21 Kasım 2024 Perşembe

Ertuğrul Osman Efendi'nin 20. yüzyıl hatıraları

Sultan II. Abdülhamid’in torunu Ertuğrul Osman Efendi’nin, 2009’da vefat etmeden önce kaleme aldığı hatıraları, Yapı Kredi Yayınları’ndan okurla buluştu. 1912’de İstanbul’da doğan, 1994 yılında ‘Hanedan Reisi’ sıfatını alan şehzade Ertuğrul Osman Efendi’nin, büyükbabası II. Abdülhamid’in saltanatının son yılları ve 1924’te hanedan mensuplarının Türkiye’den ayrılmalarıyla başlayan kitap, Ertuğrul Osman Efendi’nin Viyana, Paris ve New York’ta geçen yaşamı ile son yıllarında Türkiye’ye dönüşü anlatılıyor.

Ertuğrul Osman Efendi, eşi Zeynep Tarzi Osman’ın teşvikiyle yazdığı hatıralarında 20. yüzyıl içinde soylu sınıfın modern zamanlardaki hayat tarzını; dünyanın birbirinden şöhretli iş, sanat, spor, siyaset ve kültür simalarını esprili bir dille aktarıyor. Kitapta 1915 Olayları, Hilafetin kaldırılması ve sürgün, Cumhuriyet, devrimler ve özellikle Türkiye’nin temel meselelerinden bahisler bulunuyor. Afşin Yurdakul’un Türkçeye kazandırdığı Ertuğrul Osman Efendi’nin hatıraları, Cumhuriyet’in ilk yüzyılı geçerken Osmanlı hanedanının serencamını gözler önüne seriyor.

Ömer F. Oyal’ın yayına hazırladığı kitabın başındaki takdim yazısı Koç Holding Yönetim Kurulu Başkanı Ömer M. Koç’un imzasını taşıyor. Ömer Koç, son yıllarında yakından tanıdığı Şehzade Ertuğrul Efendi hakkında “Kâmil insan tâbiri bence Osman Efendi’yi pek güzel târif ediyor. Hoş sohbet ve nüktedan olan Efendi hazretleri, eskilerin deyimi ile tam meclis-ârâ idi” ifadelerini kullanıyor. ‘Mohikanların sonuncusu’ olarak tanımladığı Ertuğrul Osman Efendi için “Türkiye’ye ilk defa 72 sene sonra zevcesi Zeynep Tarzi’nin teşvîk ve telkîni ile 1992 senesinde gelen Ertuğrul Osman Efendi gerçek bir vatanseverdi. Hiçbir devletin tâbiyetine girmemiş, adına düzenlenen şahsî seyâhat evrâkı ile seyahat etmiştir. Cumhuriyet’in kazanım ve devrimlerini her zaman gerçekçi bir yaklaşım ile değerlendirmiş ve ‘Cumhuriyet belki âilemiz için kötü ama memleket için çok iyi oldu’ diyebilme erdem ve olgunluğunu göstermiştir.” diyor.

18 Ağustos 1912’de İstanbul’da doğan ve saray terbiyesi almış son Osmanlı şehzadelerden biri olan Ertuğrul Osman Efendi, isminin büyük babası Sultan II. Abdülhamid tarafından verildiğini söylüyor. Ertuğrul Efendi hatıralarında, dedesi II. Abdülhamid hakkında parlak zekalı, ciddi, fazlasıyla nazik, okumaya meraklı, sanat, bilim ve dünya meseleleriyle oldukça ilgili, atlara sevdalı, iktisatlı, henüz tahta çıkmadan bile hayli varlıklı biri olduğunu, her şeyi kendi yapmayı sevdiği söylüyor. Ertuğrul Efendi, annesi ve ağabeyiyle, II. Abdülhamid’i Beylerbeyi Sarayı’nda ziyaretlerini ve o günün hüzünlü atmosferini şu sözlerle anlatıyor: “Hafızamda yer eden bir başka hadise de o sıralar Beylerbeyi Sarayı’na kapatılmış olan büyükbabamı iki defa ziyaret edişimizdir. Yalıdan ayrılmadan önce evin kadınlarının çoğu ve evin erkeklerinden bazıları etrafımıza toplandılar; yanaklarından akan yaşlarla bizleri kucakladılar. Sanki öpücüklerini Boğaz’ın karşısına taşıyıp hizmetinde oldukları sevgili efendilerine teslim etmemizi diliyorlardı. Hayatlarının büyük bir bölümünü Abdülhamid’in sarayında geçirmişlerdi; bize nasıl davranacağımızı, nerede oturacağımızı, ne söyleyeceğimizi, ne zaman söyleyeceğimizi öğretmeye çalışıyorlardı. Bizimle birlikte gelebilmek için canlarını verirlerdi, Abdülhamid onlar için hem başlangıç hem de sondu.

Şehzadenin hatıratının sonsöz sayfalarında ise 84 yaşında bulunan Zeynep Tarzi Osman, hem mensubu olduğu Afganistan kraliyet ailesini hem de eşi Ertuğrul Osman ile ilişkilerini anlatıyor. Zeynep Tarzi, “hayatımın en güzel hadisesi” dediği Osman Efendi’nin aydın, açık fikirli, mütevazı, nazik, zevk sahibi, maharetli bir marangoz olmakla birlikte çok iyi çello çaldığını ve Wagner delisi bir müzik tutkunu olduğu ifade ediyor. Osman Efendi’nin Amerikan futbolunu ve beyzbolu sevdiğini aynı zamanda “Ben Bursa’dan geldim Bursasporluyum” dediğini aktarıyor.

Annem bizi Beylerbeyi Sarayı’na götürdüğünde büyük bir merasimle büyükbabamın huzuruna alındık. Büyükbabam bir kanepenin ucuna tek başına oturmuştu; bir erkek ve bir hükümdar olarak, annemi karşılamak için alışılagelmiş kibarlığıyla ayağa kalktı. Bizi öptü ve yanına oturttu. Bunca zaman sonra bile, her nasılsa, sakalının yüzümde bıraktığı hissi hâlâ hatırlıyorum. Sanırım sıradan bir büyükbaba olsaydı kısa süre içinde her şeyi unutmuş olurdum. Halbuki bizleri kucaklayan, 33 sene boyunca koca bir imparatorluğu idare etmekle, tarihe devasa biz iz bırakmakla kalmayıp zamanın efsanevi bir şahsiyeti haline gelen şöhretli birisiydi.

Ertuğrul Osman Efendi, Sultan II. Abdülhamid’in en sevgili oğlu Mehmed Burhaneddin Efendi’yi müzik ve seyahat tutkunu şatafatlı hayatı seven bir şehzade olarak anlatıyor. Burhaneddin Efendi için “Babam fevkalade bir piyanist, tam tekmil bir müzisyendi ve hayatında müziğin çok büyük rolü vardı. Hatta en çok ilgilendiği mevzu müzikti, ömrü boyunca da bu böyle kaldı. Şayet bir hükümdarın oğlu olmasaydı, zamanın en büyük piyanistlerinden biri olabilirdi.” diyor.

Sultan II. Abdülhamid’in tahttan indirildikten sonra şehzade Burhaneddin Efendi ailesi ile Yıldız Sarayı’ndan ayrılarak Yeniköy’deki yalıya taşınır. Ertuğrul Osman Efendi ve ağabeyi Mehmed Fahreddin Efendi’nin çocukluğu da Boğaziçi’nde geçti. Ertuğrul Osman Efendi, seyahate oldukça meraklı babası Burhaneddin Efendi ve annesi Aliye Melek Nazlıyar Hanım’la 1920 yılında ağabeyi ve kendisinin eğitimi için Viyana’ya gitti. Cumhuriyet’in ilanı ve ardından hanedan mensuplarının vatandaşlıktan çıkartılmalarıyla birlikte de uzun yıllar yurtdışında yaşadı. 1921’de Burhaneddin Efendi ve Aliye Melek Nazlıyar Hanım boşandı. Viyana’da ve Paris Siyasal Bilimler Enstitüsü’nde eğitim gören Ertuğrul Osman Efendi, 1933’te babası ve ağabeyiyle birlikte ABD’ye yerleşti. 1952 yılında kurduğu Kanada merkezli madencilik şirketini 1980’lerin başında emekli olana kadar işletti.

Atatürk’ün yaptığı devrimler ve genç Cumhuriyet’in kazanımlarından da bahseden Ertuğrul Osman Efendi, özellikle harf inkılâbının kültürel bir kopuşa neden olduğunu söyleyerek eleştiriyor. Latin Alfabesine ani geçiş yapıldığı, bu değişikliğin dil ve edebiyat üzerindeki etkisinin göz ardı edildiğini şu sözlerle ifade ediyor:

Dil ve harf devrimiyle birlikte okur yazarlık oranı neredeyse on kat arttı ama ülkenin eski edebiyat ve kültürle irtibatı da koptu… Latin alfabesinin kabulü başlı başına kötü bir şey değildi. Ama aceleyle yapılması, bu değişikliğin dil ve edebiyat üzerindeki muhtemel etkisine hassasiyet gösterilmeyişi, geleneksel Türk kültürüne büyük zarar verdi. Geçiş kademeli yapılmış olsaydı, zarar çok daha az olurdu.

3 Mart 1924’te TBMM’de hilafetin ilgası ve hanedan üyelerinin yurt dışına çıkarılması kararı verilir. Ertuğrul Osman Efendi hatıratında sürgün haberini aldıkları esnada yaşadıklarını şöyle anlatıyor:

Babam uzun seyahatlere çıkacağı vakit maiyetindekiler için Viyana’daki Miessl & Schadn Oteli’nde büyük bir süit kiralar, bizler de okulun tatil olduğu pazar günlerimizi burada geçirirdik. Halife Abdülmecid Efendi ile birlikte bütün ailemizin İstanbul’dan sürgün edildiği haberi bize ulaştığında ağabeyim ve ben bu otelde kalıyorduk. Haberin tüm haneyi altüst ettiğini söylemeye hacet yok. Hiçbirimiz ülkemize ne zaman dönebileceğimizi ya da dönüp dönmeyeceğimizi bilmiyorduk. Havadisler üzerine ev halkı hayli gözyaşı döktü, hayıflandı, birkaç sene evvelinin en alelade hatıraları bile bir anda büyük bir hasretle yâd edilir oldu. O zamanın Türk evlerinde hizmetkârlar asla emekli olmaz ve işten çıkarılmazdı. Herkes ömrünün sonuna kadar o çatı altında yaşardı. Bu sebeple bizim evde de ağlayıp ağıtlar yakan bir yaşlı kadınlar güruhu peyda oldu.

Ertuğrul Osman Efendi, Avrupa’da ve Amerika’da geçen yılların ardından ilk kez 1992’de eşi Zeynep Tarzi Osman ile Türkiye’ye geldi. 2004 yılında Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı oldu. İstanbul’dan Avrupa’ya ardından Amerika’ya ve yeniden İstanbul’a uzanan yaklaşık bir asırlık hayat serüvenine dair hatıralarda Ertuğrul Efendi’nin 72 sene sonra geldiği Türkiye ve İstanbul izlenimleri de yer alıyor. Dolmabahçe Sarayı ziyaretini, Kuşadası’nda geçirdiği yaz tatilleri, hanedan üyeleri, yakın çevresi ve dostlarından bahsediyor. Bunca sene sonra Türkiye’ye geldiğinde bambaşka hisler taşıdığını söyleyen Ertuğrul Osman, “İstanbul’da doğmuş olmama rağmen neredeyse ilk kez hakiki olarak gördüğüm bu şehir bana yabancı gelmedi. İlk defa gördüğüm hayret verici manzara, âdetler ve insanlar tamamen tanıdıktılar. Altmış seneden uzun bir süredir İstanbul’u görmemiştim ama kendimi evimde hissediyordum. Belki de şuur altımdaki şeyleri hatırlıyordum, belki de buranın kendi ülkem olduğunu idrak etmem bir dejavu hissi veriyordu” diyor.

Rüveyda Okumuş
twitter.com/ruveyda_okumus

20 Kasım 2024 Çarşamba

Cumhuriyetin dinle alakalı meselelerinin tasviri

İsmail Kara Hoca 2024’ün başlarında oldukça kapsamlı ve hacimli bir eser neşretti: Resimli Cumhuriyet Din Kitabı. (Yazının devamında RCDK olarak yazılacaktır). Elbette ki bu kitap bir-iki yılda yazılacak bir eser değil. Üç cilt ve 1200 kadar sayfadan oluşan ve büyük boy neşredilen kitabın yazılmaya başlaması bile 15 yılı buluyor, hocanın dediğine göre. Tabii bu resimli/fotoğraflı bir eser olduğu için mevcut kullanılan görsellerin toplanmaya başlaması herhalde bir 40 yılı buluyordur. Daha önceki kitaplarının ve bu kitabının da gösterdiği üzere İsmail Hoca çok iyi bir arşivci ve hangi gazete kupürünün, hangi basın demecinin, hangi karikatürün, hangi fotoğrafın, hangi levhanın kendi işine yarayacağını çok iyi ayırt ediyor ve hemen arşivine katıyor. Sonrası böyle geniş kapsamlı ve nitelikli bir eser olarak biz okurların ve araştırmacıların önüne seriliyor.

Bu kitap, özellikle cumhuriyet tarihinde (1923 sonrası) dinin devlet politikası olarak, halkça, kurumlarca ne olarak görüldüğü, nereye oturtulmaya çalışıldığı, nereden nereye getirildiğini görseller ve yazılarla incelemeye çalışıyor. İsmail Hoca’nın dediğine göre bütün ciltler üçte bir görsel ve üçte iki yazı olarak planlanmış ve uygulanmış. Yine hocanın dediğine göre ilk okuma görsel incelemesi ve görsel altı yazıların takibi şeklinde yapılabilir. Ben düz bir okumayı tercih ettim. Böyle daha iyi verim alacağımı düşündüm. Ama kitabın hacmini çok bulanlar sadece görselleri detaylıca inceleyip altındaki açıklamaları okusalar dahi kafalarında bir şema oluştururlar. Kitabın ismine boşuna “resimli” ifadesi konulmamış yani.

Sunuş, Giriş ve Dizin hariç on üç kapsayıcı başlıktan ve yetmiş alt başlıktan oluşuyor RCDK. Aslında bu yetmiş başlığa ana başlık, on üç başlığa da daha kapsayıcı başlık diyebiliriz. Çünkü bu yetmiş başlığın altında da ara başlıklar var. Şunu söyleyebilirim: Elbette bu üç cilt bir bütünü oluşturuyor ama bu kitap nasıl ki sadece görseller üzerinden okunabilirse, sadece merak edilen başlıklar da açılıp okunabilir. Çünkü kabul edelim ki güncel siyasetin hep sıcak tuttuğu ve halkın daha çok merak ettiği ve artık magazinleştirilmiş başlıklar da var kitapta. Mesela halka sokak röportajlarında sık sık sorulan “Lozan Anlaşması zafer mi hezimet mi?” sorusunun cevabını merak edenler direkt o başlığı okuyabilir. Ama bu bence son tahlilde eksik bir okuma olur. Çünkü bir bütün bu kitap. İsmail Hoca ikinci cildi birincinin, üçüncü cildi ikincinin bittiği yerden başlatmış, sayfa numarası olarak. Bu bile üç cildin sağlam bir bütünü ifade ettiğini gösterir. Sadece demek istediğim, kitap aktüel okumalara da gayet uygun.

Kitapta hocanın önem verdiğini fark ettiğim ve kendimce önemli görünen anahtar ifadeler/noktalar bulmaya çalıştım ve birkaç tane tespit edip kitabı bunlar üzerinden okumaya çalıştım. Mesela “halk Müslümanlığı”, “bütün inkılâplar dinle ilgilidir” tespiti, “darbe dönemleri dâhil Türkiye’de dindarlar dâhil herkes devletçidir” gibi yargılar. Bunlar ilk bakışta önem verdiğim ve hocanın nasıl işlediğini önemsediğim konular oldu. Bu kavramlardan yola çıkarak özellikle ilk ciltte İsmail Hoca, Lozan Anlaşması, Türk usulü lâiklik, inkılâpların din adamları, şeyhler, halk nezdinde nasıl karşılandığı gibi soruların peşine düşüyor. Medeni Kanunu, oluşmasını ve akislerini değerlendiriyor. “İrtica Edebiyatı”na geniş yer veriyor. (Akla hemen İsmet Bey’in ‘İrtica Elden Gidiyor’ kitabının gelmemesi mümkün mü?) Burada İsmail Hoca’nın en önemli işlerinden biri Milli Mücadele, cumhuriyetin ilanı ve tek parti döneminde medyanın ve siyasilerin değişen dilini fotoğraf ama özellikle gazete haberleri ve karikatürler üzerinden çok açıklayıcı yakalamış olması.

İsmail Hoca’nın verdiği her bilgi elbette yeni şeyler değil ama kasıtlı veya değil, birçok kişinin bilmediği, birçok kişiye bildirilmeyen şeyler. Birinci Meclis’in Lozan Anlaşması dolayısıyla feshedilmesi… Ya da kurucu kadronun “ivedilikle” 3 Mart 1924 kanunlarını yürürlüğe koymasını önemsiyor İsmail Hoca. (Aynı şekilde Şer’iye ve Evkaf Vekâleti’nin yerine Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kurulması da) Çünkü İsmail Hoca bunların “kurucu kadronun dinle ilişkisini anlama” açısından önemli olduğunu göstermeye çalışıyor. Bazı temel ve birçok yan olaylara yorumunu da sık sık katmayı ihmal etmiyor. Elbette bir Türk ve Müslüman zaviyesinden. Yoksa diğer taraflardan bakarsak “her şey çok gerekliydi” veya “yapılan hiçbir şey yapılmamalıydı” der geçerdik.

Bu kitabı tek tek başlıklar üzerinden incelemek yanlış olur. Çünkü o kadar çok bilgi, belge ve yorum mevcut ki hangisini öne çıkarsak bir diğeri eksik kalır. Onun için hocanın neleri işlediğini ve ne tavırda olduğunu bilmemiz kitabın okunmasından önceki en kıymetli davranış bana göre. Şu çok değerli: İsmail Hoca elbette bir ‘taraf’tan bakıyor durumlara ama objektifliğini korumaya çalışarak. Ne sadece inkılap eleştirisi yapıyor ne Osmanlı yüceltmesi. Çünkü keskin yargıların tarihi anlamakta yanlışa saptıracağının -elbette- farkında. (Maalesef bu, artık ülkemizde, hem entelektüellerimiz hem de halk nezdinde göremediğimiz bir tavır. Her bilim adamı, akademisyen vs. bir tarafı tutup karşı tarafa acımasızca yüklenme derdinde. Hâlbuki mesela II. Abdülhamid’i ‘Kızıl Sultan’ ve ‘Ulu Hakan’ yakıştırmalarının dışında değerlendirmek de mümkün. Ama buna kimsenin kulak astığı yok açıkçası. Allah’tan İsmail Hoca gibi akademisyenler/yazarlar tek tük çıkıyor da düzgün ve Müslümanca bir tavır nasıl olur, meraklılara gösteriyor.)

Yine de, özellikle ilk cilt özelinde ilgimi çeken birkaç hususu belirtmek isterim. İsmail Hoca çoğu konuda açık veya örtük bir kanaat getiriyor duruma. Sadece konuyu belgelerle açıklayıp bırakmıyor, fikrini söylüyor/ima ediyor. Ama kitabın ilk cildinin son konularından “Kuzu Paşa mı, Askeri Deha mı?” başlığında incelediği Fevzi Çakmak konusunda, paşa hakkındaki fikirlerini biraz muğlak bırakmış. Olanı verip pek karışmamış açıkçası. Hocanın kanaatlerini daha detaylı okumak isterdim bu konuda. Kronolojik bir devamlılık yok kitapta ancak ilk cilt daha çok tek parti dönemi, çok partili hayata geçiş ve Demokrat Parti iktidarı dönemlerini ele alıyor. Tabii farklı noktalara da uzandığı oluyor konunun. Örneğin 1980 darbesi ve sonrasında devletin dine bakışı veya 90’lardaki din-devlet ilişkisi. Ama genelde kurucu kadro ve tek parti dönemlerini ele alıyor. 1923 kesin bir çizgi görülemeyeceği için de Osmanlı’nın son yıllarına kadar inebiliyor incelenen dönemler. Ana dönem olarak cumhuriyetin ilanı baz alınmış ama ilk cilt özelinde söylersek; Lozan Anlaşması’na bakışı ve Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kuruluşundan inkılaplara, daha sonraki yıllarda din adamlarının siyasi iradeye karşı tavır alıp alamamasına kadar olan bölümleri benim en ilgimi çeken kısımlar oldu. Ve Hoca’nın şu soruları da cevaplanmalı aslında: Diyanet’in Türkiye ile akrabalık derecesi nedir? Ve Diyanet laik bir kurum mudur yoksa dini bir kurum mu? İki arada bir derede midir?

Eğitim-Hac-Tarikat Meseleleri

İkinci ciltte maarif meselesine güncel eğitim meselesini de yakalamaya çalışarak bir giriş yapmış İsmail Hoca. Temel aldığı fikirler Nurettin Topçu ve onun Maarif kitabındaki yazılar. Cumhuriyet devrine geçmeden önce bir eğitim meselesi çerçevesi çiziyor. Bu bölüm, bununla ilgili olmayan kişilere sıkıcı gelebilir ama Türkiye’nin belki de en önemli meselesi aslında.

İsmail Hoca’nın meselelere vicdan ve objektiflik penceresinden baktığını söylemiştim. Bunun en önemli kanıtlarından biri, Hac’la ilgili konuda hem ilk cumhuriyet idaresinin yaptığı yanlışları dile getirmesi hem de diğer iktidarların estetik alanda nelere dikkat etmediğini okuru resmen gözüne sokması. Resmen neyi kaybettiğimizi hatırlatıyor Hoca.

Dinle ilgili konular irdelenir de devlet-cemaat-tarikat ilişkileri incelenmez mi? Birbirini zaman zaman iten zaman zaman çeken bu unsurları genel bir değerlendirmeye tâbi tutuyor Hoca:

Ankara’nın cemaatlarla münasebetleri çok taraflıdır ve umumiyete sanıldığı gibi çokpartili hayatla başlamış değildir. Aslında Ankara onların din ve dünya anlayışlarını, içine kapalı karakterlerini benimsemez, tehlikeli bulur, onları değiştirmek ve açmak ister ama kendi çatısı ve kontrolü altında kalması için de gerekli tedbirleri alır; bazan sert davranır ve ezer, biçimsizleştirir ama çoğunlukla destekler ve büyümesini sağlar. Bunlar üzerinden sisteme girdiler sağlar, kârı, mobilizasyonu, iş kapasitesini, merkezi genişletir, sempati ve oy toplar, din merkezli muhalefeti, homurdanmaları azaltır, fazla talepkâr olmayan bir dindarlığın memleket sathında yayılmasını, ‘yerli’ Müslümanlığın kuvvetlenmesini, yabancı bölgelerden gelecek dinî düşünce ve hareketler karşısında bir direnç yahut bir denge noktası oluşmasını ister ve bunu temin eder. Kısaca hem iter hem besler; içten zayıflatarak, dıştan güçlendirerek…

Bu kısım hem devlet adamlarından hem de tarikat mensuplarından eleştiri alabilir ama Hoca’nın örneklemeleri onun için sağlam bir dayanak oluşturuyor.

‘Halk Müslümanlığı’ ve Önemi

Hocanın üçüncü ciltte Bediüzzaman Said Nursi üzerinden ve onun yazdıklarından modernleşme ve İslâm, bilim-din çatışması/uzlaşması, Said Nursi’nin bu konulardaki tavrı vs. incelemesi önemli fakat bu konular biraz daha spesifik ve ehline hitap eden konular diye düşünüyorum. Fakat bu bölümden sonra gelen “Halk Müslümanlığı” konusunun hem İsmail Hoca’nın en önem verdiği konuların başında geliyor hem de daha çok kişinin ilgisini çekeceğini düşünüyorum. Herkesin fikir belirttiği bir konudur bu. (Dinle pek alakası olmayanların -hatta daha çok onların- ve selefi görüşe sahip olanların en azından kandil gecelerinde, bunlar bidat, kandil mandil yok dediklerini duymuşsunuzdur en azından) İsmail hoca bu konuda daha itidalli. Onu hep okuyanlar zaten bunu önceden biliyordur ama bilmeyenler için şu paragraf açıklayıcı olacaktır:

Halk Müslümanlığının dinî açıdan tenkide açık (belki bir kısmı tamamen dine aykırı veya çok tahrife uğramış) taraflarının olması ile bütünüyle Halk Müslümanlığı karşıtlığını birbirinden ayrı ele almak ve öyle değerlendirmek uygun olur zannederim. Halk Müslümanlığı esas itibariyle büyük kalabalıkların dini anlama ve yaşama biçimlerinin, hissiyat ve maneviyat âleminin, dünya ve hayat tasavvurunun tamamı olarak mütalaa edildiği zaman hem İslâmın farklı coğrafyalarda ve kültürler içinde nasıl anlaşıldığı ve o kültürlerle nasıl münasebete geçtiği hem de bugün için taşıdığı kuvvet ve zaaflar açısından kıymetli ve verimli bir alan haline gelecektir. Halk Müslümanlığıyla alakalı yasakların ve ideolojik söylemlerin, karalamaların olduğu Türkiye için bu daha da mühim meseledir.

Hoca böyle inanıyor ve söylüyor çünkü Halk Müslümanlığı bahane edilerek dini bertaraf etme derdi olanların (en azından bir zamanlar) varlığından bahsediyor: “…cumhuriyet devrinin siyasî elitlerinde ve aydınlarından daha sert ve açık olarak görülecek olan şey, Müslümanlığın, Müslümanlaşmanın ve bunun tezahürlerinin, bu meyanda ortaya çıkan taleplerin neredeyse tamamının, alt ve değersiz/yanlış bir kategori haline getirilen Halk Müslümanlığı da devreye sokularak ‘irtica’nın yahut ‘bâtıl itikatlar’ın artışı olarak sunulması ve bu yolla aslında dinin mahkum edilmesi, giderek ‘istenmeyen’ kısımlarının, bazı tezahürlerinin devredışı bırakılması yahut çatışma/biçimsizleştirme alanı haline getirilmesidir.

Bunlardan başka Alevilik incelemesi (bu tabiî bir ‘Alevilik nedir?’ yazısı değil. Sünnilik ve Aleviliğin geçmişi, birleşimi, niye ayrıldığı, Şiiliğin ve Sünniliğin birlikte olduğu yerler vs. detaylı bir yazı), Bernard Lewis üzerinden ırk/etnisite ayrımı ve gelişim süreci, dinlerarası diyalog garabetinin iç yüzü, nüfus cüzdanlarından din hanesinin kaldırılması olayı, laiklik konusunda klasik tanımın dışına nasıl çıkıldığı, misyonerlik konusu ve faaliyetleri detaylıca incelenen ve ilgi çeken konulardan. Çünkü sadece fikir üzerinden hareket etmiyor İsmail Hoca. Aynı zamanda birçok örnekle bu fikri destekliyor.

“İnşaat Ya Resulullah”

Son bir konuya daha değinip yazıyı sonlandırmak istiyorum çünkü fazlasıyla uzadı. Tanıl Bora editörlüğünde hazırlanan bir kitaptan mülhem başlıktan da anlaşılacağı üzere bu, İsmail Hoca’nın ülkemizdeki mimari faaliyetleri, daha çok yapılan (ama nasıl yapılan!) ve yapılmayan camiler özelinde incelemesi konusu. Şu alıntı da aslında yeterli açıklamayı yapacaktır:

Cami kapatan ve satan tekpartili yıllarda değil, daha dün yapılan ve büyük şatafatlarla açılan Galataport binaları Nusretiye Camisi’nin ve Mimar Sinan eseri Kılıç Ali Paşa Camisi’nin denizden görünüşünü tamamen denebilecek şekilde kapattı biliyor musunuz? Duyan, gören, ilgilenen, ‘büyük ve şerefli tarihimiz’, ‘kadim medeniyetimiz’, ‘mabetlerimiz’ diyen, el kaldıran, karşı çıkan, hatta süreci fotoğraflayan, resimleyen oldu mu? Bursa’da Ulucami’nin karşısına o şeddadî ve çirkin TOKİ binalarını kıyamet alameti gibi kim dikip şehrin bütün tarihî dokusunu ve Ulucami’yi ezdi geçti biliyor musunuz? Hiç değilse fotoğraflarını gördünüz mü?"

Bu suçun çoğu maalesef, Hoca’nın da dediği gibi kendini muhafazakâr kabul eden zümrenin. İsmail Hoca tek parti döneminden zaten ümitli değil, onlar da zaten ortada ecdat, medeniyetimiz vs. diye dolaşmıyor. Sorun, bu tür şehir ihanetlerinin bu tür davaları savunur görünenler eliyle yapılması. Paranın sıcaklığı estetik, medeniyet, ecdat sevgisi falan bırakmıyor. Halk mı? Bir otobüsteyken, gökdelenlere bakıp “Allah razı olsun bunları yapanlardan” lafını işittikten sonra bu halktan pek ümidim kalmamıştı zaten.

Bitirirken…

Yoğun, kapsayıcı, yorum gücü kuvvetli ama bir o kadar da rahat anlaşılabilir bir kitap RCDK. İsmail Hoca belli ki eseri için çok titizlenmiş ama değmiş. Bu ayarda ve hacimde bu konuları işleyen başka bir kitap hatırıma gelmiyor. ‘Resimli’ ismini sonuna kadar hak eden bir kitap ayrıca. Sadece resimler bile titizliğin ve ciddi bir çalışmanın ürünü olduğunu gösteriyor kitabın. Fakat şunu da belirtelim tekrardan: Bu kitap Müslüman zaviyesinden, cumhuriyet döneminde dinin ve Müslümanların uğradığı haksızlıklar penceresinden bakıyor olaylara. Türkiye’de bir şekilde İslâm dairesi içinde yer alıyorsa bunu okuyan kişi, RCDK ona çok şey söyleyecektir. Ama tamamen zıt fikirdeki kişilere bu kitaptakiler çok da bir şey söylemez diye düşünüyorum. Fakat son noktada bu konuları çalışacaklar için de geniş ve son derece verimli bir eser ortaya çıkmış. Eksikleri yok mu? Elbette var ama bu yoğun ciltler bile sonraki baskılarda ve yıllar biraz daha geçtikçe özellikle son 25-30 yılı daha da çok içerecek şekilde genişletilebilir diye düşünüyorum.

Mehmet Akif Öztürk

14 Kasım 2024 Perşembe

Muhammed İkbal’in felsefesinde ego

Hint dünyası, İslam dünyası ve Batı düşüncesi. Muhammed İkbal’in ruh iklime bu üç saha damgasını vurmuştur. Hemen fark edilecek şey, onun daima kabuğu sıyırıp özü yakalama hevesi. Bir tarafında Bergson, Nietzsche, Goethe; diğer tarafında Vedanta, Kur’an terbiyesi, tasavvuf. Karşımızda çok kapılı bir han var, her kapısından girildiğinde okurun kalbine yeni, lezzetli ve ufuk açıcı oklar fırlatan.

Böylesi ruh zengini insanları daha iyi anlamak için elbette onların dillerini, içinde yetiştikleri kültürü iyi bilmek gerekir. Buna hakkıyla zaman ayırmak, mesai harcamak mümkün olmadığında ise güvenilir mütercimlere, güvenilir kalemlere ihtiyacımız oluyor. Her kitabını, içinde saat başı çalan bir aşk alarmıyla yazan müteveffa Annemarie Schimmel’i uzun uzadıya anlatmaya gerek yok. O, girdiği her sahanın otoritesi olma özelliğini taşımasıyla gıpta edilecek bir insan, bir kalem, bir yürek. Schimmel’i anlamak sevdasına tutuşmuş; şiir, sanat, felsefe üçlüsüne dair Türkçemizde de fevkalade eserler neşretmiş Senail Özkan hocanın ise hakkı ödenmez. Hocanın, kendi okuma serüvenimde “Ben Rüzgârım Sen Ateş: Mevlânâ Celaleddîn Rûmî” kitabıyla başlayan çok özel bir yeri vardır; ne yazsa, ne tercüme etse hususiyetle okurum diyerek geçeyim bu bölümü.

Senail hoca, İkbal’i anlamak için yukarıda izah etmeye çalıştıklarımın yanı sıra özel bir konundan daha bahsediyor: lisan-ı hâfi. Zira İkbal, bu dili kullanıyor, yani gönül dilini. İşte bu dildeki sırları, derinliği, insanlık hassasiyetini anlamak için Annemarie Schimmel okurun en büyük yoldaşı. Schimmel, tıpkı Mevlânâ’ya olduğu gibi Muhammed İkbal’e de ömrünün büyük bir kısmını vakfetti. Pakistan dahi bu durumu iyi gözlemlemiş olacak ki Lahor’daki bir caddeye “Hıyaban-i Annemarie Schimmel” adını vermişler. Peki Schimmel, bize nasıl bir İkbal portresi çiziyor? Evvela hayatının önemli köşelerine bizi götürüyor, sonra da eserlerine yaklaşıyor. Her yaklaştığında Allah-insan-âlem üçgenini İkbal’in kendi iç âleminde nasıl okuduğunu, daha sonra bu okuduğunu nasıl anlatmaya çalıştığını gözlemliyoruz. Burada irfan metinleriyle, tasavvufî şahsiyetlerle arası sıkı olan okur için zevkli sayfalar başlıyor. Çünkü İkbal sık sık sembollere başvuruyor, mutasavvıfların şiirlerinden sözler naklediyor, insanın kendisini ve Tanrısını anlaması için geçmesi gereken kıldan ince kılıçtan keskince köprüleri işaret ediyor: “İkbal’in geleneksel bir tasavvuf sembolüyle ifade ettiği gibi insan, ‘hayat ağacının son meyvesidir’. İnsan; kâmil insanda, mard-i mümin’de ve en yüksek kemâl derecesini de müminin takip etmekle mükellef olduğu peygamberde zirveye ulaşır. Hayat bir tek asil gül meydana getirmek için binlerce bahçeyi tarumar eder.

Bu fikirler, Senai ve Attar okuyanlar için yabancı değil. Ancak İkbal’in fetih (açma, açış) biçimi oldukça etkileyici. Onun ego kavramına yaklaşımı, hem tasavvufi hem de psikolojik olarak hâlâ incelenmesi ve bugünün insanının faydasına sunulması gereken bir yaklaşım. O, insana sadece su ve balçıktan olmadığını, kalbi ve iç kuvvetiyle ne kadar aziz olduğunu hatırlatırken bunu akıl-ruh dengesini tutturarak yapıyor. Yani bugünün dünyasından, gerçeklerinden asla uzaklaşmıyor. Ulaşılamaz bir Tanrı fikrinden derhal uzaklaşıp, her an damarlarımızda, her an aklımızda, fikrimizde, her an canımızda olan, olduğunu bilmemiz gereken bir bilinçle kuruyor sistemini. İkbal’in insan-oluş felsefesinde ego’nun terbiye edilmesi, irfanî söylemle ‘Allah’ın ahlakıyla ahlaklandırılması’ her zaman en önemli vazife, aynı zamanda en zor mesele olarak yer alıyor. O, aşina olduğumuzun aksine egonun mutlaka güçlendirilmesi gerektiğini anlatır. Bu bizi neden şaşırtır? Çünkü ego, benlik demektir. Tasavvufi nazarla bakılırsa kişinin benliğini güçlendirmesi, kibre kapılması ve giderek ‘dünya kokması’yla eş anlamlıdır. Peki bu karmaşayı İkbal nasıl çözüyor? Schimmel’in yorumlarına bakalım:

Ego’nun kuvvetlerinin gerçekleştirilmesi için her şeyden önce, İkbal’in aşk (muhabbet) olarak tavsif ettiği güç lüzumludur. Onun için aşk daha geniş bir konu; aşk sadece bütün sınırları tahrip eden, aşan bir sevgi değil, bilakis daha çok bir sentez gerçekleştiren ‘elan vital’dir (hayat hamlesi) ki, bu arayana hasret verir ve bu şekilde de gerçek hayatın en önemli bir unsuru haline gelir. Zira Esrar’da ifade edildiği gibi, ‘Ego aşkla şekillenince… onun eli Allah’ın eli olur; ay onun parmaklarıyla bölünür’. Bu şekilde yine bir defa daha dinamik aşkın modeli ve tecessüm etmiş şekli olan Hz. Peygamberin rolüne işaret edilir. O Peygamber ki, hakkında Kur’an’da ‘attığını da sen atmadın…’ (Sure 8/17) diye hitap olunur; ve yine o Peygamber ki 54. surenin başında yorumlandığı gibi, parmağıyla ayı ikiye bölmüştür.

Bu durumda dindirilemeyen bir haset olarak konumlanan aşk, bitmeyen bir arayışın yakıtı olan muhabbet, söndürülemeyen bir yangına dönüşürse ego da o yangında irşad olacaktır. Varlık ancak böylesi bir daire içinde şekillenebilir. İkbal’in deyimiyle ‘Tanrı’nın doğrudan deneyimi’ ancak böyle mümkün olabilir. İnsan ancak bu yüce ve yaratıcı süreç içinde yakınlığa erişebilir. Tüm bunların nihayeti razı olan ve razı olunanlar arasında yer almaktır ki bir kulun bundan başka bir bahtiyarlığı, kıvancı, ümidi olamaz. İkbal, işte bu süreç içerisinde insanın ölümü bile öldürebileceğinden bahseder. Ten kafesini aşan insan için ölüm, Hakk’a kavuşmanın eşiğidir. Kuvvetlendirilmiş, desteklenmiş, terbiye edilmiş ego; bedenin ölümüyle ilgilenmeyecektir. Schimmel, onun 1910’da yazdığı notları arasında bulunan “İnsanın en pahalı malı şahsiyet olduğu için, onu en büyük servet olarak ifade etmek lazım gelir” sözünü, işte bu gerçeğe yerleştirir. Şahsiyet, gayreti elden bırakmamakla ortaya konabilir ki İkbal de bunun için umutsuzluğu daima gönül dünyasından kovar: “Bir dünya gözümden kaybolursa bana ne? / Benim içimde daha binlerce dünya var.

Sadece kelimelere yapışanların, ibadetinden yaşamına kadar yalnız harflerin hükmünde yaşamayı göze alabilenlerin Allah’ın celalinden de cemalinden de nasibi olmayacağını söyleyen İkbal, sosyal bağlamda da bu tip insanların cemiyeti durdurucu olduğunu belirtir. Gerçek bir teslimiyetle secde edenin, esmadan müsemmaya geçenin, kabuğu(nu) kırıp içine dalmayı cesaret edebilenlerin marifetten, aşktan, hidayetten, selametten ve saadetten alacaklı olacağını hatırlatır. Onun safı bu anlamda mollaların yanı değil, kalenderlerin yanıdır. İkbal’in Allah aşkında hiç bitmeyen bir dinamizm vardır. Molla, bu dinamik aşktan pay alamaz. Dolayısıyla İkbal’in alayından nasibini alır: “Ey Kabe şeyhi, ihtimal sen bilmezsin / aşk dünyasının da bir mahşeri vardır / orada ne günah, ne amel defteri ve ne de mizan var / o mahşerde ne Müslümanlık vardır ne kafirlik” diyerek Hallac’ın anlayışına yaklaşır ve hatta kurulur. İşte ego, bu bilinçle kuvvetlendirilmeli ve tekamül basamaklarının birer birer aşılmasında başrolü oynamalıdır. İkbal’in yalnız insanın oluş felsefesine değil, şiirlerine ve siyasi düşüncelerine de daima bu öz yansımıştır. Annemarie Schimmel, bize bu özü açmakla unutulmayacak bir insanlık vazifesini yerine getirmiş oluyor böylece. “Yol, hiçbir şekilde bitmeyen bir arayış ve gayret içerisinde devam edip gidecektir” der ve İkbal’in sözüyle son sözü söyler: “Yürüdüğüm müddetçe varım, durursam yokum.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Tüm zamanların ruh mimarı: tasavvuf

Mahir İz Hoca’nın ifadesiyle “Tasavvuf, ruhi ve vicdani bir duyuşun mahsulüdür. Bin yıldır, yani Türk’ün İslamiyet’i kabulünden itibaren kurulmuş olan Müslüman-Türk devletlerinde ve Türkün gayri bütün İslam memleketlerinde her şehirde cami ile beraber bir tekkenin, bir zaviyenin kuruluşuna şahit oluyoruz”.

Gerçekten de tasavvuf, Anadolu da dahil olmak üzere girdiği her beldede kalıcı bir hal yaşamış, yeşermiş, yayılarak gelişmiştir. Tasavvufun bir kez neşet ettiği beldede tasavvufun yok olduğuna şahitlik edilmez. Tasavvuf kendini gösterdiğinde insanları kendisine çeker, çekilen insan sayısı her zaman artar.

Tasavvuf ile ilgili ilgi alaka olduğu kadar karşıtlık, düşmanlık da her zaman olmuştur. Karşıtlığın gerekçelerinden biri de tasavvufun şeriat dışı olduğu iddiasıdır. Sufilerin şeriatı önemsemediği, şeriatın ahkamlarını terk ettiği gibi iddialar her zaman dile getirilmiştir. Her toplulukta her zaman çürük meyveler bulunur. Anacak bu genelin muhtevasını zedelemez. Büyük mutasavvıfların eserlerine baktığımızda şeriatın terkini değil, bilakis şeriatın sıkı sıkıya uyulması gerekli bir emir olduğu uyarısını görürüz. Nitekim Mahir İz de Tasavvuf adlı eserinde “Şeriat bir fetva, tarikat ise bir takva yoludur ve hiçbir zaman birbirinden ayrı şeyler değildir. Temel inançları bir, gayeleri aynıdır” diyerek tasavvufun şeriat ile ilişkisini çok güzel ve anlamlı bir şekilde özetlemiştir.

Mahir İz’in Ketebe etiketiyle yayınlanan Tasavvuf kitabı, tasavvufa dair özet bir ders kitabı niteliğinde. Tasavvufun doğuşu, tasavvufi kavramların anlamları, tarikatların adabı, tarikatların isimleri, büyük mutasavvıflar, mutasavvıfların tarikat anlayışı-sözleri, silsileler gibi tasavvufa dair her konu okuru sıkmayacak şekilde, gereksiz ayrıntılara boğmadan, temel bilgi almaya müsait bir düzende sunulmakta.

Eser giriş bölümüyle birlikte toplam altı kısımdan oluşmakta. Giriş bölümünde tasavvuf yolunun neden açıldığı, zikir, medrese ve tekke ilişkisi gibi konular ele alınmaktadır. Birinci kısımda, birinci bölümde tasavvufun ne olduğu anlatılmakta, menşei, gayesi ve özellikleri anlatılmaktadır. İkinci bölümde büyük mutasavvıfların dilinden tasavvufun tarifleri dile getirilmektedir. Üçüncü kısmın ilk bölümünde büyük mutasavvıfların dilinden sufi kelimesinin tanımları anlatılmakta, ikinci bölümde ilk mutasavvıflar açıklanmakta ayrıca keramet gibi kavramlar ele alınmaktadır. Üçüncü kısmın ilk bölümünde tarikatın on esasları, ikinci bölümünde önemli terimler üçüncü bölümde de bazı izahlar yapılmaktadır. Dördüncü kısmın ilk bölümünde tarikatların doğuşu ve adabı, ikinci bölümünde ise tarikatlar ile kurucu pirleri anlatılmaktadır. Son kısımda da İslam alimlerinin tasavvuf hakkındaki fikirleri sunulmakta ve bir neticeye varılmaktadır.

Kitap genel mahiyeti itibarıyla ansiklopedik bir biçim taşısa da ehlullahın sözlerine, hikmetlerine yer verdiği için okuyanın mutlaka kendinden bir parça veya kendine bir merhem bulacağı bir yön de içermekte. Seriyy-i Sakati’nin bir menkıbesini aktararak yazıyı bitirelim, payımıza düşen bir hisse olsun hem böylece.

Seriyyi-i Sakati der ki: Bir gün Bağdat çarşısında yangın çıkmıştı, bir adamla karşılaştım, “Senin mülkün kurtuldu” dedi. Ben birdenbire “Elhamdülillah” demiş bulundum. Otuz yıldır o an dediğim “Elhamdülillah” için istiğfar ediyorum. Diğer Müslümanların yanan mallarına telehhüf etmek dururken, kendi malımın kurtulmasına şükretmenin azabı içindeyim.

Yasin Taçar
twitter.com/muharrirbey_

Zamanın gizinde saklanan yüreklerin romanı

Fırat Sunel’in 2011 yılında yayımlanan Salkım Söğütlerin Gölgesinde adlı romanı yazarın edebî kariyerinde önemli bir yere sahiptir. Yazar bu romanda bir ulusa yapılan zulmü toplumsal gerçeklikle harmanlayarak aktarır. Eser; geleneksel toplum yapıları, kimlik arayışı ve bireysel özgürlük temaları etrafında şekillenir. Salkım Söğütlerin Gölgesinde yalnızca bir hikâye değil tarih sahnesinden yok edilmeye çalışılan bir ulusun varlığına dair bir delildir. Toplumun yanısıra derin kimlik çözümlemeleri ve çevre tasvirleriyle okuru Nika ve Ömer adındaki iki kafadara arkadaşlık ettirmektedir.

Yazık ki tarih boyunca insanlığın acısı hiç bitmemiş; gücü elinde tutan yakarak-yıkarak yaptığı kıyıma toplumları yurt edindikleri bölgelerden sürgün etmekle devam etmişlerdir. Salkım Söğütlerin Gölgesinde, II. Dünya Savaşı dolaylarında Stalin’in Ahıska Türklerini –tabiri caizse- trenlere bir yükmüşçesine doldurup acıya ve ölüme çıkardığı sürgünü anlatılır. Güneşin yeterince parlak olduğu bir sabahta, çocukların koşup oynadığı yerlerdeki karlara yansıyan güneş ışınları, soğuk ve zalim Rus kumandanlarının kaskatı yüreklerini ısıtmaya yetmiyordu. Öyle görünüyor ki yetmeyecekti de... Kurbanlarının kanlarının rengini alan Kızıl Ordu’nun geçimsiz neferleri söğütlerin dallarını hareketlendiren uysal rüzgârın Ahıskalılara ulaşmasına izin vermiyorlardı. Güneş, Stalin’in ağzı süt kokarken çaldığı Türk evlatlarından oluşan ordusunun üstüne bütün heybetiyle doğmuştu. Keyifle çaylarını yudumlayan köylülerin üzerine bir ateş parçası olup düşeceğini, hayatlarının bir alacakaranlığa dönüşeceğini ne güneş ne de Ahıskalılar biliyordu.

Sunel’in edebî kuvvetinin geride kalanların gördüklerinin dehşetiyle sarsılmasını satır arasından okurun dimağına işlediğini gördük. Gidenlerin saç diplerini çeken dikenli düşüncelerin okurun sayfalar arasında gezinen ellerini kestiğini, gözbebeklerinden fırlayan korkularla göz göze geldiğimizi tahta vagonlar arasından sızan soğuğun kombili evlerimizde ayaklarımızı battaniyenin altından kestiğine şahit olduk. Ve yürüyen ayakların bastığı toprağı tanıyamayıncaya kadar gittiği bir günde, Kızıl Ordu’nun yalnız kurbanlarının kanını içerek değil bütün değerlerini yıkarak enkazın üzerine kurulduğunu gördük. Salkım Söğütlerin Gölgesinde yalnız bir sürgün romanı değil; kimliksizleştirilmeye çalışılan bir toplumun kültürünü, sosyal ve içtimai hayatının bütün değerlerinin yok oluşunun panoramasıdır. 40 gün sürecek bir ölüm yolculuğuna çıkarılan binlerce insan kardeşlerini, evlatlarını, anne babalarını bırakacaklardır. Dört tahta arasında yaşam mücadelesi veren birbirini tanımayan onlarca insan, 30 çiviyle birbirine bağlanmış hayatlar olarak gün geçtikçe birbirlerine en yakınlarından daha yakın olacaklardır.

40 gün... 960 saat, 57 bin 6 yüz dakika... Hiç tanışılmayan birisiyle geçirmek için çok uzun, fakat bir milletin tarihinin, kimliğinin, bilincinin, kültürünün silinmesi için çok kısa... İşte Kızıl Ordu’nun Ahıska’yı hafızalardan silmesi için yeterli zaman. Silmek denilirse... Tarihini hatırlayan son Ahıska Türkü kalıncaya; bir zulmü duyuracak son soydaş kalıncaya dek yaşayacak olan tarihtir bu. Neyse ki Fırat Sunel hepimiz adına bütün zarafetiyle tarihe bir not düşüyor. Orta Asya’ya sürülen millet, gün olur doğduğu toprağa geri dönerse diye, Ahıska’yı gidip yerinde görüyor. Anlattığı hikâyenin kişileriyle tanışıyor. Yazarlığının yanında diplomat da olan Sunel, tarihe estetik bir yönden şahitlik etmek isteyenlere Salkım Söğütlerin Gölgesinde'yi armağan ediyor. Anlatı kişilerinden Yorgo’nun da deyimiyle:

Memleket olmayınca, baharda uçuşan radika tüyleri gibi vatansız, köksüz insanı rüzgâr canı nereye isterse oraya savurur. Yersiz yurtsuz biçare insanlar da çiçeğin kömecindeki tüyler gibi konacak yer bulamazlar.

Halide Şeyma Kuzgun
halideseymak@gmail.com

Boşluk neden hep aynıdır?

“…usunu bir seccade gibi kullanan yaşamakta…”
- İsmet Özel, Geceleyin Bir Koşu

İnsanlığın müşterek tarih tecrübesinde dünden bugüne sürekli bir iddia sahibi ve gayesi olan bir millet olarak yerimizi aldık ve müstahkem kıldık. Dünyanın sancılı değişimlere gebe olduğu bunalımlı zamanlarda, kendisinin varlığını bir başkasının yok oluşunda gören küresel kötülük lobilerinin karşısında, zikredilen hasletimize binaen hep bir teklifle durduk. Teklifimiz nedir, sorusu bu yazının kapsamında değildir. Bu yazıda; teklifimiz nedir, sorusundan ziyade; teklifimiz nedir, sorusunun cevabını nasıl buluruz, sorusunun peşine düşülecektir.

Zikredilen soruya bir cevap verebilir miyiz? Versek tatmin edebilir miyiz? Her ikisi de meçhul. Esasen biz sormakla mükellefiz; medeniyetimiz sorular medeniyetidir, haddini bilenlerin yahut arayanların medeniyetidir. İhsan Fazlıoğlu, katıldığı bir programda soru sormakla had bilmek arasında yakın bir ilişki olduğundan söz etmişti. Hatırladığım kadarıyla şöyle devam etmişti: Bu had bir kopukluk manasında değildir. Buradaki “had bilmek” tabirinin vurgusu hürmet kelimesinedir. Hürmet kelimesi de gün sonunda had, sınır bilmek demektir, birine karşı duyulan ölçülü davranma hissidir. Soru soran kendi yerini bilendir. Kulluğunun bilincinde olan demektir. Heidegger’in deyişiyle soru sormak aklın dindarlığıdır. Soru, bir tarafıyla da üzerine konuşulan konuyu açar, cevabın aksine. Sormak kelimesinin Eski Türkçede “peşinden gitmek, iz sürmek” gibi bir anlamı da vardır. Tüm bunlardan hareketle denebilir ki; biz haddimizi bilmekle, açmakla, iz sürmekle, aklımızın dindarlığını yerine getirmekle mükellefiz. Şairin dediği gibi tuttuğumuz her işte bizatihi yaşamımızın kendisinde, en tanrısal olan yanımızı yani aklımızı, usumuzu; bir altlık, bir zemin, bir korunak, bir araç, bir işaret en nihayetinde bir seccade olarak kullanabilmeliyiz. Peki ya sorulara cevap bulmak, işte orası takdir-i ilahi.

Gelelim sorumuza: “Teklifimiz nedir, sorusunun cevabını nasıl buluruz?” Teklif, vitrin ister. Teklif sahibi kültürlerin ve toplumların vitrini ise teklifi; her teklif edilişinde tekrar üreten, teklifin çerçevesini çizen, ifadesini kuran, sınayan, tahlil edip neticesinde tahkim eden, başıboş dolaşan bilgi kümelerini tertip eden ve bir terkip haline sokan mütefekkirleri yani büyük zihinleridir. Aslında sorumuzun cevabı böylelikle ortaya çıktı: Bir medeniyetin teklif ettiğini öğrenmek, bulmak ve kendimizi o teklif dairesine ait hissetmek; teklif sahibi o medeniyetin bağrından çıkan mütefekkirleri takip etmekle, okumakla, anlamaya çalışmakla mümkündür. Ahmet Hamdi Tanpınar içinde yaşadığı toplumun gerilimlerini çok boyutlu bir sahada ele alabilen bir mütefekkirdir. Manevi kimliğine yabancılaşmış bir kitleyi hapsoldukları bu dargınlık soğukluğu içerisinden çıkarmak için ömrü boyunca çaba göstermiştir. O; medeniyetimizin, kültürümüzün sözcüsüdür adeta.

Edebiyatımızda, Tanpınar hakkında yapılan çalışmaların çokluğu malumunuzdur. Fakat; Tanpınar, çoklaştıkça azalan bir şahsiyettir. Ne demek bu? Onun hakkında yapılan her araştırma, çalışma, mütalaa en nihayetinde düşünce üretimi ona dair yeni, aşılması gereken, ötesi bilinmeyen bir eşiğin önüne bırakıyor bizi. Varıp da önüne düştüğümüz eşiğe yüz sürmek, bilinmeyeni bilinir kılmak, hakkında konuşulanı yani hakikat olanın dairesini genişletmek bizim inisiyatifimizde. Tanpınar’ın tüketilemezliği üzerinde durulması gereken ayrı bir düşünce konusu. Ama şunu belirtmek gerekir ki bu tüketilemezliğin sebeplerini Tanpınar’ın çok farklı ve çok çeşitli pınarlarla beslediği geniş kültürel birikiminde ve kültürel sürekliliğinde aramalıyız. Bu arayışın araçlarından birisi de inceleme konumuz olan kitap: Hep Aynı Boşluk.

Türk edebiyatının şüphesiz en önemli yazarlarından olan Tanpınar, esas şöhretini şair olarak şiirleriyle kazanmak istese de onun hakkını ona teslim eden kurmaca nitelikli eserleri olmuştur. Fakat Tanpınar; büyük bir incelik ve özveriyle ördüğü roman, öykü ve şiirlerinin yanı sıra makale, deneme, günlük, röportaj ve sohbet gibi kurmaca olmayan türlerde de eserler kaleme almıştır. Hatta denilebilir ki; kurmaca dışı türlerde daha velut bir yazardır. Bir yazarın kurmaca nitelikli eserleri; yazarın “sanatçı” kimliğine dair çıkarımlarda bulunup fikir yürütmemize imkan tanır. Ancak yazarın “insan” oluşunun gereklerine bir bakış atmak istersek kurmaca dışı eserlerine de uzanmamız gerekir. Elbette bu kurmaca ve kurmaca dışı eserler arasındaki geçiş bu denli sert değildir. Pek tabii kurmaca bir eser üzerinden de yazarın, insanlığına, gündelik yaşam mevzularını nasıl ele aldığına, devrinin meselelerini nasıl değerlendirdiğine hülasa kendi dünyasına dair çıkarımlarda bulunulabilir. Hatta kimi zaman bu çıkarımlar, kurmaca olmayan bir metin üzerinden elde edilen çıkarımlardan daha geçerli, etkili ve kalıcı olabilir.

Tanpınar, Hep Aynı Boşluk’ta da örneklerini gördüğümüz kurmaca dışı metinlerinde kalemiyle kendi arasındaki duvarları yıkar, perdeleri kaldırır. Gerçek Tanpınar’ı bize sunar, hislerini açar. Aslında Tanpınar’ın bütün eserleri, Tanpınar’ın karşısında/huzurunda durduğu aynalardır, diyebiliriz. Bu husus, bana kalırsa Hep Aynı Boşluk’un içinde geniş bir katolog halinde örneklerine rastladığımız mektup, deneme ve günlük gibi kurmaca dışı türlerdeki yazılarında da oldukça belirgindir. Örneğin, Hep Aynı Boşluk’ta Mektuplar başlığı altında yer alan Ahmet Kutsi Tecer’e yazdığı mektupların birinde kendisi için şöyle bir belirlenimde bulunur Tanpınar:

…kaç kişiyim ben? Bazen bütün şahsiyetlerimi yan yana göz önüne getiriyorum, kalabalıkta kendim kayboluyorum. Hülasa, bölünmek, dağılmak, öyle bir haldeyim ki birisi gelip de canlı mahlukların en mükemmeli kabuklu hayvandır, dese inanacağım. Mukavemetsizliğinin yıktığı adamım.

Tanpınar’ın kendisi hakkındaki bu belirlenimi oldukça içtendir. Sanatçı kimliğinden müstakil insan tarafını, hayat debdebesindeki bunalımlarını, acılarını sarsıcı bir şekilde okura yansıtır.

Yalnızlık ve acı büyük zihinlerin yazgısıdır. Malumunuz Tanpınar da yaşadığı devir de bir “sükut suikasti”ne uğradığını savunur ve bundan pek mustarip olduğunu Hep aynı Boşluk da dahil olmak üzere gerek doğrudan gerek dolaylı bir şekilde eserlerinde dile getirir. Durum böyleyken; yalnızlığı, aleladenin aşıldığı eşik olarak görmesi şaşırılacak bir mevzu değildir. (Tanpınar’ın yaşadığı çağda aleladeliği aşılması gereken bir eşik olarak görmesi ve bu aşma işinin anahtarını yalnızlık olarak görmesi olağan olabilir. Fakat günümüzde aleladelik hali; sanki, ulaşılması gereken, arzulanan bir menzil oldu. Neyse bu başka bir konu, dağılmayalım.) Nurettin Topçu, Akif’i anlattığı eserinde şöyle der:

“Hayattan kaçan bu büyük mustaripler, ıstıraplarına deva ararken sanatlarına sığınıyorlar. Bunlar için sanat hayat çılgınlığında tedavi yeridir; yaşama boşluğundan kurtuluş vaadidir. Bazen hayatın darlığına bir cezbe, dünyamızın manasızlığına bir tükürüş, hayatın hiçliğinden bir intikam oluyor.”

Bu gerekçe ile Tanpınar için yalnızlık sayesinde aleladeliğin aşıldığı eşikten ötesi sanattır, diyebiliriz.

Tanpınar’da, Türk edebiyatında çok az sanatçıda görülen bir multidisiplinerlik söz konusudur. Güzel sanatların her şubesiyle ilgilidir. Hep Aynı Boşluk da bu hususiyetinin bir göstergesidir. Kitap; Edebiyat, Estetik ve Plastik Sanatlar, Medeniyetler ve Zihniyetler, Toplumsal ve İktisadi Hayat, İnsana Dair, Siyaset ve Siyaset Adamları, Mektuplar, Anketler, Röportajlar ve Diğer Yazılar olmak üzere on başlık altında yapılandırılmıştır. Zikredilen başlıklar altında, fazlasıyla çeşitli bir konu kataloğunun yardımıyla Tanpınar’ın kültürel birikiminin ve İnci Enginün’ün belirttiği üzere, Tanpınar’ın hem birey hem toplum için en önemli yetiştirici güç olarak gördüğü kültürel süreklilik kavramını kendi kişiliğinde tatbik etmek amacıyla yaşamın ve sanatın hangi sahalarında bulunduğunun, hangi kavramlarına göz gezdirdiğinin, hangi meşgalelerle alakadar olduğunun, hülasa multidisipliner kişiliğinin portresini çizer.

Hep Aynı Boşluk, ele aldığı mevzular ve bu mevzulardan hareketle yaptığı açılımlar bakımından öyle bir eser ki namütenahi hakkında konuşulabilir. Sadece, okumayı bilhassa Tanpınar’ın dilini ve estetiğini tatmayı sevenlerin zevkle okuyacağı bir kitap değil; Türk milletini seven, Türk milletinin kültürel sürekliliği içinde kendine bir yer arayan yahut bulan, medeniyet dairemizin son yüzyıldaki kabuk değişimine Tanpınar’ın gözünden şahitlik etmek isteyenlerin de uğrak noktası olacak bir eserdir. Ama şu bilinmeli ki: Bu kitap ile çıkılacak yolun bir menzili yoktur, uğrakları çoktur. Bu da yine Tanpınar’ın geniş kültürel birikiminin ve sürekliliğinin maharetindendir. Tanpınar gibi mütefekkirlerin inşa ettiği kubbelerin altında hayatımızın, milletimizin, memleketimizin muhasebe ve murakabesine dalmak önemli bir mesele. Bunu yapmaya mecburuz. Mensubu olduğumuz medeniyetin teklifini bilmek ve bütün varlığımızla ruhumuza sirayet etmesine imkan tanımak mecburiyetindeyiz. Tarih bizi, yetişmiş ve yetişen nesilleri bunu yapmak zorunda bırakacak elbette. İhsan Fazlıoğlu bir yazısında Metin Bobaroğlu’nun şöyle bir sözünü aktarır: “Tarihsizlik, talihsizliktir.” Talihsizliğe boyun eğmemek istiyorsak eğer; tarihimizi, medeniyetimizi, kültürümüzü öğrenmek, bilmek ve muhafaza etmek mecburiyetindeyiz. Tanpınar bir çeşmedir, medeniyetimizin, kültürel sürekliliğimizin, tarihi birikimimizin çeşmesidir. Bu çeşmeden kana kana içmek, gıdalanmak gerek.

Sona yaklaşırken birkaç kelam daha etmek isterim: insan; daima, durmaksızın, enine boyuna özler. Oruç Aruoba; özlem için, “gitmekte olmanın sürekliliği” şeklinde bir tanımlama yapıyordu. Buna göre, insan, yaşamak yolunda yol aldıkça, gittikçe özlem de yanı başından ayrılmayacaktır. İnsan özlediği, özlem duygusuna müdavim olduğu müddetçe de eksiklik, boşluk duygusunun elinden yakasını kurtaramayacaktır. Çünkü özlem, özsel, insanın özü ile ilgili bir durumdur. Özünde boşluğunu, eksikliğini hissettiğine varma eksikliğini giderme, boşluğunu kapatma, kendini tamamlama arzusudur. Özlemi içimizden söküp atmak mümkün müdür? Bana sorarsanız değildir. Özlem insanın yaradılışından, fıtratındandır. İnsan oluşunun bir hassasıdır. Mebde ve mead, yani başlangıç ve son, yani gelinen ve gidilen yer ile alakalı sorgulamalar kadim felsefe geleneğimizin yaygın olarak irdelediği meselelerdendir. İnsan; gelinen ve gidilen, başlangıç ve son, mebde ve mead tüm bunların arasında olandır. Arada olan ise ya ötenin ya berinin, yani arayı kuran iki unsurun özlemini duymaya mahkumdur. Yazgısı arada olmak ve bundan dolayı özlemek olan insanın boşluk duygusuyla ilişkisi daha da detaylandırılmaya muhtaçtır.

Tanpınar’ın boşluğu, yalnızca, arada olan insanın duyduğu özlem ile açıklanamaz elbette. Aslında hepimizde olan medeniyetimize, kültürümüze, milletimize, ülkemize karşı duyduğumuz mesuliyet duygusu, Tanpınar’da çok daha yoğundur. Ülkesi ve milleti için hem toplumsal hem ferdi yaşamında meydana gelen açmazların, çıkmazların, olmazların ortasında arzuladığı güzelliklere ulaşamamanın eksikliğini, boşluğunu derinden duyar. Hem insan olarak hem Tanpınar ile aynı medeniyetin fertleri olarak boşluk duygularımız birbirine benzerdir. Hepimizde benzer olan fakat o hissi, yaşayış itibarıyla aynılığına dair kesinliğimizin olmadığı bu boşluk hissine dair Tanpınar’ın ifadesini her okuyuşumuzda kalbimizin, ruhumuzun, aklımızın bir kenarından tutar ve kemirmeye başlar:

Ben benden evvel, daha evvel, evvelden evvel; benden sonra, daha sonra, daha sonradan sonra… Ya Rabbim ne kadar korkunç hesap… Hep aynı boşluk… Aynı boşluğun ıstırapla, acıyla, beyhude ümitle dolması…

Tüm bu söylenilenlerden sonra: Boşluk hep aynı mıdır yahut boşluk hepimizde aynı mıdır, cevaplaması zor. Ama denilebilir ki; boşluk vardır, insan yaşadığı müddetçe de olacaktır. Bize düşen ise arada oluşumuzun gereğini yerine getirmek, bulunduğumuz arayı öğrenmek, bulunduğumuz arada boşluk, eksiklik duygusunu hissederek ama onlara gark olmadan bizi ayakta tutabilecek teklifin, medeniyetin, kültürün, manevi dünyanın izlerini sürmektir.

İmanımız ve inancımız gereği sevgi/muhabbet neredeyse Allah oradadır. Muhabbetimiz daim olsun, aşk olsun! Tanpınar’la, her anınızda aşkla ve dahi sağlıcakla kalın…

Doğuş Bektaş
dgsbkts@outlook.com

İlim sevgiden doğar

Fuzuli aşktan yanıp kavrulduğunda o meşhur beytini tüm insanlık adına haykırdı: "Aşk imiş her ne var âlemde / ilm bir kıyl ü kâl imiş ancak."

Bizler, Allah’ın kelamından doğan ilmin, binlerce yıllık emek ve birikimin meydana getirdiği teknik bilginin, insanoğlunun tecrübe ve tekabül ettiği her mananın kendine yer tuttuğu yaşamın fertleriyiz. Yalnızca bu fani alemin ferdi olmanın, içerisinde zerre kadar yer tutmanın, aleme gelişimizin esası olmadığını idrak etmeli ve dünyaya gelişimizin nafile olmadığını ispat etmeliyiz. İspata kalkıştığımız, kendimizi ve etrafımızı sevgiden yoksun bırakmadığımız ve yalnızca maddi dünyanın soğuk komut ve gereklerini yerine getirmediğimizde Fuzuli’nin bu beytinin anlamını kavramış ve yolumuza ışık tayin etmiş oluruz. Yalnızca maddiyatın soğukluğu bizleri mutlu etmeye, yaşamı yaşanılır kılmaya yetmez. Manevi olan, hislerle örülen ve aşkla söylenen bizi doyurur ve ruhumuza yol çizer.

Müellif Mehmet Kaplan’ın aşkın evrenselliğine dikkat çektiği kitapta şu ifadeleri hepimizi düşündürmelidir; “bütün dünya masallarının konusu aşktır. Romanların, tiyatroların, filmlerin, operaların da böyle değil mi? Sevilenler mesut, sevilmeyenler bedbahttır. Sevilmeyenlerin trajedisi, kıskançlık, sevişenlerin hemen yanı başında biten karaçalıdır. O karaçalı insanın içini bürümeye görsün, dünya insana zindan olur. Aşk ise “üniversal” bir benzetmeye göre hayat ve kâinatı aydınlatan bir güneştir.” Müellifin aşkı benzettiği güneş tüm insanlığı aydınlatır ve yaşatır. Öyleyse aşk, insanlıktan zerre kadar nasibini almış her ademin imtihanı ve yaşam kaynağıdır. Kendini bilen insanın modern dünyada kaybolmayacağı açıktır. O insan için tüm yollar bilindik, tüm sokaklar tanıdıktır. Medeniyetine yabancı değil bilakis bizatihi medeniyetinin vücut verdiğidir. Taşa şekil veren de musikiye ruh veren de bu medeniyetin kodlarıdır. Saadettin Ökten arabayı biz icat etmiş olsaydık içine ayakkabılarımızı çıkarıp binerdik.” Demişti. Bu söylemin içerisinde bizim kimliğimiz ve hayata bakışımız saklıdır. Belki arabayı icat etmedik ancak şehirlerimize, zihinlerimize kazandırdığımız her eserde imzamız olarak kimliğimize yer verdik. Bugün duvarların üstüne geldiği, sokakların kendisini çıkmazlarda hapsettiği, gidişinin nereye olduğunu, amacının ne olduğunu bilemeyen modern dünya insanının kurtuluşu, kimliğini tekrar kazanmasında yatmaktadır. Süleymaniye’nin ve Selimiye’nin büründüğü şeklin bir medeniyet imzası olduğunu anlamak ve İslam’ın taşa olduğu kadar insana da şekil vermek gayesi taşıdığını bilmek modern dünyanın bunalımlarından sıyrılmamıza vesile olacaktır. Müellifin 1967 yılında Hisar dergisinde yayınlanan ve kitapta da yer alan cümlelerinde bu meselenin izahı bulunmaktadır; “Anadolu dağlarla, taşlarla, madenlerle doludur. Onlara şekil vermesini bilebilseydik Türkiye’de binlerce yıldır devam edecek bir medeniyet kurabilirdik. Dört yüz yıldır İstanbul ufuklarını süsleyen Süleymaniye’den ders aldığımız gün Türkiye’nin çehresi değişecektir.” Müellif şekilden yola çıkarak din ile sanat arasındaki intibaya dikkat çeker ve her ikisinin de kaynağının bir olduğunu işaret eder. “Din şekle ne kadar hürmet ederse, sanat da o kadar hürmet gösterir. Şekilde, bize kendisini empoze eden, anarşik ruha nizam ve saadet veren bir taraf vardır.” Bu tesirden yola çıkan müellif din ile sanatın kaynaklarını bir tutmuş, sanat ve dini iç içe geçirmiştir.

Kitapta müellifin türlü fikir ve hisleri kendini bilmenin, zamana ve çağa rağmen muhafaza etmenin kodlarını taşır. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Beş Şehir eserinde söylediği “gerçek yapıcılığın, mevcudu muhafaza ile başladığını öğrendiğimiz gün mesut olacağız.” Sözüyle örtüşen bir muhafazadan bahsetmek gerekir. Milletçe bizim olanı, bize ait olanı muhafaza etmek ve buradan kudret alarak taşa, musikiye, madene şekil vermek ve ilerlemek. İlerlemenin esası da müellifin yazılarında işaret ettiği gibi milletçe her bölgede kalkınmak ve bunu yaparken kimliğimizi korumaktan geçmektedir. İnanıyoruz ki varlığımız tesadüfi değildir. Varlığımız amaçsızlık veyahut boşluk sebebiyle de değildir. Bir gayemiz var ancak yaşam boyunca bu gayenin ne olduğunu tartışmak ve çeşitli fikirlere kapılıp belirli dönemlerde bunların izinden gitmek insanın, insan olma çabasının sonucudur. Sevgi ve İlim de bu çabanın meydana getirdiği fikir ve hislerin bir araya gelişidir. Fikirlerin dahi bir nizama oturduğu ve insanın şekillendiği evreler yaşamımızın en önemli evreleridir. Müellif “insanoğlunun en büyük düşmanı gayrimuayyenlik, karışıklık ve müphemiyettir.” Derken karışıklık ve belirsizliği insana en zararlı durumlar olarak belirtmekte ve “Din, sanat, medeniyet, tabiat hep bir nizama, bir disipline, bir kanun ve kaideye bağlıdır” diyerek nizamın her şeyin özü olduğuna işaret etmektedir.

Müellif akla ve bilime inandığını bunun yanında medeniyetinin, milletinin inancına mensup olduğunu ve değerlerine sahip çıktığını sıkça dile getirmiştir. Ona göre insan akla ve bilime inanmalı, aklın ve bilimin açacağı yolda sevginin yani ilahi kudretin kalplere aşıladığı duygunun ışığıyla hareket etmelidir. Evet medeniyetin maddi yanı ilerlemiştir. Bugün maddiyatın meydana getirdiği medeniyet hiç olmadığı kadar ileride ve söz sahibidir. Bilimin ve teknolojinin meydana getirdiği bu ilerleme yanında medeniyetin özünü oluşturan maneviyatın zayıflamasını ve karışıklığı getirmiştir. Teknik imkanlar arttıkça karışıklıklar ve kaos azalmamış bilakis artmaya devam etmiştir. İnsanın özünü ve ruhunu doyurmayan her şey insanı daha fazla açlığa ve çılgınlığa sevk etmiştir. İşte bu açlık ve çılgınlık ancak sevginin tokluğu ve dinginliği ile ortadan kalkabilir. Müellif bu dengeye ve ahenge inanmaktadır. İnsanın meselelerinin yine insanda başladığı ve bittiği gerçeği müellifin de kabul ettiği bir gerçektir. Hemşehrim dediği Yunus Emre Hazretlerinden misal vererek aktardığı kısımda “Yunus Emre, 'seni deli eden şey yine sendedir sende' diyordu. Şu muhakkak ki insanoğlunun çılgınlıklarının sebebi, tabiat ve eşyada değil, yine kendi içindedir. Yunus doğruyu söylemiştir. Fakat insan nedir? Her şey, sonunda insan denilen muammaya gelip dayanır.” diyerek insana ve insanda yatan sırra dikkat çekmiştir.

İnsan ki birbirinden farklı, muammalarla dolu, her biri ayrı alemdir. İnsan ki biraz kemik ve bolca endişedir. Akıl sır erdiremediğimiz, düşünce ve davranışlarında kimi zaman mantık ve izahat bulamadığımız insan, bu derinlikle ve bilinmezlikle eşref-i mahluktur. Allah, insanı yaratılmışların en şereflisi olarak yaratmış ve düşünebilmeleri için akıl, sevebilmeleri ve yaratıcılarını bulabilmeleri için aklın yanında kalp ihsan etmiştir. Müellifin konu ettiği, alimlerin kelam ettiği, insanların denge ve ahenginde gidip geldiği ilim ve sevgi budur. Mevlâna Hazretleri buyurmuştur ki “Biz aşktan doğduk.” Allah’ın bize bahşettiği, bizim çeşitli teknik ve tecrübelere dayanarak bir araya getirdiğimiz ve ilgilenen her kula “Allah artırsın” diye dua etmeyi eksik etmediğimiz ilim, sevgiden doğmuş ve sevgi ile vücut bulmuştur. Çünkü kâinat, insan ve dua aşkla var olmuştur.

Velhasıl kelam Sevgi ve İlim, Fuzuli’nin beytinin etrafına örülmüş, müellifi olan Ahmet Hamdi Tanpınar’ın öğrencisi, edebiyat tarihçisi, tenkitçi ve müellif Prof. Dr. Mehmet Kaplan’ın türlü meseleler hakkındaki fikir ve hislerinden meydana gelmiştir. Kitapta yer alan yazılar çeşitli mecmualarda yayınlanmış ve müellifin çeşitli kitaplarında da kendine yer bulmuştur. Söz konusu fikir ve hisler edebiyat, şekil, gerçek, din, ilim, tarih, kültür gibi birçok kavram ve disipline dairdir. Prof. Dr. Mehmet Kaplan sohbet ederek kısa kısa yazdığı ve kendi deyimiyle “düşünce temrinleri” olarak nitelendirdiği bu teknikle yazılarında bolca değindiği “şekil” kavramı için uğraş vermekte, yazılarını şekle sokmayı amaçlamaktadır. Hayatta güzel ve nizami olan her şeyin bir şekiller sistemi olduğuna kanaat getiren müellifin, böyle bir arayışla teknik geliştirmesi ve yazın dünyasına kazandırması oldukça kıymetlidir.

Müellifin “yazarak düşünün” tavsiyesini bilen her okur fikir ve hislerin zihinlerde toparlanacağı ve yeni ufuklar kazandıracağı anlayışına uzak olmasa gerektir. Muhtevası bu kadar geniş olan bir eseri sindirerek okumak, mevzu bahis meseleleri şahsi gayretlerle irdelemek ve bir de kendimizce düşünmek biz okurlara büyük katkı sağlayacaktır efendim.

Erdi Oran
oranerdi@gmail.com