Fırat Sunel’in 2011 yılında yayımlanan Salkım Söğütlerin Gölgesinde adlı romanı yazarın edebî kariyerinde önemli bir yere sahiptir. Yazar bu romanda bir ulusa yapılan zulmü toplumsal gerçeklikle harmanlayarak aktarır. Eser; geleneksel toplum yapıları, kimlik arayışı ve bireysel özgürlük temaları etrafında şekillenir. Salkım Söğütlerin Gölgesinde yalnızca bir hikâye değil tarih sahnesinden yok edilmeye çalışılan bir ulusun varlığına dair bir delildir. Toplumun yanısıra derin kimlik çözümlemeleri ve çevre tasvirleriyle okuru Nika ve Ömer adındaki iki kafadara arkadaşlık ettirmektedir.
Yazık ki tarih boyunca insanlığın acısı hiç bitmemiş; gücü elinde tutan yakarak-yıkarak yaptığı kıyıma toplumları yurt edindikleri bölgelerden sürgün etmekle devam etmişlerdir. Salkım Söğütlerin Gölgesinde, II. Dünya Savaşı dolaylarında Stalin’in Ahıska Türklerini –tabiri caizse- trenlere bir yükmüşçesine doldurup acıya ve ölüme çıkardığı sürgünü anlatılır. Güneşin yeterince parlak olduğu bir sabahta, çocukların koşup oynadığı yerlerdeki karlara yansıyan güneş ışınları, soğuk ve zalim Rus kumandanlarının kaskatı yüreklerini ısıtmaya yetmiyordu. Öyle görünüyor ki yetmeyecekti de... Kurbanlarının kanlarının rengini alan Kızıl Ordu’nun geçimsiz neferleri söğütlerin dallarını hareketlendiren uysal rüzgârın Ahıskalılara ulaşmasına izin vermiyorlardı. Güneş, Stalin’in ağzı süt kokarken çaldığı Türk evlatlarından oluşan ordusunun üstüne bütün heybetiyle doğmuştu. Keyifle çaylarını yudumlayan köylülerin üzerine bir ateş parçası olup düşeceğini, hayatlarının bir alacakaranlığa dönüşeceğini ne güneş ne de Ahıskalılar biliyordu.
Sunel’in edebî kuvvetinin geride kalanların gördüklerinin dehşetiyle sarsılmasını satır arasından okurun dimağına işlediğini gördük. Gidenlerin saç diplerini çeken dikenli düşüncelerin okurun sayfalar arasında gezinen ellerini kestiğini, gözbebeklerinden fırlayan korkularla göz göze geldiğimizi tahta vagonlar arasından sızan soğuğun kombili evlerimizde ayaklarımızı battaniyenin altından kestiğine şahit olduk. Ve yürüyen ayakların bastığı toprağı tanıyamayıncaya kadar gittiği bir günde, Kızıl Ordu’nun yalnız kurbanlarının kanını içerek değil bütün değerlerini yıkarak enkazın üzerine kurulduğunu gördük. Salkım Söğütlerin Gölgesinde yalnız bir sürgün romanı değil; kimliksizleştirilmeye çalışılan bir toplumun kültürünü, sosyal ve içtimai hayatının bütün değerlerinin yok oluşunun panoramasıdır. 40 gün sürecek bir ölüm yolculuğuna çıkarılan binlerce insan kardeşlerini, evlatlarını, anne babalarını bırakacaklardır. Dört tahta arasında yaşam mücadelesi veren birbirini tanımayan onlarca insan, 30 çiviyle birbirine bağlanmış hayatlar olarak gün geçtikçe birbirlerine en yakınlarından daha yakın olacaklardır.
40 gün... 960 saat, 57 bin 6 yüz dakika... Hiç tanışılmayan birisiyle geçirmek için çok uzun, fakat bir milletin tarihinin, kimliğinin, bilincinin, kültürünün silinmesi için çok kısa... İşte Kızıl Ordu’nun Ahıska’yı hafızalardan silmesi için yeterli zaman. Silmek denilirse... Tarihini hatırlayan son Ahıska Türkü kalıncaya; bir zulmü duyuracak son soydaş kalıncaya dek yaşayacak olan tarihtir bu. Neyse ki Fırat Sunel hepimiz adına bütün zarafetiyle tarihe bir not düşüyor. Orta Asya’ya sürülen millet, gün olur doğduğu toprağa geri dönerse diye, Ahıska’yı gidip yerinde görüyor. Anlattığı hikâyenin kişileriyle tanışıyor. Yazarlığının yanında diplomat da olan Sunel, tarihe estetik bir yönden şahitlik etmek isteyenlere Salkım Söğütlerin Gölgesinde'yi armağan ediyor. Anlatı kişilerinden Yorgo’nun da deyimiyle:
“Memleket olmayınca, baharda uçuşan radika tüyleri gibi vatansız, köksüz insanı rüzgâr canı nereye isterse oraya savurur. Yersiz yurtsuz biçare insanlar da çiçeğin kömecindeki tüyler gibi konacak yer bulamazlar.”
Halide Şeyma Kuzgun
halideseymak@gmail.com
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder