3 Ekim 2012 Çarşamba

Şiirle havayı solumak

"Orhan Veli'nin kavgası, edebiyatımızın en büyük kavgasıdır, buna inanıyorum. Irmağın yatağını daha doğal bir vadiye indirdi. Şiire kasket giydirdi, sivilleştirdi onu. Bugünkü şiir verimleri onun da verimleridir biraz."

Böyle diyor Cemal Süreya onun için. Ece Ayhan ise "bir açıkhava ozanıdır" diyor Orhan Veli'ye. Nitekim hava almayı da, hava atmayı da, havalardan kendine bir pay çıkarmayı da öyle güzel becermiştir ki şair, şiirlerinin kolay ezberlenebilirliğinde belki de bu "doğal" koşullar yatmaktadır.

"Beni bu güzel havalar mahvetti,
Böyle havada istifa ettim
Evkaftaki memuriyetimden.
Tütüne böyle havada alıştım,
Böyle havada âşık oldum;
Eve ekmekle tuz götürmeyi
Böyle havalarda unuttum;
Şiir yazma hastalığım
Hep böyle havalarda nüksetti;
Beni bu güzel havalar mahvetti."


Bu kitapta hem Orhan Veli'nin tüm şiirlerini bulabileceksiniz, hem Garip akımının ne olduğunu onu doğuran şairden görebileceksiniz, hem de şairin şiire bakışı hakkında güzel bir giriş makalesi okuyacaksınız.

"Yüz kelimelik bir şiirde yüz tane güzellik arayan insan vardır. Halbuki bin kelimelik bir şiir bile bir tek güzellik için yazılır. Tuğla güzel değildir. Sıva güzel değildir. Fakat bunlardan terekküp eden bir mimari eseri güzeldir."

Orhan Veli, birçok şiiriyle hem şairlere, hem de şiir yazmak isteyenlere ilham kaynağı olmuştur. Feyz alınması kolay, taklit edilmesi zor bir şair olmuştur. Taklit edilmesinin bu zorluğu, doğallığından kaynaklanır. Doğal olan bir şeyi taklit etmek zordur. Bu minvalde kendisinin beni en çok etkileyen "Rüya" adlı şiirini paylaşmak isterim:

"Annemi ölmüş gördüm rüyamda.
Ağlayarak uyanışım
Hatırlattı bana, bir bayram sabahı

Gökyüzüne kaçırdığım balkonuma bakıp
Ağlayışımı."


Nurullah Ataç, "Ahengin, musikinin de şiirden kaldırılabileceğini anlattı" der Orhan Veli için. Şiiri sivilleştiren şair "bir garip" Orhan Veli'yi baştan sona okuyabileceğiniz bu kitap; havayı şiirle solumanızı sağlayacak.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

1 Ekim 2012 Pazartesi

Bir şairden öyküler okumak isteyenlere

Orhan Veli için “Şairdir.” deriz hepimiz. Birkaç dizesini de ezberden söyleyebiliriz muhtemelen. Oysa Veli’nin, Veli’nin oğlunun, hikâyeler yazdığından, ardında naif, sıcacık öyküler bıraktığından haberdar mısınız?

Aklınızda, kalbinizde dizelerini taşıdığınız bir şairin öykülerini okumak isterseniz Hoşgör Köftecisi’ni okuyun mutlaka…

Hoşgör Köftecisi’nde Orhan Veli’nin altı öyküsü, bir hikaye çevirisi ve de kendisiyle yapılmış bir söyleşi yer alıyor.

Öyküleri kısa, duru ve öyle akıcı ki… Şiirleri gibi yalın, naif bir dili var hikayelerinde de. Ve dönemine, yaşantısına, edebiyatına dair önemli ipuçları sunuyor öyküleri.

“Acaba hikâye mi yazsam? Hikâyede konunun pek o kadar mühim olmadığını söyleyenler de çıktı. Ama ne olursa olsun, bir vaka lazım. O vakanın bir başı, bir sonu olması lazım. Üstelik vaka da, alışılmış bıkılmış vakalardan olmamalı. Küçük burjuvanın hayatını anlatan, onun zaaflarını, onun adiliklerini dünyanın en büyük kahramanlıkları, en asil heyecanları gibi gösteren hikâyelerden illallah dedik artık. Bütün ıstıraplar aşktan doğuyor. Oysaki öte yandan milyonların, milyarların ıstırabı var. Ama ne yazık ki biz o insanı tanımıyoruz. Girmişiz küçük burjuvanın içine, yuvarlanıp gidiyoruz. Başka cemiyetlerin, başka sınıfların adamı olduğumuzu bile bile. Bizim dertlerimiz, içinde yaşadığımız adamların dertlerine benzemiyor. Ne parada gözümüz var, ne pulda. Geçenlerde bir kadın, “Benim için şiir,” diyordu, “beyaz bir otomobildir.” Biz, en küçük menfaatlerini bile korumaktan aciz zavallılar, nasıl onlarla bir oluruz. Biz, tanımadığımız o büyük sınıfın, o fakir sınıfın adamıyız. Ama tanımadığımız için de onlardan, onların hayatından bahsedemeyiz. Üstelik tehlikeli bir iş o. İnsana sol diyorlar, komünist diyorlar. İyisi mi, bir yazar hep suya sabuna dokunmayan yazılar yazmalı. Ben de öyle yapacağım.”

Sıradan insanlara rastlıyoruz kitapta; kısa anlara, hayata ve sevdaya dair düşüncelere denk geliyoruz.

“...ben bu kambur kızdan hoşlanmışsam, onu sevmişsem neden ona kötü gözle bakmış olayım? Büsbütün tersine, iyi gözle bakmışım ki sevmişim. ‘Sevme’ sözü de geniş bir söz. İnsan bir yemeği seviyor, bir rengi seviyor, bir kadını seviyor. Hele kadını sevmenin türlü bin çeşidi var. Onu da kendimizi de, sadece hayvan olarak gördüğümüz zaman, belki kötü gözle bakmış sayılabiliriz.”

Ve elbette, şu dünyada iz bırakmanın en çok da sanatla, yazıyla, edebiyatla olduğunu hatırlatıyor Orhan Veli, tekrar ve tekrar…

“… Ama bundan yüz sene sonra, Memduh Şevket Esendal adında bir adamın yaşadığını bileceklerse ancak hikayeleriyle bilecekler. Hiç kimsenin bu isimde meşhur bir politikacının yaşadığından haberi olmayacak…"

Altı kısa öykü, bir çeviri ve Bahar Dülger’in 1947’de yaptığı bir söyleşiden oluşan Hoşgör Köftecisi, “Orhan Veli, keşke bu kadar erken gitmeseydi de daha çok hikaye yazsaydı.” Dedirten; hem Orhan Veli severlere hem de bir şairden öyküler okumak isteyenlere iyi gelecek bir kitap…

“O şarkılarda, o seslerde, o hikâyelerde büyük bir dünya vardı. O daracık dükkâna giderken kendimi seyahate hem de büyük bir seyahate çıkan bir adam sanıyordum.”

Merve Uzun
twitter.com/merveuzun

29 Eylül 2012 Cumartesi

Kendimizi en iyi tanımlayan kelimeleri asla bulamayız

J. L. BorgesRagnarök” adlı öyküsünde (Yaratan, sf 40, 2011, İletişim), sürgünden dönen Tanrıları rüyasında gördüğünü, onları bir amfiteatrın platformuna çıkarıp gözyaşlarıyla alkışladıklarını; ancak onların düzenbaz, cahil, acımasız olduklarını ve kendilerini korumayıp onlara merhamet ederlerse kendilerini yok edeceklerini bildikleri için, rüya bu ya, koca koca revolverlerini çıkarıp keyifle Tanrıları öldürdüklerini yazar.

Jose Saramago’nun Kabil’ini okurken neredeyse her sayfada Borges’ın bu öyküsünü anımsadım. Kabil; Tanrıya savaşın açıldığı, pratik anlamda dünya tarihinin başladığı, Saramago’nun ölmeden hemen önce tamamladığı Hristiyanlığa karşı bir hiciv romanıdır.

Saramago, kitabın 2009’daki basın tanıtımına: “İncil’in Tanrısı güvenilir değil, kötü biri ve öç almaya kararlı. İncil’de acımasızlık, zina, her türlü şiddet ve kan dökme var. Bu inkâr edilemez” demiş.

Saramago Kabil’de öyle bir zaman kurgulamış ki, zamanın içinde hem şimdi var hem de gelecek... Kabil’in, kardeşi Habil’i (romana göre Habil’in küçümsemelerine artık dayanamayarak) öldürdükten sonra, Tanrı, sevgili kulunun ölümüne çok bozulur, Kabil’in alnına da hiç çıkmayacak bir işaret koyarak onu bir anlamda lanetler.

Bu cinayetten sonra Kabil, annesinin ve babasının, yani bildiğimiz adlarıyla Adem ile Havva’nın yanlarından ayrılarak yollara düşer. Lilith’le, oğlunu kurban etmek üzere olan İbrahim’le, Sodom şehrinin yok edilişiyle, tufan öncesi hazırlıklarına devam eden Nuh’la karşılaşır.

Kabil yaşadığı her macerada kendini tanımlamayı, adlandırmayı dener; ancak hepimiz gibi o da doğru kelimeleri bulamaz. Bu maceraları okuduktan sonra artık ne olacak diye merak ederken Kabil, ne Nuh’un ne de Tanrının tahmin edebileceği bir sürpriz yapar. (Tabi bu arada siz ne zaman romanın sonuna geldiğinizi anlamazsınız, kitabın çevirisi orijinalini aratmayacak kadar çarpıcıdır. Bu sayede kitabın çevirmeni Işık Ergüden’e selamlarımızı yollayalım.)

Kabil’in yayımlanmasının ardından bir teolog Saramago için şöyle demiş: “Ciddi biri değil. Bir romancı milyonlarca Hristiyan’a, Yahudi’ye, Protestan’a hakaret edemez. Saramago, İncil ile oynayan bir komedyen.

1998’de Nobel Edebiyat Ödülü’nü alan, daha öncesinde de 1991’de yayımlanan “İsa’ya Göre İncil”den sonra ülkesini terk etmek zorunda kalmış olan Jose Saramago, cesareti ve kaleminin keskinliğiyle okunmayı kesinlikle hak ediyor.

Tuna Bahar
twitter.com/tuna_bahar

28 Eylül 2012 Cuma

Narsizminden aşık olarak intikam alanlara

“Aşk lunapark trenleri gibi: Önce yükseliyor, sonra birden iniyor, sonra tekrar çıkıyor, geri iniyor ve sonunda içine kusuyorsunuz!”

Hepimizin aşk üzerine söylenecek birkaç cümlesi muhakkak vardır. Kimisi için heyecan, kimisi için korku ve nefret olan aşk Frédéric Beigbeder için tam bir can sıkıntısı. Egomuzu romantizmle doldurarak narsistliğimizden intikam alma çabası…

“Aşk acısı çekme korkusundan, kadınlar da erkekler de farkına varmaksızın, aşkı can sıkıntısına tahvil etmeye çalışıyorlar.”
diyor yazar. Gerçekten kaybetme korkumuz yüzünden aslında hiçbirimiz aşkın ne olduğunu öğrenemiyor muyuz? Terk eden kişi için mi üzülüyoruz, yoksa terk edildiğimiz için mi?

Frédéric Beigbeder Romantik Egoist kitabında umursamaz gibi görünen gerçekçi çizgisinden ayrılmadan bu soruları irdeliyor. Aslında işin özü başka biri için üzüldüğümüzü sanırken sarsılan egomuza ağladığımız gerçeğini pek de bilimsel olmayan bir formüle dönüştürüyor. Özlem dediğimiz şeyin büyük bir boşluktan kaynaklandığını savunuyor. 
   
Her bilimsel formül mutlak doğru olacak diye bir kural yok, dolayısıyla bilimsel olmayan formüllerin de yanlış olduğunu söyleyemeyiz. Bu yüzden Beigbeder’a kulak verin derim ben. Belki de gerçekten aşk sandığınız aynadaki yansımanızdan başka bir şey değildir.

Ümran Kio

Bir koruma kılavuzu, bir sığınak arayanlara

"Şiir, bu milletin ve bu vatanın kurucu unsurlarından birisidir. Sadece Yunus Emre'ye bakmak bile bize çok şey söyleyecektir. İsmail Kara, "Yunus olmasıydı işimiz kötüydü" der. İsmet Özel, "Türk şiiri Yunus Emre'yle başladı ve Türkiye'de din, ilk hızını şiirle aldı" tespitinde bulunur. Bu da Süleyman Çobanoğlu'na ait: "Türkçe, Yunus Emre'nin huzurunda diz çökerek Müslüman olmuş bir dildir."

Bu güzide paragraf, İbrahim Tenekeci'nin "Herkes gider, şiir kalır" başlıklı yazısından. Yazıyı okuduktan hemen sonra kütüphanemde bekleyen "Yunus Emre Divanı"na yöneldim ve her gün tadımlık ölçeklerde okuyarak bitirdim. Şunu rahatlıkla anlayabiliyoruz ki Yunus Emre, şiire -okumaya ya da yazmaya- yeni başlayanlar için ilk ve en önemli ders. Dilimizin güzelliği, duruluğu ve akıcılığı onunla şekil buluyor zihnimizde. Tarihten, halktan ve tasavvuftan kıymeti tarifsiz hoşluklar iniyor kalbimize. Şiirle haşır neşir olmam 10 yıla dayanıyor, dolayısıyla daha çok yeni olduğumu söyleyebilirim. Ancak Yunus Emre için hiçbir vakit, geç değildir. Derhal okunması ve daima dönülmesi gerekir.

"Ben sevdiğimi demez isem, sevmek derdi boğar beni."

"Ölür ise ten ölür, canlar ölesi değil."

"Dervişlik baştadır, tacda değil. Kızdırmak oddadır, sacda değil."

Eylül 2007'de Profil Kitap'tan çıkan ve Demet Küçük tarafından hazırlanıp günümüz Türkçesine uyarlanan "Yunus Emre Divanı", çevrenizdeki samimiyetsizlikler karşısında yıldığınız her anda koruma kılavuzunuz, sığınağınız olacaktır.

"Bir gez gönül yıktın ise
Kıldığın namaz değil
Yetmiş iki millet dahi
Elin yüzün yumaz değil."


Yunus Emre, şiirde, hem başlangıç hem de çıkış noktasıdır.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

27 Eylül 2012 Perşembe

Umutsuzlar için

“Umuttan yoksun bir dünyada yaşıyoruz ama sakın umutsuzluğa kapılmayın.”

Yengeç dönencesi Henry Miller’ın ilk kitabı. Yayınlandığı zaman birçok ülkede yasaklanmış, döneminin toplumsal ve ahlaki olguları için çok sert ve çok müstehcen bulunmuş. Kitap, açılan davalara ve maruz kaldığı yasaklara rağmen etkileyici ve sağlam metniyle hepsini mağlup etmiş.

Yengeç Dönencesi'nde 1930’ların Paris’ini anlatır Miller. Paris, kir ve günah içinde bir kent. Yaşam zor, insanlar acımasız… İşsizlik kol geziyor her yerde. Yalnız bir adam geziyor Paris’in sokaklarında. Kah tanıştığı birkaç Amerikalı arkadaşı ile kah tek başına… Tek derdi karnını doyurmak gibi görünse de açlığın ötesine geçmiş bir yaşam. Varoluşun özü: insan ve açlık.
Bir yaşam kavgasıdır aslında tüm konu, başka bir şey değil. Kendi yaşantısını anlatan Miller kendinden yola çıkarak tüm insanları anlatıyor aslında. Dünyadaki tüm yıkımların ve insanlığın çürümüşlüğünün karşında bir adam: H.Miller. Yaşama dair olan her şeyi çekinmeden, korkmadan anlatır. Okurken ruhunuz engin denizlere açılır. Zaman gelir deniz dalgalanır ve kendinizi kaybedersiniz; zaman gelir bir çarşaf gibi olur, güneş açar. Yaşamın normale döndüğünü hissedersiniz. Yeri gelecek kendinizi dünyanın en derin yerinde, pis bir çukurda, her yeriniz pislik içindeyken bulup oradan kurtulamayacağınızı sanacaksınız. Umutsuzluğu tüm benliğinizde yaşarken bir sabah güneşi gibi yaşamın yeniden nasıl her yanı onardığına şaşacaksınız.
Kokuşmuş düzene, yoz insana ve tabulara karşı elinde bir sürü okla çıkagelir Miller.

Dünyadaki tüm kötülük ve olumsuzluklara rağmen insanın ayakta kalacağını ilan eder bu kitap. Geçmişin üzerimize çoğu zaman fırtına bulutlarını çektiğini ve hüzün yağmurları yağdırdığını ancak insanın her ne olursa olsun şimdiyi yaşamaya devam edeceğini duyurur yazar.

“Her taş yüreğin dibinde birkaç damla sevgi bulunur- kuşları beslemeye yetecek kadar.”

Ozan Şen

Bazı izler şiirlerde nefes alır

“Hoş geldiniz
 (…)
Terk edildiğinizin ertesi günü
Deftere yüz kere bir daha âşık olmayacağım yazınız.”

Her şiirde çoğalan, derinleşen hikâyelere ve insanlara dokunmak içinse Efe Duyan’ın kelimelerine kulak veriniz. 


Bu bir aşk şiirleri derlemesi değil. İçinde terk edemeyişlerin, “hoşça kal”ların, öğrenilen ve yaşanılan sevgilerin şiirleri olsa da değil… Bu bir toplumcu şiir derlemesi değil.  İçinde “bir doğum izi” gibi olan yoksulluğumuzun, değiştikçe yabancılaştığımız şehirlerin, işgallerin, sıkıyönetim çocuklarının yarım kalışlarının şiirleri olsa da değil.

Bu, tenimizde, ruhumuzda, saçımızda iz bırakan hikâyelerin şiirlerde nefes aldığı bir sandık. Sevmeyi iyi bilen bir şairin yokuş aşağı hızla giderken heybesine doldurduğu her şeyin kelime izleri… Özlediğimiz, seslendiğimiz çocukluğumuzun, işçilerimizin, aşklarımızın, dostlarımızın şiirleri.

Bazı kitapları okurken yazarla/şairle konuşmak ister, onların kelimelerinin yanına notlar alınız. Şimdiden bu kitapla birlikte yanınızda bir kalem bulundurmanızı ısrarla öneririm.

Tez: “Aşkın birçok türü vardır: devrime duyulan aşk, bir insana duyulan aşk, çocukluğa duyulan aşk.” 
Kanıtı: Tek Şiirlik Aşklar.

Ümran Kio