13 Eylül 2012 Perşembe

Hasretten ve derin duygulardan uzak olanlara

Dedesi şair Nâzım Paşa'nın etkisiyle şiire ilgi duyar Nâzım Hikmet. Henüz 17 yaşında ilk şiiri basılır. Sonrasında iyice şiire yoğunlaşır. Şiirlerine, özellikle şairin kalbini fersah fersah derinleştiren konular hakimdir. Aşk, hasret, memleket özlemi, istiklal savaşı, anadolu, baskı ve elbette sosyalizm.

"Yaşarsın karıcığım,
Kara bir duman gibi dağılır hatıram rüzgârda;
Yaşarsın, kalbimin kızıl saçlı bacısı
En fazla bir yıl sürer
Yirminci asırlılarda
Ölüm acısı."

Nâzım Hikmet hakkında her zaman süren siyasi tartışmalara, zamanında Cemal Süreya bir yorum getirmiştir. Şöyledir:

"Şimdilerde Nâzım Hikmet’i değerlendiren iki aşırı uç belirmiş bulunuyor: kimi yazar onu dünyanın en büyük şairi olarak anarken, kimi yazar da sadece siyasal bir bildirinin taşıyıcısı olarak görmek istiyor. Kuşkusuz bu iki ucun ikisi de siyasal bir tavırdan çıkıyor. Hele sosyalizme karşı olanların Nâzım Hikmet’in üstünü çizerken ileri sürdükleri kanıtlar bütünüyle şiir dışı şeyler. Bununla birlikte Nâzım Hikmet’i tapınılacak bir şair olarak görmeyi istemek de, sanırım, önce gerçekçilik açısından, onun anısına hayınlık etmek olacaktır."

Güneşi İçenlerin Türküsü, Karıma Mektup, Kuvâyi Milliye, Türk Köylüsü, Yaşamaya Dair, Memleketimden İnsan Manzaraları, Hapiste Yatacak Olana Bazı Öğütler, Memet, Mavi Liman, Henüz Vakit Varken Gülüm ve Şehitler adlı şiirleri adeta efsaneleşmiştir. Nâzım Hikmet, "Otobiyografi" adlı şiiriye kendini özetlemiş, ölümünden 2 yıl önce Doğu Berlin'de yazdığı bu şiirde son sözlerini şöyle söylemiştir:

"Sözün kısası yoldaşlar
Bugün Berlin'de kederden gebermekte olsam da
İnsanca yaşadım diyebilirim
Ve daha ne kadar yaşarım
Başımdan neler geçer daha
Kim bilir."


Ayrıca bu şiirindeki şu dizelerin, insanın içini burkmaması imkansızdır:

"Yazılarım otuz kırk dilde basılır
Türkiye'mde Türkçemle yasak."


Hasretten ve derin duygulardan uzaksa ruhunuz, Nâzım Hikmet çok şey katacaktır kalbinize.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

12 Eylül 2012 Çarşamba

Çehov ile bir randevu

"Gerçek ne kadar korkunç olursa olsun, gerçeği bilmekten daha korkunç değildir."

Anton Çehov, Rus oyun yazarı ve kısa öykücülüğünün kurucularından. Kırk dört yıllık pek de uzun sayılamayacak yaşamında birçok oyun ve öykü yazmıştır. Dünyaca ünlü olmuş, öyküleri birçok dile çevrilmiş, oyunları pek çok ülkede oynanmıştır. Peki Çehov’un bu kadar sevilmesinin nedeni nedir? Neden dünyada birçok öykü ve oyun yazarı varken onun adı hâlâ öne çıkmaya devam etmektedir?


Anton Çehov, oyunlarında her zaman gerçekten beslenmiştir ve hiçbir zaman olmayanlar üzerine yazmamıştır. Besin kaynağını her zaman yaşadığı toplumdan almıştır. Günlük hayatın içinde belki de birçoğumuza çok basit gelebilecek olaylarını anlatır, fakat onları kendi süzgecinden öyle bir geçirir ki ortaya çıkan aslında herkesin bir şekilde, hangi çağda olursa olsun, fark ettiği düşünceler yumağıdır.

Tabi belirtmem gerekir ki Çehov, kendi yaşadığı çağı öykü ve oyunlarıyla yorumlamıştır ancak bakış açısındaki sorgusal evrensellik günümüzde hala yaşamaktadır.

Çehov’un oyun ve öykülerinde önemli olan ilk unsur karakterlerdir. Yaşadığı dönemdeki yozlaşmış topluma uygun olarak döneminin zengin ve kendini seçkin sayanlarına sıkça yer verir. Bunu yaparken bu karakterleri asla yalnız kullanmamaya dikkat eden Çehov, o toplumun karşı sınıfını da kullanır. Şımarık ve rahat yaşamaları anlatırken ezilmiş olanları unutmaz. Okuyucuya sürekli bir karşılaştırma olanağı sunması da onun yazdıklarını sadece oyun yazmak için yazmadığının bir göstergesidir tabi. Çökmekte olan Rus toplumunu aslında birazda “Tolstoyvari” bir biçimde sunar. İnsan ilişkilerinin ve çatışmalarının üzerinde özellikle durması, kent ve taşra arasındaki çelişkiyi sıkça konu edinmesi, sığ yaşam biçimlerini gösterme çabası da aynı sebeptendir. Dönemin Çarlık yönetiminin aşırı baskıcı tutumunun da Anton Çehov’un kaleminde etkili olduğu açıktır.

Çehov okumak hala önemlidir çünkü oyunlarında insanlara verdiği mesajlar hala değerini yitirmemiş, tam tersine günümüz dünyasıyla 19.yüzyıl arasında, aslında nitel olarak büyük benzerliklerin olduğunu görmemizi ve geçen bir asırdan fazla bir sürede aslında değişimin pratik yaşamamızda meydana gelen kolaylıkların ve teknolojinin dışında başka bir şeyde meydana gelmediğini fark etmemize de yardımcı olmaktadır. Bu yüzden, Çehov ile henüz tanışmamış olanlara Çehov kitaplarını  okumalarını şiddetle tavsiye ederim.

Ozan Şen

11 Eylül 2012 Salı

Beyni durduran, nefesi güçleştiren roman

Louis Ferdinand Céline... Yirminci yüzyılın en önemli eserlerinden biri kabul edilen romanın yazarı. 1932 yılında yazılan o romanın adı “Gecenin Sonuna Yolculuk.” Birkaç yılda anca bitirebildiğimi hatırlıyorum. Geceleri özellikle de yaz gecelerimin en kıymetli dostu olmuştu okuduğum süre zarfında. Bu uzayan sürenin okunurluk açısından bunaltıcılıkla bir ilgisi yoktu. Kendi geceme ve kendi sonuma beni götüren kitaptı. Adım adım... Bukowski, Hakan Günday, Hemingway gibi yazarları da etkileyen, onlara ilham veren bir kitabın hayatımızdaki önemini ötekileştiremeyiz haliyle. Okuduğum ilk andan itibaren beynimi durduran, nefesimi güçleştiren bu romanla ilgileniyordum ama yazarına duyduğum “duygusal bağı” da inkar edemezdim doğrusu...

Céline ile ilgilendiğimde karşıma çıkan şeyin beni hayal kırıklığına uğrattığını söylemem gerekir sanırım. Onun nazizm hayranlığı veya yanlılığı. Nasıl olur da böyle olabilirdi dediğim yaşlardaydım. Sonraları “asıl korkulması gereken insanlardır, yalnızca onlar” diyen bir insandan bahsedildiği aklıma geldi. Yahudi düşmanı olmakla suçlanmak oldukça hafif kalırdı bu sözün yanında. Kendi fikri önemsizdi, karşımda duran ve gecelerime yön veren romanı onun kendisinden daha önemliydi. Önemli olan “yolculuğumuz”du...

Céline hakkında kalan iki şey vardı bir yazıdan aklımın köşesine bir zamanlar takılmış olan. Birincisi, Marcel Proust'tan sonra Fransa'da okunan en çok yazar olduğu. İkincisi ise 1 Temmuz 1961'de öldüğü... Ellinci ölüm yıldönümünde anılıp anılmayacağı merak konusuydu. Nicolas Sarkozy'nin de “Gecenin Sonuna Yolculuk”a olan hayranlığını okumuştum bir zamanlar. Buna rağmen Fransa'da yıllardır süregelen "Ulusal Anma Derlemesi"nde ismi geçmiyordu Céline'in. Fransa Kültür Bakanı Frederic Mitterrand, Céline'in listeden ismi silindiğini söylüyordu. Fransa'daki Yahudi Birlikleri Başkanı Richard Prasquier ise bakanın jestini hoş karşıladığını açıklayacaktı pek tabi. Ona göre bu insanın onore edilmesinin düşünülüyor olması bile garipti. Şu sıralar Fransa'da tartışılan yoğun şeylerden biri de bu. Bir tarafta önlenemeyen Yahudi düşmanlığına sahip olması. Bir tarafta ise tartışılamayan yazarlık becerisi...

Benim için Céline bir roman karakteridir, hayatımı etkileyen. “Gerektiğinde yalanlanır” derler, romanlar için. “Yolculuğumuz hayalidir.”

"Bu dünyada zamanımızı birbirimizi öldürerek ya da birbirimize taparak geçiririz. "Senden nefret ediyorum. Sana tapıyorum." Yol almaya devam ederiz; depoyu doldurur, sonra yeniden doldururuz; kendimizi var kılmak en büyük zevklerdenmişçesine, her şey söylenip her şey yapıldıktan sonra bu bizi ölümsüz kılacakmışçasına, azgınlıkla ve bedelsiz olarak kendi ömrümüz içinde bir sonraki yüzyılın iki ayaklısına dönüşürüz. Öyle ya da böyle, öpüşmek de kaşınmak kadar kaçınılmazdır."

Immo Guitti
twitter.com/immoguitti

Bu akşam yemekte "cinayet" var!

2005’te Barcelona’nın “düzgün” bir semtinin bankamatiğinde evsiz bir kadın, ikisi 18, birisi 16 yaşında üç kişi tarafından önce dövüldü, sonra da yakıldı. Kadın olay yerinde can verdi. Yapılan incelemelere göre benzin bidonu kadının yüzüne doğru patladığı için kadının ölümü hemen gerçekleşti.

Yukarıda okumuş olduğunuz paragraf kitaptan bir alıntı değil, tam tersi kitabın “gerçek hayattan” yaptığı bir alıntıdır.

Herman Koch, 1953 Hollanda doğumlu, televizyon yapımcısı, aktör ve yazardır. Yaşının beraberinde getirdiği tecrübeyle, Hollandalıların tipik orta ve üst sınıf yaşayışlarını sıkı kroşelerle sarsarken, dünya halklarının ahlâki tabularına sağlam bir aparkat çakmaktan da geri durmuyor.

2005’te yaşanan az önce okuduğunuz gerçek olaydan ilham alan Koch, bununla ilgili bir roman yazmaya koyulur. İnsanın kanını donduran bu olay karşısında yazarımız soğukkanlılığını yitirmeden, tıpkı müzikte sesin şiddetinin kademe kademe yükselmesi gibi, gerilimi kademe kademe yükselten bir kreşendo kullanmış. Roman boyunca işlenen iki cinayetten biri bu şiddetin doruk noktasında kendini gösteriyor.

Mutlu bir aileniz, huzurlu bir yaşantınız var. Saygılı ve efendi oğlunuz, bütün ülkenin tanıdığı, başbakanlığa hazırlanan ağabeyinizin oğluyla yani kuzeniyle “eğlencesine” yaramazlık yaparsa ve bu yaramazlığın sonucunda bir cinayet işlenirse kontrolünüzü ne kadar sağlayabilirsiniz?

Üstelik, nereye gitse olay olan ve tüm gözleri üstünde toplayabilen başarılı bir siyasetçi olan ağabeyiniz akşam yemeği için üç ay önceden rezervasyon yaptırmak gereken bir restoranda aynı gün yer ayırtıp sizi karınızla yemeğe davet ederse, yemek boyunca size söylemek istedikleri bir şeyin olduğunu kıvrıla kıvrıla anlatmaya çalışırsa; tabi bu arada sizin oğlunuzun karıştırdığınız cep telefonundaki videoları gördüğünüzü onlar bilmezse işler bir hayli ilginçleşebilir.

Akşam Yemeği” yükselişte olan Hollanda edebiyatının çok iyi bir parçası olmaya hak kazanıyor. Bu kitabı alın, satır satır okuyun. Tabi bir de kitabı Hollandaca aslından çeviren Burcu Duman’a selamlarımızı yollayalım. Leziz bir iş çıkarmış kendisi. Bu kitabı okuduktan sonra Ruhuna Kitap’a bir kez daha minnettar kalacaksınız.

Unutmadan; roman boyunca iki cinayet var dedik, birisi zaten evsiz kadın cinayetiydi. Peki diğeri hangi cinayet ve kim ölüyor?

İyi okumalar...

Tuna Bahar
twitter.com/tuna_bahar

9 Eylül 2012 Pazar

Zamanın ötesinde yaşayanlara

Daha baştan uyaralım: Bu zamana kadar bir tane bile Milan Kundera kitabı okumadıysanız, onun eserlerinin sadece yazının roman sanatına ait olmadığını, Kundera’nın son yüzyılın en önemli fikir insanlarından biri olduğunu ve kitaplarının da fikirlerinin üzerine şekillendiğini bilmelisiniz.

Onuncu Kundera kitabımı okurken fark ettim ki, kitap okurken en çok bana not aldıran ve / veya yeni fikirlerle hemen, oracıkta kısaca bir öykü yazmamı sağlayan yazar Kundera’dan başkası değildir. “Ölümsüzlük”te şu cümleyi okuduktan sonra, kim not alma ihtiyacı hissetmez ki?:

“...Ama insanın, hele hele bir roman kahramanının tanımı onun biricik ve taklit edilemez bir varlık olması değil mi?”

Ölümsüzlük” yedi bölümden oluşan bir fikir romanıdır. (7 sayısı Kundera sanatının en önemli sayısıdır) Birbirinden farklı hikâyeler kapsamında birbirinden kopukmuş gibi görünen hayatları bir havuz başında (ne kadar absürd bir yer öyle değil mi?) birleştirebilen uçuk bir kalemden çıkmış enfes bir romandır Ölümsüzlük.

Roman boyunca kendi çağlarının en meşhur yazarları olmayı başarmış Hemingway ve Goethe’nin konuşmalarına da şahit olacağız, Avrupa’nın yenilenen yüzü ve ruhlarını değiştiren insanların mutsuzluk girdabında yuvarlanırken, etraflarına ne gibi zararlar verdiklerini de...

Yayınevi tanıtım bülteninde Kundera’yı klasik müzik orkestrası şefine benzetmiş. Doğrudur. Klasik müzik ve dolayısıyla senfoniler Kundera’nın eserlerinde mühim derecede yer tutarlar. Kundera’nın roman kahramanları ya bir hatıra yüzünden, ya bir senfoni yüzünden ya da başka bir yazar yüzünden efsaneleşirler.

İnsanların ölüme yakınlaştıkça aslında ölümsüzlüğe yaklaştıklarını anlatan bu romanı okurken, hem kahkahalarınıza hakim olamayacaksınız hem de yüzyılın yaşayan en büyük yazarına bir kez daha hayran olacaksınız. Kitabın ana fikrinin 75. sayfada gizli olduğu kanısındayım. 85. sayfada da Kundera şöyle bir tokat patlatıyor suratımıza:

"İnsan ölümsüzlüğe bel bağlar, ölümü hesaba katmayı da unutur."

Tuna Bahar
twitter.com/tuna_bahar