14 Kasım 2024 Perşembe

Boşluk neden hep aynıdır?

“…usunu bir seccade gibi kullanan yaşamakta…”
- İsmet Özel, Geceleyin Bir Koşu

İnsanlığın müşterek tarih tecrübesinde dünden bugüne sürekli bir iddia sahibi ve gayesi olan bir millet olarak yerimizi aldık ve müstahkem kıldık. Dünyanın sancılı değişimlere gebe olduğu bunalımlı zamanlarda, kendisinin varlığını bir başkasının yok oluşunda gören küresel kötülük lobilerinin karşısında, zikredilen hasletimize binaen hep bir teklifle durduk. Teklifimiz nedir, sorusu bu yazının kapsamında değildir. Bu yazıda; teklifimiz nedir, sorusundan ziyade; teklifimiz nedir, sorusunun cevabını nasıl buluruz, sorusunun peşine düşülecektir.

Zikredilen soruya bir cevap verebilir miyiz? Versek tatmin edebilir miyiz? Her ikisi de meçhul. Esasen biz sormakla mükellefiz; medeniyetimiz sorular medeniyetidir, haddini bilenlerin yahut arayanların medeniyetidir. İhsan Fazlıoğlu, katıldığı bir programda soru sormakla had bilmek arasında yakın bir ilişki olduğundan söz etmişti. Hatırladığım kadarıyla şöyle devam etmişti: Bu had bir kopukluk manasında değildir. Buradaki “had bilmek” tabirinin vurgusu hürmet kelimesinedir. Hürmet kelimesi de gün sonunda had, sınır bilmek demektir, birine karşı duyulan ölçülü davranma hissidir. Soru soran kendi yerini bilendir. Kulluğunun bilincinde olan demektir. Heidegger’in deyişiyle soru sormak aklın dindarlığıdır. Soru, bir tarafıyla da üzerine konuşulan konuyu açar, cevabın aksine. Sormak kelimesinin Eski Türkçede “peşinden gitmek, iz sürmek” gibi bir anlamı da vardır. Tüm bunlardan hareketle denebilir ki; biz haddimizi bilmekle, açmakla, iz sürmekle, aklımızın dindarlığını yerine getirmekle mükellefiz. Şairin dediği gibi tuttuğumuz her işte bizatihi yaşamımızın kendisinde, en tanrısal olan yanımızı yani aklımızı, usumuzu; bir altlık, bir zemin, bir korunak, bir araç, bir işaret en nihayetinde bir seccade olarak kullanabilmeliyiz. Peki ya sorulara cevap bulmak, işte orası takdir-i ilahi.

Gelelim sorumuza: “Teklifimiz nedir, sorusunun cevabını nasıl buluruz?” Teklif, vitrin ister. Teklif sahibi kültürlerin ve toplumların vitrini ise teklifi; her teklif edilişinde tekrar üreten, teklifin çerçevesini çizen, ifadesini kuran, sınayan, tahlil edip neticesinde tahkim eden, başıboş dolaşan bilgi kümelerini tertip eden ve bir terkip haline sokan mütefekkirleri yani büyük zihinleridir. Aslında sorumuzun cevabı böylelikle ortaya çıktı: Bir medeniyetin teklif ettiğini öğrenmek, bulmak ve kendimizi o teklif dairesine ait hissetmek; teklif sahibi o medeniyetin bağrından çıkan mütefekkirleri takip etmekle, okumakla, anlamaya çalışmakla mümkündür. Ahmet Hamdi Tanpınar içinde yaşadığı toplumun gerilimlerini çok boyutlu bir sahada ele alabilen bir mütefekkirdir. Manevi kimliğine yabancılaşmış bir kitleyi hapsoldukları bu dargınlık soğukluğu içerisinden çıkarmak için ömrü boyunca çaba göstermiştir. O; medeniyetimizin, kültürümüzün sözcüsüdür adeta.

Edebiyatımızda, Tanpınar hakkında yapılan çalışmaların çokluğu malumunuzdur. Fakat; Tanpınar, çoklaştıkça azalan bir şahsiyettir. Ne demek bu? Onun hakkında yapılan her araştırma, çalışma, mütalaa en nihayetinde düşünce üretimi ona dair yeni, aşılması gereken, ötesi bilinmeyen bir eşiğin önüne bırakıyor bizi. Varıp da önüne düştüğümüz eşiğe yüz sürmek, bilinmeyeni bilinir kılmak, hakkında konuşulanı yani hakikat olanın dairesini genişletmek bizim inisiyatifimizde. Tanpınar’ın tüketilemezliği üzerinde durulması gereken ayrı bir düşünce konusu. Ama şunu belirtmek gerekir ki bu tüketilemezliğin sebeplerini Tanpınar’ın çok farklı ve çok çeşitli pınarlarla beslediği geniş kültürel birikiminde ve kültürel sürekliliğinde aramalıyız. Bu arayışın araçlarından birisi de inceleme konumuz olan kitap: Hep Aynı Boşluk.

Türk edebiyatının şüphesiz en önemli yazarlarından olan Tanpınar, esas şöhretini şair olarak şiirleriyle kazanmak istese de onun hakkını ona teslim eden kurmaca nitelikli eserleri olmuştur. Fakat Tanpınar; büyük bir incelik ve özveriyle ördüğü roman, öykü ve şiirlerinin yanı sıra makale, deneme, günlük, röportaj ve sohbet gibi kurmaca olmayan türlerde de eserler kaleme almıştır. Hatta denilebilir ki; kurmaca dışı türlerde daha velut bir yazardır. Bir yazarın kurmaca nitelikli eserleri; yazarın “sanatçı” kimliğine dair çıkarımlarda bulunup fikir yürütmemize imkan tanır. Ancak yazarın “insan” oluşunun gereklerine bir bakış atmak istersek kurmaca dışı eserlerine de uzanmamız gerekir. Elbette bu kurmaca ve kurmaca dışı eserler arasındaki geçiş bu denli sert değildir. Pek tabii kurmaca bir eser üzerinden de yazarın, insanlığına, gündelik yaşam mevzularını nasıl ele aldığına, devrinin meselelerini nasıl değerlendirdiğine hülasa kendi dünyasına dair çıkarımlarda bulunulabilir. Hatta kimi zaman bu çıkarımlar, kurmaca olmayan bir metin üzerinden elde edilen çıkarımlardan daha geçerli, etkili ve kalıcı olabilir.

Tanpınar, Hep Aynı Boşluk’ta da örneklerini gördüğümüz kurmaca dışı metinlerinde kalemiyle kendi arasındaki duvarları yıkar, perdeleri kaldırır. Gerçek Tanpınar’ı bize sunar, hislerini açar. Aslında Tanpınar’ın bütün eserleri, Tanpınar’ın karşısında/huzurunda durduğu aynalardır, diyebiliriz. Bu husus, bana kalırsa Hep Aynı Boşluk’un içinde geniş bir katolog halinde örneklerine rastladığımız mektup, deneme ve günlük gibi kurmaca dışı türlerdeki yazılarında da oldukça belirgindir. Örneğin, Hep Aynı Boşluk’ta Mektuplar başlığı altında yer alan Ahmet Kutsi Tecer’e yazdığı mektupların birinde kendisi için şöyle bir belirlenimde bulunur Tanpınar:

…kaç kişiyim ben? Bazen bütün şahsiyetlerimi yan yana göz önüne getiriyorum, kalabalıkta kendim kayboluyorum. Hülasa, bölünmek, dağılmak, öyle bir haldeyim ki birisi gelip de canlı mahlukların en mükemmeli kabuklu hayvandır, dese inanacağım. Mukavemetsizliğinin yıktığı adamım.

Tanpınar’ın kendisi hakkındaki bu belirlenimi oldukça içtendir. Sanatçı kimliğinden müstakil insan tarafını, hayat debdebesindeki bunalımlarını, acılarını sarsıcı bir şekilde okura yansıtır.

Yalnızlık ve acı büyük zihinlerin yazgısıdır. Malumunuz Tanpınar da yaşadığı devir de bir “sükut suikasti”ne uğradığını savunur ve bundan pek mustarip olduğunu Hep aynı Boşluk da dahil olmak üzere gerek doğrudan gerek dolaylı bir şekilde eserlerinde dile getirir. Durum böyleyken; yalnızlığı, aleladenin aşıldığı eşik olarak görmesi şaşırılacak bir mevzu değildir. (Tanpınar’ın yaşadığı çağda aleladeliği aşılması gereken bir eşik olarak görmesi ve bu aşma işinin anahtarını yalnızlık olarak görmesi olağan olabilir. Fakat günümüzde aleladelik hali; sanki, ulaşılması gereken, arzulanan bir menzil oldu. Neyse bu başka bir konu, dağılmayalım.) Nurettin Topçu, Akif’i anlattığı eserinde şöyle der:

“Hayattan kaçan bu büyük mustaripler, ıstıraplarına deva ararken sanatlarına sığınıyorlar. Bunlar için sanat hayat çılgınlığında tedavi yeridir; yaşama boşluğundan kurtuluş vaadidir. Bazen hayatın darlığına bir cezbe, dünyamızın manasızlığına bir tükürüş, hayatın hiçliğinden bir intikam oluyor.”

Bu gerekçe ile Tanpınar için yalnızlık sayesinde aleladeliğin aşıldığı eşikten ötesi sanattır, diyebiliriz.

Tanpınar’da, Türk edebiyatında çok az sanatçıda görülen bir multidisiplinerlik söz konusudur. Güzel sanatların her şubesiyle ilgilidir. Hep Aynı Boşluk da bu hususiyetinin bir göstergesidir. Kitap; Edebiyat, Estetik ve Plastik Sanatlar, Medeniyetler ve Zihniyetler, Toplumsal ve İktisadi Hayat, İnsana Dair, Siyaset ve Siyaset Adamları, Mektuplar, Anketler, Röportajlar ve Diğer Yazılar olmak üzere on başlık altında yapılandırılmıştır. Zikredilen başlıklar altında, fazlasıyla çeşitli bir konu kataloğunun yardımıyla Tanpınar’ın kültürel birikiminin ve İnci Enginün’ün belirttiği üzere, Tanpınar’ın hem birey hem toplum için en önemli yetiştirici güç olarak gördüğü kültürel süreklilik kavramını kendi kişiliğinde tatbik etmek amacıyla yaşamın ve sanatın hangi sahalarında bulunduğunun, hangi kavramlarına göz gezdirdiğinin, hangi meşgalelerle alakadar olduğunun, hülasa multidisipliner kişiliğinin portresini çizer.

Hep Aynı Boşluk, ele aldığı mevzular ve bu mevzulardan hareketle yaptığı açılımlar bakımından öyle bir eser ki namütenahi hakkında konuşulabilir. Sadece, okumayı bilhassa Tanpınar’ın dilini ve estetiğini tatmayı sevenlerin zevkle okuyacağı bir kitap değil; Türk milletini seven, Türk milletinin kültürel sürekliliği içinde kendine bir yer arayan yahut bulan, medeniyet dairemizin son yüzyıldaki kabuk değişimine Tanpınar’ın gözünden şahitlik etmek isteyenlerin de uğrak noktası olacak bir eserdir. Ama şu bilinmeli ki: Bu kitap ile çıkılacak yolun bir menzili yoktur, uğrakları çoktur. Bu da yine Tanpınar’ın geniş kültürel birikiminin ve sürekliliğinin maharetindendir. Tanpınar gibi mütefekkirlerin inşa ettiği kubbelerin altında hayatımızın, milletimizin, memleketimizin muhasebe ve murakabesine dalmak önemli bir mesele. Bunu yapmaya mecburuz. Mensubu olduğumuz medeniyetin teklifini bilmek ve bütün varlığımızla ruhumuza sirayet etmesine imkan tanımak mecburiyetindeyiz. Tarih bizi, yetişmiş ve yetişen nesilleri bunu yapmak zorunda bırakacak elbette. İhsan Fazlıoğlu bir yazısında Metin Bobaroğlu’nun şöyle bir sözünü aktarır: “Tarihsizlik, talihsizliktir.” Talihsizliğe boyun eğmemek istiyorsak eğer; tarihimizi, medeniyetimizi, kültürümüzü öğrenmek, bilmek ve muhafaza etmek mecburiyetindeyiz. Tanpınar bir çeşmedir, medeniyetimizin, kültürel sürekliliğimizin, tarihi birikimimizin çeşmesidir. Bu çeşmeden kana kana içmek, gıdalanmak gerek.

