22 Ağustos 2012 Çarşamba

İflah olmaz kimsesizlere

Lal beyazı, Jean Genet'nin sesi. Bir sesin anısının rengi vardır.

"(...) Bütün sesler gibi benimki de hilelidir; bu seslerdeki hilenin farkına varsa bile, hiçbir okur bunların doğasını bilemez."

Bu cümlelerle açılıyor "Jean Genet: Yüce Yalancı".

1944, Fas doğumlu Tahar Ben Jelloun, 1987'de "Kutsal Gece" romanıyla Goncourt Ödülü'nü almış büyük bir yazar. 1974'te tanıştığı Jean Genet'yle, 1986'da ünlü yazarın ölümüne kadar dost kaldı. Elbette bu dostluk karşılıklı fedakarlığı da beraberinde getirdi. Jelloun'un yazdıklarından anlıyoruz ki, korku, ürperti, çekinme gibi duygular daha çok Jelloun'un kendisine ait. Jean Genet'de ise böyle bir şey kesinlikle yok.

Jelloun, kitabın bazı sayfalarında, Jean Genet'nin neden kendisini seçtiğini bilmediğini söylüyor. Dostlukları boyunca çok düşündüğü, bir o kadar da hiçbir sonuca ulaştıramadığı bir soru bu. Sezar'ın hakkı Sezar'a diyerek, Jelloun'un hakkını vermemiz gerekir. Kitap, Jean Genet'yle olan dostluğunu anlatsa bile, Jelloun, kitabın merkezine Genet'yi koyuyor, kendisi de bu merkezin etrafında geziniyor.

Herhangi bir yazarın biyografisini okumak çoğu okur için işin gizemini kaçırabilir. Söz konusu kişi Jean Genet ise kemerlerinizin sıkıca bağlı olduğundan emin olun demekten başka çaremiz kalmıyor.

Banka hesabı olmayan, vergi ödemeyen, hayatın ilk gençlik yıllarını hapishanede geçiren, hırsızlığa doymayan, her türlü pisliğin içinde yaşayan, hijyeni umursamayan, adresi veya herhangi bir şekilde evi, dolabı, kütüphanesi olmayan bu sanatçıya, Jean Genet'ye iyi bakın. Tanıdıklarına kazık atmaktan çekinmeyen, hiçbir şeyden korkmayan, kendisini bildi bileli homoseksüel olan, kafasını koyduğunu yapan, inatçı keçi Jean Genet; iflah olmaz kimsesizlere çok iyi gelecektir. Bu kitapta anlatılanlar, iyi edebiyatla kafayı bozmuş, kuralları hiçe sayan, "Kendinden memnun bir sanatçıya, sanatçı denir mi?" sorusunun altına bir imza da kendisi atan bünyeleri soğuk suyla ıslatıp kırbaçla dövecektir.

Tuna Bahar
twitter.com/tuna_bahar

21 Ağustos 2012 Salı

İnsan olmanın ilk şartı yalnız olmaktır

Bu kitabın çarpıcı bir konusu yok, eşi bulunmaz kahramanları yok, orijinal bir üslubu da yok. Kelimeleri var, içinde huzurla oturabileceğiniz, çok iyi misafir ağırlayabilen kelimeleri var.

Kendi hayatında tek çözümü intiharda bulan Pavese, bu kitabında yalnızlığın ne kadar basit bir olgu olduğunu, büyütmemek gerektiğini vurguluyor. Bu yüzden de olayları çarpıcı olmaktan çıkarıp evinizin sokağında yaşanmışçasına size sunuyor. Öyle ki tek başına sarsıcı olabilecek bir yaşam bile bu kadınların arasında sıradanlaşıyor, yaşamın tek gerçeğine, mutlak yalnızlığın kaçınılmazlığına dönüşüyor.

Bu kitaptaki kadınların hepsinin mutluluk tanımı farklı. Biri isterik bir kadın, biri masum bir aşık, birinin her şeyi para. Kitabın anlatıcı kahramanı ise hepsine ayna tutuyor. Pavese kadınları iyi tanıyor, en gizli duygularını kadınları bile hayrete düşüren bir çıplaklıkla anlatıyor.

Yalnız Kadınlar Arasında yazarın en iyi romanım dediği kitap. Yalnızlıkla ilgili olan diğer tüm kitaplardan farkı bunu dramatize etmeden sadece var olan bir şeymiş gibi yansıtması. Yalnızlık insanlığın en büyük gerçeği. Ama bunu kabullenmeden önce bir de Pavese’nin kelimelerine misafir olmanızı tavsiye ederim, belki her şey o zaman daha kolay olur.

Ümran Kio

Anne sözü dinlemeyenlere

"Annem yıllar önce bana "Bir kadın aramak istemiyorsa, onu asla arama. Bazı kadınlar, sen onları ara diye aranmak istemiyormuş gibi yapabilir. Onları da arama. Aranmak isteyen bir kadını da arama, bırak o seni bulsun," demişti. Annemin bütün öğütlerine uysaydım zaten şimdi bambaşka yerlerde olmam gerekirdi."

Barış Uygur, memleket edebiyatımızın yeni polisiye yazarlarından. İlk romanı da "Feriköy Mezarlığı'nda Randevu" oldu, İletişim Yayınları'ndan çıkıp girdi zihnimize. İyi de etti. Akrobatik cümleler, artık klasikleşmeye yüz tutan bir "polis edebiyatı" ve gözünüzde canlanacak ağlak sahneler hayal ediyorsanız, kırıklığa uğrarsınız. Son dönemdeki "yalın üslup" başarısı gittikçe artıyor. Barış Bıçakçı'dan sonra başka bir Barış olan Uygur da bize sade bir anlatımla neler yapılabileceğini gösteriyor.

"Bu kadarı artık benim için fazla yorucuydu. Zaten böyle bir adamımdır. Orta karar. Hayır, en son söylenecek şeyi en başta söylemem ama en sonda da söylemem. Ya da aslında en sonda söylerim çünkü genellikle söyleyeceğim şeyi söyledikten sonra konuşacak başka bir şey kalmaz."

Şak diye "ben de böyleyim" dedirten anlatımlar var. En azından küçükken mahallede çok fazla hırsız-polis oynayan ve daima "başarılı polis" imajı çizen ben, bu anlatımlardan nasibimi aldım. Annemin sözünü de pek dinlemezdim o zamanlar. Pişman mıyım? Pek bilmiyorum.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

18 Ağustos 2012 Cumartesi

Egosunu koyacak yer bulamayanlara

Benim bütün istediğim, pek yakın bir zaman öncesinin tiplerinden birini herkesin gözü önüne daha açık olarak sermektir.” diyor Dostoyevski kitabının başında. Ama geçmişten birini değil her an yanımızda, odamızda, ruhumuzda olan birini anlatıyor. Yirmi birinci yüzyılın bilgi kirliliği içinde kaybolan, sürekli bir şeyler için koştururken kendini kaybeden sonra da kendini değersiz, işe yaramaz, rezil bir durumda bulan bireylerin toplumdaki yerlerini görmelerini, bazen de bulundukları yerden endişe etmelerini sağlıyor.

Aydın olmak ne demektir? Bu kadar çok şey varken mutlak bir aydınlık söz konusu mu? Egonun sınırları nerede başlar, nerede biter? Karakter bu sorulara çoğu zaman cevap bulamasa da hepimizin zevk aldığı ama kaçındığı şeyi yapıyor: kendini aşağılıyor. Bazen kendimizi herkesten önce aşağılamak en rahatlatıcı eylemdir. Çünkü kendini aşağılamak maskelerden arınmayı, kendi kötülüğümüzün içinde mutlu olmayı gerektirir. Şüphesiz ki burası gün geçtikçe “koşmaktan” yorulan ruhlarımızın saf huzuru bulduğu yerdir. Ama bazen insan kendisiyleyken bile dürüst olmayabilir. Çünkü her şeyi anlamak korkutucudur. Her şeyi anlayan insanın kendine saygısı kalmaz. Bu yüzden de bazen insan egosunu ön plana alarak bundan kaçınmaya çalışır ve sonunda da bu hastalığından kurtulmak için yardım alması gerekir.

Dostoyevski de okuyucularına bu yardımı sunuyor. Aydın olacağım diye kendinden bile uzaklaşan insanları gerçekle yüz yüze getiriyor. Egosunu yere göğe sığdıramayanların ne ile karşı karşıya olduklarına edebi bir ayna tutuyor.

Ümran Kio

15 Ağustos 2012 Çarşamba

Masal dinleyerek dinlenenlere

Şiir yazmaktan daha çok şiir okuyan biri olarak şunu söyleyebilirim ki; İsmet Özel şiirinde "son darbe" olması, kendisini baştacı yapmıştır. Son darbe, şiirin son dizelerinde İsmet Özel'in bizi perişan etmesidir. Bu perişanlık duygusal anlamda kalbimizi büker, dilimizi suskunlaştırır. İsmet Özel, özel bir şairimizdir. Eskiler, "mümtaz bir şahsiyet" ya da "nev-i şahsına münhasır" derlerdi bu tip durumlarda.

"Belki dilimi çözer, aşkımı başlatırım
Aşk yazılmamış olsa bile adımın üzerine
Adımı aşkın üstüne kendim yazarım."

"Bir Yusuf Masalı"nın ilk baskısı 1999'da yapılmış ve bu ilk baskıdaki 1000 kitap numaralandırmıştır. Kısmetiniz varsa zor bir ihtimal de olsa sahaflarda rastlayabilirsiniz. Kitap şu sıralar 15. baskısını yapmıştır. Her baskıda içi sızlayan şiirler yeniden hareketlendirmiş duygularımızı.

"Sızıyı gideren su
Suyun sızladığını kimseler bilmez."

Kitaptaki bölüm isimler şöyledir; Münacaat, Naat, Sebeb-i Telif, Dibace. Bu da bize Divan Edebiyatı'nı hem edebi hem de musiki anlamındaki güzel eserlerini anımsatır. Kitap bazen tasavvufi anlamda ruh iklimimize bahar ayları yaşatır, bazen de kışın soğukluğunu alnımıza yapıştırır.

"Başkalarının aşklarıyla başlıyor hayatımız
Ve devam ediyor başkalarının hınçlarıyla."

"Halbuki aşk, başka ne olsundu hayatın mazereti
Demedim dilimin ucuna gelen her ne ise
Vay ki gençtim
Ölümle paslanmış buldum sesimi."


Baştan sona bir masal anlatır İsmet Özel bize. Dinlemezseniz, ruhunuzu dinlendiremezsiniz.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler