6 Ekim 2013 Pazar

Kararsızlığına mazeret arayanlara

"Başkasını Seviyorum" gazeteci-yazar Ömer Özgüner’in Doğan Kitap'tan çıkan ve 11 baskıya dek ulaşan ilk kitabı. Yazar kitabın anti kahramanı Yavuz Erden üzerinden günümüz erkek ve kadınının ilişki anlayışına ışık tutarken toplum doneleri, kişisel arzular, hırs, öfke, aşk ve yalan gibi alt metinlere de parantez açıyor.

Kitabın ana karakteri ve birincil anlatıcısı olan Yavuz, prestijli bir reklam şirketinde üst konumda çalışmakta olan, beş yıllık bir evliliği bulunan, özgürlüğüne düşkün, pek çok yaşıtının sahip olamadıklarına 41 yaşında sahip olmuş, bakımlı, marka düşkünü, estetik sahibi bir bir adam.

Olaylar Yavuz karakterinin hayatı, içsel dünyası ve çevresinde meydana gelen olaylara verdiği tepkilerin oluşturduğu geri dönüşler şeklinde ilerlerken sondan başa doğru, ortayı anlatma yöntemi seçilerek okura aktarılıyor. Yani okuyucu kitabın ilk beş sayfasında hikayenin sonucunu öğrenmiş oluyor.

Bu noktada yazarın büyük bir cesaret örneği sergilediğini söylemek mümkün. Zira bu tutum beğenen okusun beğenmeyen bıraksın mesajı veriyor. Genelinde rahat bir anlatımın, halk dilinde yer alan argo kelimelerin hakim olduğu ‘’Başkasını Seviyorum’’ bunu ilk sayfalarından itibaren belli etmeyi tercih eden kitaplar arasında.

237 sayfalık roman iki bölümden oluşuyor. Kitabın yüzde doksanlık kısmını kapsayan ilk bölüm yine kendi içerisinde bölümcüklere ayrılmış durumda. Yavuz karakterinin kadınları olarak adlandırabileceğimiz ilk bölümde başarılı reklamcının hayatından geçmiş olan kadınlarla yaşadıkları, onlardan öğrendikleri, sevinç ve hüzünlerini görmek mümkün. Özgüner’in özellikle bu bölümde güçlü durum tespitleri,sağlam nokta atışları ve iniş çıkışlı anlatımıyla yakaladığı denge göze çarpıyor. Kadın erkek ilişkilerindeki "modern çağ kadın erkeği" temasını deşeleyen yazar önemli buluntular ortaya çıkarmayı başarıyor. Yine bu bölümde yazar okuruna Yavuz karakterinin doğuşunu, kimliğinin yoğruluşunu, taşra hayatında yaşadıklarını, sahip olduğu konuma ulaşmak için feda etmek zorunda kaldıklarını Yavuzun kadınlarının hikayeleri içerisinden sunuyor.

Kitaptaki olayların asıl başlangıç noktası ve okurun karmaşık bir ormana sokulduğu bölüm ise "Aylin Duru" isimli bölüm. Bu bölümde Yavuz eşi Hande'yle beş yılın sonunda monotonlaşan evliliğini kurtarma ve renklendirme çabaları ararken genç, güzel ve ihtişamlı televizyon yıldızı Aylin Duru'yla tanışıyor ve hayatında önemli bir virajı kestirmeden almaya çalışırken yaşadıklarını okurla paylaşmaya başlıyor.

Öncesinde hayatına pek çok kadın girip çıkmış olan, iki evlilik yorgunu, yirmili yaşlarında uğradığı ihanetle kadınlara karşı bakış açısı kesinleşmiş olan Yavuz kitabın son bölümlerinde kendisiyle hesaplaşmaya başlıyor ve bu noktadan itibaren roman bir durum tespit-dönem analiz aracı halini alıyor. Burada Yavuz’un yaptığı pek çok tespit içeren cümle çalışma masasının duvarına asılacak nitelikte yetkin cümleler.

Kitap anlattığı öykü bakımından içinde bulunduğumuz zamanda hemen hemen herkesin başına gelebilecek olan olayları ele alıyor. Kalbin başkasına atması, sevilen kişinin maskesi, karar verme güçlüğü, hepsini birden ve aynı anda isteme duygusu, daha iyi yaşama arzusu ve klasik insan içgüdüleri.

Tüm bunlar hassas zıtlıklara da değinilerek günümüz İstanbul unun ışıltılı kent dokusunda ele alınıyor.

21. yüzyıl insanının kendi kendisine yarattığı çıkmazlarda boğulma noktasına gelişi üzerine de güzel şeyler söyleyen Özgüner in kitabı sadece sevgide ve aşkta değil hayatın her alanında karar vermekte zorlananlara ve kararlarına türlü bahaneler uyduranlara yazılmış gibi...

Gürcan Öztürk
twitter.com/gurcanozturk_

1 Ekim 2013 Salı

İçindekini bir türlü dışarı çıkaramayanlara

"Kuyuya bir taş düşmüştü. Kuyu da körpe ruhumdu benim..."

"Demian"da Emil Sinclair isimli bir gencin 20. y.y. dünyasında kendi yaşamını açığa çıkarışının ve gençliğin sorunlarına ayna tutuluşunun hikâyesi kendi ağzından anlatılır. İyi, doğru, ahlak, din kavramlarıyla yetişmiş bir çocuğun öğrencilik döneminde ruhundaki yasak duyguları keşfetmeye başlaması ve varoluşsal kıvranışının hikâyesidir.

"Ruhumda temel bir içgüdünün yaşadığını ve bunun o yasak sayılmayan aydınlık dünyada bir köşeye çekilerek kendini gözlerden saklaması gerektiğini yeniden keşfettiğim yıllar çıkagelmişti."

Muhafazakar ailesinin yarattığı geleneksel ve ahlakçı temiz dünyadan sonra kapının ardında kalan, yalanlarla yozluklarla dolu karanlık dünyayla yüzleşen Sinclair, bu ikircikli yeryüzünde iki farklı dünyanın yaşamını kuşattığını fark eder. O hayatı siyah ya da beyaz olarak ikiye ayırmıştır. Griye yer yoktur dünyasında. Bunun sebebi de ahlâki dogmalar ve normlar üzerine doğmuş olmasıdır. Günahkârlık, suçluluk, iyilik, kötülük kavramları kuşatır ruhunu ve zihnini.

"İçimde dışarı çıkmak isteyen bir şey vardı; ben onu yaşamaya çalışıyordum yalnızca. Neden böylesine güçtü bu?.."

Sinclair'in iyilik kavramından anladığı, ailesinin din algısının, günah sınırlarının dışına çıkmamak ve otoritelerine karşı gelmemektir. Kötülük ise tüm bunların tersi bir olgudur. Fakat arkadaşı Demian'ın aykırı kişiliğiyle üçüncü bir dünyayı keşfeder. Demian'dan dinlediği Habil ve Kâbil hikâyesi iyilik ve kötülük arasındaki keskin ayrımı ortadan kaldırır. Kendi bakış açısıyla iyi ile kötünün birbirine karşıt değerler yerine, bütünleşerek hayatın iki önemli simgesi olduğu bilgisine ulaşır. Demian karakteri Hesse'nin yaşama bütünsel bakışının metamorfik bir simgesidir.

"Kör kalbimin sesine uyarak anne ve babama, sevdiğim eski "aydınlık" dünyaya bağımlılığı seçmiştim; oysa bu dünyanın biricik dünya sayılamayacağın biliyordum artık."

Hermann Hesse yazın hayatı boyunca yaşamın hızla değişen döngüsünde bireylerin hayatlarına dokunur. İnsanın yazgısının maddi olgular, gelişmelerle biçimlenmemesi gerektiğini savunmuştur. Birey yazgısını kendi çabalarıyla özerk bir niteliğe kavuşturabilmeli ve kaderciliğe teslim olmamalıdır. Nietzsche ve Schopenhauer hayranı olan Hesse'ye göre insanlığın oluş süreci başlı başına bir sorunsaldır. "Demian"da da eğitimin ve eğitimle şekillenen bireyin gelişiminin önemine atıfta bulunur.

Hesse, savaş karşıtı tutumuyla Almanya'da tepkiyle karşılanmasına rağmen, metinlerinde siyasi ve politik unsurlara yer vermekten sürekli kaçınmış; uygarlığın yıkıcı etkilerine karşı, kişinin özbenliğini savunmuştur. Fakat tüm sakınmasına rağmen savaşın etkilerini alt metinlerde, karakterlerin bunalımlarında görmek mümkündür.

Yazar, Emil Sinclair'in yaşadıkları doğrultusunda Alman toplumunun aile, ahlâk, gelenek anlayışının, bireyin kendini bulması sürecinde olumsuz bir etkisi olduğunu eleştirir. Ona göre sadece iyinin anlatılması gençleri hayata karşı savunmasız bırakır. Bağnaz ahlakçılık sebebiyle gençler karakter yoksunu olarak yetişir, karar verme mekanizmaları gelişmez. Sürü psikolojisiyle yaşayan bireyler olmaya mahkumdurlar. Hermann Hesse'nin amacı dünyayı bütünlük içerisinde görmeyi öğrenmektir.

"Bizim ödev diye benimseyip yazgı diye baktığımız tek şey vardı: İnsanın tamamen kendi kendisi olması, doğanın kendi içindeki etkin özüne uygun davranması ve onun isteminden dışarı çıkmamasıdır."

Ahu Akkaya
twitter.com/diviniacomedia

27 Eylül 2013 Cuma

Erkek çocuk manifestosu

"Acılar hatıralaşınca güzelleşir."
- Cemil Meriç, Jurnal Cilt 1

"Beş yaş, insanın en olgun çağıdır; sonra çürüme başlar."
- Alper Canıgüz, Oğullar ve Rencide Ruhlar

Bir kadın olarak hakkında yazmaya en çok zorlandığım kitaplardan biri sanırım Erken Kaybedenler. Okurken, babamın çocukluğunu hayal ettim, abimi ve ergenlik dönemine denk geldiğim çatışmalarını düşündüm, ilkokul aşkımı, sokak arkadaşlarımı hatırladım. Emrah Serbes, Erken Kaybedenler ile aslında en yakınımızda olan erkeklerin dünyasına bir ışık tutmuş. Ancak anlattığı karakterler hep karanlıklardan.

Anlatı, dram ve mizah öğeleri arasında en uçtan diğer bir uca kadar sallanan bir salıncak sanki. Üslup, son derece eğlenceli fakat anlatılanlar, alıp da o çocuk karakterleri bağrımıza basma isteği uyandırabilecek kadar duygusal. Sekiz öyküden oluşan kitapta, çocuklar bazen babalarını, bazen sevdikleri kadınları, bazen akrabalarını ama en çok da kendilerini kaybediyorlar ve okuyucu olarak bizler erkek dünyasında bir kaybetmenin hangi anlamlara geldiğini ve nasıl yıkıcı olabileceğini görüyoruz. Kitapta dikkat çeken konulardan biri dil meselesi. Çocukların diyalogları ve içsesleri, bana Alper Canıgüz’ün beş yaşındaki bir karakteri son derece olgun ve bir o kadar da bilinçli bir üslupla konuşturduğu Oğullar ve Rencide Ruhlar ile Alper Kamu Cehennem Çiçeği eserlerini hatırlattı. Erken Kaybedenler’de de karakterler 8-15 yaş arasında erkek çocuklar ve aynı Alper Kamu gibi hayatın anlamını çözmüş, her şeyin farkında ve kabullenmiş birer dile sahipler.

Bir başkaldırı bu kitap. Erkek çocukların ironi ile yayınladıkları bir manifesto. Kahramanlar “Ben hiçbir zaman merkezi bir partiye oy vermem, verdirmem, duygusal ve romantik bir insanım, beş yaşından beri şairim ve muhafazakar olduğum kadar da radikalim, her türlü ortamda kişiliğimi belli ederim.” (Anneannemin Son Ölümü, s.10) diyebilecek kadar marjinal tiplemeler. Diğer yandan “Unutmanın acısı, ayrılığın acısından farklı. Ayrılık hüzne yakın, unutmak kasvete. Yani birini er geç unutmaya mahkum olduğunu bilmenin kasvetinden bahsediyorum.” (Denizin Çağrısı, s. 63) diye düşünecek kadar da duygusal. Kitapta geçen diyaloglardan biri, toplumumuzun erkek çocuklara yüklediği güçlü, duygusallıktan uzak durma vb. davranış modellerini tescilliyor. “’Peki ben ağlarsam Semih,” dedim, “sana bunları yapanlar sevinmez mi?’. Bir üniversite öğrencisi olan Semih’in verdiği cevap öykülerdeki karakterlerin duruşunu özetler nitelikte: “’Boşver onları kardeşim.,” dedi. “’Kimin umurunda ki…’” (Üst Kattaki Terörist, s.99)

Öne çıktım, ‘Göz yaşartıcı gaz sıkmana gerek yok,’ dedim. ‘Arkadaşlar zaten yeterince duygusal insanlar.’” (Üst Kattaki Terörist, s.98) Sahiden, göz yaşartıcı spreye gerek yok, öyküler ağlama garantili; ama acıdan ama gülmekten…

Feyza Andaş
twitter.com/feyzandas

25 Eylül 2013 Çarşamba

Gönül eri gârib olmaz

"Güzel, senin bende gönlün yok ise
Sen bana kardaş de ben sana bacı."

- Türkü (Sivas, Divriği)

Söze "tarihte bugün" ile başlamaktan başka çâre olmuyor bazen. Çünkü bir gönül dağından bahsetmek, ciddi bir gönül işidir. Allah utandırmasın... 1938'de Kırşehir'in Çiçekdağı'nda yeşeren "Bozkırın Tezenesi", geçtiğimiz yıl bugün; 25 Eylül 2012'de İzmir'de dünyaya veda etmişti. Büyük Türk ozanı Neşet Ertaş'ın hayatta etkilendiği tek insan babası Muharrem Ertaş'tır, kendisi de "Babamla ben aynı ruhun insanlarıyız" diyerek bunu tasdik etmiştir. Yola ruhtan çıktık, çünkü Neşet Ertaş'ın ruhu bu toprakların ruhu idi. Anadolu'nun ruhu idi. Bunu geç gören gözlere kendisinin seslendirdiği muazzam türkü, her şeyi ifade ediyor aslında: "Bunca erler evliyalar / türkü sever türkü söyler / görür gözlü enbiyalar / türkü sever türkü söyler, Türk'üm diyen."

Öyle bir isimden bahsediyoruz ki, Süleyman Demirel dönemine dönersek hemen hatırlayalım. Kendisine "devlet sanatçısı" unvanı verilmek istenmiş fakat hakiki bir "Baba" olan Neşet Ertaş bunu kabul etmemiştir. "Biz hepimiz bu devletin sanatçısıyız" demiştir. Sadece TBMM tarafından verilen "Üstün Hizmet Ödülü"nü kabul etmiştir, onu da "bu kültüre hizmet eden ecdadımız adına aldım" diyerek. Bugün redd-i miras etmek için her yolu deneyenlerin, kendi kültürlerinden ne kadar kopuk olduklarını öğrenmeleri için tarih kitaplarına ihtiyaçları hiç yok. Kendi müziklerini dinleseler, anlayabilecekler. Siyasete girmeden, traktörümün direksiyonunu kırıp kitaba yöneliyorum.

"Dost elinden gel olmazsa varılmaz
Rızasız bahçenin gülü derilmez
Kalpten kalbe bir yol vardır görülmez
Gönülden gönüle gider, yol gizli gizli."
- Gönül Dağı

Haşim Akman'ın Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları arasından 2006 yılında çıkan Neşet Ertaş Kitabı'nı yanılmıyorsam 2008'de edinmiştim. O yıla kadar da hafızamda en fazla 20-30 türkü vardı. Kitaptan sonra bol bol türkü ezberlemeye, incelemeye ve hatta klarnetimle üflemeye gayret ettim. Türkülerin üzerine gittikçe, toprağı nasıl da sevdiğimi fark ettim: Esen rüzgârı, batan güneşi, yağmuru ve sevmeyi. 300'ü aşkın sayfa boyunca Haşim Akman, Neşet "Baba" Ertaş'ın hayatını inceliyor, onunla yaptığı söyleşileri çocukluğundan başlatarak bize bir belgesel izlettiriyor. Bu belgeselde şu görülüyor: Her ruh hâlinin bir Neşet Ertaş'ı var. Hazret ne diyordu hatırlayalım:

"İnsanın derdi ne kadar büyük olursa gülüşü o kadar sıcak olurmuş, o dert güzelleştirirmiş onun yüreğini. Öyle derler, bizim buralarda. O derdin büyüklüğü neye göre ölçülür biçilir bilmem ben. Fakat birinin gülüşünün sıcaklığını hissettim mi, anlıyorum ki derdi çok. Güzelleşmiş derdiyle."

Dünyevi mevzulardan yorulunca "Yalan Dünya"yı, hasrete düşünce "Neredesin Sen"i, kırılınca "Ahirim Sensin"i, olanlara yandıkça "Kendim Ettim Kendim Buldum"u, sevmekten vazgeçmedikçe "Gönül Dağı"nı, aşktan keyiflenince "Tatlı Dile Güler Yüze"yi veya sessizliğe çekilince "Neden Garip Garip Ötersin Bülbül"ü kim dinlememiştir ki? Neşet Ertaş, tüm sözlerinde bestelerinde gönlünü ortaya koymuş ve ruh olmuştur. Kitapta da bunu okuyor, bir ruh okuması, bir gönül incelemesi yapıyor okuyucu.

"Bu derdin elinde kaldım biçare
Aradım derdime bulmadım çare
Yüreğimde vardır bilinmez yare
Sen de yüreğinden yaralı mısın?"

- Neden Garip Garip Ötersin Bülbül

Evet, "Gönülden gönüle bir yol vardır, görülmez" demiş Neşet Baba. Açtığı yolda bize, kendimizi bulma imkânı sağlamış ve asırlarca da sağlayacaktır şüphe yok ki. Çünkü gönül eri gârib olmaz. "Herkesin bir Zahide'si vardır" diyen Neşet Ertaş'ın şu sözü de hep hatırlanmalıdır: "Gönlünün eşini bulan gârib değildir."

Soru: "Babanız yoksulluktan şikayet eder miydi?"
Neşet Ertaş: "Biz doğduğumuzdan beri yoksulduk, varlığını görmedik ki yoksulluktan şikâyet edelim."

Kendisine Allah'tan rahmet diliyor, bu kitap önerisiyle birlikte şükranla yâd ediyor, kulaklarımda yankılanan "Ben De Şaştım Bu Gönlümün Elinden" adlı Sivas türküsüyle Neşet Baba'yı anıyorum.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

21 Eylül 2013 Cumartesi

Ucu açık kalan meseleleri sorgulayanlara

İpek ve Bakır, Tomris Uyar’ın ilk kitabı. 1965-70 yılları arasında kaleme aldığı öykülerinin kendi seçtikleri arasından oluşturduğu bir derleme. Yazarın parçalarını diğerlerinden farklı kılan, ikili bir anlatım tercih edilerek kaleme alınmış olmaları. Olaya hakim anlatıcının gözünden anlatılan öykülerin gerekli görülen yerlerinde karakterlerin iç sesleri ve duygu durumlarının da dahil edilmiş olması. Bir diğer önemli ayrım noktası ise Uyar’ın metinlerinin yoğun bir biçimde alt ve orta tabakanın sesini aktarıyor olması. Bunu yaparken sırıtmayan, yormayan ve üzerinde çok düşündürmeden anlatılmak istenilenin başarılı bir şekilde anlatılabiliyor oluşu.

Genel olarak her hikayesini tek bir karakter ve onun etrafında gerçekleşen olaylar üzerine kuran yazar, kişisel perdesinin aralığından sızan ışığın el verdiğince ince ince aydınlatıyor okurunu.

Tomris Uyar’ın her hikayesi tek okunuşta anlaşılabilecek özellikte metinler değil. His ve empati gerektiriyor. Kitabın yirmi sayfası boyunca kendini olaylara kaptıran okur kalan elli sayfa boyunca derin duygusal tahliller ve kişiler üzerinden sorgulanan toplum meselelerine maruz kalabiliyor.

Yazar hikayelerinde özellikle ucu açık kalmış meselelere tuz basıyor ve bu durum okuyana yazanın yaşamından izler taşıyormuş izlenimi veriyor.

Bu özellikleri ile Uyar’ın öyküleri keskin virajlı bazen çıkmaz sokaklı bir yolda ilerliyor. Okura düşen farlarını sürekli açık tutmak ve kendisini en güvende hissettiği anda bile sürprizlere hazırlıklı bir biçimde Uyar’ın hikayelerinin direksiyonunu sağlam kavramak.

İki bölümden oluşan Kitap’ın ilk bölümünde yedi hikaye yer alırken ‘’Mazi Kalbimde Bir Yaradır’’ başlığını taşıyan ikinci bölümün ilk dört hikayesi birbiriyle bağlantılı bir biçimde gelişiyor. Geriye kalan altı hikayede ise yazarın yoğun olarak kişilere eğildiği görülüyor.

İlk bölümün dikkat çeken hikayeleri arasında "Çiçek Dirilticileri" ve "Kuytuda" isimli hikayeler yer alıyor. Uyar "Çiçek Dirilticileri" hikayesinde küçük karakteri Şükrüye üzerinden kırgınlıklar ve dargınlıklara, aile içi zıtlıklara göndermelerde bulunurken çocuk masumiyetimizi nasıl kaybettiğimize de ustaca değiniyor ve soruyor "Ne gereği var?", "Kuytuda" ismini taşıyan hikayede ise yaşlı bir kadının dünyasına kapı aralıyor yazar. Ömrünün son demlerinde evinden pek çıkmayan hala çocuklarının mutluluğunu kendi mutluluğundan önce tutan bir annenin hikayesini anlatıyor. Dünyaya ve değişimine hayret ederken balkondan gördükleri ile içinde bulunduğu zamanı tahlil etmeye çalışan bu yaşlı hanımı sevmemek zor gibi. İkinci bölümde öne çıkan hikayelerin başında ise "Yürek Hakkı" yer alıyor. İstanbul’dan Anadolu’nun bir köyüne gelin giden şehirli bir kadın ve ona hayran görümcesi üzerinden kent kır çatışması, toplumsal değerler, kişisel beğeniler, arzu ve istekler kurcalanıyor.

"Sarmaşık Gülleri" ise kitabın son hikayesi. Bekar bir annen ’in küçük kızıyla sorunlarını eski kocasına anlattığı bir mektup aslında bu hikaye. Yalnızlık, bıkkınlık, pişmanlık ve beklentiler üzerine güzel bir son söz niyetine.

İpek ve Bakır yumuşak ve sert hikayelerden oluşmuş adını layıkıyla taşıyan bir kitap. Ani açılış ve kapanışları var. Ama bu anilik rahatsızlık vermeyen, okuyucusunu üzmeyen bir anilik. Ucu açık kalmış meseleleri tamamlamak arzusunda olanların ilgisine…

Gürcan Öztürk
twitter.com/gurcanozturk_