9 Temmuz 2013 Salı

Modern zamanlarda içsel hesaplaşma

Gökhan Özcan bir gönül adamıdır. Okuyucusu onun için daima aynı sözü kullanır: Güzel gönüllü güzel abimiz... "Ben" üzerinden bütün sorunlarını, şikâyetlerini, dertlerini ve fikirlerini anlatır Gökhan Özcan. Okuma bittikten sonra okuyucu, yazarın tüm yazdıklarının altına imzasını atar ve böylece topyekun "ben"den "biz"e geçilir. "Biz" olur bütün "ben"ler.

Yazarı 2005 yılından itibaren yazmaya başladığı köşe yazıları vasıtasıyla tanımıştım. O tanışmadan sonra da bir daha okumamazlık yaşamadım. Yaşayamazsınız çünkü. Gökhan Özcan'ın samimiyetle çizdiği bir daire vardır, o daireye dahil olduğunuz anda kopamazsınız...

"Doğduğumuzda milyonlarca dakika veriliyor elimize. Yaşadıkça kayganlaşan milyonlarca dakika ile baş başa kalıyoruz. Dakikalar eksildikçe biz biraz daha çaresizleşiyoruz. Ne kadar ayak diresek bu çılgın yok oluşu durduramıyoruz. Korkuyoruz. Ve yan yanayız. Şimdi... Ve hiçbir zaman."

Köşe yazılarında modern zaman eleştirileri ve özellikle belli bir kesimi ilgilendiren -ki herkesi ilgilendirmeliydi aslında- sorunlar vardı, hâlâ da var. O kadar zekice ve samimice yan yana getiriyor ki kelimeleri, hayretten şaşıp kalıyorsunuz. Bakın bir şey iddia etmiyorum ama çok net biçimde söylüyorum: Gökhan Özcan'ı okurken öfkeden yahut umuttan burnunuz sızlıyorsa, çoktan o daireye girmişsiniz ve asla terk etmeyeceksiniz demektir. Toparlanın, gitmiyoruz.

"Hangi seçenek, kireç beyazı duvarlara sinen genç kız bakışlarından merak pırıltılarını silebilir?
Hangi seçenek, doruklarda konaklayan münzevi hikmet kırıntılarını şehir merkezlerine çıkarabilir?
Hangi seçenek, viran olmuş konaklardan o insani çınlamayı eksiltebilir?
Hangi seçenek, yapı ustalarına ruhlara bir kat daha ekleme becerisini bağışlayabilir?"


Her şeyden evvel sağlam bir hikâyecidir Gökhan Özcan. Hikâyelerinde yaşadığı zamanın nabzını çok iyi tutar. Bunu denemelerine de yansıtmıştır. 1997'de Vadi Yayınları'ndan çıkan Ruh Yordamı'nı yarın okuyucun, 16 yıldır hemen hemen aynı yerde kaldığımızı görebilirsiniz. Aynı yerdeyiz, sıkıntılar aynı, dertler aynı, bizi yoran ve üzen şeyler de aynı. Çözüm biraz da Ruh Yordamı. Hakan Albayrak Atlılar dergisinin 4. sayısında -yıl 2000- şöyle demiştir kitap ve yazarı hakkında: "...Küçük Prens gezegenine dönmedi. Yeryüzündeki varlığını Gökhan Özcan olarak sürdürüyor. Dünyayı anlıyor artık. Ama hala anlamamazlıktan geliyor. Saçma sapan sorularla izah ediyor olup bitenleri. Aklı başında cevaplara haksızlık etmek istemiyor...". Yine aynı sayıda Mustafa Özcan'ın yorumu ise çok şaşırtıcı ve etkileyici: "..Biz çelik kapının açılmasına, kördüğümün çözülmesine odaklanmış akıl ve teori yardımıyla kumrular gibi düşüne dururken Gökhan Filibe'den, Bursa'dan kodlanmış ruh yordamı'yla kozasından halis ipekler çıkardı....Şimdiye kadar binlerce yıldızı işaret etti. Ne yol gösterici gibi yaptı, ne kafamıza çekiçle vurdu. Eksik olmasın, uçurtmasının ipinden tutmamıza izin verdi..."

Bir zamanın -2002-2006 arası diye hatırlıyorum- efsane kadrosuna sahip dergisi Gerçek Hayat'ta da son derece zihin açıcı yazılara imza atmıştı Gökhan Özcan. O kadroda İsmet Özel, Murat Menteş, Hakan Albayrak, Murat Zelan da vardı. Ne iyiydi. Dergi hakkında merhum Attilâ İlhan'ın şöyle bir yorumu vardı: "Gerçek Hayat, Türkiye'deki muhafazakar dergi platformu üzerinde, anti-emperyalist tavrını en açık ve net şekilde koyan bir dergi olarak görünmektedir. Bu, günümüzde hangi fikirden olursa olsun her dergi için önemli bir niteliktir."

Gördünüz işte, Gökhan Özcan denince dairenin çevresi böyle oluyor. Hep güzel şeyler, gönülden şeyler. Ruh Yordamı da gönülden. Yazarı da şöyle diyor:

"Aslında herkes ne yaparsa, ben de onu yapıyorum. Hayatın ikircikli hikayelerinde zorlu roller alıyorum. Ellerimle bir ruh yordamı arıyorum. Uzun bir imtihan veriyorum."

İnsan hayata kendisini tanımak üzre gelir. Bu bir imtihandır. Kendini tanımadan gitmemek için okunacak edebi kitaplardan biri dersek, gerçekten hakkını teslim etmiş oluruz Ruh Yordamı'nın...

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

3 Temmuz 2013 Çarşamba

İki kültüre bir bakış atmak isteyenlere

"Ben, Hasan; tartıcıbaşı Muhammed’in oğlu.. Ben, Giovanni Leone de Medici; bir berberin sünnet ettiği, bir papanın vaftiz ettiği ben… Benim Arapça, Türkçe, Kastilya dili, Berberi dili, İbranice, Latince, sokak İtalyanca’sı konuştuğumu duyacaksınız; çünkü bütün diller ve dualar benim dillerim ve benim dualarım, fakat ben hiçbirine ait değilim. Ben yalnızca Tanrıya ve dünyaya aidim; ve yakında bir gün yine onlara döneceğim."

Fazla kozmopolit ve gerçeküstü bir karakter gibi duruyor değil mi? Romanın yazarı Amin Maalouf’un etnik kökeni itibari ile pek de absürt sayılmaz...

Lübnanlı bir hristiyan Arap olan yazar Amin Maalouf ilk romanı olan Afrikalı Leo’da Granada’da sünnetli başlayıp Vatikan’da vaftize kadar uzanan bir hatıratı öyküleştiriyor. Hikayemizin kahramanı gerçek bir karakter; Hasan El-Vezzan. Gezgin yaşamını oğluna hitaben kaleme alan bir yeniçağ diplomatı. Granada’dan sürülmüş, Fas sultanına hizmet etmiş, Osmanlı’dan kaçmış, Roma’ya yerleşip Papa’ya evlat olmuş bir dünya insanı.

Kitap, karakter ve ilk üç mekan olarak (Granada, Fas,Kahire) coğrafyanın “kuru, kumlu ve arabesk” hikayelerinden biriymiş gibi başlıyor. Bu açıdan romanımız “roman romantiği” okur arkadaşlar için biraz sıkıcı gibi gelebilir. Fakat sayfalar ilerledikçe Hasan El-Vezzan enteresan maceralar yaşayarak, tarihin akışını değiştirmiş kişilere ve olaylara atıfta bulunarak, bittabi farklı milletlerden bayanların gönüllerinden geçerek Roma’ya ulaşıyor. Flashbacksever ve keskin dönüşlere aşina olmayan arkadaşlar için Granadalı Hasan’ın Vatikanlı Giovanni oluşu muhakkak tatmin edici bir nihayet değil. Bu noktada yazarımız Maalouf’un masallaştırarak kaleme aldığı bu gerçek hikayede kritik noktalara özenle yerleştirdiği şahsi mottolarından bazılarına da değinmek gerekiyor. “Dinler arası diyalog” işlemesi romanın bölüm sonlarında alt mesaj olarak kendini fark ettiriyor. Ayrıca Maalouf’un roman kahramanı üzerinden fetihlerinin en yoğun dönemindeki Osmanlı’ya da inceden sitemleri gözlerden kaçmıyor. Yazar sık sık “birlikte yaşam” ve “barış” vurgusu yapıyor.

"İster Müslüman, ister Hristiyan, ister Yahudi olsunlar seni olduğun gibi kabul etmeliler ya da seni yitirmeyi göze almalılar."

Muhakkak ki asıl hatırat ve anlatım romandan çok daha farklıdır. Toplam dört dönemden oluşan ve aksiyoner bir insanın ömrünü baştan sona ele alan bir eserin biraz daha uzun olması beklenebilirdi. Maalouf şahsi mesaj kaygılarını da ekleyerek ortaya adeta sıkıştırılmış bir roman çıkartmış.

Sanırım hem roman kahramanımız hem de Maalouf için en doğru tespiti N.Zemon Davis yapmış: "İki kültür arasında bir oyunbaz..."

Murat Çınar
twitter.com/muratcnr

Dünyayı tahkirle değil, fikirle güzelleştirmek için

"İnsanın vazifesi dünyayı güzelleştirmektir. Dünyaya en büyük müdahale yapılarla olduğuna göre mimarların görevi dünyayı güzelleştirmek. Amaçların berrak bir şekilde belirtildiği çağlar kayboldu, ahlaki amaçlar unutuldu. Bizden sonra yaşayacak insanların da dünya üzerinde hakkı var. Basit konfor ve menfaat meselelerimizle gelecek nesilleri bu haklardan mahrum ediyoruz. Esas takıldığımız fikrî ve manevi engeller. Kuleler insanlığın içine düştüğü gurur, para gibi yanılgıların ürünü..."
- Turgut Cansever, 2006'daki bir röportajından

Türk Ocakları'nın kurucuları arasında yer alan, sıtma hastalığının keşfi ve amansız et yemezliği ile tanınan Doktor Hasan Ferit Cansever'in oğlu, Bilge Mimar Turgut Cansever... Kitapta ne aldığı ödüller var, ne de topluma kazandırdığı projeler. Bu kitapta bilge mimarın şahsiyeti var, içinden geldiği gelenekler var, ahlak ve insan anlayışı var, üslup ve gelecek yorumu var. Elbette Beşir Ayvazoğlu'nun nefis üslubuyla.

Kitabın ilk bölümlerinde yakın zamanlarda merhum Turgut Cansever ile yapılmış söyleşiler yer alıyor. Söyleşilerin bazılarında bilge mimarın ısrarla üzerinde durduğu üç konu var. Bunlardan ilki; komşuyu rahatsız etmeyen, gün ışığından faydalanan, en az üç yöne bakan ve daima yeşillikler içinde olan evler. İmkansız demeyin çünkü 600 yıl ve hatta daha da öncesinde bu topraklarda böyle evler vardı. Osmanlı evi. Hem Fransız hem de Japon mimarların günümüzde de üzerinde durduğu ve yer yer uyguladığı evler. Bize komik geliyor, bize zaten geçmiş hep komik gelir. Ne anladığımız için, ne de anlattıkları için.

Turgut Cansever'in ikinci olarak üzerinde durduğu nokta, yola bir hadisle çıktığı "dünyayı güzelleştirmek" fikrinin, dünyanın geçici fakat daima kendini yenileyen bir yer olmasının bilincinde saklı. Osmanlı evi daima ahşaptır. Çünkü ahşap hem değiştirilebilirdir, hem ucuzdur, hem de deprem vb. doğal afetlere çok dayanıklıdır. Komşuyla gelir polemiği yaratmadığı gibi, muazzam bir görüntü güzelliği de meydana getirir. Ahşap, doğayla da iyi geçinir. Çünkü lezzetini ağaçlarla, çiçeklerle ve gökyüzüyle tamamlar.

Bilge mimarın üzerinde ısrarla durduğu üçüncü konu ise dürüstlük, doğruluk ve güzellik. Okuduğunuzda ne kadar romantik geldi öyle değil mi? İşte Turgut Cansever'in bu üç özelliği, Adnan Menderes döneminden bu yana ona proje verilmemesine veya elindeki projelere "derhal" bir son verilmesine sebep olur. Bütün dünyadan mimarlar gelir, ondan fikir alır, kendi ülkelerine davet eder, araştırmalara öncülük etmesi istenir, ama kendisi, kendi ülkesinde yadırganır. Hatta her insanın eşit koşullarda yaşayabilmesi için sunduğu fikirler "gericilik" olarak gösterilir. Halbuki o önce "Batı ne kadar doğru soru soruyor? Önemli olan bu." der ve dünyayı güzelleştirme idealini şöyle açıklar: "Bilinci biçimler dünyasına yansıtma çabasıdır yapmak istediğim. Yapmak istediğim şeylerden bir diğeri, maddi varlık tabakasının; yani bütün inşaat malzemesi, teknoloji vs'nin gereklerini dikkatle yerine getirerek, ancak bütün bu malzemeyi fikir ve inanç dünyamızın transandantal çerçevesi içerisine yerleştirerek sosyal, iktisadi ve biyolojik varlık alanı gerçeklerini saygıyla inceleyip gereklerini tam yerine getirerek; güneş, gölge gibi biyolojik varlık alanının ihtiyaçlarını da karşılayarak, psişik dünyamızın gerektirdiği sükûnet ve huzuru sağlayarak, yavaş hareket çerçevesi içinde, bağımsız tektonikleri, üzerlerine ilave alabilecek kitle kolektivitelerini tezyinî bir niteliğe ulaştırmak istiyorum."

Beşir Ayvazoğlu ise hocayı özetlemek için "Cansever Hoca, kaynağını çok aradığı bir hadis-i şerife dayanarak sanatın asıl vazifesinin dünyayı güzelleştirmek olduğunu söyler, estetiğini ve mimarî felsefesini bu görüşe dayandırırdı. İçinde mutlu bir hayat sürebileceğimiz güzel dünyanın, avutucu eğlencelerle değil, şehirleri ve konutları insanın “eşref-i mahlûkat” olduğu göz önüne alınarak yeniden inşa etmek suretiyle kurulabileceğine inanmıştı. Meskenin insanları sadece yağmur ve soğuktan koruyan barınaklar olarak görüldüğü, insanın güzel bir dünyada yaşama ve çevresinin oluşmasına katılma hakkı ve sorumluluğu kabul edilmediği sürece, Cansever Hoca’ya göre, asıl mânâsında beşerî ve güzel bir çevre meydana getirmek mümkün değildi." demiştir.

Ufkî yerleşmeyi önerirdi Cansever hoca. Yani gökyüzünü daima gören, tek katlı, mutlaka bahçesi olan, gün ışığından yararlanan, komşuyu rahatsız etmeyen, dayanıklı ve ucuz evler. Neden ucuz? Çünkü bu evler ya çelik ya da ahşap olacak. Haliyle fabrikalardan çıkacak malzemelerle yapılacak. Bu da müthiş bir ucuzluk demek. Uzak değil, 10 yıl önceki sözlerini yaşıyoruz hocanın. Bir karış toprağa muhtaç kalacağız, içine girecek mezar bile bulamayacağız. Göğe kafan evlerde mutlu olduğumuzu zannedip, hayallerden hayallere yorulacağız. Ama umutsuzluğa, karamsarlığa çok karşıdır bilge mimar. Yakıştıramaz bu topraklara, bu millete umutsuzluğu. Çünkü geçmişteki lezzet, geleceğimize de umut aşılamalıdır daima.

Dünyayı güzelleştirmeye, yaşadığımız toprakların muazzam kıymeti ve eşsiz gelenekleriyle güzellik bahçeleri oluşturmamıza bir engel yok. Aklıselim isek yok. Umarım bu kitap merhum Turgut Cansever'in dünyasındaki güzellikleri anlamamızı sağlar ve dünyayı güzelleştirmeye acilen ihtiyacımız olduğunu kavratır hepimize. Yeniden. Derhal.

Naçizane tavsiyem, Turgut Cansever'i değerlendirirken daha iyi anlamak için ayrıca Nurettin Topçu, Erol Güngör ve Cemil Meriç de okumak gereklidir. Hepsinin makamları, mekanları ve ebedi dünyaları cennet olsun.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

30 Haziran 2013 Pazar

Zaman nasıl da çabuk geçiveriyor diyenlere

"Yaşa, işe güce, itibara en ufak hürmeti olmayan bu acıya aşka acısı diyorlar. Kim olursan ol, seni saklandığın yerde er ya da geç buluyor, gelip göğüs kafesini ateşle sıvazlıyor ve sen içeride kapkara kurum tutuyorsun. Ağzını açsan, alevler püskürüverecekmişsin gibi, ciğerlerine damla damla kurşun eritiyorlarmış gibi. Kolay kolay geçmiyor, geçtiğinde de sen geçmiş olduğunu bile fark etmiyorsun. Yağmurlu havalarda sızlayan eski bir kırık gibi sızlayıp duruyor, kendini hatırlatıyor. Bir tadı, bir kokusu, bir eti var hatta, bir kütlesi; gelip göğsüne oturmasından belli."

Mahir Ünsal Eriş, Ankaralı ve Gençlerbirlikli, naif ve güçlü bir kalem. İlk hikaye kitabı Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde ile, biraz Barış Bıçakçı biraz da Turgut Uyar esintisi yaratmış; aklımda kendine has bir yer edinivermişti. Yeni kitabını sabırsızlıkla, hevesle beklemekteydim ki Haziran günlerine denk geldi kavuşmamız.

Yine çocukluktan, yaz öğleden sonralarından, dostluktan ve aşktan dem vuran sekiz sahici hikaye yer alıyor, Olduğu Kadar Güzeldik‘te. Yine, insanı durduruyor; geç-me-miş zamanlara ve kendi içine döndürüyor Eriş’in sözcükleri.

"Babaların çocuklaştığını görmenin nasıl sıcak ve üzgün bir havası var. Babayla oğul bir kum saatinin iki haznesi gibiler çünkü; bir vakit gelince, zaman, mukadderat, Tanrı ya da her neyse bir şey, kum saatini ters çeviriyor. Tam tersine akmaya başlıyor ondan sonra her şey. Babanın çocuklaştığını gördükçe oğlun içine dolan o sıcak üzüntü de sarı, ılık, kumun aşağı akışı belki."

Yaz öğleden sonralarının o tatlı ve içe dönük esintisi var hikayelerde ve yaz akşamlarının o kalabalık, o keyifli tadı.

Mahir Ünsal Eriş hikayelerinin insana iyi gelen, içimizde bir yere şefkatle dokunan bir yanı var. Böyle uyuyakaldığınızda üstünüzü örtüveren yakın bir arkadaş eli gibi...

“Meydandaki çay bahçelerinden birine oturmak geldi içimden sonra. Çünkü Erdek bir kitap olsaydı, bu çay bahçeleri ilk cümlesi olurdu onun. Gelindi mi oturulmalıydı. Bir çay, birkaç sigarayla, kıyıda kayığında ağ onaran, çapari kösteği hazırlayan balıkçıları seyretmek, bir tost isteyip, bacaklarıma sırnaşan kedilere atmak, yakın masalarda konuşulanları dinlemek, birini bekliyormuş gibi ikide bir saate bakmak iyi gelebilirdi. Gelmeliydi en azından.”

Olduğu Kadar Güzeldik, “zaman nasıl da çabuk geçiveriyor” diyenlere ve biraz soluklanmak isteyenlere iyi gelecek bir kitap...

“Fakirin umudu kazancından çok, borcundan az işte, ne yaparsın.”

Merve Uzun
twitter.com/merveuzun

29 Haziran 2013 Cumartesi

Umutlu olmanın karşılığında ödül beklemeyenlere

"Her geçen gün kalbimizi karartan ve katılaştıran bir hayatın boynumuza taktığı zincirleri sürükleyip duruyoruz."
- Mustafa Kutlu, Şehir Mektupları

Tıpkı geçen yılın mayıs ayında olduğu gibi, bu yıl da bir Mustafa Kutlu kitabını okumak nasip oldu. Her yıl bize bir hikâyesi ile nefes aldırıyor. Bunun yaz günlerine gelmesi de ayrı bir tevafuk. Benim için Mustafa Kutlu hikâyesi demek; serinlik, ferahlık, huzur demek. Birey üzerinden değil, toplum üzerinden akan hikâyelerine aynı tutarlılıkla devam eden usta edebiyatçımız, bu kez daha da günümüzden haber veriyor. Yerel yönetimler, yoksulluk, umut, eğitim, ilim insanlarına verilen değer, şairlerin her an kafalarını yemeye hazır halet-i ruhiyeleri, dernek-ödül-hırs üçgeni, medyanın sunum kepazelikleri ve elbette her geçen gün azalan doğa güzellikleri, unutulan atasözleri, asla unutulmayacak Türk Sanat Müziği... "Sıradışı Bir Ödül Töreni", ismi gibi samimi, yalın ve gerçekçi.

"Umut sen ne renkli bir kuşsun.
Umut sen ne sesli bir kuşsun.
Umut seni gözünden öpüyorum."


Hikâyenin ana kahramanı Nezaket, kasabalı bir kız. Yoksul. Fakat kendini işine gücüne veriyor, okumaya adıyor, bir kasabayı kalkındırmak için sadece kaymakamlara ve yerel yönetime iş düşmediğini gösteriyor. Keza işin asıl düştüğü makamlar her zaman farklı işlerde iş tutarlar, işletirler, işittiniz mi? İşte Nezaket, tek başına ama dimdik vaziyette göğüs geriyor zorluklara. Her zaman da başarılı oluyor, fakat çevresinde öyle şeyler oluyor ki insan umutsuzluğa kapılıyor. Ama burada da imdadımıza Mustafa Kutlu'nun hikâye formülü yetişiyor: samimiyet.

"Nezaket sık sık tek başına sahile iniyor, uzun yürüyüşler yapıyordu. Dilinde hep o şarkı:
Beklerim her gün bu sahillerde mahzun böyle ben
Gün batar kuşlar döner dönmez bu yoldan beklenen.
Yorulunca nasılsa oralara kadar gelmiş iri bir kayanın üzerine oturup dalgaların sesini dinliyordu. Bu mânâsız bekleyişe bir son vermeli, silkinmeliydi. Ama nasıl?
"Aramakla bulunmaz, ama bulanlar ancak arayanlardır" denilmiş."

Hikâyede çok ilginç, Kafadanbacaklılar Derneği var. Nedir kafadanbacak? Ahtapot. Çünkü kasabanın ahtapotları meşhur. Böyle bir dernek var, önceleri çok iş yapıyor fakat sonra kör topal kalıyor. Nezaket orayla da ilgileniyor. Albeni El Sanatları Merkezi var, Nezaket'in yıllarca hayalini kurup gerçekleştirdiği... Nihayetinde bir ödül töreni planlanıyor. Kasaba kalkınacak, turist çekecek, medyayı merak ettirecek, halka kendini gösterecek çünkü... Maliyeci Aziz Bey var, kaç yaşına gelmiş fakat önemi yeni anlaşılmış. Genç bir şair var kafayı yemekle yememek arasında kalmış. Esnaf var, bir ayağı toprakta ama öteki ayağı parada. Hırs var, dünyanın en tehlikeli hastalığı. Umut var, dünyanın tek hakiki tedavi yöntemi. Daha neler var neler, tören bu. Havai fişekten bol makara var, araya gizlenmiş nefis bir hüzünle.

Okudukça, bunca zaman bize ne nanelerin yutturulduğunu da tadabileceksiniz yeniden. Belki bir daha yememek için. Daima umutlu kalmak için, daima Mustafa Kutlu.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler