8 Kasım 2013 Cuma

Bir daha denemekten korkmayanlara

"Bana hayatımı unutturan bir şey vardı üstümde… Fazladan bir şey… Aşk." diyor Hakan Günday’ın son romanı "Daha"nın kahramanı "Gaza". Ama ne bir aşk öyküsü ne de gülümseten tatlı anların anlatıldığı bir roman. Daha’dan başka söyleyecek sözü olmayanların öyküsü. Daha az ve daha fazla arasında kalmışların hikayesi... Dahaları üzerlerine yıkılanların anlatısı… Ve Daha, bir daha denerken öğrenen, bir daha çabalarken ölüp dirilen Gaza’nın hayatı. Günday, kitabını Rönesans resminin dört temel ögesini baz alarak bölümlendirmiş. Hikayenin açılma, kapanma, tıkanma, durma, ilerleme ve bitişini bu tekniklere bağlı kalarak anlatmış.

Gaza henüz 9 yaşındayken insan kaçakçısı olmayı öğrenmiş bir çocuk. Her fırsatta kendisine "Babam bir katil olmasa… ben doğmayacaktım" diyen, babasından ölesiye nefret eden ve bu nefreti yıllar geçtikçe katlanarak çoğalan bir çocuk. Hiç küçük olamadan, hiç temiz halini göremediği bir dünyada kendince kendi mücadelesini veren bir çocuk.

Doğudan-batıya umut taşıyan bir köprünün yavaş yavaş yıpranıp hasar alan ve sonunda kopan iplerinden biri Gaza. Kaçakları sırtında, kalbinde, ruhunda taşıyan bu köprünün kendisi aslında.

Daha, Gaza karakterinin nefretinden beslenen bir roman. Pek çok paragrafta kişiler, düzen, toplum ve işleyişe indirilen acımasız giyotinler görmek mümkün…

"Sokağında savaş mı var? Ha? Evinin önünde insanlar birbirini mi öldürüyor? Git, çık, savaş sen de o zaman! Öl, yaralan, sakat kal! Açlık mı var sizin orada? Çocuk yap, onu ye! Kendini ye! Ama kalkıp da dünyanın öbür ucuna gideceğim diye benim hayatıma sıçma!"

Hikaye boyunca Gaza, Hakan Günday’ın eleştirmek istediği ne varsa bunları kırmak, yıkmak ve öldürmek yöntemiyle yapmasını sağlayan bir makine görevini üstleniyor. Hayatının kumandası babasının elinde olan ve tüm çocukluğu boyunca kumandayı ele geçirmek için direnen ve neticede deliren bir makine. Deliren ve önüne gelen her şeyi yerle bir eden…

Anlattığı olaylarda ani çıkışlar ve kırıklar yaratmasıyla tanınan Hakan Günday Daha’da da okurun bu beklentisini karşılıyor ve olaylar kitabın ortalarında bir anda bambaşka bir hal alarak değişime uğruyor. İlk iki bölüm boyunca Gaza, babası, yaptıkları iş ve içinde bulundukları koşullara yoğunlaşan Günday kalan iki bölümde Gazayı yapayalnız bırakıyor ve hikaye Gazanın öfkesine karışan yalnızlık, korku ve delilikle birlikte her bir ara bölümde hızla değişip dönüşerek finale ilerliyor.

"Nefretimi bu dünyadan çıkarınca geriye ne kaldığını bulabilsem, bitecekti bütün bu hikaye."

"Biyolojik gerçekler bir günde değişse ve insan yalan söylediği anda, beyin kanamasından ölse, dünya öyle boşalırdı ki dinozorlara yeniden yer açılırdı."

"Maddenin olmayan bir haliydim, olmaya da niyetim yoktu."

Son kertede yaşı ilerledikçe öfkesi de ilerleyen, öfkeyi doğurup onu yiyen ve bu sayede hayatta kalan bir insan haline geliyor Gaza. Ancak öfkeyle birlikte umudu da doğuruyor. Belki bilinçli, belki bilinçsiz tecavüz ettiği tüm kaçak hayatlardan umuda gebe kalıyor ve Daha bir umudun bir amacın romanı halini alıyor. En önemlisi Kaybettikçe daha çok hırslanan, delirdikçe daha çok akıllanmak isteyen, uzaklaştıkça daha çok uzaklaşmayı dileyen ve bir ölünün peşinden sürüklenerek hayattaki tüm insanları yeniden sevebileceğine inanan bir adamın romanı oluyor Daha…

Günday’ın Daha’sı bu noktadan bakıldığından geçmişin hayaletlerine kezzap dökmeyi, ama o kezzaptan önce döken kişinin içip hayatta kalmayı öğrenmesi gerektiği mesajını veriyor.

"Ne kadar uğraşırsam uğraşayım, geleceğe doğru yeterince hızlanamamış ve geçmişime yakalanmıştım."

Gaza kurtuluşu simgelerken kurtulamamayı, başarırken başarısız olmayı, insanlardan tiksinirken onlarsız yapamamayı ve salt yalnızlığı resmediyor.

"Sokaktaki hayat fazla kişiseldi. En küçük şey için bile insanlarla yüz yüze konuşmak gerekiyordu. Ancak dünya bensiz de dönebilirdi."

Daha, bir baba oğul öyküsü olması bakımından da önem taşıyor. Aile ilişkileri, babanın oğula sorumlulukları, oğulun babaya görevleri, bunların günümüz aile yapısında nasıl işlediği ve önem sıralaması yapıldığında neyin nerede durduğu gibi soru işaretleri yaratıp okurun kendi kendisini yanıtlamasını sağlıyor.

Hepsinden ayrı düşünüldüğünde Hakan Günday’ın bir diğer farklı özelliğine bu romanda da rastlamak mümkün Hemen hemen tüm kitaplarında eşcinsellik ve ötekileştirilen bireyin sorunlarına dikkat çeken anlatımlara veren Günday Daha’da da büyük ölçüde bu duruma dikkat çekiyor.

Son olarak Daha için Gaza'nın babası Ahad’ın adının tersinden, altüst ettiği bir hayatın altında kalanların anlatısı denilebilir. Bir çocuğun çocukluğuyla bir yetişkinin yetersizliğinden doğan travmanın değiştirdikleri… Gaza’nın dahaları… bir daha bin daha milyon dahalar… Ama bir türlü silinmeyen geçmiş yüzünden hep aynı sona açılan Daha kapıları…

Daha Hakan Günday’ın müthiş edebi zekası ve kusursuz bakış açısıyla taçlanan melankolik ve karanlık bir kitap. Tam da karanlık kış günlerinde okunacak türden.

Gürcan Öztürk
twitter.com/gurcanozturk_

4 Kasım 2013 Pazartesi

Neyi kaybettiğini hatırla

"Fırsat el vermiş iken vakti ganimet bilelim
Ömrümüz hâsılını mihr ü muhabbet bilelim."
- Cemâleddîn-i Ezherî

"Zaman: solgun ve gri bir koridordu
Orada çok üşüdüm."

- Birhan Keskin

Geçen zamanın ne kadar farkındayız? Neredeyiz ve ne yapıyoruz? Nasıl bir sahnede rol oynadığımızı biliyor muyuz? Yoksa rolleri reddedip kendimiz olmak, kendimiz kalmak için bir şeyler yapıyor muyuz? Neyin farkındayız? Sorular, sorular ve sorular. Bir şeylerin farkına varabilmek için önce sorulacak sorulara, sonra da verecek cevaplara ihtiyacımız var. Farkındalık değil bu, farkında olmak. Yani önemsemek. Kendimizi.

Tevazu, alçak gönüllü olmak değil; nerede ne yaptığını bilmekten gelir. Biz daha durduğumuz yerin bile farkında değilken, nereye varacağımızı kestirmemiz de mümkün olmuyor. Tüm bu koşullarda, gördüklerimizi anlatacağımız ve derdimize "dertdaş" bulacağımız bir ortam arıyoruz. Arıyor muyuz? Bu arayış bir bela aramaya dönüşebilir mi aynı zamanda? Derdine ortak arayan, belasını da arıyor olsa gerek. Farkında olan, belki de belasını bulmuş olandır. Bunu Şule Gürbüz'e sormak lâzım.

"Bir şairin anlattığı ve yansıttığı dünya benim sürekli bakışımdı. Üstelik onların çoğu bu bakışı zorla satın alırken ya da bir kere şiir yazmayı öğrendikten sonra aynı zehri farklı şekil ve hallerde sadece uyguluyorlardı. onlar, içmeyen uyuşturucu satıcıları gibiydiler. Ben ve bazı benzerlerim şiirin zehriyle ayakta duracak gücü bulamıyor, sallanıp duruyor, her an hasta, her an ölecek gibi, yüzülmüş derimizle ortada duruyorduk. Çok şaşarım şiir sevenlere, okuyup geçenlere, kitabı kapatıp yemek yiyenlere, o bakışla yaşayıp da ölmeyenlere. Şiir sevilmez ki, öyle duyulur, öyle bakılır, hastalanılır, zehirlenilir, ölünür. Şiir sonunda öldürür."

Şiir yolundan da sağlam geçmiş bir yazarın kalemi bu kez bir şeylerin farkına varabilme yolunda kılavuz olma derdinde. Devayı bulup bulmamak da okuyucunun elinde. "Kambur" ve "Coşkuyla Ölmek" kitaplarından farklı olarak bu kez Şule Gürbüz, canımızı sıkıyor. Çünkü bakıp geçtiklerimizi, gözümüze sokuyor. "N'oldu?" diyor, "Hadi!" diyor, "Buyurun!" diyor. Halil İbrahim sofrası değil bu, dert sofrası. Yerseniz.

"Hiçbir zaman, hiçbir an kendimi unutup, nasıl göründüğümü yok sayamadığımı, geri çekilip çekilip kendime bakmaktan, gördüğümü beğenmeyip ona hayalimdeki şekli vermeye çalışmaktan önümdekini hep ıskaladığımı görüyorum şimdi. "Peki şimdini görüyor musun?" diye sormayın, onun da var en az bir on beş senesi. insanın ömrü herhalde bu yüzden uzun, bir halt ettiğinden değil, ne halt olduğunu on-on beş senede bir anlamasından."

Her ne kadar içinde birkaç hikâye varmış gibi görünse de ilk bakışta; bir hikâye, öykü ya da romandan çok deneme-inceleme tavrı var "Zamanın Farkında"da. Kendisinin viyolonselci, mekanik saat ustası ve şair olduğunu biliyoruz. Saat tamirciliğinin bir insanı "zamanı görme" konusundaki ustalığa taşıyacağını da yine bu kitabından rahatlıkla görebiliyoruz. Sanılmasın ki kitap rahatlıkla okunabiliyor. Tam aksine, zor koşullara sokuyor okuyucuyu. Türkçeyi ustalıkla kullanırken, günümüz gençliğinin ağzındaki lakayt üslubu da alaşağı ediyor. Yerin dibine sokuyor, iyi de yapıyor. Ellerine sağlık. Şu cümleye bakarsak da, yine günümüzün rahatlarının rahatını bozacak güzellikler yakalayabiliriz.

"Büyük şairleri hiç tanımasaydım, fazla müzik dinlemeseydim, bir sürü arkadaşım olsaydı ve onlardan sıkılmasaydım, utanmayı zaten pek bilmeseydim, şöyle hani içim sızlamadan bir sabah hayatta olmayı sezerek Harbiye'den Tünel'e kadar yürüseydim."

Ahmet Hamdi Tanpınar'ın mezar taşında yazan şiiri, "Ne içindeyim zamanın, ne de büsbütün dışında / yekpâre, geniş bir anın parçalanmaz akışında" dizelerini hatırlayarak, zamanın farkına varmak gerek. Bir an önce. Dolayısıyla bu yazının başlığı için en uygunu, bir İsmet Özel kitabının adıydı. Mazur görülür inşallah. Hayat, koca bir mazeret zira...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

3 Kasım 2013 Pazar

Elbet aydınlanacaktır günlerimiz

Anlamadım! Ne dediniz? Fikret büyük şair değil miydi?
 Fikret karanlıklar içinde bir nur görüp halkı o nura doğru götürmeye çalışırken siz nerelerde idiniz?

Demiş Mustafa Kemal onun hakkında. Kendisiyle tanışamasa da bütün eserlerini okumuş olduğunu söyleyen Atatürk, “Efendiler! Zaten parmakla gösterilecek kadar az olan büyük adamlarımızı küçültmeye kalkışmayalım.” diye de eklemiş. Sahiden de sadece iyi bir şair değil, aynı zamanda eşine az rastlanır bir adammış Tevfik Fikret. Öğretmen maaşları kesintiye uğradı diye Galatasaray Lisesi müdürlüğünden istifa eden, oğlunun mürebbiyesine karşı büyük bir hayranlık ve sevgi duysa da karısına olan sadakatinden ödün vermeyen, yalnızca ona şiir yazmakla yetinen, zulmün karşısında, hiçbir gruba ait olmadan tek başına özgürlük mücadelesi veren bir şairmiş.

Hıfzı Topuz’un Elbet Sabah Olacaktır kitabını okuyana kadar bu kadar saygıdeğer bir şairimiz olduğunu bilmiyordum. Elbette ki daha önce Tevfik Fikret şiiri okumuş, kelimelerinden beslenmiştim fakat sansüre karşı olan mücadelede en önde yer alan, yalan ve haksızlığın olduğu yerde karşısındaki kim olursa olsun tepkisini esirgemeyen, meşrutiyet ilan edildikten sonra herkes İttihatçıları alkışlarken,  Padişahın zulmünün bitmesine sevinmesine rağmen İttihatçıların iktidarda nasıl baskıcı bir hale bürüneceklerini öngörebilen bir şair olduğunu bilmiyordum. Atalarının Sakız Adası’ndaki katliam sonrası İstanbul’a getirilerek bir Türk ailesi tarafından yetiştirildiğini de...

Şiir okumak insanın ruhunu besler, evet. Ama bu besin kaynağının içindekileri özümseyebilmek için dizelerin nasıl bir düzen içinde akıtıldığını bilmek gerekir. Ancak o zaman insan o şairle bir olabilir, kullandığı noktalama işaretlerinin bile neden orada olduğunu anlayabilir. Şair aracılığıyla da dönemin sosyolojik analizini yapabilir.


Tevfik Fikret’i ister, ister sevmeyin; eğer II. Abdülhamit döneminde halkın durumunu, aydınların bu baskıcı yönetimde yerini ve II. Meşrutiyet sonrasında değişen güçleri, gazete ve dergilerin sansürle nasıl savaştıklarını merak ediyorsanız,
Elbet Sabah Olacaktır kitabını okumanız gerekenler listesine ekleyin derim. Sonra belki hep birlikte o zamanlarla bugünler arasındaki benzerlikleri görüp bu savaşı vermiş şairlerden, yazarlardan feyz alma vaktinin geldiğini fark ederiz.

Elbet aydınlık olacaktır günlerimiz.

Ümran Kio
twitter.com/umrankio             

23 Ekim 2013 Çarşamba

İyiye doğru, umutla, her zaman

"Gerçeği aramasını ve söylemesini bilememek, gerçek olmayanı söylemesini bilmenin örtemeyeceği bir kusurdur."
- Boris Pasternak

Sahaf gezmek, kitap okuyucusuna yahut tutkununa türlü sürprizleri de beraberinde getiren, adrenalini yüksek bir hareket. İstediğiniz kitaba ulaşıp ulaşmama endişesinin yanında bir de hiç beklemediğiniz kitaplarla karşılaşma güzelliğini yaşayabiliyorsunuz. İlk baskısı 1968 yılında Ant Yayınları'ndan, ikinci baskısı ise 1985 yılında Su Yayınları'ndan yapılan bu kitapla karşılaşmamın özeti şu: sahaf talihi.

Kitabın üzerine tükenmez kalemle "Bunu Oku" yazılması kabul edemediğim şey, fakat en az on yıldır aradığım bu kitabın önemini bildiğim için ses etmedim. Şairin yaşamını görmek, okumak istiyordum çünkü bir an evvel.

"Bir şairin yaşamı şiiridir. Gerisi ancak dipnot olabilir. Şair, ancak, okuyucu onu avucunun içinde tutuyormuşçasına, her şeyiyle -duyguları, düşünceleri ve eylemleri ile- görebiliyorsa, şairdir... Şiir aldanmaz. Şiir sahtekarları ortada bırakır. Şiir yalanı asla bağışlamayan bir kadındır."

Yevgeni Aleksandroviç Yevtuşenko, Rusya'nın (doğduğu 1933 yılını düşünürsek SSCB demeli) en büyük şairlerinden biri. Özellikle Stalin'in son dönemleri sonrasına etki ediyor. Derdi ise şu, tüm gerçekleri korkmadan ama biçim kaygısı gütmeden, özgürce haykırabilmek. Bu yolda çok çile çekmese de türlü badireler atlatıyor. Şiirleri başlarda küçük ve önemsiz görülürken kısa bir süre sonra on binlere hitap eden konuşmalarla ve okuduğu şiirleriyle "Yevtuşenko şiiri" tüm dünyaya nam salıyor. İlk devrimci şairler Vladimir Mayakovski ile Sergey Yesenin'in etkisini, kendi üslubundan geçirerek çoğaltıyor. Böylece dünya Rus şiirine iyice dikkat kesiliyor.

"Erken Yazılmış Bir Yaşam Öyküsü", Yevtuşenko'nun kendi ellerinden çıkan kısa hayat hikâyesi. Sadece şiir üzerine değil, özellikle siyasal ve toplumsal olarak gördüklerini, yaşadıklarını, çok detaya inmeden aktarıyor. Bazı anlarını okurken bir taraftan da Alexander Scriabin ve Sergey Rahmaninov‎ dinlerseniz; okuduğunuz ânın içine daha rahat yerleşebilirsiniz.

"Annem şair olmamı istemiyordu. Şiiri sevmediğinden değildi bu. İnandığı bir şey vardı. Şair işkence çeken, durulmamış, güvensiz, tedirgin bir yaratıktı. Çoğu Rus şairin sonu pek trajikti. Puşkin ve Lermantov düelloda öldürülmüşlerdi. Blok deliler gibi çalışarak kendini tüketmiş, sonunda intihar etmişti; Yesenin kendini asmıştı; Mayakovski kendini vurmuştu. Bana hiç söz etmemekle birlikte pek çok şairin de Stalin'in toplama kamplarında öldüğünü biliyor olmalıydı. Bütün bunlar benim geleceğimden endişelenmesine neden oluyor, defterlerimi yırtıyor ve kendi deyimiyle "daha ciddi" bir şeyler yapmam için beni sıkıştırıyordu. Ama bence dünyadaki en ciddi şey şiirdi."

Bu kitabı bitirirken, okuyucuda önce Pasternak ve Mayakovski okumaları yapma içgüdüsü oluşuyor ki okunmalı. Peşinden önce klasik müzik sonra da resim beğenisi oluşturmak ve keşfetmek geliyor. Böyle güzel şeylerin de peşinden gitmeli elbette. O hâlde Mayakovski'den bir dörtlük paylaşmak elzem oldu:

"Hayatın en hüzünlü anı,
Mevsimine kapıldığın kişinin
Bahçesinde açabilecek bir çiçek
Olmadığını anladığın andır."


İnsanın öyle bir ânı vardır ki, canına şiirden başka bir şey değemez. Bazı şiirler bu yüzden can simididir. Şiir, can simididir...

Bazen de bezginlik uykusundan uyanmak için koca gerçekler patlar gözlerimizde. Sonra uyanır ve umudu ararız onlarca kötülük içinde. İyiye doğru, umutla, her zaman.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

20 Ekim 2013 Pazar

Yürüdüğü yolda, gölgesi öfke olanlara

"Yola çıkmak, haklı çıkmaktır diyorum 
Halis muhlis Bursa çakısı gibi zihnim
Keskin sirke, ekşitiyor kalbimi
İyi olacak, biliyorum."

- Yağız Gönüler, Dergâh, 273, Kasım 2012

Bu yazıya kendi şiirimden bir bölümle başlama densizliğini gösterdiğim için öncelikle kitap dostlarından özür dilerim. Bu hadsizliğim, yola çıkmak ve yürümek üzerine olan tutkuma telakki edilirse bir nebze ferahlarım.

Kitaplar üzerine yapılan önermelerde, "kişisel gelişim", "baş ucu", "yol" yahut "konsantrasyon" kategorileriyle, insanları adeta veritabanı tablolarına bölen sermaye aşkına inat, Birhan Keskin neşeli ve endişeli şiirlerinden oluşan bu kitabıyla okuyucuya bir yol yapıyor. Bu yol 2006'da yapılmış olup önce "Taş Parçaları"yla başlıyor, ardından da "Eski Dünya"ya ulaşıyor.

Kadın şairlere ve yazarlara, öfke çok yakışıyor. Bu minvalde Şule Gürbüz'ü anmadan olmaz. "Kambur"daki öfke, tüm suskun tamburları hareketi geçirebilir zira. Birhan Keskin'in "Y'ol"u da çok sert açılıyor. "Sunu ya da bir parça matematik" isimli giriş taksiminde şair uyarıyor:

"Her gün adalet ve zalimlik üzerine düşündüm. Belki de her şey. Her gün bir barbar, bir medeni ile gezdim sokaklarda. Minareleri her gün sabaha ezan sesleriyle ben açtım. Her gün bir perdeyi aralamaya çalıştım. Her gün hiçbir şeyi anlamadığımı düşündüm, her gün her şeyi anladığımı düşündüm... Ne idüğü belirsiz yerler benimle yürüdü... Her gün bir taş parçası söktüm içimden... Öfkeni unutma dedim kendime her gün, unutursan düşersin dedim... Her gün insan olmak ne çok kusur içeriyor diye düşündüm."

Derken şiirler peşi sıra akıyor, bol sarsıntılı bir yol gibi. Elinizde sıcak bir içecek varsa şayet, dökebilirsiniz. Neden mi? Bakalım.

"Hava aldıkça sızlayan bir diş var içimde.
Susmam bundan, konuşmam bundan.
Ben zaten o ilk acıyla ölmediğimde çok gücenmiştim hayata.
İnsan olmuştum ilk o zaman.
Ya da bozmuşlardı beni yenidoğandan.
Kendimi acıya teslim ettiğimde hatırladım,
Ölünmüyordu, hatırladım."


Sıradaki eser ise tam bağımsız ve daima öfkeli "akrepler" için geliyor:

"Hani adalet?
Bir kasım'dan öteki kasım'a
Bir yanım kör bir yanım sağır."


Bir aşkta vuku bulan tüm yenilgileri, yeniden ve değneksiz ayağa kaldırabilecek ağırlıkta şiirler. Kimi zaman taş, kimi zaman kum yutkunuyor okuyucu. Çok mu duygusal oldu bu? Hayır, çünkü:

"Bir su aygırı kadar yaralıyım dünyadan
Anlıyor musun?
İçimde uzağa bakan bir zürafa var
Hayat orda burda her yerde kaynıyor."


Modernizme de türlü türlü tokatlar var Birhan Keskin şiirlerinde. Mesela kitabın "Eski Dünya" bölümünden "Öteki" adlı şiir şöyle bitiyor:

"Siz "It was very amazing" derken "and fun"
Onlar özür dileyenlerdi ağacın ruhundan.

Balkonunuz çok yüksek sizin baş döndürüyor.
Dünya pek alçak bir yer olacak yakında öyle görünüyor."


Yolu çok fazla uzatmadan, kestirmeden ama "Keskin" gösteren şiirler...

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler