7 Ocak 2014 Salı

Hikâyelerde dinlenmek isteyenlere

Alice Munro, 2013 Nobel Edebiyat Ödülü'nün sahibi. Adı bu ödülle duyuldu diye özellikle Nobel sahibi dedim ama aslında prestijli edebiyat ödüllerin hepsinden nasibini almış desek abartmış olmayız. Benim de içinde olduğum bir okuyucu türü vardır ki ödül alan kitaplardan bir süre bilhassa uzak dururlar. Ben bu önyargımı, Nobel törenine katılmayı reddettiğinden olsa gerek (törende yazarı kızı temsil etmiştir), Alice Munro ile yendim. Kendisi 82 yaşında Kanadalı bir hikâyeci. İnternette Munro ile ilgili araştırma yaparken sürekli "kısa öykü alanında devrim yaptığı söylenir" ibaresine denk geldim. Dayanamadım ve gidip Bazı Kadınlar isimli öykü kitabını aldım. İki ihtimal vardı: ya kitapta güçlü bir feminist duruşla karşılaşacak sert kaleminin bahsedilen devrimi gerçekleştirdiğine kanaat getirecektim ya da her yerde karşımıza çıkan, ezilen kadınların müthiş yükselişi klişesiyle sayfalarca mücadele etmek zorunda kalacaktım.

Hiçbiri olmadı. Daha ilk hikâyeden Munro'nun  karakterlerine ısındım, sanki gerçekten bir yerlerde vardılar sadece ben onlara rastlamamıştım bugüne kadar. Hayır, "sanki benim başımdan geçmiş" hissine kapılmadım. Çok da gerçekçi özellikleri yok karakterlerin, ya da kurguda sürekli gerçekçi temalara yer verilmiyor. Karakterlerini yaşayan insanlar olarak düşünmemin nedeni her gün karşımıza çıkanlardan biri gibi oluşları değil, olayları karşılayış şekilleriydi. Olaylar ne kadar olağandışı olursa olsun Munro'nun karakterlerinin tepkileri hiçbir zaman uçlarda olmuyor. Mesela 60 yaşında bir adamın evine yemeğe davet edilen (arkadaşının kocasının evi) ve yemeği çıplak yemesi gerektiği söylenen anlatıcı, durumun garipliğinin farkında olsa da onu gerçekliğe bağlayan iplerinden koparacak bir tepki vermiyor.

Hikâyeleri sevmeme sebep olan başka bir neden de sonlarıydı. Okur içgüdüsü genelde kitaplardan çarpıcı bir son bekler. Eğer bir hikâyeden beklediğiniz yalnızca çarpıcı bir sonla sizi şaşırtması ve etkisini sona saklamasıysa Alice Munro kitaplarından uzak durun. Ama eğer hayatın akışı içinde devam eden hikâyeler okumak, bu hikâyelerde dinlenmek isterseniz hiç vakit kaybetmeden gidip bir tane edinin. Öyle sonlar yazmış ki sanki hikâye her an bitebilir, ya da siz sadece bir kısmını okudunuz, o bir yerde devam ediyor hissine kapılıyorsunuz.

Bazı Kadınlar kitabında baş kahramanlarımız kadınlar. Kimi çocuk yaşta, kimi genç, kimi çok yaşlı. Hepsi de bir yaşam savaşı veriyor. Ama zorluklarla, feminist kitapların genelindeki klişeden uzak olarak, kadın oldukları için değil insan oldukları için karşılaşıyorlar. Yalnızca zorluklarla mücadele ederken kadınlıklarını kullanıyor yazar. Benim kitapta en beğendiğim öykü "Aşırı Mutluluk" oldu. Matematik ve edebiyatın birleşimini Sofya Kovalevskaya ile sunmuş yazar. Meğer, Sofya gerçek bir matematikçiymiş, Britannica ansiklopedisinde bir şeyler ararken rastlamış adına Munro. Sonra da hemen ölümüne doğru uzanan günlerin kısa bir kurgusuyla bizlere tanıtmış, çok da iyi yapmış.

Nobel Edebiyat Ödülü ve muadillerinden pek hazzetmediğim için hak edip hak etmediğini bilemem ama bu ödüller sayesinde yazarla tanıştığımız ve çevirilerine eriştiğimiz için mutluyum. 

Ümran Kio

3 Ocak 2014 Cuma

Hadislerde ilham arayanlara

"Bu dünyaya kalmayalım
Fânidir aldanmayalım
Bir iken ayrılmayalım
Gel dosta gidelim gönül."
- Yûnûs Emre

"Bir yaprak kapatıyorum hayatımın nemli taraflarına
Ölümden anlayan, ciddi bir yaprak
Unutulacak diyorum, iyice unutulsun
Neden büyük ırmaklardan bile heyecanlıydı
Karlı bir gece vakti bir dostu uyandırmak."
- İsmet Özel

Şiirin insanı hangi şekillerde etkilediği ve şairin şiiri yazarken neleri gözettiği asırlardır hem okuyucuyu hem de eleştiriciyi muallakta bırakmaktadır. Şiir, yeryüzünde tüm toplumları etkileyen, şekillendiren, tarihe ışık tutan ve tarihle yürüyen, nihâyet şairden de sıyrılabilen sözler bütünüdür. Şiir; kalan, duran, koşan bildiriler zinciridir. Şairin dertlerinin, "güzel sözle söyleme sanatı"yla kavrulmuş hâli şiirdir. Şiirin kendi bir derttir. Peki bu dertler silsilesinin ucunda ne vardır, yahut olmalıdır? Biz bu soruya, bu toprakların akıbetini belirleyenler ve daima belirlemek mükellefiyetini omuzlarında şerefle taşımayı kabul edenler olarak cevap vermeliyiz. Kur'an ve sünnet mirasından başka bir mirası reddedenler olarak. Türklükle Müslümanlığın arasını açanların baş belâsı olarak. Türk şiirinin ortaya çıkışının, küffara vurulan bir darbe olduğunu kavrayarak ve bilerek. Gözeterek ve görerek. Başka türlü bir şiir anlayışı, şiir olmayacaktır. Anlayıştan da oldukça uzak olacaktır. Zira Kur'an, şiirin ve şiirimizin müktesebatını zaten belirlemiştir. Bir tepsi sunmuştur. İkramına vesile olan ve Mekke'de nazil olan Şuarâ Suresi'nin son 4 ayeti şairler üzerinedir:

224. Şairlerinden ardından sapkınlar giderler.
225. Onların her vadide şaşkın şaşkın dolaştıklarını görmez misin?
226. Şüphesiz onlar, yapmadıkları şeyleri söylerler.
227. Ancak iman edip iyi ameller yapanlar, Allah'ı çokça zikredenler, kendilerine zulmedildikten sonra öçlerini alanlar (bu hükmün) dışındadır. Zulmedenler, hangi akıbete uğrayacaklarını bileceklerdir.

İlk olarak kasım 2003'te yayımlanan "Kırk Hadis", İsmet Özel'in radyo konuşmalarının redaksiyonu suretiyle meydana gelmiştir. TİYO Yayıncılık tarafından yapılan yeni edisyonuyla (temmuz 2013) 6. baskısını yapan "Kırk Hadis"te yeni bir önsöz bulunuyor ve kitaptaki hadislerin Arapça metinleri elle rika hattıyla yazılmış olarak okuyucuya sunuluyor. Peki okuyucu "Kırk Hadis"ten ne anladı, ne anlıyor? Bu hâlâ bilinmiyor fakat İsmet Özel kitabın önsözünü bitirirken derdini şu şekilde belirtiyor: "Kimin kime düşman olduğu, kimin kime dostluk gösterdiği ve kimin kimle haşrolunacağı ezelden belli. Ben sadece şu dünya zindanında kötü kokudan rahatsız olan ne kadar insan kaldı ise, onların kendi burunlarında kabahat bulma hatasını işlemelerini güzel bulmadım, nâçizâne."

"Ne kadar daha kazanırsam evi, arabayı değiştiririm?" veya "Aman, bana dokunmayan yılan asırlarca yaşasın!" derdini(?) edinmiş toplulukların içinde öyle veya böyle yaşıyoruz. Yer alıyoruz demiyorum, yaşıyoruz. Bazen el sıkışıyoruz ama anlaşamıyoruz. Selâm veriyoruz karşılığını alamıyoruz. Kabul etmiyoruz. Etmemek için ne yapıyoruz? Şiire müracaat ediyoruz. Haysiyetimizi korumak için şiirin yüzüne sürüyoruz gözlerimizi. Değerimizi düşürmemek için şiiri tercih etmiyoruz, şiiri değer biliyoruz, değerleniyoruz. Kıymetimizin ölçüsünü dizelerde arıyoruz. Buluyoruz. "Bir yanlışlık var!" dediğimizde surat asma hakkımızı kullanıyoruz. İlerleme dediğimiz şey ruh bütünlüğümüzdeyse, bunu şiire borçluyuz. Rahatımızı kaçıran şey şiirse, burada güzellikler buluyoruz. İşte Kırk Hadis; "Bir hadîs-i şerîfin bir şairle ne ilgisi olduğunu, bir hadîsin bir şaire neler ilham etiğini, bir hadîsin bir şaire hangi bakımdan ikramda bulunduğunu öğrenmek hoşunuza gidecekse doğru yere geldiniz" diyor. Evet, geldiğimiz yer doğru. Fakat İsmet Özel hadislerle kurduğu demire şiirleri tespih taneleri gibi dizerek bize bir rahatlık temin etmiyor. Çünkü bu yerin bize sunduğu, rahatlıktan çok, "şimdiye kadar bozulmadan koruyageldiğimiz rahatımıza" musallat olan bir terakki sahasına sokuyor okuyucusunu. Çünkü şairin insanlara çok yakışacağını düşündüğü bir mesele var. Meseleler üstü bir mesele: "Ümit ediyorum ki, benim cür'etkârlığıma şahit olan Müslümanlar bir şekilde dünyanın etrafımıza ördüğü kabalık, anlayışsızlık kozasını kırmak ve ahiret özlemi çeken bir kelebek olmaya özenmek duygusunu edinirler. Ben doğrusu böylesi bir duygunun bütün insanlara çok yakışacağını düşünüyorum."

Kırk Hadis'in içinden birkaç hadis:

"Muhakkak Allahu Teâlâ Hazretleri, sığır cinsinin otları dişleri arasında evirip çevirdikleri gibi tekellüfle konuşan, ağzının içinde dilini dolaştıra dolaştıra belâgat taslayan erkeklere buğzeder."
Ebû Dâvud, Edeb;
Tirmizî, Edeb

"Kıyamet gününde Âdemoğlu şu beş şeyden sorguya çekilmedikçe Rabbinin yanından ayrılamaz: Ömrünü nerede, ne suretle harcadığından, yaptığı işleri ne maksatla yaptığından, malını nereden kazandığından ve nerelere sarf ettiğinden, vücudunu, sıhhatini nerede ve ne surette yıprattığından."
Tirmizî, Kıyâmet

"Zayıflarının hakkı kuvvetlilerinden alınmayan bir millet nasıl temizlenebilir?"
İbn Mâce, Sadakat

"Âdemoğlunun bir vadi altını olsa ikincisini ister. Onun ağzını topraktan başka bir şey doldurmaz. Allah tevbe edenin tevbesini kabul eder."
Buhârî, Rikâk;
Müslim, Zekât

"Sözlerinde ve fiillerinde ileri gidip hadleri aşanlar helâk olmuştur."
Müslim, İlim;
Ebû Dâvud, Sünnet

Hadis, ikram ve ilham. Şairin hem gönlünden hem kaleminden. Tepside önümüze gelen şeylerin rahatımızı kaçıracağı muhakkak. İlhamın ruhumuza katacağı rahatlık sahası ise bize terakki imkânı sağlayacak. Mühim olan o terakkinin elde edilebileceğini keşfetmek, yola çıkmak ve her daim hazır olmak.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
*Bu yazının tamamı Aşkar Dergisi’nin 28. sayısında yayımlanmıştır.

29 Aralık 2013 Pazar

Var olmak: istemek ve sevmek

"Heidegger, Nurettin Topçu'nun eteğine kavuşamaz."
- Mustafa Kutlu

Türk öykücülüğünün ve yayıncılığının yaşayan efsanelerinden Mustafa Kutlu, işte yukarıdaki gibi tanımlıyor Nurettin Topçu'yu. Özellikle gençlere verdiği tavsiyelerde Topçu çok büyük yer kaplıyor. Önce "içimizden" bir sesi dinlememiz gerektiğini zaten belirtmeye gerek yok. Dergâh Yayınları'ndan çıkan "Nurettin Topçu Armağanı" da dahil, tüm külliyatını okumak, bu topraklardan nasıl bir fikir adamının çıktığını anlamak için atılacak en güzide adımdır. Elbette bu da yetmez, Lütfi Bergen'in de dediğini Nurettin Topçu önce okunur, sonra da çalışılır. Anlamak ve çalışmak lazım. Memleket olarak kuvvetimizi nerede bulabileceğimizi sorgulayan rahmetli Topçu'da o kadar çok şey bulunacaktır ki, belki de çözüme en sarih yoldan ulaşmak mümkün olacak. Ancak ne kadar okuyoruz ve önceliği neye veriyoruz? Meçhul.

Ezel Erverdi ve İsmail Kara'nın hazırladığı "Var Olmak", ilk baskısını 1965 yılında yapmış ve 2012'ya kadar aralıklarla 9 baskıya ulaşmış bir kitap. Sadece 142 sayfa. Çeşitli dergilerde yayımlanan Nurettin Topçu yazılarından oluşan bu kitapta iki bölüm var: Düşünceler ve Duyuşlar. İlk bölümde var olmak, inanmak ve sevmek, düşünmek, bilmek, gerçeği bilmek, düşüncenin derinlikleri, aşkın halleri, ölüm sırrı, zulüm ve düşman, günah, affediliş, benlik, kuvvet, hürriyet, yalan, dostluk, ıztırabın mânası ve dua gibi konuları Topçu'nun fikirleriyle, üslubuyla okumak son derece lezzetli. Öte yandan günümüzün altı çizilecek cümleler aramak maksadıyla okuyan kitap kurtları(?) da bol bol istifade edebilirler "Var Olmak"tan. Umulur ki bu istifade fikir dünyalarını, kendilerini ve anlama-kavrama kabiliyetlerini geliştirebilsin.

"Sevgiyle idare etmeyen amir ve idareci de, idare ettiği insanların hayatına zehirler saçarak er geç nefretin çukurunda boğulmaya mahkûmdur. Yeryüzünün gerçek fatihleri kalpleri kazananlardır."

"Acaba ölüm dedikleri şey, varlığı var kılan ilk kuvvetin, yani aşkın kaynağına ruhun dönüşü ve onunla bahtiyar birleşmesi olmasın!"

"Iztırap, kabul olunan içsel dualarımızın dilidir; bütün gerçek ibadetlerin üslûbudur. İnsanı insan yapan kahramanca karşılanmış ıztıraplardır. Iztırap insanı, yaratıkların son halkasında ilâhi varlığın eşiğine ulaştırarak belki bir gün bu kapıyı da açtırtacak olan kutsal kuvvettir."


İkinci bölümde sanatkâr, namus, çocuklar, kendim yaptım, cemiyeti yoğuracak ruh, hakikate giden yol, zafer, çile, gözyaşları, rahmet, rahmet kapısı, ıztırabın Allah'a yolu, kalbin emirleri, ilahî neşve, damlalar gibi konular yer alıyor. Bu konular, ilk bölümdeki konulardan farklı olarak genelden çok bireye hitap ediyor. Bireyin kendini bilmesi, sonra kendisinden yola çıkıp çevresini, yaradılışı, varlığını bilmesi üzerine gidiyor.

"Çileyi çekmesini öğreten hikmetin başında sabır gelmektedir. Çile aşkın yoldaşıdır. Onun gibi o da sabır sütü ile beslenir. Sonunda kendi kendini sever. Nihayet bulduğu yerde yokluğa fırlatılamaz, en derinlerdeki bir hazinede saklanır ve hep kendi kendini arar. Çileci çilenin dostudur.

"Sabırsız yorgunlar uyurlar. Öyle sabret ki kendisine sığınan ölülerden bile hayat fışkırtan toprak gibi olasın. Toprağın zaferlerini yok etmek, toprağı ölüme kalbetmek kabil mi? O daima muzaffer olacaktır. Tane, sabırla başak verdi. Güneş, aydınlığın yoludur."

"Her şeyden şüphe edilir, kalbden şüphe edilmez. Herşeyi kırmak caiz olur, kalp kırmak cinayettir. Fetihlerin en güzeli, kalplerin fethidir."

İkinci bölümün sonundaki damlalar kısmı, birçok Topçu okuyucusunun eminim ki evinin duvarlarını, not defterlerinin ilk sayfasını ya da hafızasının en kıymetli noktasını dolduruyordur.

"İnsan üç şeyin peşinde olmak için yaratılmıştır: hakîkatın, hayrın, güzelliğin."
"Üç hâkimin hükmünde hatâ aranmaz: kalbin, kaderin, ölümün."
"Üç şey saadetin sırrıdır: tevâzu, kanaat ve ölümün eşiğinde sık sık dinlenme zevki."
"Üç şeyin hududunda durmasını bilmelidir: isteklerin, aklın, hayatın."
"Duygunun üç dünyası vardır: sanatın, rüyanın ve sevdanın."


Bu damlaların ezberlenmesi gerekmiyor. Düşünülmesi ve üzerine fikirler üretilmesi gerekiyor. Bunları istemek ve sevmek gerekiyor. Var olmak için.

Yağız Gönüler
twitter.com/yagizgonuler

26 Aralık 2013 Perşembe

Dokunmaktan korkmayanlara

Öykücülüğün doruklarında gezinen Yalçın Tosun’dan "ince kesiklerle dolu "ötekilere" ışık tutan metinler" şeklinde tanımlayabiliriz son kitabı "Dokunma Dersleri"ni...

Tosun bu defa lezbiyen, gay, transseksüel, fahişe… hikayelerine eğilmiş. Aralarına ise "normal" öykülerinden serpiştirmiş. Kime, neye ve hangi değerlere göre normal olduğunu sorgulatmak için belki de. Dört ana bölümden oluşuyor kitap. Her bölümde daha sertleşen, daha açılan, daha kesinleşen bir anlatım hakim. Yavaş yavaş artırılan bir doz okuyucuyu doz aşımının sınırlarına dek götürüyor. "Arzuyu Örtüsünden", "Tanıdık Yabancılar Makamı", "Bilindik Sırlar Makamı" ve "İnce kesikler". İlk Hikaye "Damdaki" adını taşıyor. Bir erkeğin bir erkeğe olan sevgisini, telaşını anlatıyor yazar satırlar boyunca. Ailenin cinsel kimlik konusuna yaklaşımını iyimserce açıyor. Bir köy evinin damında yan yana yatan iki adamdan birinin diğerine aşkı lirizmin tüm imkanlarından faydalanılarak ilmek ilmek işleniyor.

Merak ve hayat ikilisini irdeleyen "Sıcak Sandalye"de yalnızlığın yarattığı yıkım ve çekim aktarılıyor. Bir oyunculuk kursu ve o kursta bir araya gelen farklı insanların birbirlerine olan merakından güç alıyor öykü. Durup önce kendine bakmayı öğütlüyor.

"Hayatın bazı dönemleri olur ya; durup soluklanıp kendinize bir kez daha bakmanıza mucizevi bir şekilde zamanınızın olduğu, öncesini yada sonrasını düşünmeyerek ruhunuzda ufak da olsa bir kazı yapabilme şansını zorladığınız… İşte öyle bir süreçten geçiyordum."

"Firari Parmağın Ucu" ismini taşıyan öyküde hayattan sıkılmış genç bir insanın duygu dökümüne götürüyor Yalçın Tosun okurunu. "Onlar bu yaşa kadar yaşamayı nasıl başarmışlar?" diyor bu insan. "Ben ve nafile ümitlerim" diyerek beklentisizliğini dışa vuruyor. Kendi zavallılığına acıyan ve rol yapan insanlardan nefret ediyor.

"Zavallılığın, diye geçiriyorum içimden, ne çok giysisi var."

Hikaye hayata sunduğu ikili bakış açısıyla da önem taşıyor; depresif ve bıkkın bir genç ile onu hayata tutundurma çabasındaki ailesinin rahatsız edici iyimserliği. Annenin gölgesinde kalmış bir baba. Sıradan arkadaşlar ve sıradan bir çevreden sıkılan, dünyanın sıradanlığında çorabını her seferinde yırtıp kaçan, baş parmağı kadar isyan edememesine üzülen bir gencin dünyasına ustaca analizlerle ilişiyor.

"Kibritçi Kız" kitabın sonlarına doğru en ilgi çeken hikayelerden. Eş cinselliği yüzünden babası tarafından kapı dışarı edilen sığınacak bir liman bulamadığı için vücudunu pazarlayarak parasını kazanmaya çalışan bir adamın öyküsü. Biraz acıklı, ama bilindik anlamın çok ötesinde bir acısı var hikayenin. Yazar mağdur edebiyatı yapmaktan olabildiğince uzak kalıp gerçekliğin çıplak tarafından vuruyor okuru. Anlamak içinse bir paragraf okumak yetiyor.

"Memelerimden, mini eteklerimden, allılarımdan, tıraşlı bacaklarımdan kurtulmak isterdim. Kıllı göğsümü, sakallarımı eski kavruk yüzümü tekrar isterdim. Sadece istediğim adamlarla yatmak isterdim. Bir kez olsun, canım istediği için sevişmek isterdim. Biri beni sevsin isterdim. Ama en çok da, aynada kendimi görebilmek, belki onu yeniden sevmek, sevebilmek..."

Hisler ve gerçeklerle anlamlandırılmış öyküleriyle "Dokunma Dersleri" bir üçüncü kitap olmasına rağmen önceki ikisini geride bırakmayı başarıyor. Pek çok yazarın cesaret edemediği karanlıkta bırakılanlara eğilmesi ise Tosun’un metinlerini farklı kılıyor.

"Onlara dokunmaktan korkmayın, dokunmaktan çekinmeyin." diyor yazar. Dokunmaktan korkanlara ise kendi doğruları ile yeniden yüzleşme fırsatı sunuyor...

Gürcan Öztürk
twitter.com/gurcanozturk_

19 Aralık 2013 Perşembe

Bir mütercimin ıstıraplarına tanıklık etmek

"Ki insan mütercimdir, kalbindeki o şeyi
Metal tadı olsa da ısırdığı herşeyde
Çevirip durur kendi dilince."

- İbrahim Tenekeci

Modernleşme, sanat kuramı, edebiyat, sinema ve kitap tanıtımı yazılarına meraklı olanlar Alper Gürkan ismine aşinadırlar. Aksiyse şayet, takip etmeli ve okumalılar. Bakış açısı ve üslubuyla yerini gün geçtikçe sağlamlaştıran yazarın geçtiğimiz haftalarda Hece Yayınları'ndan ilk romanı çıktı: Mütercim. Kitap, hocasının ölümüyle birlikte yarım kalan bir tercümesini tamamlamak için 1924’te İstanbul’dan Ankara’ya gelen bir çevirmenin değişen ruh halini ve bununla birlikte gözlemlerken değişmesine de tanıklık ettiği dünyasını barındırıyor. Yazarın eski dile demeyelim -kime göre eski, neye göre eski?- unutulmuş kelimelere olan yatkınlığı, bu kelimeleri kullanım becerisi, şiirsel dili ve dönemin siyasi atmosferini hiç sıkmadan aktarması oldukça dikkat çekici. Bir okuyucunun sayfaları hızla çevirmesi için sadece tekniğin yetmediği su götürmez bir gerçek. Alper Gürkan anlatım tarzıyla ve yakın dönem tarihini aktarmasıyla da okuyucuyu ilk sayfalardan etkileyebilmiş.

"Sanki geçmiş denilen şey hiç olmamıştı ve o, içine bir sürü şey doldurulmuş bir hafızayla şimdi denilen bir anda var oluveriyordu sürekli. Anne, baba, akraba, ev, bahçe, sokak ve dünya ve hayat... Her şey köksüz, tek boyutlu ve yapmacık bir sûrete bürünüyor ve zihninden akıp gidiyordu düşündükçe. Dokunduğu her kırıntı, sanki başka bir şeye dönüşüyor ve hemen binlerce hatırayla dolup kendisiyle ilişkileniveriyordu."

Birbirlerinin içine ve yerine geçebilen duyguları anlatmak zordur. Henüz ilk sayfalardan mahcup, ağırbaşlı ve oldukça "dolu" bir üslupla başlayan roman, mütercimini, iktidarı ve Takrir-i Sükûn kanunuyla birlikte dağılan muhalifleri önce toparlayan sonra da tekrar dağıtıp birbirlerine kin gütmelerine sebep olan bir kitabı okuyucuya tanıtıyor. Romandaki bu kitabı tanırken okuyucu taze cumhuriyetin ağrılarını, iç savaşlarını, toplumdaki maddi ve manevi çatışmaları da siyah beyaz bir şekilde izleyebiliyor. Bir edebiyat tutkunuysanız dili kullanıma, bir tarih tutkunuysanız dönemi aktarıma hayran kalabilirsiniz.

"Hayaller, anılar; olanlar, olmayanlar; ümitler, ıstıraplar; planlar, düş kırıklıkları ve yani içinde dolaşan tüm detaylar öyle çetrefil ve yorucu bir hâl almıştı ki kendisini tam olarak bunların hangisine daha yakın konumlandıracağını bilemiyordu."

Bir mütercim düşünün ki korkuyla dolu metinlerin süzgecinden kendisiyle birlikte çıkarıyor anlamları. Alper Gürkan'ı özellikle, yaşanan zorluklara katlanmanın yolunu kelimelerde ve kitaplarda arayanlar tebrik etmeli. Bir yazarı tebrik etmenin en kolay(?) yolu ise kitabını okumak, okumak ve okumak...

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler