4 Ağustos 2013 Pazar

Eve dön! Şarkıya dön! Kalbine dön!

"Bu kitap rikkatli ve müstehcen, dangıl dungul ve duyarlı, zahit ve kaba saba. Okurunu kâh dik kafalılık ve gözyaşlarıyla, kâh fars ve yasla sırılsıklam ediyor. Işıltılı cam kırıklarını andıran bir dili var bu kitabın."
- Hermann Kurzke, Frankfurter Allgemeine Zeitung

İnsanın kendi evinden uzaklaşması onda neler yaşatırsa, dilinden uzaklaşması da işte onları yaşatır ve hatta yazdırır. Türkçeye ilk kez İletişim Yayınları tarafından çevrilen bu Emine Sevgi Özdamar kitabında; insanın evinden ve dilinden uzaklaşmasının yaşattıkları ve yazdırdıkları var.

Muhsin Ertuğrul, Beklan Algan, Ayla Algan, Haldun Taner, Melih Cevdet Anday ve Nurettin Sevin'den tiyatro eğitimleri almış olan yazarın kitapları 17 dile çevrildi. "Annedili", ilk olarak 1990'da yayımlanmıştı ve o dönemde özellikle Almanya'daki Türk işçilerin iç dünyalarındaki karışıklıkları ve kapitalizmin zorbalığını ortaya çıkarması sebebiyle büyük takdir toplamıştı. 1994'te New York Yılın En İyi 20 Kitabı'ndan biri seçilen "Annedili" şu cümlelerle açılıyor:

"Benim lisanımda dil şu anlama gelir: Lisan. Dilin kemiği yoktur, onu nereye döndürürsen oraya döner."

Annesi Fatma Hanım'a ithaf ettiği kitapta yazar, hatırlamak istediği şeyleri hatırlamaya hep aynı yerden başlıyor, dilinden. Dört hikâyeden oluşan bu kitapta yazarından kendi hayatından oldukça fazla iz var. Bu yüzden de son derece gerçek ve samimi. Hikâyelerin hepsi birbiriyle bağlantılı, birbirleriyle kardeş. Çünkü kardeş olması için çok sebep var.

"İbni Abdullah: Ruh kalpten ayrılırken ölmek üzere olan insanın gözüne perde iner, ama işitme duyusunun en son yitirecektir. Hadi şimdi lütfen ilk harfleri okuyunuz. Elif be dal zal re."

Sanki her hikâyede bir tiyatro oyunu izleniyor, perde açılıyor ve dobra dobra esen kelimelerle kapanıyor. Sessizliğin içinde gizli olan şeyler hayatın faniliği, ölüm ve derin bir sevgi, saf sevgi. Yer yer espriler de havada uçuşuyor "Annedili"nde, güldürüyor. Acınacak hâlimize gülüyoruz, belki de ondandır.

"Dizlerimin üstünde oturduğum divan, bana anılarımı ver. Ben bir kuşum. Ülkemden uzak diyarlara uçtum, çözülmemiş cinayetlerin işlendiği şehirlerin kenarındaki otobanlardayım."

Bir kadının dili her zaman ağırdır. Bakmayın siz edebiyattaki "erkek adam" hâkimliğine. Kadın konuşunca erkek susar, akıllı olur. Tıpkı İsmet Özel'in dizelerindeki durum gibi: "Kadın şairler aşktan bahsettikleri zaman / mangalın küle mahcubiyeti artar."

"Annedili", küçükken vazoyu kırdığımızda ağzımıza uçan bir terlik gibi. Siper alın.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

1 Ağustos 2013 Perşembe

Öze ulaşma anlatısı okumak isteyenlere

Polonya asıllı romancı Joseph Conrad, zamanının çok ötesindeki bu eserle modern çağa özgü konuları ele alır. Avrupa emperyalizminin Afrika ve Asya'daki sömürüsüne eleştirel bir gözle bakan ilk edebi çalışmalardandır.

"Yavaş yavaş ölmekteydiler-apaçıktı bu. Düşman değildiler, dünyayla ilintili hiçbir şey değildiler artık- yeşilimsi loşlukta karman çorman uzanmış, kara birer hastalık ve açlık gölgesinden başka bir şey değildiler..."

Marlow'un (anlatıcı) araştırma yapmak hevesi içerisinde, Belçikalı bir ticaret gemisiyle Kongo'ya yaptığı yolculuk sömürgeciliğin yüreğine yapılan bir yolculuğa dönüşür. Avrupa'nın büyük devletlerinin, Afrika'nın göbeğine uygarlık götürmek bahanesi altında nasıl bir vahşete sebebiyet verdiklerine tanık olur. Medeniyetin tuzakları vahşi dünyanınkinden çok daha ağırdır. Marlow roman boyunca, tanık olduğu gerçeklik karşısında bocalayan bir tutum sergiler.

“Tarih öncesi insanlar bize lanet yağdırıyordu, niyaz ediyordu, hoş geldiniz diyordu... Kim bilebilir? Biz... Hayalet gibi suyun üzerinde kayıyor ve deliler evindeki bu çıldırma sahnesi karşısında akıl sahibi insanların yaşayabileceği türden bir şaşkınlık ve gizli iğrenme duygusu yaşıyorduk. Yeryüzü gerçekmiş gibi görünmüyordu... İnsanlar da... Hayır, insan dışı değillerdi. Daha kötü olan onların insan dışı olmadıklarına dair bir şüpheydi...”

Yolculuk teması üzerine şekillenen hikâyede, Marlow yola çıkış, gidiş ve geri dönüş gibi klasik bir döngü içerisindedir, ne var ki zafer kazanmış biri olarak dönmeyecektir geriye. Çünkü Marlow insan zihninin ilkel, bilinmedik alanlarına doğru yol almıştır artık. Rahme, karanlığa, bilgisizliğe... Kongo'daki şelaleleri değil bilinçaltını keşfe çıkmıştır. Nirvana'ya ulaşmaz ama değişir. Uygarlaşmış sömürgenin vicdansızlığının ve dehşetinin farkına varır. İngiltere'deki evine geri döndüğünde artık sokaklarda dolaşan insanlara karşı tahammülü yoktur. Marlow'a göre onlar öldürücü bir uyuşukluğun pençesindedirler.

"Kendimi gene o mezar kentinde buldum. Birbirlerinden biraz para yürütmek, o iğrenç yemeklerini gövdelerine indirmek, o sağlıksız biralarını içmek, o önemsiz, aptalca düşlerini görmek için sokaklarda koşuşan adamlara kızıyordum. Düşüncelerime saygısızlık ediyorlardı. Yaşam üzerine bilgileri sinir bozucu birer yalan olan saldırganlardı bunlar, bunlar, çünkü benim bildiklerimi bilmelerinin olanaksız olduğuna inanıyordum...( ) Onları aydınlatmak için bir istek yoktu içimde, ama kendilerine verdikleri o salakça önemin doldurduğu yüzlerine gülmemek için zor tutuyordum kendimi bazen."

"Galiba en iyi şöyle anlatabileceğim bu duyguyu: Bir-iki saniye süreyle, sanki bir kıtanın orta yerine değil de, dünyanın orta yerine gidecekmişim gibi geldi bana."

Romanın bir diğer karakteri, T.S. Elliot'un "Oyuk Adamlar" metninde de adı geçen Kurtz'tur. Vahşi doğanın göbeğinde yalıtılmış, ötekilerden uzak bir yaşama tarzını tercih eden uygar Avrupa’lı bu karakter, orada bir tür tersine evrim yaşayacaktır. İlkel kültürlerin barbarlık aşamasına kadar iner. Bu haliyle içi boş, oyuk adamı temsil etmektedir. Kurtz, Avrupalı burjuva sınıfının emperyalizmle birlikte manevi olarak çöküşünü yansıtır.

Karanlığın Yüreği, Avrupa'nın moderlenştirme adı altındaki sömürgeciliğinin korkunç yüzünü, 20. yy. insanının ahlâk yönünden çöküşünü ele alan, kişinin özüne ulaşabilme çabasının anlatısıdır.

Ahu Akkaya
twitter.com/diviniacomedia

31 Temmuz 2013 Çarşamba

Deneysel hikâyeler arayanlara

Sema Kaygusuz okurlarının da bildiği üzere yazarın dil ve anlatımı üzerine söylenecek pek çok şey olmakla beraber bu kitapta daha derin, daha vurucu, daha çarpıcı ve daha içten bir Kaygusuz görüyoruz. Bazı hikayelerde halk dilinin en alt seviyelerine inmekten korkmamış yazar. Yine usta işi betimlemeler cezbedici benzetmeler ve anlattığı durumu kapsayan bir olay akışıyla hikayelerine yön vermeyi başarmış.

Toplamda 13 hikayeden oluşan kitap 83. sayfada son buluyor. Kaygusuz’un kitapta yer alan her bir hikayesi ortalama 3’er yada 4'er sayfada noktalanıyor.

Bireysel yalnızlık ve iç arayıştan toplumsal çözülmelere, geçmiş zaman hesaplaşmalarından, dostluk ilişkilerine, gündelik takıntılar ve saf sevgiye dek geniş bir rota çiziyor okuyucusuna kitap.

Her bir öykü kendine göre bir mesaj barındırırken beni en çok etkileyen üçünden kısaca bahsetmem gerekirse;

"Elifin E'si" isimli hikaye yeni anneanne olmuş takıntılı bir ev kadınının ufak bir sorununa değiniyor. Değinirken Türk kadınının eşiyle ilişkisine, ev içindeki durumuna ve kendisine karşı aldığı tavra da başarıyla ışık tutuyor.

"Engereğin Oğlu" kitabın köyde geçen hikayesi. Ölüme uzaklık ve yakınlık gibi bir konuyu basit bir yılan-bebek ilişkisinden yola çıkarak bakıyor. Bakarken Anadolu kadınının desenlerini başarılı bir biçimde gösteriyor. Korku, heyecan ve adrenalin dolu bu öykü belkide kitabın en hızlı okunan metinlerinden.

Son olarak "Kadın Sesleri" isimli hikayede ise vicdan azabı, sevgi, aşk gibi temalara dokundurmalarda bulunuyor yazar. Ortak bir sevgi konusunda endişe yaşayan iki kadının telefon konuşmaları üzerine kurgulanmış olan hikayenin bir anda ters dönmesi ve vermek istediği mesajların tümünü konuşmaların altına gizleyerek vermesi bakımından dikkat çekici olduğunu düşünüyorum.

Beni yakalayan hikayelerin tümünde kadın motifi bulunması kitapta yer alan 13 hikayenin tamamında da bu şekilde olduğu anlamına gelmiyor elbette. Ancak gerek dil ve anlatım gerekse kurgu bakımından bana göre en başarılı üç hikaye yukarıda kısaca anlattıklarımdır.

Sema Kaygusuz kendine özgü tarzı ve dünyaya bakış açısıyla farklı ve deneysel bir şeyler arayanlar için kaçırılmaması gereken bir kitap sunmuş. İlginize...

Gürcan Öztürk
twitter.com/gurcanozturk_

29 Temmuz 2013 Pazartesi

Suç detayda saklıdır

"İyi bir gözlemci tek bir ipucuna ulaştığında sadece olanları değil, ileride olabilecekleri de görmelidir."
- Sherlock Holmes 

Tarihin İlk Danışman Dedektifi
Arthur Conan Doyle, 1887 tarihinde "A Study In Scarlet"i  yayımlattığında edebiyat tarihinin en ilginç karakterlerinden birini yarattığını biliyor muydu acaba? Bu sorunun cevabı muallak olsa da, insanlık tarihinin ilk danışman dedektifi, orijinal metinleri okuyan okumayan herkesin zihninde ağzında bir pipo, kafasında bir avcı şapkası ve elinde büyüteç ile yer etti. Öyle ki o ve dostu/yardımcısı doktor Watson sayısız defalar taklit edildi, başka karakterlere bel kemiği oluşturdu. Özellikle yakın tarihte televizyonlarda seyrettiğimiz Gregory House ve arkadaşı Wilson bu etkilenmelere örnek gösterilebilir. Son zamanlarda Robert Downey Jr. ve Jude Law ile sinemalara, Benedict Cumberbatch ve Martin Freeman ile bir BBC serisine konuk olan efsane, ülkemizde de Martı Yayınevi başta olmak üzere pek çok kez derlenen öyküleri ile kitapçılarda yerini aldı.

Zekaya Güzellemeler
Bugün hâlâ hikâyelerde karakterlerin yaşadığı Londra'daki Baker Sokağı 121B'ye mektup gelmesi Sherlock Holmes'un ne kadar sevildiğine önemli bir delil kabul edilmektedir. Onu diğer tüm polisiye karakterlerinin şövalyesi saymamıza neden olacak bu sevginin en önemli sebebi, aslında dedektifimizin hikayelerinin insan zekasına methiye düzen niteliğidir. Bu sebeple bu esasında insanın ruhuna değil, aklına kitaptır. Şahsen bir Sherlock Holmes hikâyesi okuduğum her seferinde kendimi en az 2-3 gün boyunca daha zeki hissettim. Detaylara odaklanmaya başladım, sonuç çıkarmaya çalıştım. Bunun Bay Holmes'un suçları çözme tarzı ile alakası yeterince aşikârdır. Zira, dedektifimizin en önemli yeteneği, gözlemleme-sonuca götürme marifetidir. Karakterimiz içinden çıkılmaz cinayetlerde  -kapalı oda gizemi*- yahut faili oldukça meçhul suçlarda -whodunit tipi polisiye**- herkesin gözünün önündeki bilgileri doğru yorumlayarak, finalde esrar perdesini ortadan kaldırır. 240 ayrı sigara külü gibi istisnalar hariç bu hikâyeler çoğu kez okuyucusuna da suçu onunla birlikte çözme imkânı verir, fakat pek nadiren okuyucu bu akıl dövüşünden muzaffer ayrılır. Çünkü yetenekli bir polisiyeci olan Doyle, sizin kendinizi zeki sanmanıza izin verdikten bir iki sayfa sonra, düşündüğünüzü Watson'a söyletir fakat Sherlock bu teoriyi bozar ve finalde her şeyi açıklar.

Örneğin bay Holmes, Watson'ın kendisine incelemesi için verdiği bir saatten, Watson'ın ağabeyi hakkında kişilik yorumları yapabilmiştir. Bunu yaparken önce nesneyi inceler ardından bu gözlemleri hakkında teoriler üretmeye başlar. "...Saatteki çizikler ve göçükler sahibinin saati anahtarlarla ve bozuk paralarla birlikte cebinde taşıyan dikkatsiz biri, onu savaş sırasında kullanmış biri veya bir hayvanın onu ağzına almasına izin veren biri olmasıyla açıklanabilir. Kurma deliğinin etrafındaki çizikler ise saat kuran kişinin el-göz koordinasyonunun çok iyi olmadığını gösteriyor. Bu koordinasyon bozukluğunun sebebi beyindeki bir hasar, körlük, sarhoşluk veya hasarlı yollarda at arabasında giderken saati kurma alışkanlığı olabilir." R. Riggs- Sherlock Holmes El Kitabı /Nemesis Kitap

Suçlarda da aynı şekilde bir çok teori üreten Holmes, imkansız olanları çıkardığında her seferinde mutlak gerçek ile karşılaşmaktadır. Bir konuda tıkandığında elinde yeterince veri olmadığını söyleyerek, teorilerinden herhangi birine delil aramak için tek başına yürüyüşlere çıkar ve cevabı bulmadan da dönmez.

Hâlâ daha insan
Sherlock Holmes, metinleri hiç okumamış insanların gözünde katıksız bir zekadan ibaret olsa da, A.C. Doyle karakteri bir makina olarak yaratmamıştır. Kendi zihnini günümüzün işlemcileri gibi sırf problem çözmeye ayıran Sherlock, hâlâ daha bir insandır ve insanca kusurları, insanca eksikleri vardır. Örneğin bir kokainmandır, huysuzluğu onu sosyal olarak kabul edilemez kılmaktadır ve herhangi bir kadın veya erkek ile sevgililik olarak değerlendirilebilecek bir ilişki kurmamıştır. Bunun yanında Doyle, Sherlock'a hayran olan ve onun maceralarını bize aktaran Watson'ı bir çapkın, sosyal hayatta sevilen, huysuzluk etmeyen bir karakter olarak resmeder. Üstelik kimi zaman karakterimiz; suçları çözememekte, kimi zamansa polis dedektifi Lestrade ve Scotland Yard'daki arkadaşlarına gerçek suçluyu intikal ettirmeyerek mevcut adalet düzenine muhalif tespitlerini sunmaktadır. 

Irene Adler ile yakınlaştığı ve Doyle'un "en sevdiğim 12 Holmes hikayesinden beşincisi" dediği A Scandal in Bohemia 'da olduğu gibi karakterimiz kimi zamanlarda da önyargılarını yıkarak hayat dersi çıkarmaktadır.

Bu yazının neden yazıldığı hakkında
Aslında amatör bir kitap tanıtımına dönüşen bu yazıyı gerekçelendirmem gerekirse, Holmes gerçekte bir alt-tür olan polisiyelerin aslında çerezlik okumalar olmadığını, güzel vakit geçirtmekten daha fazlasını yapan kitaplar olduğunu da bize göstermektedir. Bu anlamda geçmiş bize mütemadiyen sunulan, karısını/çocuğunu yitirmiş alkolik polisin maceraları klişesini haksız çıkarmakta; yalnız ama mutlu, güneş sistemine dair bir fikri olmayan ama zeki, gizemden başka hiçbir Kadın'a ilgi duymayan, kanunun öbür tarafında olsa kendisinin en tehlikeli suçlu olacağını bilen bir karakter sunmaktadır.

Kadınlar ve Erkekler.

Sherlock Holmes size gözlerinizin neler görebildiğini, kulaklarınızın neler duyabildiğini hâlâ daha anlatmaya hevesliyken, en azından bir öyküsünü okumadan bu hayattan göçüp gitmek bence bir eksikliktir. Piponuzu yakın, büyüteçinizi alın ve Londra'nın gri dumanlı sokaklarında; fahişelerin, denizcilerin ve katillerin arasına karışın. Her şeye birkaç kez dikkat edin ve sakın unutmayın:

"Bir suçu çözmenin ilk prensiplerinden biri, her ne kadar önemsiz gibi görünse de, hiçbir ayrıntıyı atlamamaktır."

Yalım Yarkın Özbalcı

26 Temmuz 2013 Cuma

Mart endişesi yaşayanlara

Mart kuruluk, nisan yağmurluk. Martta tezek kuruya, nisanda seller yürüye. Martta yağmaz, nisanda dinmezse sabanlar altın olur. Mart kapıdan baktırır, kazma kürek yaktırır. Mart koca öküzleri kestirir. Mart ayı, dert ayı... Topraklarımızda serpilip gelişen mart ayıyla ilgili atasözleri ve türlü sözleri dinlediniz. Mart ayı hakikaten önemli bir aydır. Öyle ki temmuz ayında bir kitapçıda karşınıza çıkan, üzerindeki illüstrasyonda mart takvimi yer alan bir roman ilginizi çeker. Mutlaka çeker. İşte Alper Atalan'ın "Mart"ı da beni böyle çekti.

İletişim Yayınları'ndan çıkan yeni bir hikâye "Mart". Neresinden bakılırsa panikatak sendromu var hikâyenin içinde. İlkbaharın ilk ayı olduğundan mıdır nedir bilinmez, mart insana bir telaş getiriyor. Endişeyi de beraberinde getiriyor. Alper Atalan da martı böyle gözlemlemiş olsa gerek ki; kurgusunda hep sendrom var. Okurken Barcelona'nın yıldız ortasahası Xavi gibi boş alan arıyorsunuz sürekli. Metroda, metrobüste, metropolde. Hayatımız metro: Sadece kağıt para girişi yapınız. Öyle kalınız.

"Çok seviyodu eşşoğlusu. Nasıl anlarsın biliyo musun bizim sanatta? Bakımını yaptığın bisikleti şöyle bir kaldırır koyarsın iki tekeri üstüne. Bir elin gidonda, bir elin arka selede. Oldu dersin. Kaymak gibi yaptım. Cirlop gibi oturttum aleti. O saniyede biter işin. Bunun ki öyle olmuyodu işte. Neden diceksin. Biliyorum, kendimden biliyorum. Çocukluğumdan, kendi çıraklığımdan biliyorum. Mutlaka bi binerdi. Ben de binerdim de oradan biliyorum. Yaptığı, bitirdiği bisiklete mutlaka bi binerdi. Küçük bir tur atsa kâfi. Seviyo işte."

"Union dedikleri, topluca buluşup kaynaşma. Eski mezunların bir araya gelip "neydik ne olduk"tan ziyade "bak ben ne yaptım, bak ben ne oldum"larını teşhir ettiği grup ciması. Nostalji çiftleşmesi. İnsanın en ayıp hali."

"Üfle sen de be abi, için çıksın biraz," dedi Doğukan, klarneti uzatarak. Olurdu olmazdı filan. Kırmamak için. Ortaokuldan kalma alışkanlıkla blokflüt gibi tutup boru gibi üfledim perdeleri gümüş, yılan yavrusu sibemol Klingson'u. Varmış içimde demek. Çıktı bişeyler. Herkes bi sustu. "Abi çok iyi yaa, Romanlar dışında kimse, eline alır almaz ses çıkaramaz bu aletten yalnız biliyo musun? Kesin sana bi sol klarnet yapmamız lazım," diyerek atıldı Doğukan. Zibidi incesaz da yüklendi arkasından. "Çalsana hoca bi daha yaa... Sana bişi söyliyim mi, var bu adamda yalnız. Var, doğal yetenek... Ba ba ba! Tonu görüyo musun, Serkan Çağrı tonu..."

Hikâyenin üç farklı bölümünden aldığım bu alıntılar da açık ediyor ki hem matrak hem de bizden vaziyetler var okuduğunuz gibi. İlk iş ve çıraklık. Liseyi bitirdikten uzun zaman sonra buluşulan toplantı. İçimizde yarım kalmaması gereken bir heves. Hepsi iç içe bu hikâyede.

Çoğu zaman mizahla edebiyat yan yana geldiğinde çok eğleniriz ama bizden değildir metin. O yüzden aklımızda kalmaz, çok uzaktır bize. Komiklik olsun diye yapılır. Oysa komiklikte bile bir hüzün, gerçeklik arayan milletiz biz. Siz "Mart"a temmuzda bakın, dediklerimi daha iyi anlayacaksınız.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler