12 Eylül 2013 Perşembe

"O adam"ı bekleyenlere

"Şehrin en uzak ucundan bir adam koşarak geldi ve 'Ey kavmim!' dedi, 'Bu elçilere uyun! Sizden hiçbir karşılık beklemeyen ve kendileri doğru yolda olan bu kimselere uyun!'"
- Yâsin Suresi, 20-21

Cemil Meriç, "Tek hürmet ettiğim adamdır. Kaybedilmiş bir davanın bu kadar fedakar kahramanı olabilir. Öyle görmek ve inandırmak ihtiyacında." diyordu Don Kişot’un arkasından.

Bir an duralım! Kısa bir an sadece…

Gündelik telaşlarımızın bizi nasıl sistematize ettiğini ve ilişkilerimizin, iletişimimizin nasıl yapaylaştığını düşünelim.

Sabah erken saatte günün ilk darbesini dijital çalar saatlerimizden yiyoruz. Eğer hala bizi öperek uyandıran bir annemiz, eşimiz, çocuğumuz, hatta kurmalı bir saatimiz bile varsa şükretmeliyiz. Ardından bir koşturmaca ile evden çıkarak kalabalık toplu taşıma araçlarında birbirimize son derece tahammülsüz bir şekilde yollara düşüyoruz biraz daha çalışmak, kazanmak, yükselmek, sonra yine kazanmak ve hep kazanmak için. Kulaklıklarımızı takıyoruz hemen; iç çekenleri, öksürenleri, içli içli ağlayanları, en insancıl, en kısık sesleri duymak istemediğimizden. Ardından toplantılar, deadline’ı yaklaşan projeler, ay sonu raporları… Gözümüz saatlere takılıyor durmadan, zaman hızla geçiyor bizi kendine katmadan. Son bir gayretle ya eş dosta vakit ayırıyoruz ay yükselirken gecede ya da evimize atıyoruz kendimizi, içinde yer aldığımız gerçeklikleri görmezden gelip televizyon karşısında adeta bir katarsis ruhuyla hayatı suni bir ekranda yaşayabilmek adına... Oysa neler kaçırıyoruz olağanüstü bir gerçeklikle yanımızdan geçip giden hayatta?

Belki hep geçtiğimiz cadde üzerinde, kim bilir birkaç kere vitrinine baktığımız, alışveriş yaptığımız bir mağaza “Kapanış nedeniyle zararına satışlar!” yapıyor. “Şu mağaza kapanmasaydı, iyiydi.” diye düşünüp, içeri girip de “Hayırdır abi?” demek geldi mi aklımıza?

Belki mahallemizde bir çocuk, yürüyemediği için sokakta oynayan akranlarına uzaktan bakıyor, işten dönüş saatimize denk geldiğinde gidip de başını okşadık mı?

Peki, mahalle bakkalımıza ne zaman tembihlemiştik “Bizim ufaklığa giderken harçlığını sen ver, dönüşte biz hallederiz.” diye? En son bizim kuşağa yetişti galiba bu gelenek.

Bir pazar yerinde, tezgâhlar kalktıktan sonra sokaklarda dolaşıp yere atılan sebze ve meyvelerden toplayan kadınlarla zaten yüz yüze gelmiyoruz alışverişimizi hafta sonları süpermarketlerden yaptığımız için.

Filistin’de, Myanmar’da, Suriye’de, Mısır’da… Dünyanın dört bir yanında ölen masumlar için son zamanların trendi, tweet göndermekten başka bir vicdan muhasebesine giriyor mu yüreklerimiz?

Ezber cümlelerin, ezber duyguların içinde aktığını varsayarken, gerçekte sevgilinin kalbine dokunmayı unutanlardan mı olduk?

Aldığımız eşyaların kıymetinin ertesi güne kalmadığı, her gün doymazlıkla yenilerini alıp eskilerinin değerini sıfırladığımız bir döngü içinde girdik duygusuzca.

İşte tüm bu şehrin kıyısında köşesinde kalmış insanlara, geleneklere, mekanlara, ruhlara, kısacası ötekileştirdiğimiz ne varsa, onlara ışık tutuyor “Bir Adam Girdi Şehre Koşarak”. Tarık Tufan, koşarak şehre giren bu karakter tahayyülüyle, her şeyin son derece hızlı ilerlediği dünyamızda hepimizi gelip omuzlarımızdan sarsıyor birbirimize dönmemiz için.

İyi de yapıyor!

Feyza Andaş
twitter.com/feyzandas

11 Eylül 2013 Çarşamba

Şaşırmayı, haylazlığı ve neşeyi sevenlere

"Bu kitap birbirine sadık kalan insanlara ithaf edilmiştir" girişiyle başlayan tamda birbirine ve meselelerine sadık kalan insanların anlatıldığı bir roman "Kozmik Haydutlar."

Kendisi hakkında pek bir şeylerin bilinmemesi taraftarı olduğunun sık sık altını çizen yazar A.C Weisbecker, "Kozmik Haydutlar" sayesinde okura bol felsefe, farklı dünya görüşleri ve keyifli bir aksiyon sunuyor.

Oldukça eğlenceli ve farklı karakteri bir araya getiren kitapta olaylar: bir uyuşturucu kaçakçısının gasp ettikleri eşyaları karıştırırken arasından çıkan kuantum fiziği ve atom altı parçacığı kitaplarına merak sarması ve bir anda değişen hayata bakış açısı etrafında şekil alıyor.

Müşkülpesent köpeği High Pockets, en yakın haydut arkadaşı Jose ve çetenin diğer üyelerinin de ara ara olaylara dahil olmalarıyla, işsiz uyuşturucu kaçakçısı bir anda dünyanın varoluş sırlarının peşinde oradan oraya sürüklenen bir kaşife dönüşüveriyor.

Yazar kitap boyunca olayları birinci ağzı ana karakter üzerinden aktarıyor, ancak karakterin ismine yer vermiyor. Olaylara hakim gözlemci olarak bakan karakter hikayesi boyunca okuyucuya bol bol dipnot veriyor. Kitap genel olarak iki bölüm halinde ilerliyor. İşsizliği dolayısıyla fiziğe merak saran karakterin değişen görüşlerinin ve dönüşüme uğrayan tutumunun anlatıldığı birinci bölüm ve tüm öğrendiklerinden yola çıkarak okuduklarını yazan fizik profesörünü aramaya karar verişinden sonra gelişen olayların anlatıldığı aksiyon dozu yüksek ikinci bölüm. Hikaye başlarda karmaşık ve sıkıcı gibi görünse de ilk elli sayfadan sonra kendisini açıyor. Yazar zen öğretisi, atom parçacığı teorisi, büyük patlama, kuantum mekaniği, çeşitli fizik ve varoluş kuramları üzerine eğlenceli ve her yaştan okurun rahatlıkla anlayabileceği bir felsefe sunuyor.

Tüm bunları yaparken bilim ve öğrenme tutkusu birleştiğinde insanların nasıl değişimlerden geçebileceklerini sorgulatıyor. Bilimin etkisi herkes üzerinde aynı mıdır? sorusu ise ilerleyen sayfalarda kitabın ana sorunlarından birisi halini alıyor. Okuyucusundan, önce Kara düşünce, tek bakış açısı, boş yaşam, boş insan, kaybeden... gibi önyargılarla soğuttuğu karakterlerini "Vay be!" nidaları arasında sevdirmeyi başarıyor. Bu başarısını önyargıların geçersizliği fikrini kanıtlayarak ise ikiye katlıyor.

Hikaye, temposu hiç düşmezken sıkılan kurşunlar arasına düşünce kırıntıları serpiştiriyor. Kırılan kapıların ardından o kapılara karşı masa başında yapılan derin sohbetlere geçebiliyor. Okur "Tamam, şimdi bitti!" derken kurnaz haydutlar bir kez daha şaşırtmayı başarabiliyor.

Kozmik Haydutlar hava, kara, deniz dinlemeden kıtalar arası seyahat eden uçarı bir macera. Haydutların her durağı ise apayrı bir felsefe. Kendince varlık nedenlerini arayan bir grup amaçsızın amaçlı hale dönen yaşamlarından 194 sayfalık bir izlek. Çok kültürlü dokusu, kutuplaşan dünyaya yönelttiği ince hicvi, çılgınlıkta sınır tanımayan karakterleri ve boğmadan anlatmaya çalıştıkları ile okuyanın yanına kar kalacak bir kitap Kozmik Haydutlar. ilgilisine…

Gürcan Öztürk
twitter.com/gurcanozturk_

9 Eylül 2013 Pazartesi

İlişkiler bir cinayet midir?

Şimdi arkanıza yaslanın ve beni iyi dinleyin size harika bir roman hakkında berbat cümleler kuracağım.

Malina, ya da Günlük Cinayetlerin Romanı” tanımı ile başlıyor kitap.

Malina, Bachmann'ın 'Ölüm Türleri' ana başlığı altında yazmayı düşündüğü bir dizi romanın da tamamlanabilmiş ilk ve tek bölümüdür. 1971 yılında yayınlanmıştır. Romanın yayınlanmasından 2 yıl sonra Roma’daki evinde çıkan yangında ağır yaralanarak hayatını kaybeder. Tamamlanmamış kitaplar, düşler içinde yitip gitmiş hayatlar beni her zaman derinden etkiler, üzer, tıpkı Oğuz Atay’ın Türkiye’nin Ruhu’nu yarım bırakıp gitmesi gibi.

Yazıldığı dönemde büyük ses getirir edebiyat dünyasına. Ve edebiyat çevrelerinde uzunca bir süre tartışılır. Ben, bu roman ile neden bu kadar geç tanıştım bilmiyorum. Sanırım o da benim eksikliğim.

Kitabın ilk bölümü 'İvan'la mutluluk', ikinci bölümü 'Üçüncü adam', üçüncü bölüm 'Son şeyler üzerine' başlığını taşıyor. Kitapta bir olay örgüsü yoktur, baştan sonra bilinç akışı tekniği ile yazılmış bir romandır. Okurken , “gerçekten Malina var mıdır, yok mudur, bir hâyâl ürünü müdür, yoksa yazarın aklında yaşattığı bir ideal karakter midir, yani başka bir deyişle bir alter-ego durumu mu vardır” diye düşündürür. Ama bununla fazlaca oyalanmaya vakit bırakmaz, kelimelerin içinde kaybolup gidersiniz.

"Yaşayacak bir niçin'i bulunan, hemen her nasıla dayanabilir."

"Tarih öğretir, ama öğrencileri yoktur."

"Çevremdeki bu koşuşturmanın ortasında kendimi herhangi bir işle oyalamam kesinlikle olanaksız, eminim siz de görüyorsunuzdur dünyadaki bu delice koşuşturmayı ve ondan kaynaklanan cehennem, gürültüyü duyuyorsunuzdur. Yapabilseydim eğer işlerle uğraşılmasını yasaklardım, ama onları yalnız kendime yasaklayabilirdim."

Romanda “ben” konuşur ve “ben” bir kadındır. Birinci tekil kişinin ağzından dinleriz her şeyi. Kederlerine bir isim koyma çabasına gitmeden tüm acılarını, ciddi çırpınışlarını, tutkularını, en realist hâli anlatır “ben” ve hiçbir kaygı gütmeden. Özgür ve acı çeken insanı.

Ben faşizmi en güzel onun kaleminden okudum, "Faşizm, atılan ilk bombalarla başlamaz, her gazetede üzerine bir şeyler yazılabilecek olan terörle de başlamaz. Faşizm, insanlar arasındaki ilişkilerde başlar, iki insan arasındaki ilişkide başlar… ve ben anlatmak istedim ki, savaş ve barış yoktur, hep savaş vardır."

Kitap, ne kadar bireysel bir roman gibi görünse de, bütününe bakıldığında tamamen toplumsal gerçekçilik ile yazılmıştır.

"Ben, mutlak nitelikteki ilk israfın simgesiyim, kendimi esrikliğe kaptırmışım, dünyadan akıllı bir biçimde yararlanabilme yeteneğim yok, ve adına toplum denen maskeli baloda boy gösterebilirim, ama gelmeyebilirim de; engeli çıkmış biri gibi, ya da kendine maske yapmayı unutmuş, ihmali yüzünden kostümünü artık bulamayan ve bundan ötürü de günün birinde artık davet edilmeyen biri gibi. Belki de birisiyle sözleşmiş olduğum için, Viyana'da, bana henüz yabancı olmayan bir ev kapısı önünde durduğumda, aklıma son anda kapıda yanılmış ya da günü ve saati şaşırmış olabileceğim geliyor; o zaman dönüyorum ve çok çabuk yorulmuş, içim çok fazla kuşkuyla dolu olarak, Macar Sokağı'na koşuyorum."

“İvan'ı düşünüyorum. Aşkı düşünüyorum. Damardan verilen gerçeği ve bunun etkisinin ne kadar kısa sürdüğünü. Bir sonraki, daha yüksek dozu.”

Beceriksiz, başarısız sevgiliyi de şöyle anlatır; “Erkek için kadınları az düşünmek kolaydır, çünkü hastalıklı sistemi, hiç aksamayan bir sistemdir; erkek kendi kendini yineler, yinelemiştir, yineleyecektir. Kadınların ayaklarını öpmekten hoşlanıyorsa eğer, daha belki de elli kadının ayaklarını öpecektir, o halde o anda ayaklarını öptürmekten hoşlanan bir yaratığı düşünmesine, onun yüzünden düşüncelere dalmasına gerek yoktur, o erkek böyle düşünecektir. Oysa, bir kadın şimdi sıranın kendi ayaklarına geldiği gerçeğiyle hesaplaşmak zorundadır (...) Birini gerçek anlamda bir mutsuzluğa sürüklediysen eğer, o zaman o da seni düşünecektir. Genelde ise erkeklerin çoğu kadınları mutsuz kılar ve bunda bir karşılıklılık yoktur, çünkü başımıza gelen doğal bir yıkımdır, erkeklerin hastalığından kaynaklanan, engellenmesi olanaksız doğal bir yıkım.

Bachmann’a göre İkinci Dünya Savaşı’nı izlemiş olan “savaş sonrası” dönemi artık cephelerde, dış dünyada değil, insanların iç dünyasındadır. Yıkım ve cinayetler, artık tarihin belli dönemlerinde değil, günlük yaşamımızda yer alır. Bu yüzden roman “bir cinayet romanı“ tanımlamasını alır. Sevginin ve diğer güzel şeylerin en önemlisi kadının ve ilişkilerin cinayeti. Diğer 2 bölüm de tamamlansaydı neler anlatacaktı kim bilir?

Romanda 'Bir gün gelecek' diye bir ütopyadan da bahsedilir; “Bir gün gelecek, insanlar savanları ve bozkırları yeniden keşfedecekler, uçsuz bucaksıza açılıp köleliklerine bir son verecekler, hayvanlar yükseklerdeki güneşin altında insanlara, artık özgür olan insanlara yaklaşacaklar ve dev kaplumbağalar, filler, bizonlar birlik içersinde yaşayacaklar, ormanların ve çöllerin kralları, özgürlüklerine kavuşmuş insanlarla birleşecekler, aynı kaynaktan su içecekler, arınmış havayı soluyacaklar, birbirlerini parçalamayacaklar, bu, başlangıç olacak; bütün bir yaşamın başlangıcı.”. Ancak daha sonra o günün de 'aslında gelmeyeceği'ni ilan eder. Çünkü Bachmann kendisiyle yapılan bir söyleşide 'Gelmeyecek ama yine de inanıyorum. Çünkü inanmazsam eğer, artık yazmam da olanaksızlaşır' der.

Gerçekten iki insanın birbirini sevmesi mümkün müdür? Dengesizlikler ve çırpınışlar, dibe vuruşlar nereden sonra başlar? Kadın iki kişilik ilişkilerde ne kadar kadın? Aslında sadece bir cinayet mi ilişkiler, hem kendimizi hem onu mu öldürüyoruz her gün, her an?

Tutarsızlıklar, umursamazlıklar, dengesizlikler, iç çatışmalar, kör inançlar, düğümler, kördüğümler, hiç çözülemeyecekler. İlişkiler, ilişkiler…

“Aslında kötü bir alışkanlıktır okumak, öteki bütün kötü alışkanlıkların yerini tutabilecek ya da onların yerine herkesi daha bir yoğun biçimde yaşamaya itebilecek bir alışkanlıktır, delicesine bir yaşam biçimidir, insanı yiyip bitiren bir tutkudur. Hayır, uyuşturucu kullanmıyorum, kitapları kullanıyorum…”

İyi bir roman hakkında iyi cümleler kurmak çok zor. “Ne söylense hakkını bulur, ne desem yerine oturur?” diye düşünmekten alıkoyamaz kendini insan. Ben okurken bitmesini istemedim kitabın, kitapseverler nadir yakalar bu duyguyu.

Diyeceğim şudur ki; okumadan ölmeyin. Belki de Malina, Olric’in çift yumurta ikiz kardeşidir.

Esin Bozdemir
twitter.com/karakarabatak

6 Eylül 2013 Cuma

Çareyi uzaklaşmakta bulanlara

Dolambaç, Hollandalı yazar Gerbrand Bakker’in son romanı.

Ayrılmanın,bırakabilmenin ve kabuğundan çıkıp uçabilmenin anlatısı. Okuru yetişkin bir kadının labirentlerine sokup kitabın son sayfasına dek orada sessizce dolaştıran yazar, abartısız anlatımı ve süssüz diliyle yormadan, sıkmadan derdini anlatmayı başarıyor.

İsminin Emilie olduğunu söyleyen Hollandalı akademisyen bir kadının yaptığı bir hata yüzünden işini ailesini ve kocasını bırakıp Galler’in kuzeyindeki eski bir çiftlik evine taşınması kitabın temel meselesi olarak veriliyor. Ancak bu kadının kim olduğu, isminin gerçekten Emilie olup olmadığı, kimseye haber vermeden gelip yerleştiği dağ başındaki bir çiftlik evinde bulunma sebepleri kitap boyunca yavaş yavaş sallamak suretiyle ince bir elekten geçiriliyor.

Bakker’ın metni için bu eleğin üstünde kalanlar ve altına dökülenler diyebiliriz. Zira okura çift taraflı bakış açısı yürütme şansını veren yazar roman boyunca takip ettiği izlek sayesinde bunu olayların içine başarılı bir şekilde yedirmeyi başarmış. Kitabın aralık ayına dek süren ilk bölümü boyunca Emilie’nin kendiyle hesaplaşması yavaş yavaş ortaya çıkan küçük sırlarıyla birlikte ait olduğu şeylerden kırılıp kopması ve savruluşunu inceliyor yazar. Kır hayatına yabancı olan karakterin aidiyetsizlik duygusu üzerinden ünlü şair Emily Dickinson ile aralarında ustaca paralellikler kuruyor. Romanın geneli boyunca Emilie’nin Dickinson dizelerine tutunarak içini kendisine açması, tutunacak hiçbir şeyi kalmayan kentli bireyin kendi gibi olana yönelişini gözler önüne seriyor.Tüm bunların yanı sıra roman şiir’i yüceltmesi bakımından da büyük önem arz ediyor.

Kitabın Aralık ayı bölümünden sonrasında ise çiftliğe tıpkı Emilie gibi bir anda yolu düşen,onun gibi ruhsal kayıpları olan Bradwen Jones isimli 20 yaşındaki genç erkek damgasını vuruyor. Başta yalnızlığına gölge düşüren bu genç adamdan korkan Emilie sonraları bir anda kendisini Bradwen ile yaralarını sararken buluyor. Emilie iyileşirken yazar okur’u kadının kocası ve ailesiyle tanıştırıyor. Eksik kalan parçaları yine gürültüsüz bir şekilde fark ettirmeden yerine oturtuyor. Emilie kendi sırlarından arınırken onların kirinden bir türlü kurtulamıyor…

Yazar Bradwen karakterini öyküye tam da Emilie’nin yalnızlığa alışmak üzere olduğu bir noktada dahil ediyor ve bu yolla kentli bireyin yalnızlığa olan özlemini ilginç bir şekilde baltalıyor. Emilie yalnız kalamayacağını,yalnız yapamayacağını anladıkça yazar amacına hizmet etmeyi başarıyor.

Öykü Emilie’nin bahçesinden birbir eksilen kazlar, göl ve porsuk imgeleri,kasaba doktoru ve çiftliğin eski sahibesinin yaşamı gibi küçük yan öykücüklere sahip. Bakker bu yan olayları yine ana hikayenin belli başlı noktalarına başarılı bir şekilde ilmeklemiş ve her küçük olaycık içinde ana karakterin ruhsal hayatını anlamayı daha da kolaylaştıracak büyük dipnotlar sunmuş. Dolambaç çareyi uzaklaşmakta arayan bir kadının, sorunlarından yalnızlıkla kurtulacağına inanan kalabalıktan sıkılmış insanın romanı. Neden ve sonuçları çok kesmeyen bir metin. Zaten farkında olunan şeylerin tozunu attıran bir rehber. Sessiz hüznüyle ince ince şipleyen türden bir öykü.

Hafif bir jazz müzik, battaniye, kahve ve şömine eşliğinde şehrin kalabalığından ustaca uzaklaştıran bir sonbahar romanı ilgililerine...

Gürcan Öztürk
twitter.com/gurcanozturk_

2 Eylül 2013 Pazartesi

Şiirin içine şairin dışarıdan bakışı

"Genç şair! Karıştır, oku bu kitabı! Sonra da, işte zaman silgisi, kurşunkalemle yazılmıştır, aklından sil çıkar ki, ben işine karışmış olmayayım, sen gene bildiğin gibi yaz, bildiğini oku!"
- Behçet Necatigil

İşte böyle yüce gönüllüdür şair Behçet Necatigil ve bu yüzden hocadır. Söyler ve kenara çekilir. Hayatına dair yazılan yazıları ve sevgili kızı Ayşe Sarısayın'ın hatıralarını okuduğumuzda da bunları görebiliriz.

Şiir okumak başka, şiir üzerine yazılar okumak ise bambaşkadır. İkisi arasında gerçek olan bir şey varsa o da şiir okumanın daha kolay olduğudur. Belki de değildir. Kim bilir? İşte bilmek için bir kitap, üstelik Türk şiirinin en büyük isimlerinden: Behçet Necatigil. Şiirle öyle veya böyle ilgilenen herkes için Behçet Necatigil ayrı bir yerdedir. Somutlaştırayım: Gün içinde yoğun olarak ev, sevgi ve sessizlik üzerine konuşuldu mu akla tek bir şair gelmelidir. O da Behçet Necatigil'dir.

"Hayat bölünmez, sağlam bir akış olmaktan çıktı, bir mozaik halini aldı: İçinde cam kırıkları, taş parçaları, döküntüler, her şey var."

Yaptığım alıntıdan görüldüğü gibi saf şiir üzerine kurulan bir kitap olmaktan öte, hakiki şiir üzerine kurulan bir kitap Bile/Yazdı. Hakiki şiirde hayat vardır. Bundan dolayı da ilk baskısını Ada Yayınları'ndan 1979 yılında yapmış olan kitap aradan 33 yıl geçti ve YKY'den toplamda 4. baskısına ulaştı. Üç bölümden oluşuyor: Şiircikler, şiir uçları ilk bölüm. Şiir tanım ve gözlemleri ikinci bölüm. Üçüncü bölümde ise şiir üzerine çokça yazı var. Kitap biterken Necatigil'in dünden bugüne konuşmaları mevcut. Hepi topu 104 sayfa olsa da gerek ilham gerekse poetik anlamda bolca malzeme görüyorsunuz, incelikle inşa edilen.

"Şiir bir çıkartmadır, uyuyan topraklara
uyumayışlardan."

"Şiir ısrarlı bir telkindir, ama tekin olmayabilir
bazı telkinler gibi."

"Şiir yazılamaz olunca mı anlaşılır nasıl yazılacağı?"


Şiirle uğraşın veya uğraşmayın. Bırakın hoca konuşsun, sonra siz nasıl olsa iyi şiiri daha iyi göreceksiniz ve belki de yazacaksınız.

"İki tür şair sevilmez: Ya sızlanan ya da
bitpazarında hurdacı dükkânı açmış."


Şiir hakkında her şeyi, şairinden okumak isteyenlere diyelim...

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

31 Ağustos 2013 Cumartesi

İsimlere takılmayanlara

"Barış Adlı Çocuk", Sevgi Soysal’ın 1976 yılında yayınlanmış ve kendi seçtiği on üç öyküsünden oluşan kitabıdır. Soysal’ın Kitabını pek çok diğerinden farklı kılan ise anlatımda tercih ettiği tutum ve dönemdaşı Tezer Özlü’yü anımsatan karamsar sert ve acı bir hissiyatla donatılmış olmasıdır.

Kitap yazarın ölümünden önce yayınlanmış son eseridir. Ayrıca kendisinin son dönemlerini aydınlatan bir kaynak olması bakımından da önem arz etmektedir. Kitapta yer alan ilk yedi hikaye yazarın yaşantısından bağımsızmış gibi görünen kurmacalar olarak dikkat çekmektedir.

Bu yedi hikayenin genelinde Soysal bireyin toplum karşısındaki çekingenliğini, ötelenen insanın ruhsal tedirginliklerini aktarırken imgeler üzerinden sağladığı bir toplum, kurum ve olgular eleştirisi yapmaktadır. "Cellat Fuchs, Kent Halkına Nasıl Karıştı?" başlıklı hikayede şehrin dışında yaşamaya mahkum edilmiş bir cellat’ın düzeni kırıp insan arasına karışma arzusunu ince bir lirizm ve hassas dokundurmalarla ustaca anlatırken "Ay’ı Boyamak"ta ise amaçsızlığına son vermek için bir türlü sonuç vermeyen bir döngü içerisine atılan Hasan Özçakar isimli karakter üzerinden insanın bir şeylere tutunma arzusunu,amaçsızlığın getirdiği yalnızlığın ruhta yarattığı tahribatları ve boşluğa düşen bireyin çıkmazlarını okuruna hissettirmektedir.

Hissettirmektedir, kitabın geneli için kullanılabilecek bir sözcük, çünkü Soysal metninin hiçbir noktasında kesin bir biçimde ideoloji sunumu yapmamakta, başarılı bir biçimde hissettirmektedir. Bu hissettirmenin ardında ise okura "Benim için görüşüme katılıp katılmamanızın önemi yok,ondan kendinize hangi parçaları alabildiğinizin önemi var" mesajının verildiği de söylenebilir. Sevgi Soysal 12 Mart dönemini iliklerine kadar hissetmiş olan bu yüzden eserleri toplatılmış ötekileştirilmiş ağır eleştirilere maruz kalmış ve hapis cezası almış bir yazardır. Kuşkusuz ki tüm bunlar "Barış Adlı Çocuk"ta yer alan ve kitabın en uzun hikayeleri olarak göze çarpan hapishane hikayelerinin şekillenmesinde baş aktör konumunda bulunan ögelerdir.

Bu hikayelerde yazarın güçlü gözlem yeteneği ve argoya olan hakimiyetine şahitlik ederken O dönemin siyasal yapılanması, toplumsal düzenin işleyişi, hapishane bürokrasisi ve ilişkileri üzerine de sağlam çıkarımlarda bulunmak mümkün.

Kitaba adını veren "Barış Adlı Çocuk" öyküsü belkide eserin içinde barındırdığı tüm hikayelerin bir özeti ve ana teması niteliğinde. Barış ve faşizm, barış ve savaş.. Barış ve umutsuzluk… Barış ve umut… En nihayetinde ise barış ve Sevgi Soysal... Yazar olgulara, isimlere, kavram ve karmaşalara takılanların dünyasından "Takılmayın" öğüdünde bulunuyor bu öyküde. Soysal’ın hikayeleri acımasız gerçeklerle örülü, merhamet duygusuna çok az yer var, beklenmedik anda beklenmedik birinden gelen bir tokat etkisi yaratıyorlar adeta. Yazarın karakteristik kodları ve kalp dünyasının birer dökümü hepsi. Bu dökümün en karanlık sayfalarını ise kitabın sonlarında yer alan hastahane hikayeleri oluşturmakta.

Sevgi Soysal 1975’te göğüs kanseri teşhisiyle tedavi görmeye başlamasının ardından 1976 yılında bir memesinin alınmasından sonraki dönemde hastahane odalarında doktorlar, ilaçlar, hastalar ve hastalığı ile yüzleşme sürecini anlatıyor bu parçalarda. Bu hikayeleri okurken Tezer Özlü ve onun hastanelerinin etkisini başka başka biçimlerde izlemek mümkün. Yazarların birbirlerinden etkilenmiş oldukları kesin olmakla beraber hangisinin bir diğerine daha ağır bastığı okuyucunun takdirine kalmış. Soysal "Barış Adlı Çocuk" yayınlandıktan sonra yaşamını henüz kırk yaşındayken kaybetmiştir. Farklı ruh hali, imgelere olan hakmiyeti, dil’in sınırlarını zorlamadaki başarısı ve kaygısız tavrıyla Türk Edebiyatı'nın önemli değerleri arasında yerini almıştır.

"Barış Adlı Çocuk" Sevgi Soysal'ı ve onun dünyasını tanımak isteyenler için isimlere ve ardında sakladıklarına takılmamayı öğreten güzel bir eser. İlgililerine...

Gürcan Öztürk
twitter.com/gurcanozturk_

29 Ağustos 2013 Perşembe

Büyük şairler, yeniden keşfedilmeyi bekler

"Büyük mütefekkirler kendi dönemlerinin tercümanlarıdır. Akif de bunlardan biridir. Hatta döneminin en büyüğüdür."
- Prof. Dr. İsmail Kara

İstiklâl Marşı şairimiz Mehmet Âkif Ersoy'un yaşamı üzerine ciddiyetli bir çalışma maalesef ki yapılmamıştı.

Sempozyumlar, makaleler, konferanslar ne kadar bolsa, içi o kadar koftu. Anma merasimlerinden öteye geçmiş, Mehmet Âkif'in milletimiz ve topraklarımız için neler ifade edebileceği üzerine kafa yorulmamıştı. İlginçtir ki eserleri üzerine de hâlâ ortada bir şey olduğu söylenemez. Eleştiriyi çok seven bir milletiz, her şeyi eleştiririz ama bir şeyleri tahlil veya izah etmekten de koşa koşa kaçarız. Oysa ki vatan şairimizi gayet iyi tanımamız, eserleriyle "şöyle böyle" değil "ciddi ciddi" ilgilenmemiz gerekiyor. Sadece Safahat'ı bilmek yerine, Süleymaniye Kürsüsünde, Fatih Kürsüsünde, Hatıralar, Asım ve Gölgeler gibi çok önemli eserleri de bilmeli, okumalı ve idrak edebilmeliyiz. En azından buna gayret göstermeliyiz.

Elbette bunları yapanlar vardır, Prof. Dr. İsmail Kara ve öğrencisi Fulya İbanoğlu da muhtemelen öncelikle bu hassasiyetleri barındıranlar için harikulade bir çalışmaya imza atmışlar. Elemim Bir Yüreğin Kârı Değil / Mehmet Âkif Albümü; kapağını kaldırır kaldırmaz sizi içine hapsediyor. Çünkü orada bir dava yatıyor, bir mücadele barınıyor ve bir çile çekiliyor...

"Gitme ey yolcu, beraber oturup ağlaşalım:
Elemim bir yüreğin kârı değil paylaşalım:
Ne yapıp ye'simi kahreyleyeyim bilmem ki?
Öyle dehşetli muhîtimde dönen mâtem ki!..
Ah! karşımda vatan nâmına bir kabristan
Yatıyor şimdi... Nasıl yerlere geçmez insan?
Şu mezarlar ki, uzanmış gidiyor, ey yolcu,
Nereden başladı yükselmeye, bak, nerede ucu!
Bu ne hicrân-ı müebbed, bu ne hüsrân-ı mübîn...
Ezilir rûh-i semâ, parçalanır kalb-i zemin!"

Mehmet Âkif'in "Gitme ey yolcu" adlı bu şiiri, bence vatan şairimizin hayatının özeti. Çocukluğu, aile hayatı, eğitimi, arkadaşlıkları, ahlâk anlayışı, milli iradesi, vatan sevgisi, her şey bu şiirde. Naçizane böyle düşünüyorum. Titizlikle hazırlanmış albümde, albüm denmesinin sebebi bu olsa gerek; bol miktarda fotoğraf içeriyor. Sanki bir belgesel izliyorsunuz okurken, metinler yormuyor. Metinde okuduğunuzu kafanızda canlandırma zahmetine girmenize bile gerek kalmıyor, çünkü hemen yanındaki fotoğrafta her şeyi görüyorsunuz.

12 Mart 1921'de kabul edildi İstiklâl Marşımız. Yani cumhuriyetin ilanından önce. Demek ki Türk milletinin tarihe damgasını yeniden vurmasına vesile olmuştur İstiklâl Marşı. Buradan yola çıkarak da Mehmet Âkif'i de anlamaya çabalayabiliriz. Bu minvalde İstiklâl Marşı Derneği Genel Başkanı şair İsmet Özel şöyle der: "Türk milleti tarihe damgasını İstiklâl Harbi ile vurdu. İstiklâl Harbi İstiklâl Marşı’nın temin ettiği mantık ve iradeyle kazanıldı. Millet hayatının sukut etmesi bu mantığın terk edilmesi, bu iradeye yabancı kalınmasından başka bir şey değildir. Kim millet hayatının yükselmesini istiyorsa, o kişi üzerine, şimdiye kadar ihmal edilmiş bir görev almış olur.". Demek ki görevimiz İstiklâl Marşı'nın da ötesinde. İşte vatan şairimizi anlamaya çabalarken kendimizden, kendi tarihimizden başlamamız gerektiğinin göstergesi. Bunun önemini ise daha fazla okudukça ve iştahla, daha fazla araştırarak elde edebiliriz.

Birçok çileye göğüs germiş, Cumhuriyet Türkiye'sinden monarşik idare ile yönetilen Mısır'a “Ben vatan haini miyim ki, peşime polis takıyorlar...” diye diye ve elemle giden fakat buna rağmen "Doğacaktır sana va'dettiği günler Hak'kın" dizesiyle bize büyük bir umut zerk eden büyük şairimizi daha yakından tanımak hepimizin üzerine vazifedir. Vazifeleri keyfimiz râzı geldiğinde değil, geç kalmadan gerçekleştirmeliyiz.

Timaş Yayınları'ndan haziran 2013'te yayımlanan ciltli ve şömizli 136 sayfalık bu kıymetli çalışma, Mehmet Âkif'i yeniden keşfetmek isteyenler için önem arz ediyor. Gelecekte Mehmet Âkif üzerine yapılacak ciddiyetli çalışmaların artmasına vesile olacaktır.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

22 Ağustos 2013 Perşembe

Umudunu hep içinde taşıyanlara

Beyaz Şah, Romanyalı yazar György Dragoman'ın 2005 tarihli "Sandor Marai" Roman ödülüne layık görülmüş olan kitabı. Hikaye 1980'li yıllar Romanya'sında geçiyor. Ağır bir rejim ve polis baskısı altında dünyayı anlamaya çalışan 11 yaşındaki Cata’nın gözlerinden bakıyor okur olaylara. Babası gizli polis örgütü tarafından sebebini bilmedikleri bir biçimde tutuklanan ve Tuna kanalına sürgün edilen Cata’nın bir anda annesiyle birlikte hayata göğüs germek zorunda kalışı kitabın ana meselesini oluşturuyor. 200 sayfalık kitap 18 küçük alt başlıktan oluşuyor. Her alt başlıkta daha da zalimleşen gündelik hayat,acımasız sıradanlık ve değişen toplumsal çehre yazarın başarılı anlatımıyla oldukça güzel işleniyor.

Cata, çocuk aklı ve kendi kalp penceresinden baktığı olayların kısa vadede yaşamı üzerinde yarattığı etkiyi birinci ağızdan anlatırken, okurda hikayenin başından sonuna eksik olmayan bir sıcaklık duygusu uyandırıyor. Dragoman’ın yersiz söz sanatlarıyla boğmadığı karakterin analtımı samimiyeti yakalamayı başarıyor.

Kitap ilerledikçe okur okuduğu her başlığın altına konumlandırılmış olan olay ve olaycıkların aslında bir umudu besleyen ve hikayeyi sona götürecek olan yapboz parçacıkları olduğunu anlıyor. Bu yönüyle yazar okurunda abartısız bir heyecan yaratmış oluyor.

Hikayenin denizinde rahatça yüzen okur ani dalgalardan korkmadan yavaş yavaş ve tadına vararak ulaşmak istediği noktaya varabiliyor. Edebiyatın mücevharatından nasibini almayan Dragoman’ın metni etkisini sessizliği ve sakinliğinden alan bir anlatı.Olayların içine çıkılmaz hallere sokulmadan da gayet güzel bir biçimde aktarılabileceğini kanıtlayan yazar hikayesinde vermek istediği mesajları küçük bir çocuğun ağzından egosuz,engelsiz ve saf bir biçimde aktarma yolunu seçmesi bakımından da fark yaratıyor.

Tüm bunların yanı sıra Roman beslendiği 80’ler dokusunu ve bu yıllara ait imgeleri de kusursuz bir şekilde sunuyor.

Okur küçük bir çocuğun ruhunda baba figürü’nün yerini,bu çocuğun öfke, mutluluk ve çaresizliklerini izlerken umud etmenin bazen insanın tek sığınağı olabileceğinin de farkına varıyor.

Kitap gerek yan karakterleri, gerek olay örgüsü ve varmak istediği noktaya okuru ulaştırma biçimiyle umudun gücü adına bir şeyler okumak isteyen, süsten uzak edebiyatı tercih edenlerin ilgisine layık.

Gürcan Öztürk
twitter.com/gurcanozturk_

20 Ağustos 2013 Salı

Hayattan netice alabilmek için yürümeyi tercih etmek

"Hey hey, yürü dilber yürü ömrümün varı,
Eridi kalmadı dağların karı vay vay."
- Hicâz türkü, Ankara koşması

"Yürüyüşçü, yürüyüş sırasında dünyaya bakışını derinleştirir, bedenini yeni koşulların içine sokar."
- Henry David Thoreau, Sivil İtaatsizlik - Yürümek

Toprakla aramıza giren teknoloji, başımıza ve ayaklarımıza da çokça işler açmıştır. Teknoloji bize türlü türlü yollar sunmuştur. Tali yol, paralı yol, yan yol. Otomobil, minibüs, kamyon, biiip. Peki yürümek vardı ne oldu ona? "Yürüyelim arkadaşlar" diye bağırıyorduk mesela yüce Avrupa'nın en büyük futbol organizasyonu olan Şampiyonlar Ligi maçlarında. Modernizmin her şeyine inat: Toparlanın, yürüyoruz.

Ocak 2004'te Sel Yayıncılık etiketiyle raflarda yerini alan "Yürümeye Övgü", büyük kitap dervişi Ali Çolak sayesinde keşfettiğim bir kitaptır. "Yürüyüş dünyaya açılmadır!" cümlesiyle başlayan bu David Le Breton kitabı, okuyucuyu yürüşe teşvik etmekten çok yürüyüşün derinliklerine dalıyor. Yürüyerek neleri elde edebileceğimizi ve yürümeyerek neleri kaybedebileceğimizi izah ediyor. Okurken oturmak serbest, ama kitap bittikten sonra lütfen yürüyünüz. Merdiven de çıkıp inebilirsiniz. Yürüyen merdiven ve asansörlerle de aranıza mesafe koyun, onlar birer ömür tüketicileridir.

"Günümüzde yürüyüşçü kişisel bir tinselliğin hacısıdır, yürürken derin düşüncelere dalar, alçakgönüllü, sabırlı olmayı öğrenir, yürüme bir tür gezici ibadet biçimidir, gezilen dolaşılan yerlerde hiçbir kısıtlama söz konusu değildir yürüyüşçü için, yürüyüşçünün çevresinde muazzam bir dünya vardır."

Yürüyerek yorulmak diye bir şey vardır ki keyfi anlatılamaz. Yürüdükten sonra yemek yiyen, kitap okuyan, müzik dinleyen, arkadaşlarıyla sohbet eden yahut uyumaya çekilen birinin yaşadığı tadı hiçbir şey anlatamaz. Yürümek keyfî bir şey olduğu kadar sıhhîdir de. Her ikisini de sağladığını düşünürsek yürümek, insan olmaktır. İnsan olduğumuzu hissetmek ve insan kalabilmek adına yürümeliyiz. Bu yürüyüşler bol dedikodulu ve çekirdekli bir akşam gezintisinden çok, bir keşif yürüyüşü olmalı. Kendimizi keşfe çıkmalıyız yürüyüşle.

"Yürümek keyiflidir, çünkü öncelikle insanı gündelik yaşamın zorlamalarından geçici olarak da olsa kurtarır. Yürümek stresi, aceleyi, üretme zorunluluğunu yok eder. Yürümek, asılnda yaşamın o kendine özgü zamanını yeniden bulmaktır. Yürürken yorulduğumuzda çimenlere oturmak, bir ağacın gölgesinde uyumak, bir ırmakta yüzmek yaşamın tadına varmamızı sağlar."

Kitapta altı çizilecek aforizmalar bulabilirsiniz ama bu sizi yine yürümekten alıkoymasın. Çizin ve yürüyün. Yürümeye başlayın. Çünkü yazarın dediği gibi "Yaşamımızda yapmayı düşündüğümüz değişikliklerle ilgili en önemli kararları yürürken ve dinlenirken veririz" hepimiz. Sevdiğimize kızdığımız zaman soluğu yürüyüşte alır derin derin düşünürüz. Sevmediğimiz bir şey bizi üzdüğünde de sokağa atarız kendimizi, stres atmak için yürümek imdadımıza yetişir.

İzci Marşı'nda "Yollar uzun dikenli olsa da / bastığın yer üzüntülerle dolsa da / sel çığ ateş önünde her ne olsa da / izci gülerek yürür" diye bağırılır. Yürümek, güldürür.

Bu kitap en çok yazarı David Le Breton, Jean-Jacques RousseauRobert Louis Stevenson ve Henry David Thoreau gibi yalnız yürümekten yana olanların kitabı aslında. Yürümek yalın bir şeydir. Yani ne kadar gösterişsiz, süssüz ve sade olursa o kadar netice verecektir. Hayattan bir netice alabilmek için yürüyün.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

15 Ağustos 2013 Perşembe

Vicdanının sesini dinleyenlere

"Heba" Hasan Ali Toptaş'ın son romanı. Derinlikli, ince işlenmiş, kendisini kolay açmayan bir metin. 308 sayfada noktalanan 7 bölümden oluşan bir iç muhasebenin kitabı. Ana Karakter Ziya’nın 42 yıl önce öldürdüğü küçük bir kuş yüzünden çektiği vicdan azabı etrafında şekillenen ve yer yer geçmiş, yer yer günümüze dönük anlatılan hikayesi. Kitap; şehir ve kır yaşantısının çıkmazlarına dokunurken, Suriye sınırında büyük fedakarlıklar ve zorluklarla geçirilmiş bir askerlik ve burada ölümsüzleşen bir dostluğun öyküsü aynı zamanda.

Toptaş bu noktadan bakıldığında karakter sahibi bir eser ortaya koymuş, zira her bir bölümde anlatılan olayların kendi içinde bir duruşu ve tavrı var. Olaylar geçmiş, bugün ve gelecek zinciriyle birbirine başarılı bir şekilde bağlanmış. Bölümlere kısaca değinmek gerekirse: Toptaş okuyucuyu "Anahtar" başlıklı bölümle karşılıyor. Bu bölümde Ana karakter Ziya’nın şehir hayatı karşısındaki isyanına, bıkmışlığına, ayrılma arzusuna şahitlik ederken ev sahibesi Binnaz Hanım’ın hikayelerini okuyup yazarın okura verdiği anahtarla metnin gizleri kurcalanmaya başlanıyor.

"Rüya" başlığını taşıyan ikinci bölümde ise yazar okuyucuyu Ziya’nın çocukluk yıllarına, yakın dostlarına ve ailesine bir rüya aracılığıyla götürüyor. Bu bölümde okur Ziya’nın karakteristik özelliklerini derinlemesine analiz etme fırsatını elde ederken 42 yıl boyunca peşini bırakmayan kuş simgesiyle tanışıyor ve Ziya’yı psikolojik olarak önemli bir şekilde yaralayan bu olayın hikayesini öğreniyor.

105. sayfada başlayan "Huzur" isimli bölümde Ziya’nın en yakın arkadaşı Kenan’ın köyüne olan yolculuğu, şehir hayatından sonra köy hayatı karşısındaki tepkisi,yaşadığı büyük kayıp ve bunun ruhunda açtığı yaralar ustaca bir anlatım ve kusursuz betimlemeler eşliğinde aktarılıyor. Bu bölümde ana karakterin buhranları, kalbinin üzerinden eksik olmayan kara bulutlardan kurtulmak için verdiği sessiz mücadele aracılığıyla günümüz kent insanının sıradanlaşan ve tekdüzeleşen yaşantısına da güzel göndermelerde bulunuluyor.

"Yazıköy" başlıklı bölümde isminden de anlaşılacağı üzere Ziya’nın bundan sonrası için yaşamaya karar verdiği Kenan’ın köyü işleniyor. Hikayenin düğümlenme ve çözümlenme sürecinde etki edecek karakterler yavaş yavaş okurun ilgisine sunulurken köy ve kent yaşamı arasındaki derin farklılıklar, toplumsal yapıdaki zıtlıklar belirgin bir şekilde sergilenmeye başlanıyor. Yazar bu bölümlerde tarafını belli etmeye başlıyor.

147. sayfada başlayan "Sınır" bölümünde Ziya ve Kenan’ın dostluğunun başlangıcına götürüyor yazar okuyucuyu. Ziya ile Kenan dostluğu üzerinden geçmiş ve günümüz dostluklarını sorgulatıyor. Dostluk kavramının geçirdiği dönüşümü, eksilenlerini, bünyesine katıp getirdiklerini oldukça güzel bir olay örgüsü içinde yine kendine özgü büyüleyici betimlemeler eşliğinde aktarıyor. Ziya ve Kenan ikilisinin Suriye Sınırında geçen askerlikleri ve burada yaşadıkları acı tatlı olaylardan oluşan bu bölüm kitabın en kapsamlı ve en uzun kısmını oluşturuyor. Bu bölümü okurken Hakan Günday’ın Ziyan kitabını okumuş olan okuyucuların ilginç benzerlikler ve paralellikler keşfetmeleri muhtemel. Zira karakterin adının Ziya oluşu ve bölüm boyunca anlatılan olaylarda yazarın takındığı tavır iki metin arasındaki ilginç benzerliği açıkça belli ediyor. Bu bölümde Ayrıca yazarın Türkiye’de askerlik ve askerlik kurumunun ideolojisi üzerine söyledikleri ve vermek istediği mesajlar da kendisine yer buluyor.

"Minnet ve Fena" isimli son iki bölümde yazar okurunu geçmişten çıkartıp hikayenin tüm soru işaretleriyle birlikte günümüze getiriyor. Bu bölümlerde Kenan’ın köyüne yerleşmiş olan Ziya’nın şehirli düşünceleri ile küçük köylü insanının düşünce çekişmelerini inceliyor yazar. Yine bu bölümde Toptaş’ın kır ve kent yaşamını ne denli iyi bildiğini metinde izlediği yoldan ve çizdiği rotadan açıkça gözlemlemek mümkün.

Toptaş Hikayesini koşturabildiği kadar koşturuyor ve nabzın en yükseldiği noktada fişi çekip bırakıyor. Son derece başarılı bir anlatım, akıp giden bir üslupla kotarılmış olan "Heba" yazının başında da belirttiğim gibi kendisini kolay açmayan bir metin. Özenle işlenmiş dolayısıyla okurdan da özenle çözülmesi bekleniyor. Sıcak yaz günlerinde vicdan muhasebesi yapmak isteyenlerin ilgisine...

Gürcan Öztürk
twitter.com/gurcanozturk_

4 Ağustos 2013 Pazar

Eve dön! Şarkıya dön! Kalbine dön!

"Bu kitap rikkatli ve müstehcen, dangıl dungul ve duyarlı, zahit ve kaba saba. Okurunu kâh dik kafalılık ve gözyaşlarıyla, kâh fars ve yasla sırılsıklam ediyor. Işıltılı cam kırıklarını andıran bir dili var bu kitabın."
- Hermann Kurzke, Frankfurter Allgemeine Zeitung

İnsanın kendi evinden uzaklaşması onda neler yaşatırsa, dilinden uzaklaşması da işte onları yaşatır ve hatta yazdırır. Türkçeye ilk kez İletişim Yayınları tarafından çevrilen bu Emine Sevgi Özdamar kitabında; insanın evinden ve dilinden uzaklaşmasının yaşattıkları ve yazdırdıkları var.

Muhsin Ertuğrul, Beklan Algan, Ayla Algan, Haldun Taner, Melih Cevdet Anday ve Nurettin Sevin'den tiyatro eğitimleri almış olan yazarın kitapları 17 dile çevrildi. "Annedili", ilk olarak 1990'da yayımlanmıştı ve o dönemde özellikle Almanya'daki Türk işçilerin iç dünyalarındaki karışıklıkları ve kapitalizmin zorbalığını ortaya çıkarması sebebiyle büyük takdir toplamıştı. 1994'te New York Yılın En İyi 20 Kitabı'ndan biri seçilen "Annedili" şu cümlelerle açılıyor:

"Benim lisanımda dil şu anlama gelir: Lisan. Dilin kemiği yoktur, onu nereye döndürürsen oraya döner."

Annesi Fatma Hanım'a ithaf ettiği kitapta yazar, hatırlamak istediği şeyleri hatırlamaya hep aynı yerden başlıyor, dilinden. Dört hikâyeden oluşan bu kitapta yazarından kendi hayatından oldukça fazla iz var. Bu yüzden de son derece gerçek ve samimi. Hikâyelerin hepsi birbiriyle bağlantılı, birbirleriyle kardeş. Çünkü kardeş olması için çok sebep var.

"İbni Abdullah: Ruh kalpten ayrılırken ölmek üzere olan insanın gözüne perde iner, ama işitme duyusunun en son yitirecektir. Hadi şimdi lütfen ilk harfleri okuyunuz. Elif be dal zal re."

Sanki her hikâyede bir tiyatro oyunu izleniyor, perde açılıyor ve dobra dobra esen kelimelerle kapanıyor. Sessizliğin içinde gizli olan şeyler hayatın faniliği, ölüm ve derin bir sevgi, saf sevgi. Yer yer espriler de havada uçuşuyor "Annedili"nde, güldürüyor. Acınacak hâlimize gülüyoruz, belki de ondandır.

"Dizlerimin üstünde oturduğum divan, bana anılarımı ver. Ben bir kuşum. Ülkemden uzak diyarlara uçtum, çözülmemiş cinayetlerin işlendiği şehirlerin kenarındaki otobanlardayım."

Bir kadının dili her zaman ağırdır. Bakmayın siz edebiyattaki "erkek adam" hâkimliğine. Kadın konuşunca erkek susar, akıllı olur. Tıpkı İsmet Özel'in dizelerindeki durum gibi: "Kadın şairler aşktan bahsettikleri zaman / mangalın küle mahcubiyeti artar."

"Annedili", küçükken vazoyu kırdığımızda ağzımıza uçan bir terlik gibi. Siper alın.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

1 Ağustos 2013 Perşembe

Öze ulaşma anlatısı okumak isteyenlere

Polonya asıllı romancı Joseph Conrad, zamanının çok ötesindeki bu eserle modern çağa özgü konuları ele alır. Avrupa emperyalizminin Afrika ve Asya'daki sömürüsüne eleştirel bir gözle bakan ilk edebi çalışmalardandır.

"Yavaş yavaş ölmekteydiler-apaçıktı bu. Düşman değildiler, dünyayla ilintili hiçbir şey değildiler artık- yeşilimsi loşlukta karman çorman uzanmış, kara birer hastalık ve açlık gölgesinden başka bir şey değildiler..."

Marlow'un (anlatıcı) araştırma yapmak hevesi içerisinde, Belçikalı bir ticaret gemisiyle Kongo'ya yaptığı yolculuk sömürgeciliğin yüreğine yapılan bir yolculuğa dönüşür. Avrupa'nın büyük devletlerinin, Afrika'nın göbeğine uygarlık götürmek bahanesi altında nasıl bir vahşete sebebiyet verdiklerine tanık olur. Medeniyetin tuzakları vahşi dünyanınkinden çok daha ağırdır. Marlow roman boyunca, tanık olduğu gerçeklik karşısında bocalayan bir tutum sergiler.

“Tarih öncesi insanlar bize lanet yağdırıyordu, niyaz ediyordu, hoş geldiniz diyordu... Kim bilebilir? Biz... Hayalet gibi suyun üzerinde kayıyor ve deliler evindeki bu çıldırma sahnesi karşısında akıl sahibi insanların yaşayabileceği türden bir şaşkınlık ve gizli iğrenme duygusu yaşıyorduk. Yeryüzü gerçekmiş gibi görünmüyordu... İnsanlar da... Hayır, insan dışı değillerdi. Daha kötü olan onların insan dışı olmadıklarına dair bir şüpheydi...”

Yolculuk teması üzerine şekillenen hikâyede, Marlow yola çıkış, gidiş ve geri dönüş gibi klasik bir döngü içerisindedir, ne var ki zafer kazanmış biri olarak dönmeyecektir geriye. Çünkü Marlow insan zihninin ilkel, bilinmedik alanlarına doğru yol almıştır artık. Rahme, karanlığa, bilgisizliğe... Kongo'daki şelaleleri değil bilinçaltını keşfe çıkmıştır. Nirvana'ya ulaşmaz ama değişir. Uygarlaşmış sömürgenin vicdansızlığının ve dehşetinin farkına varır. İngiltere'deki evine geri döndüğünde artık sokaklarda dolaşan insanlara karşı tahammülü yoktur. Marlow'a göre onlar öldürücü bir uyuşukluğun pençesindedirler.

"Kendimi gene o mezar kentinde buldum. Birbirlerinden biraz para yürütmek, o iğrenç yemeklerini gövdelerine indirmek, o sağlıksız biralarını içmek, o önemsiz, aptalca düşlerini görmek için sokaklarda koşuşan adamlara kızıyordum. Düşüncelerime saygısızlık ediyorlardı. Yaşam üzerine bilgileri sinir bozucu birer yalan olan saldırganlardı bunlar, bunlar, çünkü benim bildiklerimi bilmelerinin olanaksız olduğuna inanıyordum...( ) Onları aydınlatmak için bir istek yoktu içimde, ama kendilerine verdikleri o salakça önemin doldurduğu yüzlerine gülmemek için zor tutuyordum kendimi bazen."

"Galiba en iyi şöyle anlatabileceğim bu duyguyu: Bir-iki saniye süreyle, sanki bir kıtanın orta yerine değil de, dünyanın orta yerine gidecekmişim gibi geldi bana."

Romanın bir diğer karakteri, T.S. Elliot'un "Oyuk Adamlar" metninde de adı geçen Kurtz'tur. Vahşi doğanın göbeğinde yalıtılmış, ötekilerden uzak bir yaşama tarzını tercih eden uygar Avrupa’lı bu karakter, orada bir tür tersine evrim yaşayacaktır. İlkel kültürlerin barbarlık aşamasına kadar iner. Bu haliyle içi boş, oyuk adamı temsil etmektedir. Kurtz, Avrupalı burjuva sınıfının emperyalizmle birlikte manevi olarak çöküşünü yansıtır.

Karanlığın Yüreği, Avrupa'nın moderlenştirme adı altındaki sömürgeciliğinin korkunç yüzünü, 20. yy. insanının ahlâk yönünden çöküşünü ele alan, kişinin özüne ulaşabilme çabasının anlatısıdır.

Ahu Akkaya
twitter.com/diviniacomedia

31 Temmuz 2013 Çarşamba

Deneysel hikâyeler arayanlara

Sema Kaygusuz okurlarının da bildiği üzere yazarın dil ve anlatımı üzerine söylenecek pek çok şey olmakla beraber bu kitapta daha derin, daha vurucu, daha çarpıcı ve daha içten bir Kaygusuz görüyoruz. Bazı hikayelerde halk dilinin en alt seviyelerine inmekten korkmamış yazar. Yine usta işi betimlemeler cezbedici benzetmeler ve anlattığı durumu kapsayan bir olay akışıyla hikayelerine yön vermeyi başarmış.

Toplamda 13 hikayeden oluşan kitap 83. sayfada son buluyor. Kaygusuz’un kitapta yer alan her bir hikayesi ortalama 3’er yada 4'er sayfada noktalanıyor.

Bireysel yalnızlık ve iç arayıştan toplumsal çözülmelere, geçmiş zaman hesaplaşmalarından, dostluk ilişkilerine, gündelik takıntılar ve saf sevgiye dek geniş bir rota çiziyor okuyucusuna kitap.

Her bir öykü kendine göre bir mesaj barındırırken beni en çok etkileyen üçünden kısaca bahsetmem gerekirse;

"Elifin E'si" isimli hikaye yeni anneanne olmuş takıntılı bir ev kadınının ufak bir sorununa değiniyor. Değinirken Türk kadınının eşiyle ilişkisine, ev içindeki durumuna ve kendisine karşı aldığı tavra da başarıyla ışık tutuyor.

"Engereğin Oğlu" kitabın köyde geçen hikayesi. Ölüme uzaklık ve yakınlık gibi bir konuyu basit bir yılan-bebek ilişkisinden yola çıkarak bakıyor. Bakarken Anadolu kadınının desenlerini başarılı bir biçimde gösteriyor. Korku, heyecan ve adrenalin dolu bu öykü belkide kitabın en hızlı okunan metinlerinden.

Son olarak "Kadın Sesleri" isimli hikayede ise vicdan azabı, sevgi, aşk gibi temalara dokundurmalarda bulunuyor yazar. Ortak bir sevgi konusunda endişe yaşayan iki kadının telefon konuşmaları üzerine kurgulanmış olan hikayenin bir anda ters dönmesi ve vermek istediği mesajların tümünü konuşmaların altına gizleyerek vermesi bakımından dikkat çekici olduğunu düşünüyorum.

Beni yakalayan hikayelerin tümünde kadın motifi bulunması kitapta yer alan 13 hikayenin tamamında da bu şekilde olduğu anlamına gelmiyor elbette. Ancak gerek dil ve anlatım gerekse kurgu bakımından bana göre en başarılı üç hikaye yukarıda kısaca anlattıklarımdır.

Sema Kaygusuz kendine özgü tarzı ve dünyaya bakış açısıyla farklı ve deneysel bir şeyler arayanlar için kaçırılmaması gereken bir kitap sunmuş. İlginize...

Gürcan Öztürk
twitter.com/gurcanozturk_

29 Temmuz 2013 Pazartesi

Suç detayda saklıdır

"İyi bir gözlemci tek bir ipucuna ulaştığında sadece olanları değil, ileride olabilecekleri de görmelidir."
- Sherlock Holmes 

Tarihin İlk Danışman Dedektifi
Arthur Conan Doyle, 1887 tarihinde "A Study In Scarlet"i  yayımlattığında edebiyat tarihinin en ilginç karakterlerinden birini yarattığını biliyor muydu acaba? Bu sorunun cevabı muallak olsa da, insanlık tarihinin ilk danışman dedektifi, orijinal metinleri okuyan okumayan herkesin zihninde ağzında bir pipo, kafasında bir avcı şapkası ve elinde büyüteç ile yer etti. Öyle ki o ve dostu/yardımcısı doktor Watson sayısız defalar taklit edildi, başka karakterlere bel kemiği oluşturdu. Özellikle yakın tarihte televizyonlarda seyrettiğimiz Gregory House ve arkadaşı Wilson bu etkilenmelere örnek gösterilebilir. Son zamanlarda Robert Downey Jr. ve Jude Law ile sinemalara, Benedict Cumberbatch ve Martin Freeman ile bir BBC serisine konuk olan efsane, ülkemizde de Martı Yayınevi başta olmak üzere pek çok kez derlenen öyküleri ile kitapçılarda yerini aldı.

Zekaya Güzellemeler
Bugün hâlâ hikâyelerde karakterlerin yaşadığı Londra'daki Baker Sokağı 121B'ye mektup gelmesi Sherlock Holmes'un ne kadar sevildiğine önemli bir delil kabul edilmektedir. Onu diğer tüm polisiye karakterlerinin şövalyesi saymamıza neden olacak bu sevginin en önemli sebebi, aslında dedektifimizin hikayelerinin insan zekasına methiye düzen niteliğidir. Bu sebeple bu esasında insanın ruhuna değil, aklına kitaptır. Şahsen bir Sherlock Holmes hikâyesi okuduğum her seferinde kendimi en az 2-3 gün boyunca daha zeki hissettim. Detaylara odaklanmaya başladım, sonuç çıkarmaya çalıştım. Bunun Bay Holmes'un suçları çözme tarzı ile alakası yeterince aşikârdır. Zira, dedektifimizin en önemli yeteneği, gözlemleme-sonuca götürme marifetidir. Karakterimiz içinden çıkılmaz cinayetlerde  -kapalı oda gizemi*- yahut faili oldukça meçhul suçlarda -whodunit tipi polisiye**- herkesin gözünün önündeki bilgileri doğru yorumlayarak, finalde esrar perdesini ortadan kaldırır. 240 ayrı sigara külü gibi istisnalar hariç bu hikâyeler çoğu kez okuyucusuna da suçu onunla birlikte çözme imkânı verir, fakat pek nadiren okuyucu bu akıl dövüşünden muzaffer ayrılır. Çünkü yetenekli bir polisiyeci olan Doyle, sizin kendinizi zeki sanmanıza izin verdikten bir iki sayfa sonra, düşündüğünüzü Watson'a söyletir fakat Sherlock bu teoriyi bozar ve finalde her şeyi açıklar.

Örneğin bay Holmes, Watson'ın kendisine incelemesi için verdiği bir saatten, Watson'ın ağabeyi hakkında kişilik yorumları yapabilmiştir. Bunu yaparken önce nesneyi inceler ardından bu gözlemleri hakkında teoriler üretmeye başlar. "...Saatteki çizikler ve göçükler sahibinin saati anahtarlarla ve bozuk paralarla birlikte cebinde taşıyan dikkatsiz biri, onu savaş sırasında kullanmış biri veya bir hayvanın onu ağzına almasına izin veren biri olmasıyla açıklanabilir. Kurma deliğinin etrafındaki çizikler ise saat kuran kişinin el-göz koordinasyonunun çok iyi olmadığını gösteriyor. Bu koordinasyon bozukluğunun sebebi beyindeki bir hasar, körlük, sarhoşluk veya hasarlı yollarda at arabasında giderken saati kurma alışkanlığı olabilir." R. Riggs- Sherlock Holmes El Kitabı /Nemesis Kitap

Suçlarda da aynı şekilde bir çok teori üreten Holmes, imkansız olanları çıkardığında her seferinde mutlak gerçek ile karşılaşmaktadır. Bir konuda tıkandığında elinde yeterince veri olmadığını söyleyerek, teorilerinden herhangi birine delil aramak için tek başına yürüyüşlere çıkar ve cevabı bulmadan da dönmez.

Hâlâ daha insan
Sherlock Holmes, metinleri hiç okumamış insanların gözünde katıksız bir zekadan ibaret olsa da, A.C. Doyle karakteri bir makina olarak yaratmamıştır. Kendi zihnini günümüzün işlemcileri gibi sırf problem çözmeye ayıran Sherlock, hâlâ daha bir insandır ve insanca kusurları, insanca eksikleri vardır. Örneğin bir kokainmandır, huysuzluğu onu sosyal olarak kabul edilemez kılmaktadır ve herhangi bir kadın veya erkek ile sevgililik olarak değerlendirilebilecek bir ilişki kurmamıştır. Bunun yanında Doyle, Sherlock'a hayran olan ve onun maceralarını bize aktaran Watson'ı bir çapkın, sosyal hayatta sevilen, huysuzluk etmeyen bir karakter olarak resmeder. Üstelik kimi zaman karakterimiz; suçları çözememekte, kimi zamansa polis dedektifi Lestrade ve Scotland Yard'daki arkadaşlarına gerçek suçluyu intikal ettirmeyerek mevcut adalet düzenine muhalif tespitlerini sunmaktadır. 

Irene Adler ile yakınlaştığı ve Doyle'un "en sevdiğim 12 Holmes hikayesinden beşincisi" dediği A Scandal in Bohemia 'da olduğu gibi karakterimiz kimi zamanlarda da önyargılarını yıkarak hayat dersi çıkarmaktadır.

Bu yazının neden yazıldığı hakkında
Aslında amatör bir kitap tanıtımına dönüşen bu yazıyı gerekçelendirmem gerekirse, Holmes gerçekte bir alt-tür olan polisiyelerin aslında çerezlik okumalar olmadığını, güzel vakit geçirtmekten daha fazlasını yapan kitaplar olduğunu da bize göstermektedir. Bu anlamda geçmiş bize mütemadiyen sunulan, karısını/çocuğunu yitirmiş alkolik polisin maceraları klişesini haksız çıkarmakta; yalnız ama mutlu, güneş sistemine dair bir fikri olmayan ama zeki, gizemden başka hiçbir Kadın'a ilgi duymayan, kanunun öbür tarafında olsa kendisinin en tehlikeli suçlu olacağını bilen bir karakter sunmaktadır.

Kadınlar ve Erkekler.

Sherlock Holmes size gözlerinizin neler görebildiğini, kulaklarınızın neler duyabildiğini hâlâ daha anlatmaya hevesliyken, en azından bir öyküsünü okumadan bu hayattan göçüp gitmek bence bir eksikliktir. Piponuzu yakın, büyüteçinizi alın ve Londra'nın gri dumanlı sokaklarında; fahişelerin, denizcilerin ve katillerin arasına karışın. Her şeye birkaç kez dikkat edin ve sakın unutmayın:

"Bir suçu çözmenin ilk prensiplerinden biri, her ne kadar önemsiz gibi görünse de, hiçbir ayrıntıyı atlamamaktır."

Yalım Yarkın Özbalcı

26 Temmuz 2013 Cuma

Mart endişesi yaşayanlara

Mart kuruluk, nisan yağmurluk. Martta tezek kuruya, nisanda seller yürüye. Martta yağmaz, nisanda dinmezse sabanlar altın olur. Mart kapıdan baktırır, kazma kürek yaktırır. Mart koca öküzleri kestirir. Mart ayı, dert ayı... Topraklarımızda serpilip gelişen mart ayıyla ilgili atasözleri ve türlü sözleri dinlediniz. Mart ayı hakikaten önemli bir aydır. Öyle ki temmuz ayında bir kitapçıda karşınıza çıkan, üzerindeki illüstrasyonda mart takvimi yer alan bir roman ilginizi çeker. Mutlaka çeker. İşte Alper Atalan'ın "Mart"ı da beni böyle çekti.

İletişim Yayınları'ndan çıkan yeni bir hikâye "Mart". Neresinden bakılırsa panikatak sendromu var hikâyenin içinde. İlkbaharın ilk ayı olduğundan mıdır nedir bilinmez, mart insana bir telaş getiriyor. Endişeyi de beraberinde getiriyor. Alper Atalan da martı böyle gözlemlemiş olsa gerek ki; kurgusunda hep sendrom var. Okurken Barcelona'nın yıldız ortasahası Xavi gibi boş alan arıyorsunuz sürekli. Metroda, metrobüste, metropolde. Hayatımız metro: Sadece kağıt para girişi yapınız. Öyle kalınız.

"Çok seviyodu eşşoğlusu. Nasıl anlarsın biliyo musun bizim sanatta? Bakımını yaptığın bisikleti şöyle bir kaldırır koyarsın iki tekeri üstüne. Bir elin gidonda, bir elin arka selede. Oldu dersin. Kaymak gibi yaptım. Cirlop gibi oturttum aleti. O saniyede biter işin. Bunun ki öyle olmuyodu işte. Neden diceksin. Biliyorum, kendimden biliyorum. Çocukluğumdan, kendi çıraklığımdan biliyorum. Mutlaka bi binerdi. Ben de binerdim de oradan biliyorum. Yaptığı, bitirdiği bisiklete mutlaka bi binerdi. Küçük bir tur atsa kâfi. Seviyo işte."

"Union dedikleri, topluca buluşup kaynaşma. Eski mezunların bir araya gelip "neydik ne olduk"tan ziyade "bak ben ne yaptım, bak ben ne oldum"larını teşhir ettiği grup ciması. Nostalji çiftleşmesi. İnsanın en ayıp hali."

"Üfle sen de be abi, için çıksın biraz," dedi Doğukan, klarneti uzatarak. Olurdu olmazdı filan. Kırmamak için. Ortaokuldan kalma alışkanlıkla blokflüt gibi tutup boru gibi üfledim perdeleri gümüş, yılan yavrusu sibemol Klingson'u. Varmış içimde demek. Çıktı bişeyler. Herkes bi sustu. "Abi çok iyi yaa, Romanlar dışında kimse, eline alır almaz ses çıkaramaz bu aletten yalnız biliyo musun? Kesin sana bi sol klarnet yapmamız lazım," diyerek atıldı Doğukan. Zibidi incesaz da yüklendi arkasından. "Çalsana hoca bi daha yaa... Sana bişi söyliyim mi, var bu adamda yalnız. Var, doğal yetenek... Ba ba ba! Tonu görüyo musun, Serkan Çağrı tonu..."

Hikâyenin üç farklı bölümünden aldığım bu alıntılar da açık ediyor ki hem matrak hem de bizden vaziyetler var okuduğunuz gibi. İlk iş ve çıraklık. Liseyi bitirdikten uzun zaman sonra buluşulan toplantı. İçimizde yarım kalmaması gereken bir heves. Hepsi iç içe bu hikâyede.

Çoğu zaman mizahla edebiyat yan yana geldiğinde çok eğleniriz ama bizden değildir metin. O yüzden aklımızda kalmaz, çok uzaktır bize. Komiklik olsun diye yapılır. Oysa komiklikte bile bir hüzün, gerçeklik arayan milletiz biz. Siz "Mart"a temmuzda bakın, dediklerimi daha iyi anlayacaksınız.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

23 Temmuz 2013 Salı

Fırlama bir dedektif mi aradınız?
İşte karşınızda Alper Kamu!

Alper Kamu’yu bilen bilir. Yarısının yerin altında olduğunu düşündürten, mahallenin fırlaması, hayata dair aforizmalarıyla herkesi şaşırtan 5 yaşında bir velet. Kendisiyle Alper Canıgüz’ün 2004 yılında çıkan Oğullar ve Rencide Ruhlar isimli kitabında tanışmış, çok da memnun olmuştuk. Açıkçası yıllardır ertelenen ikinci kitabı biraz heyecan, biraz da sitem dolu bir haletiruhiye içinde bekliyorduk. Beklediğimize değmiş. Daha ilk sayfadan hızını alıp okuyucunun nefes almasına bile izin vermeden akıp giden bir kitap olmuş Cehennem Çiçeği.

Alper Kamu yedi yıl sonra hâlâ 5 yaşında ve yine boyundan büyük bir işe kalkışıyor. Bir cinayetin arkasındaki gizemi kaldırmaya çalışıyor. Tahmin edebileceğiniz üzere de başarıyor. Hem de adalet sistemini sivri eleştirilerle donatarak. E, çocuktur yapar. Kitabı direniş sonrasında okuyunca bazı yerlerde “tam direniş zamanı yazılmış olmalı” hissine kapıldım. O zamanda önce yazılmış olsa da sistemle ilgili bugün rahatsız olduğumuz çok hassas ve önemli noktalara değinmiş Canıgüz.


Bizim edebiyatımızın bence en önemli eksiği polisiye. Her türde yeterli ürün var ama polisiye yazarlarımızı saymaya kalkışsak bir elin parmaklarını geçmez. Alper Canıgüz için polisiye yazarı demek ne derece doğru olur bilmiyorum ama benim şahsi kanaatim kitaplarından o lezzeti aldığım yönünde. Polisiye okurken ne kadar meraklanıp geriliyorsam, Canıgüz'ün tüm kitaplarını okurken o kadar meraklanıp eğleniyorum. Edebiyatımıza absürd polisiye türünü nihayet getirdiği için de huzurlarınızda kendisine teşekkür ediyorum.


Kitabı tavsiye ettiğim insanların ilk sorusu “ilk kitabı da okumam gerekiyor mu?” oluyor. Hayır, gerekmiyor. Eğer kendinizi kaptırmak için birkaç bölüm beklemek sorun değilseniz gerekmiyor. Olay örgüsüyle ilgili bir şey de kaçırmazsınız. Fakat Alper Kamu’yu tanıyarak kitaba başlarsanız hemen yolculuğun keyfini yaşamaya başlarsınız, diğer türlü bir müddet anlam veremeden manzarayı seyretmeniz gerekebilir.


Ümran Kio

12 Temmuz 2013 Cuma

Sürgün ülkeden başkentler başkentine gitmek için

İnsanın yazın okuduğu kitaplarla kışın okuduğu kitaplar, duygu yoğunluğu açısından bir olmayabiliyor. İç dünyanızın burada önemi yüksek elbette. Enerjinizin, yoğunluğunuzun, mesai saatlerinizin, SSK priminizin ve ödemelerinizin de. Allah bereket versin... Lakin ramazan dendi mi işler değişiyor. Büyük şehre ve strese darbeyi vuruyor ramazan. Ağzının payını veriyor her türlü duygusuzluğun, adaletsizliğin ve vicdansızlığın. Çünkü bu üçüne çağırıyor ramazan. Duyguya, adalete ve vicdana. Yani şiire.

Sezai Karakoç'un 1960-1975 yılları arasında yazdığı şiirlerden oluşan "Zamana Adanmış Sözler"i hakkında şunu fark ettim ki, ramazanda okununca mânen daha fazla tesir ediyor.

Her şiirde çok güçlü bir ana temanın dışında çok iyi hazırlanmış bir tiyatro oyunu dönüyor okuyanın zihninde. Üstâdın şiirlerindeki en müthiş özellik için bunu hiç korkmadan söyleyebilirim.

Mesela "Masal" şiirini okurken batının medeniyet adına doğuya neler yaptığını saniye saniye izliyor gibisiniz.

"Batılılar!
Bilmeden
Altı oğlunu yuttuğunuz
Bir babanın yedinci oğluyum ben
Gömülmek istiyorum buraya hiç değişmeden
Babam öldü acılarından kardeşlerimin
Ruhunu üzmek istemem babamın
Gömün beni değiştirmeden
Doğulu olarak ölmek istiyorum ben."


Çok açık söylemek gerekir, yukarıdaki dizeleri Amin Maalouf'a gönül vermiş kimseler anlayamaz. Oryantalizmin göçtüğü yerdir şiir. Oryantalistin siper aldığı yerdir şiir. Maalouf umarım Sezai Karakoç okumuştur. Belki de okur, belli mi olur... "Çocukluğumuz" şiiri, bir çok kitapta anlatılamayanı anlatmıştır. Okudukça önce hayret gelir, peşinden nefaset:

"Annemin bana öğrettiği ilk kelime
Allah, şahdamarımdan yakın bana benim içimde
Annem bana gülü şöyle öğretti
Gül, onun, o sonsuz iyilik güneşinin teriydi."

Şimdiye dek "Ses" adına sahip kaç şiir okudum bilmiyorum ama Melih Cevdet Anday'ınki zihnimdeydi hep. Onun dışında Behçet Necatigil, İlhan Berk, Necip Fazıl Kısakürek ve Charles Beadulaire'in de "Ses" adlı şiirlerini bir kenara yazmış, ezberimde tutmaya gayret etmiştim. Ta ki Sezai Karakoç'un "Ses"ini duyana kadar... Bir vahyin gelişi, böyle anlatılmamıştı:

"Kutup soğuğu gelip dolandı çevremde
Ekvator sıcaklarından yandı yüreğim
Kelimeleri ararken devrildi Roma'nın sütunları
Ama melek vazgeçmedi: "Oku Rabbinin adıyla"

Ramazan ayı elbette oruç ayı. Orucun insana kazandırdıklarını, "İnsan ve Oruç" şiirinden bir dörtlükle şöyle izah ediyor büyük şairimiz:

"İnsanın olma vaktidir bu erme fırsatı
Ruh emzirir anne gibi yeri göğü fecri
Yeni bir insan gelip nöbete duracaktır
Eskisi çürümüş bir heykel gibi devrildiğinden."


Ve elbette Sezai Karakoç severlerin diline doladığı, ezberinden eksik etmediği o muhteşem şiir, "Sürgün Ülkeden Başkentler Başkentine" üzerine de yazmak gerekir. Bu şiir bir naattır ve Türkçemizde okunabilecek en güzel naatlardandır. Dört bölümden oluşan şiirin en çok dördüncü bölümü akıllarda yer etmiştir. Dördüncü bölümün sonunu buraya alırken heyecanlanıyor, aynı zamanda bu şiirin yine dördüncü bölümünü sahibinin sesinden dinlemek üzere şuraya tıklamanızı öneriyorum.

"Ülkendeki kuşlardan ne haber vardır
Mezarlardan bile yükselen bir bahar vardır
Aşk cellâdından ne çıkar madem ki yar vardır
Yoktan da vardan da ötede bir Var vardır
Hep suç bende değil beni yakıp yıkan bir nazar vardır
O şarkıya özenip söylenecek mısralar vardır
Sakın kadar deme kaderin üstünde bir kader vardır
Ne yapsalar boş göklerden gelen bir karar vardır
Gün batsa ne olur geceyi onaran bir mimar vardır
Yanmışsam külümden yapılan bir hisar vardır
Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır
Sırların sırrına ermek için sende anahtar vardır
Göğsünde sürgünümü geri çağıran bir damar vardır
Senden umut kesmem
Senden umut kesmem kalbinde merhamet adlı bir çınar vardır
Sevgili
En sevgili
Ey sevgili
Uzatma dünya sürgünümü benim."

Başkentler başkentinden, boğazda düğümlenmiş selâmlar olsun büyük şaire...

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

9 Temmuz 2013 Salı

Modern zamanlarda içsel hesaplaşma

Gökhan Özcan bir gönül adamıdır. Okuyucusu onun için daima aynı sözü kullanır: Güzel gönüllü güzel abimiz... "Ben" üzerinden bütün sorunlarını, şikâyetlerini, dertlerini ve fikirlerini anlatır Gökhan Özcan. Okuma bittikten sonra okuyucu, yazarın tüm yazdıklarının altına imzasını atar ve böylece topyekun "ben"den "biz"e geçilir. "Biz" olur bütün "ben"ler.

Yazarı 2005 yılından itibaren yazmaya başladığı köşe yazıları vasıtasıyla tanımıştım. O tanışmadan sonra da bir daha okumamazlık yaşamadım. Yaşayamazsınız çünkü. Gökhan Özcan'ın samimiyetle çizdiği bir daire vardır, o daireye dahil olduğunuz anda kopamazsınız...

"Doğduğumuzda milyonlarca dakika veriliyor elimize. Yaşadıkça kayganlaşan milyonlarca dakika ile baş başa kalıyoruz. Dakikalar eksildikçe biz biraz daha çaresizleşiyoruz. Ne kadar ayak diresek bu çılgın yok oluşu durduramıyoruz. Korkuyoruz. Ve yan yanayız. Şimdi... Ve hiçbir zaman."

Köşe yazılarında modern zaman eleştirileri ve özellikle belli bir kesimi ilgilendiren -ki herkesi ilgilendirmeliydi aslında- sorunlar vardı, hâlâ da var. O kadar zekice ve samimice yan yana getiriyor ki kelimeleri, hayretten şaşıp kalıyorsunuz. Bakın bir şey iddia etmiyorum ama çok net biçimde söylüyorum: Gökhan Özcan'ı okurken öfkeden yahut umuttan burnunuz sızlıyorsa, çoktan o daireye girmişsiniz ve asla terk etmeyeceksiniz demektir. Toparlanın, gitmiyoruz.

"Hangi seçenek, kireç beyazı duvarlara sinen genç kız bakışlarından merak pırıltılarını silebilir?
Hangi seçenek, doruklarda konaklayan münzevi hikmet kırıntılarını şehir merkezlerine çıkarabilir?
Hangi seçenek, viran olmuş konaklardan o insani çınlamayı eksiltebilir?
Hangi seçenek, yapı ustalarına ruhlara bir kat daha ekleme becerisini bağışlayabilir?"


Her şeyden evvel sağlam bir hikâyecidir Gökhan Özcan. Hikâyelerinde yaşadığı zamanın nabzını çok iyi tutar. Bunu denemelerine de yansıtmıştır. 1997'de Vadi Yayınları'ndan çıkan Ruh Yordamı'nı yarın okuyucun, 16 yıldır hemen hemen aynı yerde kaldığımızı görebilirsiniz. Aynı yerdeyiz, sıkıntılar aynı, dertler aynı, bizi yoran ve üzen şeyler de aynı. Çözüm biraz da Ruh Yordamı. Hakan Albayrak Atlılar dergisinin 4. sayısında -yıl 2000- şöyle demiştir kitap ve yazarı hakkında: "...Küçük Prens gezegenine dönmedi. Yeryüzündeki varlığını Gökhan Özcan olarak sürdürüyor. Dünyayı anlıyor artık. Ama hala anlamamazlıktan geliyor. Saçma sapan sorularla izah ediyor olup bitenleri. Aklı başında cevaplara haksızlık etmek istemiyor...". Yine aynı sayıda Mustafa Özcan'ın yorumu ise çok şaşırtıcı ve etkileyici: "..Biz çelik kapının açılmasına, kördüğümün çözülmesine odaklanmış akıl ve teori yardımıyla kumrular gibi düşüne dururken Gökhan Filibe'den, Bursa'dan kodlanmış ruh yordamı'yla kozasından halis ipekler çıkardı....Şimdiye kadar binlerce yıldızı işaret etti. Ne yol gösterici gibi yaptı, ne kafamıza çekiçle vurdu. Eksik olmasın, uçurtmasının ipinden tutmamıza izin verdi..."

Bir zamanın -2002-2006 arası diye hatırlıyorum- efsane kadrosuna sahip dergisi Gerçek Hayat'ta da son derece zihin açıcı yazılara imza atmıştı Gökhan Özcan. O kadroda İsmet Özel, Murat Menteş, Hakan Albayrak, Murat Zelan da vardı. Ne iyiydi. Dergi hakkında merhum Attilâ İlhan'ın şöyle bir yorumu vardı: "Gerçek Hayat, Türkiye'deki muhafazakar dergi platformu üzerinde, anti-emperyalist tavrını en açık ve net şekilde koyan bir dergi olarak görünmektedir. Bu, günümüzde hangi fikirden olursa olsun her dergi için önemli bir niteliktir."

Gördünüz işte, Gökhan Özcan denince dairenin çevresi böyle oluyor. Hep güzel şeyler, gönülden şeyler. Ruh Yordamı da gönülden. Yazarı da şöyle diyor:

"Aslında herkes ne yaparsa, ben de onu yapıyorum. Hayatın ikircikli hikayelerinde zorlu roller alıyorum. Ellerimle bir ruh yordamı arıyorum. Uzun bir imtihan veriyorum."

İnsan hayata kendisini tanımak üzre gelir. Bu bir imtihandır. Kendini tanımadan gitmemek için okunacak edebi kitaplardan biri dersek, gerçekten hakkını teslim etmiş oluruz Ruh Yordamı'nın...

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

3 Temmuz 2013 Çarşamba

İki kültüre bir bakış atmak isteyenlere

"Ben, Hasan; tartıcıbaşı Muhammed’in oğlu.. Ben, Giovanni Leone de Medici; bir berberin sünnet ettiği, bir papanın vaftiz ettiği ben… Benim Arapça, Türkçe, Kastilya dili, Berberi dili, İbranice, Latince, sokak İtalyanca’sı konuştuğumu duyacaksınız; çünkü bütün diller ve dualar benim dillerim ve benim dualarım, fakat ben hiçbirine ait değilim. Ben yalnızca Tanrıya ve dünyaya aidim; ve yakında bir gün yine onlara döneceğim."

Fazla kozmopolit ve gerçeküstü bir karakter gibi duruyor değil mi? Romanın yazarı Amin Maalouf’un etnik kökeni itibari ile pek de absürt sayılmaz...

Lübnanlı bir hristiyan Arap olan yazar Amin Maalouf ilk romanı olan Afrikalı Leo’da Granada’da sünnetli başlayıp Vatikan’da vaftize kadar uzanan bir hatıratı öyküleştiriyor. Hikayemizin kahramanı gerçek bir karakter; Hasan El-Vezzan. Gezgin yaşamını oğluna hitaben kaleme alan bir yeniçağ diplomatı. Granada’dan sürülmüş, Fas sultanına hizmet etmiş, Osmanlı’dan kaçmış, Roma’ya yerleşip Papa’ya evlat olmuş bir dünya insanı.

Kitap, karakter ve ilk üç mekan olarak (Granada, Fas,Kahire) coğrafyanın “kuru, kumlu ve arabesk” hikayelerinden biriymiş gibi başlıyor. Bu açıdan romanımız “roman romantiği” okur arkadaşlar için biraz sıkıcı gibi gelebilir. Fakat sayfalar ilerledikçe Hasan El-Vezzan enteresan maceralar yaşayarak, tarihin akışını değiştirmiş kişilere ve olaylara atıfta bulunarak, bittabi farklı milletlerden bayanların gönüllerinden geçerek Roma’ya ulaşıyor. Flashbacksever ve keskin dönüşlere aşina olmayan arkadaşlar için Granadalı Hasan’ın Vatikanlı Giovanni oluşu muhakkak tatmin edici bir nihayet değil. Bu noktada yazarımız Maalouf’un masallaştırarak kaleme aldığı bu gerçek hikayede kritik noktalara özenle yerleştirdiği şahsi mottolarından bazılarına da değinmek gerekiyor. “Dinler arası diyalog” işlemesi romanın bölüm sonlarında alt mesaj olarak kendini fark ettiriyor. Ayrıca Maalouf’un roman kahramanı üzerinden fetihlerinin en yoğun dönemindeki Osmanlı’ya da inceden sitemleri gözlerden kaçmıyor. Yazar sık sık “birlikte yaşam” ve “barış” vurgusu yapıyor.

"İster Müslüman, ister Hristiyan, ister Yahudi olsunlar seni olduğun gibi kabul etmeliler ya da seni yitirmeyi göze almalılar."

Muhakkak ki asıl hatırat ve anlatım romandan çok daha farklıdır. Toplam dört dönemden oluşan ve aksiyoner bir insanın ömrünü baştan sona ele alan bir eserin biraz daha uzun olması beklenebilirdi. Maalouf şahsi mesaj kaygılarını da ekleyerek ortaya adeta sıkıştırılmış bir roman çıkartmış.

Sanırım hem roman kahramanımız hem de Maalouf için en doğru tespiti N.Zemon Davis yapmış: "İki kültür arasında bir oyunbaz..."

Murat Çınar
twitter.com/muratcnr

Dünyayı tahkirle değil, fikirle güzelleştirmek için

"İnsanın vazifesi dünyayı güzelleştirmektir. Dünyaya en büyük müdahale yapılarla olduğuna göre mimarların görevi dünyayı güzelleştirmek. Amaçların berrak bir şekilde belirtildiği çağlar kayboldu, ahlaki amaçlar unutuldu. Bizden sonra yaşayacak insanların da dünya üzerinde hakkı var. Basit konfor ve menfaat meselelerimizle gelecek nesilleri bu haklardan mahrum ediyoruz. Esas takıldığımız fikrî ve manevi engeller. Kuleler insanlığın içine düştüğü gurur, para gibi yanılgıların ürünü..."
- Turgut Cansever, 2006'daki bir röportajından

Türk Ocakları'nın kurucuları arasında yer alan, sıtma hastalığının keşfi ve amansız et yemezliği ile tanınan Doktor Hasan Ferit Cansever'in oğlu, Bilge Mimar Turgut Cansever... Kitapta ne aldığı ödüller var, ne de topluma kazandırdığı projeler. Bu kitapta bilge mimarın şahsiyeti var, içinden geldiği gelenekler var, ahlak ve insan anlayışı var, üslup ve gelecek yorumu var. Elbette Beşir Ayvazoğlu'nun nefis üslubuyla.

Kitabın ilk bölümlerinde yakın zamanlarda merhum Turgut Cansever ile yapılmış söyleşiler yer alıyor. Söyleşilerin bazılarında bilge mimarın ısrarla üzerinde durduğu üç konu var. Bunlardan ilki; komşuyu rahatsız etmeyen, gün ışığından faydalanan, en az üç yöne bakan ve daima yeşillikler içinde olan evler. İmkansız demeyin çünkü 600 yıl ve hatta daha da öncesinde bu topraklarda böyle evler vardı. Osmanlı evi. Hem Fransız hem de Japon mimarların günümüzde de üzerinde durduğu ve yer yer uyguladığı evler. Bize komik geliyor, bize zaten geçmiş hep komik gelir. Ne anladığımız için, ne de anlattıkları için.

Turgut Cansever'in ikinci olarak üzerinde durduğu nokta, yola bir hadisle çıktığı "dünyayı güzelleştirmek" fikrinin, dünyanın geçici fakat daima kendini yenileyen bir yer olmasının bilincinde saklı. Osmanlı evi daima ahşaptır. Çünkü ahşap hem değiştirilebilirdir, hem ucuzdur, hem de deprem vb. doğal afetlere çok dayanıklıdır. Komşuyla gelir polemiği yaratmadığı gibi, muazzam bir görüntü güzelliği de meydana getirir. Ahşap, doğayla da iyi geçinir. Çünkü lezzetini ağaçlarla, çiçeklerle ve gökyüzüyle tamamlar.

Bilge mimarın üzerinde ısrarla durduğu üçüncü konu ise dürüstlük, doğruluk ve güzellik. Okuduğunuzda ne kadar romantik geldi öyle değil mi? İşte Turgut Cansever'in bu üç özelliği, Adnan Menderes döneminden bu yana ona proje verilmemesine veya elindeki projelere "derhal" bir son verilmesine sebep olur. Bütün dünyadan mimarlar gelir, ondan fikir alır, kendi ülkelerine davet eder, araştırmalara öncülük etmesi istenir, ama kendisi, kendi ülkesinde yadırganır. Hatta her insanın eşit koşullarda yaşayabilmesi için sunduğu fikirler "gericilik" olarak gösterilir. Halbuki o önce "Batı ne kadar doğru soru soruyor? Önemli olan bu." der ve dünyayı güzelleştirme idealini şöyle açıklar: "Bilinci biçimler dünyasına yansıtma çabasıdır yapmak istediğim. Yapmak istediğim şeylerden bir diğeri, maddi varlık tabakasının; yani bütün inşaat malzemesi, teknoloji vs'nin gereklerini dikkatle yerine getirerek, ancak bütün bu malzemeyi fikir ve inanç dünyamızın transandantal çerçevesi içerisine yerleştirerek sosyal, iktisadi ve biyolojik varlık alanı gerçeklerini saygıyla inceleyip gereklerini tam yerine getirerek; güneş, gölge gibi biyolojik varlık alanının ihtiyaçlarını da karşılayarak, psişik dünyamızın gerektirdiği sükûnet ve huzuru sağlayarak, yavaş hareket çerçevesi içinde, bağımsız tektonikleri, üzerlerine ilave alabilecek kitle kolektivitelerini tezyinî bir niteliğe ulaştırmak istiyorum."

Beşir Ayvazoğlu ise hocayı özetlemek için "Cansever Hoca, kaynağını çok aradığı bir hadis-i şerife dayanarak sanatın asıl vazifesinin dünyayı güzelleştirmek olduğunu söyler, estetiğini ve mimarî felsefesini bu görüşe dayandırırdı. İçinde mutlu bir hayat sürebileceğimiz güzel dünyanın, avutucu eğlencelerle değil, şehirleri ve konutları insanın “eşref-i mahlûkat” olduğu göz önüne alınarak yeniden inşa etmek suretiyle kurulabileceğine inanmıştı. Meskenin insanları sadece yağmur ve soğuktan koruyan barınaklar olarak görüldüğü, insanın güzel bir dünyada yaşama ve çevresinin oluşmasına katılma hakkı ve sorumluluğu kabul edilmediği sürece, Cansever Hoca’ya göre, asıl mânâsında beşerî ve güzel bir çevre meydana getirmek mümkün değildi." demiştir.

Ufkî yerleşmeyi önerirdi Cansever hoca. Yani gökyüzünü daima gören, tek katlı, mutlaka bahçesi olan, gün ışığından yararlanan, komşuyu rahatsız etmeyen, dayanıklı ve ucuz evler. Neden ucuz? Çünkü bu evler ya çelik ya da ahşap olacak. Haliyle fabrikalardan çıkacak malzemelerle yapılacak. Bu da müthiş bir ucuzluk demek. Uzak değil, 10 yıl önceki sözlerini yaşıyoruz hocanın. Bir karış toprağa muhtaç kalacağız, içine girecek mezar bile bulamayacağız. Göğe kafan evlerde mutlu olduğumuzu zannedip, hayallerden hayallere yorulacağız. Ama umutsuzluğa, karamsarlığa çok karşıdır bilge mimar. Yakıştıramaz bu topraklara, bu millete umutsuzluğu. Çünkü geçmişteki lezzet, geleceğimize de umut aşılamalıdır daima.

Dünyayı güzelleştirmeye, yaşadığımız toprakların muazzam kıymeti ve eşsiz gelenekleriyle güzellik bahçeleri oluşturmamıza bir engel yok. Aklıselim isek yok. Umarım bu kitap merhum Turgut Cansever'in dünyasındaki güzellikleri anlamamızı sağlar ve dünyayı güzelleştirmeye acilen ihtiyacımız olduğunu kavratır hepimize. Yeniden. Derhal.

Naçizane tavsiyem, Turgut Cansever'i değerlendirirken daha iyi anlamak için ayrıca Nurettin Topçu, Erol Güngör ve Cemil Meriç de okumak gereklidir. Hepsinin makamları, mekanları ve ebedi dünyaları cennet olsun.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

30 Haziran 2013 Pazar

Zaman nasıl da çabuk geçiveriyor diyenlere

"Yaşa, işe güce, itibara en ufak hürmeti olmayan bu acıya aşka acısı diyorlar. Kim olursan ol, seni saklandığın yerde er ya da geç buluyor, gelip göğüs kafesini ateşle sıvazlıyor ve sen içeride kapkara kurum tutuyorsun. Ağzını açsan, alevler püskürüverecekmişsin gibi, ciğerlerine damla damla kurşun eritiyorlarmış gibi. Kolay kolay geçmiyor, geçtiğinde de sen geçmiş olduğunu bile fark etmiyorsun. Yağmurlu havalarda sızlayan eski bir kırık gibi sızlayıp duruyor, kendini hatırlatıyor. Bir tadı, bir kokusu, bir eti var hatta, bir kütlesi; gelip göğsüne oturmasından belli."

Mahir Ünsal Eriş, Ankaralı ve Gençlerbirlikli, naif ve güçlü bir kalem. İlk hikaye kitabı Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde ile, biraz Barış Bıçakçı biraz da Turgut Uyar esintisi yaratmış; aklımda kendine has bir yer edinivermişti. Yeni kitabını sabırsızlıkla, hevesle beklemekteydim ki Haziran günlerine denk geldi kavuşmamız.

Yine çocukluktan, yaz öğleden sonralarından, dostluktan ve aşktan dem vuran sekiz sahici hikaye yer alıyor, Olduğu Kadar Güzeldik‘te. Yine, insanı durduruyor; geç-me-miş zamanlara ve kendi içine döndürüyor Eriş’in sözcükleri.

"Babaların çocuklaştığını görmenin nasıl sıcak ve üzgün bir havası var. Babayla oğul bir kum saatinin iki haznesi gibiler çünkü; bir vakit gelince, zaman, mukadderat, Tanrı ya da her neyse bir şey, kum saatini ters çeviriyor. Tam tersine akmaya başlıyor ondan sonra her şey. Babanın çocuklaştığını gördükçe oğlun içine dolan o sıcak üzüntü de sarı, ılık, kumun aşağı akışı belki."

Yaz öğleden sonralarının o tatlı ve içe dönük esintisi var hikayelerde ve yaz akşamlarının o kalabalık, o keyifli tadı.

Mahir Ünsal Eriş hikayelerinin insana iyi gelen, içimizde bir yere şefkatle dokunan bir yanı var. Böyle uyuyakaldığınızda üstünüzü örtüveren yakın bir arkadaş eli gibi...

“Meydandaki çay bahçelerinden birine oturmak geldi içimden sonra. Çünkü Erdek bir kitap olsaydı, bu çay bahçeleri ilk cümlesi olurdu onun. Gelindi mi oturulmalıydı. Bir çay, birkaç sigarayla, kıyıda kayığında ağ onaran, çapari kösteği hazırlayan balıkçıları seyretmek, bir tost isteyip, bacaklarıma sırnaşan kedilere atmak, yakın masalarda konuşulanları dinlemek, birini bekliyormuş gibi ikide bir saate bakmak iyi gelebilirdi. Gelmeliydi en azından.”

Olduğu Kadar Güzeldik, “zaman nasıl da çabuk geçiveriyor” diyenlere ve biraz soluklanmak isteyenlere iyi gelecek bir kitap...

“Fakirin umudu kazancından çok, borcundan az işte, ne yaparsın.”

Merve Uzun
twitter.com/merveuzun

29 Haziran 2013 Cumartesi

Umutlu olmanın karşılığında ödül beklemeyenlere

"Her geçen gün kalbimizi karartan ve katılaştıran bir hayatın boynumuza taktığı zincirleri sürükleyip duruyoruz."
- Mustafa Kutlu, Şehir Mektupları

Tıpkı geçen yılın mayıs ayında olduğu gibi, bu yıl da bir Mustafa Kutlu kitabını okumak nasip oldu. Her yıl bize bir hikâyesi ile nefes aldırıyor. Bunun yaz günlerine gelmesi de ayrı bir tevafuk. Benim için Mustafa Kutlu hikâyesi demek; serinlik, ferahlık, huzur demek. Birey üzerinden değil, toplum üzerinden akan hikâyelerine aynı tutarlılıkla devam eden usta edebiyatçımız, bu kez daha da günümüzden haber veriyor. Yerel yönetimler, yoksulluk, umut, eğitim, ilim insanlarına verilen değer, şairlerin her an kafalarını yemeye hazır halet-i ruhiyeleri, dernek-ödül-hırs üçgeni, medyanın sunum kepazelikleri ve elbette her geçen gün azalan doğa güzellikleri, unutulan atasözleri, asla unutulmayacak Türk Sanat Müziği... "Sıradışı Bir Ödül Töreni", ismi gibi samimi, yalın ve gerçekçi.

"Umut sen ne renkli bir kuşsun.
Umut sen ne sesli bir kuşsun.
Umut seni gözünden öpüyorum."


Hikâyenin ana kahramanı Nezaket, kasabalı bir kız. Yoksul. Fakat kendini işine gücüne veriyor, okumaya adıyor, bir kasabayı kalkındırmak için sadece kaymakamlara ve yerel yönetime iş düşmediğini gösteriyor. Keza işin asıl düştüğü makamlar her zaman farklı işlerde iş tutarlar, işletirler, işittiniz mi? İşte Nezaket, tek başına ama dimdik vaziyette göğüs geriyor zorluklara. Her zaman da başarılı oluyor, fakat çevresinde öyle şeyler oluyor ki insan umutsuzluğa kapılıyor. Ama burada da imdadımıza Mustafa Kutlu'nun hikâye formülü yetişiyor: samimiyet.

"Nezaket sık sık tek başına sahile iniyor, uzun yürüyüşler yapıyordu. Dilinde hep o şarkı:
Beklerim her gün bu sahillerde mahzun böyle ben
Gün batar kuşlar döner dönmez bu yoldan beklenen.
Yorulunca nasılsa oralara kadar gelmiş iri bir kayanın üzerine oturup dalgaların sesini dinliyordu. Bu mânâsız bekleyişe bir son vermeli, silkinmeliydi. Ama nasıl?
"Aramakla bulunmaz, ama bulanlar ancak arayanlardır" denilmiş."

Hikâyede çok ilginç, Kafadanbacaklılar Derneği var. Nedir kafadanbacak? Ahtapot. Çünkü kasabanın ahtapotları meşhur. Böyle bir dernek var, önceleri çok iş yapıyor fakat sonra kör topal kalıyor. Nezaket orayla da ilgileniyor. Albeni El Sanatları Merkezi var, Nezaket'in yıllarca hayalini kurup gerçekleştirdiği... Nihayetinde bir ödül töreni planlanıyor. Kasaba kalkınacak, turist çekecek, medyayı merak ettirecek, halka kendini gösterecek çünkü... Maliyeci Aziz Bey var, kaç yaşına gelmiş fakat önemi yeni anlaşılmış. Genç bir şair var kafayı yemekle yememek arasında kalmış. Esnaf var, bir ayağı toprakta ama öteki ayağı parada. Hırs var, dünyanın en tehlikeli hastalığı. Umut var, dünyanın tek hakiki tedavi yöntemi. Daha neler var neler, tören bu. Havai fişekten bol makara var, araya gizlenmiş nefis bir hüzünle.

Okudukça, bunca zaman bize ne nanelerin yutturulduğunu da tadabileceksiniz yeniden. Belki bir daha yememek için. Daima umutlu kalmak için, daima Mustafa Kutlu.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler