11 Mayıs 2012 Cuma

Umutsuz bir yolculuktan umutla dönmek isteyenlere


Her gün kendini öldürme fikriyle geçen bir çocukluk, sürekli “gitme” arzusuyla yaşayan bir kız çocuğu, evden uzaklaşmak için yapılan bir evlilik ve soğuk hastane odaları...

Neden bunalımları çözümleyemiyoruz? Neden dost olmadan, erkek-kadın, karı-koca olmaya çabalıyoruz?” diyor Tezer Özlü Çocukluğun Soğuk Geceleri kitabında. Bunu sorgularken de bir yandan her cümlesiyle bir kadının bunalımını çözümleyip okurun üstüne atıyor. Sanki “ben başa çıkamadım, sen olsan ne yapardın?” dermişçesine...

Çocukluktan biriktirdiğimiz anılar dizimizdeki, çenemizin altındaki yara izleri gibi, kendi geçse de izleriyle yaşamak zorunda bırakıyor bizi. Tezer Özlü de o anıları farklı hastanelerde, aynı ilaçlarla, aynı elektroşoklarla biriktirmiş usta bir yazar.

Hastanelerin insanları iyileştirmediğini, aksine daha da kötü bir hale getirdiğini savunuyor. Çünkü ona göre “sinir hastalığı da bulaşıcı bir şey. Hem öyle mikrop almakla değil, bir insanın umutsuzluğunu derinden algılamakla bile geçebilir.

Özlü’nün umutsuzluğu onunla birlikte çıktığınız bu ufak yolculukta size geçiyor. Ama kitabı bitirince bu yol arkadaşından size kalan tek şey her şeye rağmen sonunda “güzel” olanı bulma umudu oluyor.

Bizi saran sıcaklığın. Soğuyan gecelerin. Ve geceleri bürüyen yıldızların. İki insanın sarılarak geçirdiği bu sarsıntı özü olmalı evrenin. Sonsuza dek varan, var eden, yaşatan, yaşamı ileri doğru devreden bu birleşme.

Ümran Kio

En değerli ahbabı sükut olanlara

Nurullah Genç, özellikle 1980-1990 yılları arasında doğanlar için hiç yabancı gelmeyecek bir isim. Özellikle lise yıllarımızda hepimiz onun şiirlerini incelemiş, ezberlemeye gayret göstermişizdir.

1960 Erzurum doğumlu şairin şiirlerinde sıklıkla yalnızlık ve aşk temalarını görmek mümkün. Hepimizin, güneşin karşısında dayanamayıp eriyen dondurma misali evlerimizden çıkmadığımız, içimize döndüğümüz ve biraz sakin, sessiz, kendimizle yaşamak istediğimiz zamanlar olmuştur. İşte bu zamanları doyuracak bir külliyat Mahrem ve Münzevi.

Külliyat diyorum zira Timaş Yayınları bu ciltli kitapta Nurullah Genç'in tüm şiirlerini toplamış. 700 sayfayı aşan şiirlerin altını çizmeden, tekrar tekrar okumadan geçmek zor. Özellikle okuyucu, kendi duygularına karşılık gelen dizeleri yakaladığında kitabı kapatıp dakikalarca düşünce deryasına düşmesi aşikar.

Bu dizelerden bazıları:

"Köy pınarında hicran damıtan güvercinler"

"Korkular ki, kırmızı bakışlıdır her akşam"

"Gözlerim kıvılcımlar dergahı, yaşsızdır ey"

"Sükut en değerli ahbabım"

"Her vagon efkarlı bir uzun hava"

"Yürüyorum; mezarım oluyorsun ansızın"

"Gel, rüya toplayalım bu esrarlı geceden"


1987'den bu yana birçok ödül alan Nurullah Genç'in şiirleri, kendi mahremiyetine dönüp münzevi bir hayata kapı aralayan şiir severlerin ruhlarına hitap ediyor.

Yağız Gönüler

3 Mayıs 2012 Perşembe

Küçüklüğünde haylazlık yapıp hala canı sıkılanlara

“Tanrı insan kılığına girse ve can verse, dünyada neler olurdu?”

Bu sorunun peşine düşen haylaz bir çocuk geldi gözümün önüne. Kitabın sayfalarını birbiri ardına takip edişim bu haylaz çocuğun en sonunda ne cevap vereceğiydi. Aslında cevabı okurlara bırakan yazar bu romanında, birbirininden farklıymış gibi görünen, ironi yüklü, çaresiz insan hikâyelerinin anlatıldığı, kontrolden çıkmış bir dünyanın üyelerini resmediyor.

Dünyanın bir köpeğe tapınışını, tanrı öldüğü için bir rahibin kendini köprüden atışını, Çocuklara Tapmayı Önleme Derneği’nin kuruluşundan önce on kişinin bir araya gelerek birbirlerine iyilik yapmasını; başlarına silahı dayayarak tetiğe basmalarını, tanrının cesedini yiyen yabani köpeklerin son üyesiyle yapılan bir söyleşiyi kitap bir arada tutuyor ve okurlarına şu manzaralı bir macera yaşatıyor: Herkes piknikteyken, yeşilliklerin içinde, mangallar hazırlanmış, hamaklar kurulmuş, karpuzlar soğuk suya bırakılmış, park halindeki arabaların kapıları açılarak müziğin yayılması sağlanmış. Derken bir anda güneş sönmüş ve kara bulutlar tüm dünyayı kan yağmuruna tutmuş. Uzaklardan alev topları evlerin çatılarını yıkmaya başlamış, fay hatlarının oynamasıyla depremler oluşmuş, dev dalgalar kıyı bölgelerini yutmuş. Kitap böyle vahli bir karnavalın belki de bir anlamda kıyametin haberciliğini yapmış.

Küçüklüğünde bol bol haylazlık yapıp bununla yetinmeyen, belki de işi bir dönem benim gibi piromanlığa kadar vardıran herkese çok iyi gelecek bir kitap Tanrı Öldü.

Tuna Bahar

26 Nisan 2012 Perşembe

Gerçek aşk, gelip geçici bir duygu değildir


"-Ama sonunda kaybeden siz olmuşsunuz.
-Kayıp mı? Kaç kişi böylesine sevebilmiştir dünyada?
-Ama kucağında bir kucak korla kalan siz olmuşsunuz.
-İyi ya, boş değil kucağım.
-Ama yandınız, kül oldunuz.
-Ama vardım, kül bunun kanıtı.”

Bir aşk insanı ne kadar yakar? Ne kadar uzun sürer acısı? Aslında unutmak diye bir şey yok, hepimiz öyle olduğuna inanıyoruz o kadar. Ayfer Tunç, "Suzan Defter" de unutulmayan bir aşkı iki farklı günlük sunarak anlatıyor. Bir tarafta hayatının saman çöpü kadar değeri olmadığına inanan bir adam, diğer tarafta “üç kişilik bir aşk hikâyesi.

Tarihler aynı, anlatıcılar farklı. Kitabın sol sayfalarında hayatı yaşayamamış, aşkın gölgesinden bile geçememiş bir adamın, sağ sayfalarında ise dahil olan herkesi yakıp kavurmuş bir aşkın mahremine giriyorsunuz.

Aşkı yaşayıp her gün acısıyla nefes almak mı daha kötü, yoksa saman çöpü değerinde bir hayat yaşayıp kucağı bomboş olarak zamanın geçmesini beklemek mi?

Ayfer Tunç “Hikâyeye gerçek kadar üzülmemiz gerekmez, inansak bile.” dese de Suzan’ın aşkının hepinizin içini en az kitabın kahramanları kadar yakacağına eminim.

Bazen hayatta hiçbir şey olmaz, ama yine de bir yanınız mutsuzdur, ağlamak içinizi boşaltmak istersiniz. Bu aralar tam da bu ruh halindeyim, ağlayarak rahatlamak istiyorum diyorsanız tek ihtiyacınız olan şey Suzan Defter. Kim bilir belki de böylesine bir aşka tanık olmak sizin unutamadıklarınızın acısını da dindirir, çünkü bazen yüzleşmek en etkili unutma biçimidir.

Not: Kitap okurken sürprizlerden hoşlananlardansanız kitabın önce sol sayfalarını sonra sağdakileri okumanızı öneririm.

Ümran Kio

22 Nisan 2012 Pazar

Yarım kalan bir şeyler arayanlara

Hayatta hepimizin yarım bıraktığı şeyler olabilir. Eğitim, iş, aşk veya başka herhangi bir şey. Hakan Günday'ın bu romanı her ne kadar bir gençlik romanıymış gibi dursa da, buram buram hüzün kokuyor. Evet yanlış duymadınız, Hakan Günday ve hüzün...

"Dibe vurmak diye bir şey yok. Çünkü dünyanın dibi yok. En fazla yerin dibine geçerim, oradan da girer dünyanın öbür tarafından çıkarım."

1.baskısı Ekim 2003'te yayınlanan "Piç", Barbaros, Hakan, Afgan ve Cenk'in maceralarını anlatıyor. Buradaki "macera" kelimesi size çok keyifli gelebilir ama öyle değil. 4 karakterin de yitik duyguları, bitik hayalleri var. Yarım kalmış öyküleri var. Okuduğunuzda siz de kendinizden er ya da geç bir şeyler bulabileceksiniz bu yıkık dökük öykülerde.

"Hayat seni öyle bir noktaya getirir ki kendini sevdiklerinle savaşırken ve nefret ettiklerinle sevişirken bulursun. Üzülürsün. Pişman olursun. Sonra biraz zaman geçer ve tersinin bu dünyada işlemediğini anlarsın."

Sanırım bu son alıntı, kitabın da özeti. Günler geçiyor, dengeler değişiyor. Hatta duygular değişiyor. Bazen hangi zamanlarda nasıl duygular hissedeceğimizi bile bilemiyoruz, karar veremiyoruz, yalpalıyoruz. "İmdat!" diye bağıramıyoruz, içimize atıyoruz ve konuşmak istediklerimiz yankılanıyor içimizdeki duvarlarda.

"Piçlerin babalarıyla olan ilişkileri mezar taşı kadar soğuk, yeni dökülmüş kan kadar sıcaktır. Hayal kırıklıkları hayat kırıklıklarına dönüşür ve piçlerle babaları sonsuza dek ayrılırlar."

Hem piçtiler, hem de hiçtiler. "Aslında" buram buram hüzün kokan bir roman. Geceleri okuyunuz...

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler