5 Haziran 2012 Salı

Hazin bir hikaye arayanlara

Kanat Kitap çok sevdiğim yayınevlerinden biridir. Tim Parks, Paul Nizan, Howard Norman gibi birbirinden değerli yazarların kitaplarını birbirinden değerli çevirmenler sayesinde Türkçe’ye kazandırmaktadır. Son işleri ise cümlenin tam anlamıyla ülkemizde “Bilinmeyen bir klasik” tir.

Yazarımız 1844 ve 1897 yılları arasında yaşamış olan, kadınların toplumdaki sorunlarını ele alan ilk kadın Fin yazar olma özelliğine sahip Minna Canth’tır. Kendisi daha ortada Finlandiya diye bir ülke yokken Fince yazabilen ve Fin edebiyatının kurucuları arasında gösterilen, şüphesiz döneminin en çok öne çıkan isimlerinden biri olan güçlü bir kadındır. İyi bir öğrenim göre yazar öğretmeniyle evlenmiş, 7 çocuğuyla genç yaşta dul kalmış. Bu dönemde iş hayatına atılarak dükkân işletmiş. Yazdıklarını yayımlatmayı başarmış. Sosyal bir aktivist olan Canth, kadın hareketi konusundaki tutumuyla döneminde büyük tartışmalara yol açan, etkili bir edebi figür olarak tanımlanıyor.

Zola’nın etkisinde kalarak da yazdığı bu roman “Sığlıklar”, az sayfa sayısına rağmen kocaman bir hayatı, Alma’nın hazin hikâyesini etkileyici tasvirlerle açıklıyor. Hikâyedeki kurgunun devamı ise fena derecede Anna Karennina’yı çağrıştıyor; ancak aynı hikâye diyemeyiz elbette. Alma’nın hikâyesini okurken düşünüyorsunuz: 1860’lı 70’li yıllarda kadın erkek ilişkisi, bugünkü Türkiye’de de üç aşağı beş yukarı aynı şekilde tekrarlanıyorsa, medeni anlamda ilerlemeden ve değişmeden nasıl bahsedebiliriz ki?

1964 yılında Jyvaskyla’da doğan, Stockholm Üniversitesi’nde İskandinav Dilleri ve Roma Üniversitesi’nde modern İtalyan edebiyatı üzerine eğitim alan, 1997 yılında eşiyle birlikte Türkiye’ye yerleşen; şair ve heykeltıraş olan çevirmen Riitta Cankoçak’ın orijinal Fince basımından yapılan çeviriyi klasikleri okumayı seven biriyseniz epey beğeneceksiniz. Çünkü bu tecrübe, görülmeye değer doğrusu.

Tuna Bahar

4 Haziran 2012 Pazartesi

Hassas bünyelere

Uzun zamandır bir Emile Ajar kitabı okumayı arzuluyordum. Bilindik üşengeçlik nedenlerinden ötürü bu arzumu sürekli erteliyordum. En sonunda geçen hafta gerekli işlemi yaptım ve bu büyük yazarın önemli eserlerinden biri olan Onca Yoksulluk Varken’in sayfaları içinde birkaç gün yaşadım.

Yaşadım diyorum çünkü nedeni basit: Kitap o kadar gerçek ki, içinde yaşadığımız, an be an nefes alıp verdiğimiz bu dünya yalan / sahte kalıyor yanında. Şatafattan uzak, sadelikten merkezli, sözünü esirgemeden bağıran, gerektiğinde fısıldaşan cümleler, paragraflar...

Biraz yazardan bahsedelim. Romain Gary, asıl adıyla Roman Kacew olan yazardır. Fransa’da yazarların sadece bir kez alabildikleri Goncourt Ödülü’nü iki kere kazanmıştır. Ödülü bir kez kullandığı isim olan Romain Gary, bir kez de herkesten sakladığı Émile Ajar adıyla kazanmıştır. Takma ismi olan E. Ajar’ı da, 1979’da karısının şüpheli ölümünden bir yıl sonra kendisini tabancayla vurmadan yazdığı intihar mektubuyla açıklamıştır. Özellikle intihar mektubunun son iki cümlesi Hakan Günday’ın da Piç kitabında geçmektedir. “Çok eğlendim, teşekkür ederim. Hoşçakalın.

Paris’te geçen roman Onca Yoksulluk Varken’in baş karakteri 10 yaşında, annesinin ve babasının kim olduğunu bilmeyen Arap milletinden Momo’dur. Babası zamanında Momo’yu, bir zamanlar çok iyi hayat kadınlığı yapan şimdilerde ise hayat kadınlarının çocuklarına bakan Madam Rosa’ya bırakmış. Hikâye Momo’nun ağzından anlatılarak savaş dönemi tahribatını, insan psikolojisinin karmakarışıklığını, Batı’nın dayattığı mutsuzlukları, ötekileştirilenleri, ve hepsinden de önemlisi “ötekileştirilenleri yoksulluğu” üzerinden hayat yoksulluğunu anlatıyor. Hayat yokulluğu; birlikte yaşadığımız insanlara ne kadar değer verdiğimizi, onları bırakmak zorunda kalsak bile seçimimizi yapıp sorumluluğu üstlenmemizi ahşap bir kazıkla kalbimize sokuyor! Yazarımız Momo’yu öyle güzel konuşturuyor ki, böyle cevaplar verebilen biri olmayı dahi arzuluyorsunuz. O zaman Momo’nun ağzından bir paragrafla kitabın ne kadar hassas bünyelere iyi gelebileceğini özetleyelim:

“Madam Rosa’nın sadece ay sonunda gelen bir havale için bana baktığını önceleri bilmiyordum. Bunu öğrendiğim zaman artık altı ya da yedi yaşımı doldurmuştum, parayla bakıldığımı bilmek beni iyice sarstı. Madam Rosa’nın beni bedavaya sevdiğini, birbirimiz için bir anlam taşıdığımızı sanıyordum. Bütün bir gece ağladım; ilk büyük kederimdi bu.”

Tuna Bahar

31 Mayıs 2012 Perşembe

Hem tarihe hem de sırlara vakıf olmak isteyenlere

Türkçeye şu ana kadar sadece "Gölün Sırrı" romanıyla çevrilen 1967 Doğu Berlin doğumlu yazar ve yönetmen Jenny Erpenbeck, işini hakkıyla yapan insanlardan. 

Kendisi hakkında hiçbir Türkçe kaynağa ulaşamadım. Ayfer Tunç'un "Jenny Erpenbeck - Gölün Sırrı son on yılların romanı" tweeti dışında...

Gölün Sırrı, yayım yönetmeni Levent Yılmaz'ın da dediği gibi 20. yüzyılın sürekli gelişen ve yeni şeyler denenen roman dünyasındaki deneysel çabaların bir ürünü. Kitabın adı her ne kadar "Gölün Sırrı" olsa da, aslında Berlin yakınlarındaki bir ormanın içindeki evin hikâyesidir okuduğumuz. Bu ev elbette bahsi geçen gölün kıyısındadır. Bu özel ve öyküsü bol evde yaşanmışlıklar ardı ardına gelmektedir, gelecektir, kitabın sonuna kadar değişmeyen tek kişi evin "Bahçıvan"ıdır. 

Erpenbeck, sadece bir ev hikâyesi anlatmakla kalmıyor, aynı zamanda 3. Reich, Nazizm, Doğu Almanya tecrübesini de sayfalara satır satır yediriyor. Uzun araştırmaların sonucu olan kitap bazı olayların anlatımı sonlanırken sarsıcı bilgileri de içeriyor: 

"Hava savaşının ilk kuralı saldırırken güneşi her zaman arkana almaktır." 

"Macera dediğimiz şey, her zaman insanın cesaretle bir bilinmezin içine atılmasıdır." 

"Mizah, insanın her şeye rağmen gülebilmesidir." 

"Kelimeler sahipsiz kalıp, yalnız bir tesadüf eseri mi buraya, onun kafasının içine düştüler yoksa hakikaten ona mı aitler?"

"Anıları artık kimin anıları? Kapkara zaman hep böyle akıp gider mi, insan hiçbir şey yapmadan, öylesine otururken, zaman akıp gider ve taşlaşmış bir çocuğu bile çekip götürür mü elinden tutup?" 

"Doris  şimdi bu pürüzsüz sessizliğin ve boşluğun ortasında, her şeyin var olduğu bir zamandan kalan anılara çarpıyor başını." 

Erpenbeck'in bu romanı modern dünya yazınıyla geleneksel değerleri bir araya getirdiği için ayrıca dikkat çekmiştir. Böyle iyi edebiyat bizde satmadığı(!) için korkumuz bu kitabın da baskılarının depolarda çürümesidir.

Tuna Bahar

29 Mayıs 2012 Salı

Arayışın kitabı

Baudolino, zekası, yaratıcılığı ve uslanmaz yalancılığı olan bir çocuk. İtalyan’ın güneyindeki bir köyde yaşarken, atıyla o sırada savaş halinde olduğu italya’nın, bir kasabasının çevresinde gezen Alman imparatoru Friedrich Barbarossa’nın gözüne girer ve onun manevi oğlu olur. Yaşı biraz büyüdüğünde Baudolino’nun, imparatorun eşi, manevi annesi, Betarix’e aşık olması saraydaki yaşamını değiştirir ve asla ulaşamayacağı aşkından uzaklaşmak için babasını, Paris’te eğitim alması yönünde ikna eder. Zaten olaylar da Paris’te eğitim aldığı yıllarda başlar. İmparatorluğun başrahibinin, ölürken Baudolinoya, vasiyet ettiği Rahip Johannes’in kayıp krallığını bulması isteği, Baudolino büyüdükçe onunla büyür ve yaşamının anlamı olur. Paris’te kendisi gibi maceraperest birkaç arkadaşı ile İmparator Friedrich Barbarossayı 3.Haçlı seferi için ikna ederler. İmparator, kutsal şehir Kudüs’ü alacak; Baudolino ve dostları ise doğuya, kimsenin yerini tam olarak bilmediği, rahibin “Cennet Ülkesine” doğru yola çıkacaklardır.

Avrupa’nın içlerinden başlayıp Bizans surlarında devam eden ve Asya bozkırlarına kadar süren bu yolculuk, bir yolculuk olmaktan öte içinde barındırdıklarıyla başlı başına yaşamın kendisi aslında. Eco, bizlere anlattıklarıyla da bir anlamda tarihin resmi ve gayri resmi yönünü vurgular, “tarih nasıl oluştu?” sorusunu sordurur her birimize. Ortaçağ öncesi Avrupasında, papalık ile imparatorluklar arasındaki iktidar mücadelesiyle, aynı dönem Bizans İmparatorluğundaki taht mücadelelerini ve yağmalanan Kosntantinapolis’i anlatır.

Kitaptaki karakterlerin her biri yolculuğun başında bir hayal ile yola çıkar. Bir arayıştır onların bu yolculuğu. Abdül’ün, adına şiirler yazdığı ve bilinmeyen çok uzak diyarlarda yaşayan sevdiğinin orada olduğunu düşünmesi; Solomon’un on iki kayıp kabileyi orda bulacağına inanması; Baudolino’nun yeryüzü cenneti…

Kitap, bir arayış içindeki bu dostların serüvenlerini anlatırken, aynı zamanda değişimi de çaktırmadan kulağımıza fısıldar. Yıllarca süren yolculuk, her birini başlangıçtaki hallerinden daha farklı yapmıştır ve hepsi bu yolculuğun sonunda değişmiştir. Arayış, aranan şey bulunduğunda veya bulunamadığında oluşan bir boşluğu ima ederken, Umberto Eco, aslında insanın içindeki arayışın hep yenileneceğini, insanın kendisine her zaman ulaşacak bir hedef koyacağını da söylemekten geri durmaz.

Ozan Şen

28 Mayıs 2012 Pazartesi

Kaderini kim merak etmez ki?

Soluk soluğa okunan ve aynı şekildeki kurgusuyla okuru oturduğu yere mıhlayan bir kitaptır “Kader”.

Kanat Kitap tarafından Türkçe’ye değerli çevirmen Roza Hakmen sayesinde kazandırılan bu kitabı geçtiğimiz yıl Ayfer Tunç, “Edebiyatın Ölmediğini Kanıtlayan 5 Roman” arasında göstermişti. (Diğer 4 roman: Uwe Timm – Morenga / Milan Kundera – Ölümsüzlük / Vladimir Makanin – Underground / Arnon Grunberg – Tirza)

10 bölüm ve 232 sayfadan oluşan kitabın ilk cümlesi yazarın Thomas Bernhard hayranı olduğu ve nasıl bir kitapla karşı karşıya kaldığımız hakkında önemli bir ipucu içeriyor:

"İngiltere’ye döndükten üç ay kadar sonra, kitap halinde bir araya getirildiğinde saygın bir meslek hayatını bir şahasere dönüştürecek olan –itiraza katiyen yer bırakmayacak kadar kapsamlı ve nihai bir kitap yazmayı planlıyordum- malzemeyi toplamayı nihayet toparlamışken –tek can sıkıcı eksik, Andreotti’yle yapılacak röportajdı- tesadüf bu ya, Knightsbridge’de, Rembrandt Oteli’nin resepsiyonunda, bir bakıma hem bir alandaki başarılarımı hem de bir diğerindeki başarısızlıklarımı simgeleyen bir yerde durduğum sırada, oğlumun intihar ettiğini telefonla haber aldım."

Kader” deki kaos ortamı da bu ilk cümleden sonra başlıyor. Ancak yazarın bir anda yüklenmeyip de, beklete beklete, sindire sindire ilerlemesi heyecanımızın daha da uzamasını ve kitabın sonraki sayfalarını daha da merak etmemizi sağlıyor. Bu tarz hem zor ve uzun cümleler kurabilmek hem de bilinç akışı tekniğiyle yazılan (İngiliz gazeteci Chris Burton’ın kendi ağzından anlatılan hikâye) cümleler metnin akıcılığını güçlendirmekle beraber, kaliteli bir roman ve kaliteli bir çeviriyle karşı karşıya geldiğimizi ispatlıyor.

İyi bir okuyucunun istediği her özelliği sağlayabilen kitapların yazarı olmayı başarmış Tim Parks'ın “Kader”i bitince, "Europa”, “Sevgili Mimi”, “Mimi’nin Hayaleti” sırada sizleri bekleyen diğer Parks kitapları olacaktır.

Tuna Bahar