikler açması“na dayandırdığı Fransız Devrimi, Giddens tarafından çağımızın politik dönüşümlerinin bir sembolü olarak kabul edilir. Çünkü Devrim’le beraber toplum baştan aşağı yeniden şekillenmektedir. Batı, feodalizmden kapitalizme ya da gelenekselden moderne doğru bir evrim geçirmektedir.

Tarihte ilk defa olarak “sanayi” vasfıyla tesmiye ettiği bu toplumu, içinde bocaladığı anarşiden kurtarmak ister Saint-Simon. Bunu yaparken, Durkheim’e göre XVIII. asrın filozoflarının hayalî, ütopik sistemleri yerine hakikati inceleyip geleceği sezmeye çalışır, devrimden sonra Fransa’yı hangi sosyal düzenin huzura kavuşturacağını araştırır. Metafizik felsefenin şekilci genellemeleriyle bilimlerin dar uzmanlık alanları arasında yeni bir düşünceye yer açılabileceğini ilk olarak Saint-Simon’un öne sürdüğünü yazar. Umumî kültürle, manevî düzeni tesis etmek, sonra pozitif metodu kullanarak, toplumu doğa bilimlerinin bir nesnesi gibi ele alarak yeniden inşa etmek amacındadır. Böylece madde ilimleriyle insan ilimleri arasında fark kalmayacaktır. Bu yüzden Durkheim’e göre, sosyolojinin kurucusu olarak pozitif sosyoloji yönteminin Comte’a atfedilmesi bir hatadır: “Yeni bir tarihî metod, pozitif felsefe, sosyalizm… Hepsini tek kelimede toplamıştı Saint-Simon: Endüstriyalizm.” O, bu yeni ilme “sosyal fizyoloji” der. Sonra talebesi Comte tarafından adı sosyoloji diye ilan edilir.

Meriç’e göre Saint-Simon Endüstri Devrimi’nin ve sosyalizmin ideologu olmakla beraber sosyolojinin kurucu düşünürleri olan Comte, Durkheim ve Marx’ın da hocasıdır. Bazıları tarafından Saint-Simon’un gerçek devamcıları olarak Proudhon ve Marx anılır yalnız. Onlar Comte’u pek hayrla anmazlar: Birisinin “okudukça midemi bulandıran hayvan“, ikincisinin “ilmine saygım yok” dediği Aguste Comte da hocasını saygıyla anmaz. Saint-Simon için “hiçbir borcum yok o adama, kendisinden hiçbir şey öğrenmedim” diye yazar. Ama bu Meriç’i tatmin etmez. Ona göre, düşünce tarihinde Ödip kompleksinin en şaheser örneği ya da bir Yahuda İskaryot olan Comte, ölünceye kadar aynı vehmin kurbanı olarak kalır: Orijinal değildir, belki üslûp onundur ama fikirler Saint-Simon’undur.

On dokuz yaşında mühendislik okulundan kovulan Comte, ümitsiz ve işsizken sığınır Saint-Simon’a. Önce sekreteridir, sonra yazı arkadaşı olur, üstadın yıllardır tekrar ettiği fikriyatını geliştirir, beraber yeni bir felsefe geliştirmeye gayret ederler, ceza mahkemesinde beraberce müdafaa hazırlarlar. Yolun başındayken yazdığı mektuplarda, “tanıdığım en olgun insan, tutarlı, âlicenap, er geç anlaşılacak bir düşünür” diye metheder hocasını. Sonraları, “hayâsız cambaz, her türlü değerden mahrûm bir şarlatan” diye yazar…

"Tarihin çökmeye mahkûm ettiği müesseseleri yerle bir eden Fransız Devrimi” ve endüstriyle ilgili incelemeler yapan Saint-Simon, çağdaş toplumu endüstriye dayanarak yorumlayan sosyal bir felsefe kurmak amacındaydı. Tüm hedefi, ilmî metod olarak kabul ettiği pozitivizmi sosyal hayata uygulamak ve bu ilme dayanan bir politika kurmaktı.

Meriç, Saint-Simon’u incelerken onun sosyolojinin de çekirdeğini oluşturacak araştırmalarının odağına bakar, ütopik sosyalistlere. Yani en iyimser yaklaşımla, Saint-Simon kadar ütopist olan ve çağdaş Batı düşüncesini belli bir sınıfın belli bir dönemdeki ihtiyaçlarına göre ayıklayan ve aktaran bir fikir adamı olan Marx’tan önceki tüm sosyalistlere…

İlk sosyalist
Saint-Simon da diğer sosyalistler gibi doğuştan gelen hiçbir imtiyazı kabul etmez; endüstriyel eşitliği savunur, herkesi topluma kattığı değer ölçüsünde kıymetlendirir. Marx’tan evvel “mülkiyette değişiklik yapılmadan toplum düzeninde herhangi bir değişiklik yapılamaz” diye yazar. Mülkiyet çalışanların olacaktır ve herkes çalıştığı kadarıyla yetinecektir. Vatandaş kavramını soyut bulur, bunun yerine toplumu üreticilerden müteşekkil görür. Toplum, bal arıları ve eşek arılarından oluşmaktadır ona göre. Çalışan sınıfı ön plana çıkarır ve aylaklar olarak nitelediği toprak sahipleri ve askerleri mülkiyetten mahrûm eder. Rekabetin yerine işbirliğini koyar, tüketimi üretimin emrine verir. Bu sebeple iktisada yeni bir vazife yükler ve fakirleri göz önünde bulundurarak toplumu yeni baştan düzenlemek ister.

Toplumun her yönden yenilenmesi icap etmektedir ona göre. Önceki asrın filozoflarının inançları yıkmaktaki aceleciliği manevî temeli çökertmiş ve toplum darmadağın olmuştur çünkü. Endüstriyalizmin manevî bir arka plana da ihtiyacı vardır. Bu sebeple modern ilimlerle çatışan Hıristiyanlığın çökeceğini söyleyip toplumu etik temelinde yeni bir Hıristiyanlık anlayışına davet eder, hümanist bir panteizmdir bu aslında…

Meriç’e göre, kendi tarihiyle hesaplaşan Batı’nın derslerine kulak verilen iki hocası vardır, Proudhon ve Saint-Simon. Çağımızın gerçek habercisi dediği Saint-Simon’un yaşamı ve düşüncelerine odaklanma sebebiyse, onu bir asrı dolduran düşünce olarak nitelemesidir, çünkü çağımız onunla başlamaktadır. Ona göre, “Saint-Simon’a kadar hiç kimse insanın iktisadî ve sosyal faaliyeti üzerinde böylesine ısrarla durmamış, emeği öylesine yüceltmemiş, aylaklığı yermemiştir.

Ki kendisi de Kırk Ambar’da Saint-Simon’la ilgili bu eseri, devrim sonrası Fransası gibi bir fetret dönemi yaşayan Türkiye’nin alt üst olmuş değerler levhasına bir katkı, bir aydının Batı düşüncesine, düşünceye uzanışı olarak niteler.

Alper Gürkan
twitter.com/gurkanalper
[1] Lütfi Bergen; “Cemil Meriç’in Endüstriyalizmi: Saint Simon”