Sona yaklaşırken birkaç kelam daha etmek isterim: insan; daima, durmaksızın, enine boyuna özler. Oruç Aruoba; özlem için, “gitmekte olmanın sürekliliği” şeklinde bir tanımlama yapıyordu. Buna göre, insan, yaşamak yolunda yol aldıkça, gittikçe özlem de yanı başından ayrılmayacaktır. İnsan özlediği, özlem duygusuna müdavim olduğu müddetçe de eksiklik, boşluk duygusunun elinden yakasını kurtaramayacaktır. Çünkü özlem, özsel, insanın özü ile ilgili bir durumdur. Özünde boşluğunu, eksikliğini hissettiğine varma eksikliğini giderme, boşluğunu kapatma, kendini tamamlama arzusudur. Özlemi içimizden söküp atmak mümkün müdür? Bana sorarsanız değildir. Özlem insanın yaradılışından, fıtratındandır. İnsan oluşunun bir hassasıdır. Mebde ve mead, yani başlangıç ve son, yani gelinen ve gidilen yer ile alakalı sorgulamalar kadim felsefe geleneğimizin yaygın olarak irdelediği meselelerdendir. İnsan; gelinen ve gidilen, başlangıç ve son, mebde ve mead tüm bunların arasında olandır. Arada olan ise ya ötenin ya berinin, yani arayı kuran iki unsurun özlemini duymaya mahkumdur. Yazgısı arada olmak ve bundan dolayı özlemek olan insanın boşluk duygusuyla ilişkisi daha da detaylandırılmaya muhtaçtır.

Tanpınar’ın boşluğu, yalnızca, arada olan insanın duyduğu özlem ile açıklanamaz elbette. Aslında hepimizde olan medeniyetimize, kültürümüze, milletimize, ülkemize karşı duyduğumuz mesuliyet duygusu, Tanpınar’da çok daha yoğundur. Ülkesi ve milleti için hem toplumsal hem ferdi yaşamında meydana gelen açmazların, çıkmazların, olmazların ortasında arzuladığı güzelliklere ulaşamamanın eksikliğini, boşluğunu derinden duyar. Hem insan olarak hem Tanpınar ile aynı medeniyetin fertleri olarak boşluk duygularımız birbirine benzerdir. Hepimizde benzer olan fakat o hissi, yaşayış itibarıyla aynılığına dair kesinliğimizin olmadığı bu boşluk hissine dair Tanpınar’ın ifadesini her okuyuşumuzda kalbimizin, ruhumuzun, aklımızın bir kenarından tutar ve kemirmeye başlar:

Ben benden evvel, daha evvel, evvelden evvel; benden sonra, daha sonra, daha sonradan sonra… Ya Rabbim ne kadar korkunç hesap… Hep aynı boşluk… Aynı boşluğun ıstırapla, acıyla, beyhude ümitle dolması…

Tüm bu söylenilenlerden sonra: Boşluk hep aynı mıdır yahut boşluk hepimizde aynı mıdır, cevaplaması zor. Ama denilebilir ki; boşluk vardır, insan yaşadığı müddetçe de olacaktır. Bize düşen ise arada oluşumuzun gereğini yerine getirmek, bulunduğumuz arayı öğrenmek, bulunduğumuz arada boşluk, eksiklik duygusunu hissederek ama onlara gark olmadan bizi ayakta tutabilecek teklifin, medeniyetin, kültürün, manevi dünyanın izlerini sürmektir.

İmanımız ve inancımız gereği sevgi/muhabbet neredeyse Allah oradadır. Muhabbetimiz daim olsun, aşk olsun! Tanpınar’la, her anınızda aşkla ve dahi sağlıcakla kalın…

Doğuş Bektaş
dgsbkts@outlook.com

İlim sevgiden doğar

Fuzuli aşktan yanıp kavrulduğunda o meşhur beytini tüm insanlık adına haykırdı: "Aşk imiş her ne var âlemde / ilm bir kıyl ü kâl imiş ancak."

Bizler, Allah’ın kelamından doğan ilmin, binlerce yıllık emek ve birikimin meydana getirdiği teknik bilginin, insanoğlunun tecrübe ve tekabül ettiği her mananın kendine yer tuttuğu yaşamın fertleriyiz. Yalnızca bu fani alemin ferdi olmanın, içerisinde zerre kadar yer tutmanın, aleme gelişimizin esası olmadığını idrak etmeli ve dünyaya gelişimizin nafile olmadığını ispat etmeliyiz. İspata kalkıştığımız, kendimizi ve etrafımızı sevgiden yoksun bırakmadığımız ve yalnızca maddi dünyanın soğuk komut ve gereklerini yerine getirmediğimizde Fuzuli’nin bu beytinin anlamını kavramış ve yolumuza ışık tayin etmiş oluruz. Yalnızca maddiyatın soğukluğu bizleri mutlu etmeye, yaşamı yaşanılır kılmaya yetmez. Manevi olan, hislerle örülen ve aşkla söylenen bizi doyurur ve ruhumuza yol çizer.

Müellif Mehmet Kaplan’ın aşkın evrenselliğine dikkat çektiği kitapta şu ifadeleri hepimizi düşündürmelidir; “bütün dünya masallarının konusu aşktır. Romanların, tiyatroların, filmlerin, operaların da böyle değil mi? Sevilenler mesut, sevilmeyenler bedbahttır. Sevilmeyenlerin trajedisi, kıskançlık, sevişenlerin hemen yanı başında biten karaçalıdır. O karaçalı insanın içini bürümeye görsün, dünya insana zindan olur. Aşk ise “üniversal” bir benzetmeye göre hayat ve kâinatı aydınlatan bir güneştir.” Müellifin aşkı benzettiği güneş tüm insanlığı aydınlatır ve yaşatır. Öyleyse aşk, insanlıktan zerre kadar nasibini almış her ademin imtihanı ve yaşam kaynağıdır. Kendini bilen insanın modern dünyada kaybolmayacağı açıktır. O insan için tüm yollar bilindik, tüm sokaklar tanıdıktır. Medeniyetine yabancı değil bilakis bizatihi medeniyetinin vücut verdiğidir. Taşa şekil veren de musikiye ruh veren de bu medeniyetin kodlarıdır. Saadettin Ökten arabayı biz icat etmiş olsaydık içine ayakkabılarımızı çıkarıp binerdik.” Demişti. Bu söylemin içerisinde bizim kimliğimiz ve hayata bakışımız saklıdır. Belki arabayı icat etmedik ancak şehirlerimize, zihinlerimize kazandırdığımız her eserde imzamız olarak kimliğimize yer verdik. Bugün duvarların üstüne geldiği, sokakların kendisini çıkmazlarda hapsettiği, gidişinin nereye olduğunu, amacının ne olduğunu bilemeyen modern dünya insanının kurtuluşu, kimliğini tekrar kazanmasında yatmaktadır. Süleymaniye’nin ve Selimiye’nin büründüğü şeklin bir medeniyet imzası olduğunu anlamak ve İslam’ın taşa olduğu kadar insana da şekil vermek gayesi taşıdığını bilmek modern dünyanın bunalımlarından sıyrılmamıza vesile olacaktır. Müellifin 1967 yılında Hisar dergisinde yayınlanan ve kitapta da yer alan cümlelerinde bu meselenin izahı bulunmaktadır; “Anadolu dağlarla, taşlarla, madenlerle doludur. Onlara şekil vermesini bilebilseydik Türkiye’de binlerce yıldır devam edecek bir medeniyet kurabilirdik. Dört yüz yıldır İstanbul ufuklarını süsleyen Süleymaniye’den ders aldığımız gün Türkiye’nin çehresi değişecektir.” Müellif şekilden yola çıkarak din ile sanat arasındaki intibaya dikkat çeker ve her ikisinin de kaynağının bir olduğunu işaret eder. “Din şekle ne kadar hürmet ederse, sanat da o kadar hürmet gösterir. Şekilde, bize kendisini empoze eden, anarşik ruha nizam ve saadet veren bir taraf vardır.” Bu tesirden yola çıkan müellif din ile sanatın kaynaklarını bir tutmuş, sanat ve dini iç içe geçirmiştir.

Kitapta müellifin türlü fikir ve hisleri kendini bilmenin, zamana ve çağa rağmen muhafaza etmenin kodlarını taşır. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Beş Şehir eserinde söylediği “gerçek yapıcılığın, mevcudu muhafaza ile başladığını öğrendiğimiz gün mesut olacağız.” Sözüyle örtüşen bir muhafazadan bahsetmek gerekir. Milletçe bizim olanı, bize ait olanı muhafaza etmek ve buradan kudret alarak taşa, musikiye, madene şekil vermek ve ilerlemek. İlerlemenin esası da müellifin yazılarında işaret ettiği gibi milletçe her bölgede kalkınmak ve bunu yaparken kimliğimizi korumaktan geçmektedir. İnanıyoruz ki varlığımız tesadüfi değildir. Varlığımız amaçsızlık veyahut boşluk sebebiyle de değildir. Bir gayemiz var ancak yaşam boyunca bu gayenin ne olduğunu tartışmak ve çeşitli fikirlere kapılıp belirli dönemlerde bunların izinden gitmek insanın, insan olma çabasının sonucudur. Sevgi ve İlim de bu çabanın meydana getirdiği fikir ve hislerin bir araya gelişidir. Fikirlerin dahi bir nizama oturduğu ve insanın şekillendiği evreler yaşamımızın en önemli evreleridir. Müellif “insanoğlunun en büyük düşmanı gayrimuayyenlik, karışıklık ve müphemiyettir.” Derken karışıklık ve belirsizliği insana en zararlı durumlar olarak belirtmekte ve “Din, sanat, medeniyet, tabiat hep bir nizama, bir disipline, bir kanun ve kaideye bağlıdır” diyerek nizamın her şeyin özü olduğuna işaret etmektedir.

Müellif akla ve bilime inandığını bunun yanında medeniyetinin, milletinin inancına mensup olduğunu ve değerlerine sahip çıktığını sıkça dile getirmiştir. Ona göre insan akla ve bilime inanmalı, aklın ve bilimin açacağı yolda sevginin yani ilahi kudretin kalplere aşıladığı duygunun ışığıyla hareket etmelidir. Evet medeniyetin maddi yanı ilerlemiştir. Bugün maddiyatın meydana getirdiği medeniyet hiç olmadığı kadar ileride ve söz sahibidir. Bilimin ve teknolojinin meydana getirdiği bu ilerleme yanında medeniyetin özünü oluşturan maneviyatın zayıflamasını ve karışıklığı getirmiştir. Teknik imkanlar arttıkça karışıklıklar ve kaos azalmamış bilakis artmaya devam etmiştir. İnsanın özünü ve ruhunu doyurmayan her şey insanı daha fazla açlığa ve çılgınlığa sevk etmiştir. İşte bu açlık ve çılgınlık ancak sevginin tokluğu ve dinginliği ile ortadan kalkabilir. Müellif bu dengeye ve ahenge inanmaktadır. İnsanın meselelerinin yine insanda başladığı ve bittiği gerçeği müellifin de kabul ettiği bir gerçektir. Hemşehrim dediği Yunus Emre Hazretlerinden misal vererek aktardığı kısımda “Yunus Emre, 'seni deli eden şey yine sendedir sende' diyordu. Şu muhakkak ki insanoğlunun çılgınlıklarının sebebi, tabiat ve eşyada değil, yine kendi içindedir. Yunus doğruyu söylemiştir. Fakat insan nedir? Her şey, sonunda insan denilen muammaya gelip dayanır.” diyerek insana ve insanda yatan sırra dikkat çekmiştir.

İnsan ki birbirinden farklı, muammalarla dolu, her biri ayrı alemdir. İnsan ki biraz kemik ve bolca endişedir. Akıl sır erdiremediğimiz, düşünce ve davranışlarında kimi zaman mantık ve izahat bulamadığımız insan, bu derinlikle ve bilinmezlikle eşref-i mahluktur. Allah, insanı yaratılmışların en şereflisi olarak yaratmış ve düşünebilmeleri için akıl, sevebilmeleri ve yaratıcılarını bulabilmeleri için aklın yanında kalp ihsan etmiştir. Müellifin konu ettiği, alimlerin kelam ettiği, insanların denge ve ahenginde gidip geldiği ilim ve sevgi budur. Mevlâna Hazretleri buyurmuştur ki “Biz aşktan doğduk.” Allah’ın bize bahşettiği, bizim çeşitli teknik ve tecrübelere dayanarak bir araya getirdiğimiz ve ilgilenen her kula “Allah artırsın” diye dua etmeyi eksik etmediğimiz ilim, sevgiden doğmuş ve sevgi ile vücut bulmuştur. Çünkü kâinat, insan ve dua aşkla var olmuştur.

Velhasıl kelam Sevgi ve İlim, Fuzuli’nin beytinin etrafına örülmüş, müellifi olan Ahmet Hamdi Tanpınar’ın öğrencisi, edebiyat tarihçisi, tenkitçi ve müellif Prof. Dr. Mehmet Kaplan’ın türlü meseleler hakkındaki fikir ve hislerinden meydana gelmiştir. Kitapta yer alan yazılar çeşitli mecmualarda yayınlanmış ve müellifin çeşitli kitaplarında da kendine yer bulmuştur. Söz konusu fikir ve hisler edebiyat, şekil, gerçek, din, ilim, tarih, kültür gibi birçok kavram ve disipline dairdir. Prof. Dr. Mehmet Kaplan sohbet ederek kısa kısa yazdığı ve kendi deyimiyle “düşünce temrinleri” olarak nitelendirdiği bu teknikle yazılarında bolca değindiği “şekil” kavramı için uğraş vermekte, yazılarını şekle sokmayı amaçlamaktadır. Hayatta güzel ve nizami olan her şeyin bir şekiller sistemi olduğuna kanaat getiren müellifin, böyle bir arayışla teknik geliştirmesi ve yazın dünyasına kazandırması oldukça kıymetlidir.

Müellifin “yazarak düşünün” tavsiyesini bilen her okur fikir ve hislerin zihinlerde toparlanacağı ve yeni ufuklar kazandıracağı anlayışına uzak olmasa gerektir. Muhtevası bu kadar geniş olan bir eseri sindirerek okumak, mevzu bahis meseleleri şahsi gayretlerle irdelemek ve bir de kendimizce düşünmek biz okurlara büyük katkı sağlayacaktır efendim.

Erdi Oran
oranerdi@gmail.com

8 Kasım 2024 Cuma

Travma Tramvayı’na binmek ister misiniz?

İrem Oturaklıoğlu Kaya, bir uzman psikolog. Onun önce gözlemlerinden sonra kaleminden çıkan ve 6-10 yaş arasına göre kurgulanmış Renklerimin Sırrı Ne, zorluklardan geçen, umuda giden yolculuğun hikâyesi. Kitabın alt başlığı bize zor ama oldukça özel bir maceraya davet ediyor zaten: Travma Tramvayı’nda Yolculuk. Ayça Tuba Kaya’nın çizgileriyle ilerleyen ve ‘yolumu renklendiren bütün çocuklara’ ithafıyla başlayan öykü şu cümlelerle ‘merhaba’ diyor: “Simla, yaz tatilini anneannesi ve dedesinin yanında geçirdi. Meyve bahçelerinde koştu, komşu teyzeleri ziyaret etti, sıcacık kumlarda oynadı, yıldızları seyretti, balık tuttu, gitar çaldı, ip atladı ve buz gibi limonatalar yudumladı. Tam anlamıyla harika bir yaz geçirmişti.

Sonra ‘Gizemli Olayları Sil Süpür Ekibi’ ve aileleri, Travma Tramvayı adı verilen trenin kalkış noktasında buluşmak için sözleşirler. Günlerdir bu ânı bekleyen Simla, buluşma yerine ilk gelen kişi olur. Ardından Agâh, Elif, Nehir, Lina ve Mert gelirler istasyona. Bu Gizemli tren, göz alabildiğine uzanıyor, sanki onların hayal ettiklerinden daha geniş gibidir. Hâliyle şu sorular peş peşe sıralanır: “Acaba içinde yüzebileceğimiz bir havuz, tırmanabileceğimiz bir macera parkuru, geçmişe yolculuk yapabileceğimiz bir müze, yıldızları seyredebileceğimiz bir planetaryum var mıdır? Bir trene tüm bunlar sığabilir mi?” Fakat trenin ilk vagonunda küçük odalar vardır ve herkes kendi ailesiyle burada kalacaktır. Neden sonra treni keşfetmek için odalarından çıkar herkes. ‘Güç Rehberi’ Ahmet’in bilgilendirmesiyle tramvayı yakından tanımaya başlamazdan evvel şu sözlerin ışığı altında aydınlanırlar: “Bu yolculuk, hepiniz için unutulmaz bir macera olacak! Ancak unutmayın ki yolculuk sadece gidilen yoldan ibaret değildir. Yola çıkarken düşündüklerimiz, yolda öğrendiklerimiz, hedeflerimiz ve bu süreçte kendimize kattıklarımız da çok önemlidir.

Önce hep beraber ‘Umutsuzluk Koridoru’na adım atarlar. Yolculuk sırasında bazen ayağın takılıp, afallama ihtimalinden, bazen önünde aşılması zor tepeler, bazen geçmesi zor ve ürkütücü görünen çukurlar hatırlatılır. İnsan bazen kendisini bir bataklığa düşmüş ve oraya çekiliyormuş gibi hissedebilir kendini. Bu duyguların sonunda korku, acı ve endişeye kapılabilir. Fakat yazar tam da burada çocuklara zihinlerinde açması gereken bir kapı olduğunu anımsatıyor, bir mutluluk kapısı ve bu yerin adının ‘umut’ olduğunu. Trendeki bu tuhaf bölümle ilgili Ahmet Bey, “Bazen başımıza öyle şeyler gelir ki o anları sadece unutmak isteriz. Keşke hiç yaşan masaydı, deriz. Gücümüzün daha fazlasına yetmeyeceğini düşünürüz. Kendimizi çaresiz ve yapayalnız hissederiz. Siyaha bulanmış gibi… Karanlık, renksiz ve hissiz… Peki, renkleri nasıl geri getirebiliriz? Onca zorluk yaşadıktan sonra renkli kapıya ulaşmak mümkün müdür? Öncelikle o kapının varlığını hatırlamak gerekiyor. Ne kadar zorluk yaşarsak yaşayalım, renkler hep orada. Bunu yeniden fark etmek, atabileceğimiz en önemli adım.” sözleriyle izah ediyor.

Velhasıl; Gizemli Olayları Sil Süpür Ekibi, yani GOSSE yolculuğun neticesinde çok farklı bir ruh iklimine varırlar. Yaşadıkları tecrübenin, öğrendikleri bilgilerin sesleri altında; üzgün olmayı, öfkelenmeyi, incitilmeyi, belki aldatılıp haksızlığa uğramayı, bazen mağdur, bazen suçlu olmayı görürler. Günün sonunda kurgudaki herkes, hislerini hayat filtrelerinden geçirip, bizlerle paylaşıyor. Okuru, çok farklı bir trende, insanın kendisinden kendisine yolculuğa çıkaran İrem Oturaklıoğlu Kaya’ya bu güzel hikâyenin duyulmasına vesile olan Timaş Çocuk mutfağına teşekkür ederek, yazıyı bitirelim, sonraki istasyonda görüşmek üzere…

Sevim Şentürk

31 Ekim 2024 Perşembe

Hayattan lezzet almak bir lüks müdür?

"Yılmazlık neden önemli biliyor musunuz? Kim olursanız olun, bazen işler iyi gitmez. Böyle zamanlarda insanın kendini toparlayıp ağaya kalkması gerekir. Ama hayatta cam gibi kırılmak da vardır. Kesif bir dairenin içine düşmek, kötü düşüncelere kapılmak, o kötü düşünceler sonucu yanlış kararlar almak, daha da yanlış yapınca iyice dibe vurmak da vardır. İşte bazı insanlar döne döne dibe vurur, bazıları da döne döne yükselir. İkinci gruptakiler sebatkâr kimselerdir. Israrcıdırlar. Yılmazdırlar. Her zekâ düzeyinde bu böyledir. Herkes için geçerlidir."
- Vedat Milor, Yeni Dünya Yeni Kurallar

Çocukluğumdan beri yemekle aram hep iyi oldu. Bu, her tabağına konanı yemek manasında değil elbette. Çok seçen, sebzeyle arası açık, etle, hamur işiyle, kızartmayla -gerçekten çok şaşırtıcı- arası iyi bir çocuktum. Yemek denen şeyin besleyici, doyurucu, sağlıklı tarafı tarih boyunca konuşuldu, konuşulmaya da devam edebilir, bunda bir beis yok. Ama ben keyif aldığım yemekten bir zarar göreceğime hiç inanmak istemedim. Batıl mı? Neden olmasın. Lise yıllarımda, Fındıkzade'nin güzel lokantaları eşliğinde damak tadı denen meseleyle karşı karşıya kaldım. Samatya'nın balıkçıları ve daha sonra Fatih'in etçileriyle birlikte zevklerim iyice yerine oturmuştu. Şurası kesindi: yemek yemek, lezzet almak, muhteşem bir şey. Bunu tek başına yapmak kadar sevdiğin birkaç arkadaşınla paylaşmak da o lezzeti artıran bir şey.

Damak tadı sonradan geliştirilebilir bir kabiliyet mi değil mi, hâlâ merak ettiğim konulardan biri. İyi yemek yapan, güzel sofralar kuran, lokantanın ya da restoranın iyisinden anlayan herkese kulak vermişimdir. Onlardan öğrendiğim, damak tadı elbette geliştirilebilir bir şey. Bunun için çaba, bilhassa kıyas yapabilme meziyeti gerekiyor. Diğer yandan, yemek yapımında nelerin doğru, nelerin yanlış olduğunu da öğrenmek lâzım. Aksi hâlde herkesin güzel dediğine güzel, kötü dediğine kötü demiş oluyoruz. Sonra bakıyoruz, sofra kültürünü sahiplenmiş, güzel yemeklerin ve içeceklerin izini sürmüş kimselerden bazıları, yaşamdan da zevk almasını gayet iyi biliyorlar. Bir yaşam görgüleri var. Konuşmaları, oturup kalkmaları, gezmeleri, paylaşmaları lezzetli bu insanların. Bir entelektüelin hiç yitmeyen merak duygusu gibi, bir iştah duyguları var. O duyguyla birlikte yürüyorlar, yaşıyorlar. Vedat Milor gibi.

Benim için anlatıcılık çok önemli bir hadise. Entelektüel birikiminiz, kemale ermişliğiniz, çevreniz, kartvizitiniz sizin için değerli olabilir. Ama benim için, bu görgünüzü ne kadar, ne derece aktardığınız daha önemli. Vedat Bey, hem televizyon ekranında hem de köşe yazılarında bu anlatıcılığın hakkını vermiş zihinlerimizden. Fevkalade donanımını, kendi yaşam pratikleri ve ilkeleri doğrultusunda bir çerçeve içine yerleştirmiş, bu çerçeveyi yaşadıkça genişletmiş, geliştirmiş. Hesap Lütfen'i okuduğumda bunu iyice fark etmiş, daha çok yazması gerektiğini düşünmüştüm. Çünkü bu tip insanlara hep bir bakiye gözüyle bakarım. Bu tip insanlar kolay yetişmiyor. Üstelik anlatmaya, paylaşmaya meraklılar.

Vedat Milor'un özellikle İstanbul'a dair yeme-içme tavsiyeleriyle bir dönem kafayı bozmuştum. Gidebildiğim yerlerin lezzetlerini keşfettim, gidemediklerim hakkında bilgi topladım. Sonra büyüdük ve kirlendi dünya. Sevdiğimiz lokantalar elden ele geçtikçe değişti, kimileri kapandı, bazıları iktisadî gerekçelerle hayal kırıklığına uğrattı. 2000'li yıllardan sonra yaşanan her hadisenin insan ömründen alışı, karamsar bir psikolojinin dünya ahvali oluşu, insanımızın söğüşlenecek bir fırsat gibi görülmesi, besinlerin hijyen konusunda sürekli sınıfta kalması, ambalajlı ürünlerde karşılaşılan korkunç tezgahlar derken, yemek-içmek bir işkenceye dönüştü. Tıpkı yaşamak gibi. Vedat Milor'un yeme-içme ile ilişkisi, hayatla kurduğu ilişkinin bir özü aslında. Yemek yemeyi sevmekle yaşamayı sevmek arasında bir irtibat var. Bunu yazmalı, bunu konuşmalı diye düşünürken pek güzel bir çalışma okuyucuya sunuldu Kronik Kitap tarafından: Yeni Dünya, Yeni Kurallar. Kitabın alt başlığı: Yaşam Zevkine Ulaşmanın Bugünkü Yolları. Yenal Bilgici'nin çok klas, çok yerinde sorular sorarak yönlendirdiği Milor, yaşam görgüsünü, entelektüel birikimini gayet lezzetli biçimde aktarıyor meraklılara. Hayatı nasıl tatlandırdığımızın, yemekleri nasıl tatlandırdığımızdan daha önemli olduğunu fısıldıyor. Ya da ben böyle anlamak istedim, hoşuma da gitti, içtenlikle söyleyebilirim.

Kitapta okuru bekleyen konuların sıralaması da gayet özenli: Bugünün dünyasıyla baş etmek, insan ne için yaşar, yaşam sevgisi bir kültürdür, ilham kimlerden alınır, en zayıf halkaysak nasıl ayakta kalacağız, komplo teorilerinden nasıl kaçacağız, yüz yılı deviren cumhuriyetimiz içinde neleri doğru neleri yanlış yaptık, geleceğin meslekleri, insan ufkunu nasıl genişletir... Vedat Bey, sorulara cevap verirken kendi analiz yöntemlerinden de bahsediyor. Nelere özellikle dikkat ettiğinden, yorum yaparken nelerden beslendiğinden. Bunlar için de Dünya Bankası Raporları da var, filmler de, kitaplar da, makaleler de. Bir okurun söyleşi kitaplarından mutlaka beklediği şeyler bunlar. Kitap bittikten başka hamleler yapabilmek, cesur davranabilmek, fikirlerini gözden geçirmek, yeni değerlendirmeler inşa edebilmek için elzem enstrümanlar. Milor'un iş ve insan ilişkilerine dair gözlemleri de bizim nesil için oldukça kıymetli. Çünkü kıramadığımız döngüleri kader olarak değerlendirip, yolumuzu karartmaya devam ediyoruz çoğu zaman. Mesela, bir 'freelance' metin yazarı olarak, birkaç yıldır seçtiğim çalışma tipinde ne kadar haklı olduğumu şu satırlarda görmek beni ziyadesiyle keyiflendirdi: "Çok uzun zaman önce 'Ben bir şirkette çalışamam' diyebildim mesela. Çünkü ben bir konudan hoşnut olmadığım zaman karşımdakinin ekonomik durumunu, statüsünü, bana zarar verme potansiyelini hiç düşünmeden aklımdakini pat pat söylerim. Tahmin edersiniz ki bu da modern dünyada, hele de hiyerarşinin hâkim olduğu şirketlerde pek işe yarar bir karakter özelliği sayılmaz. Kolay değil. Hele hele biri bana çok faydacı yaklaşırsa, 'Başkaları yapıyor, sen de yap' derse bende kontak atar. Bunun örneğini çok defa yaşadım. Bu yüzden bağımsızlığımın üzerine titrerim."

Milor, yurt dışındaki uzun yıllara dayanan iş ve ilişki tecrübelerini, toplum gözlemlerini, oldukça realist bakış açılarıyla okura sunuyor. Demokrasinin, güven toplumunun, orta sınıfın öneminden bahsediyor. Yerel kültürlerden ABD'nin loser dediği kesimlere, sosyal medyadan yapay zekaya, çok geniş bir alanda benimsediği fikirleri ve hatta filtreleri aktarıyor. Şu paragraf, memleketimizin güncel vaziyeti açısından da kayda değer: "Yadsınamayan bir gerçek var. Sağlam bir demokrasiyle sağlam bir orta sınıf arasında dolaysız bir ilişki bulunuyor. Daha mutlu toplumlar, insanların birbirine güven duyduğu; birbirlerine yapmacıklığa kaçmadan daha iyi davrandığı; yardımseverlik oranının yüksek olduğu; fertlerinin çok fazla tedirginlik, kızgınlık ve öfke hissetmediği toplumlar güçlü bir orta sınıfa dayanan toplumlar oluyor. Elbette demokrasi de buna paralel şekilde gelişiyor."

Rüştünü ispat etmiş, şöhretli, çevresinin ilgisine ve sevgisine mazhar olmuş, dolayısıyla epeyce alkışlanmış kimselerin yaşamda takındığı tavır hep dikkatimi çekmiştir. Erdemler, ilkeler, taviz verilmeyen hayat hassasiyetleri... Vedat Milor bu anlamda kayıtsızlığın da yeri geldiğinde önemli bir duruş olduğunu söylüyor. Her şeye hemen atlamanın, hemen her konuda yorum yapmanın ne gibi tehlikeler içerdiğini, sadece alkışlanmak için yaşamanın manasızlığını anlatıyor. Kişi kendini bilirse, neye karşı nasıl bir tavır alacağını da bilir elbette. Milor tam burada, Nobel ödüllü Fransız şair ve yazar Anatole France'un sözünü hatırlatılıyor: "Huzurlu bir kayıtsızlık erdemlerin en bilgesidir.

Hayattan lezzet almak, yaşam zevkini hissetmek, paylaşmak, bunları artırmak için ille de maddi güçlerin zirvede olması gerekmiyor. Birilerinin bunları da anlatması lazım. Çünkü rezilyans (psikolojik sağlamlık) meselesinde, yaşamdan tat almak en önemli yeri tutuyor. Zira depresyon zaten hareket kabiliyetini bitirdiği için, psikolojik düşüklükte yaşam giderek sönükleşiyor. Tüm dünyada insanlığın maruz kaldığı tablo ortada. Bu tablonun içinden anlamlı, coşkulu, huzurlu ve zevkli bir hayat çıkarmak imkânsız değil. Kitaplar da bu yüzden hayatî, bu yüzden başucumuzda, yanı başımızda bize destekçi. Yeni Dünya Yeni Kurallar da tüm bu konular üzerine gayet tatmin edici bir söyleşi...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

30 Ekim 2024 Çarşamba

Hisar’ın Boğaziçi Mehtapları'na küçük bir çıkma

“…Bu zevki o kadar kaybettik ki meselâ Abdülhak Şinasi gibi büyük muharrir daüssılaları anlatmakta emsalsiz olan üslubuyla daha dünkü hayatımızın manzaralarını ve çoğu aramızda yaşayan çehrelerini hatırlamaya başladığı zaman çoğumuz bu yazıları garipsedi. Abdülhak Şinasi Boğaziçi’ne ait çocukluk hatıra ve hülyalarını olgun yaşının tecrübeleriyle karıştırarak asil bir terkip yapıyordu. Bu suretle Frenk edebiyatlarının hemen her merhalesinde tesadüf edilen ve geçmiş zamanı uzaklığının ilave ettiği bir şiiriyetle geriye çağıran bir yazı nevi bizde güzel nümunelerini veriyordu. Fakat etrafımıza hiçbir hülyanın ısıtmadığı soğuk bir “vazgeçtim”le bakmaya alışmış olduğumuz için bunu anlamadık. Bütün Boğaziçi’ni mevsim ve saatlerinin hususî renkleri içinde ve ancak bazı rüyalar sona ererken duyulan garip bir melâl ile beraber veren bu yazılar bize neler öğretmiyordu? Onlardan sonra biz ihtiyar yalılara, sazsız, nağmesiz koylara, bugünün gürültücü Yahudi kalabalığını yadırgayan eski bahçelere büsbütün başka gözle baktık.”
- Ahmet Hamdi Tanpınar, Mücevherlerin Sırrı

Tanpınar, Şinasi Hisar için “hatıraların ağacını kendi içinde büyütmesini o kadar iyi biliyor” demiş. Sanırım bu, Abdülhak Şinasi Hisar’ı en iyi tanımlayan cümle olabilir. Geçmişte yaşar Şinasi Hisar. Bir hayal âleminde, geçmişin getirdiği maddi delillere aklında kalan, aklının güzelleştirdiği cümleler ekler. Geçmişi bu kadar berrak nasıl hatırlıyor, diyebiliriz ama Hisar hatırladıklarını muhayyilesinde zenginleştirip öyle kâğıda döker. Öyle ki Boğaziçi Mehtapları onun çocukluk ve ilk gençlik dönemlerinin hatıralarıdır. Ama Proust gibi zaman zaman bilinç akışı ve hayalle öyle bir süsler ki bu anıları, sanki bu anılar birkaç yıl önce yaşanmış sanabilir okur. Bu açıdan çok özel bir yazardır. Fakat Şinasi Hisar -bence- her okura hitap etmeyebilir. Hem anlatımı zaman zaman yorar çünkü çok uzun cümleler kullanır. Hem de Hisar’ın anlattığı anılar sıradan, normal halkın yaşadığı veya çok da yaşama imkânı olan şeyler değildir. En azından her zaman değildir. Mehtaplarda bahsettiği yüksek tabakanın (maddi yönden) saz sefasıdır. Elbette bu saz sefasının hanendeleri, sazendeleri, yemeği, içkisi, harçlıkları, yol paraları vs. bütün ücretleri bu sazı düzenleyene aittir (Örneğin Sait Halim Paşa). Ama su sazlı sözlü mehtap gecelerine katılmak bile belli bir maddi güç ve statü gerektirir. Eski İstanbul’daki ulaşımı da göz önünde bulundurursak, bazen gün doğumuna kadar süren bu eğlencelere katılmak için en azından bir yalıda oturup bir kayığa sahip olmak gerekir. Biraz daha uzakta oturanlar için de bir kayığa sahip olmak veya bunu kiralayabilecek güce sahip olmak önemlidir.

Hisar, benim için en iyi İstanbul yazarı olabilir ama en “bizden” değildir. Ömrü konaklarda, yalılarda veya yüksek memuriyetlerde geçmiş biridir. Buna rağmen mazisinin hakkını kalemiyle vermiş, çalışkan bir yazardır. Şöyle der Geçmiş Zaman Köşkleri'nde: “ … Aynı zamanda Büyükada’da geçirdiğim günleri hep gizliden gizliye, benim için ehemmiyeti daha büyük olan, Rumelihisarı’na dönmek intizarıyla geçirdiğimi de bilirim. Beni dünyaya gelmiş olduğuma memnun eden bu uzun günleri hatırlıyorum. Bu ilahî zamanlardan gönlümde yakıcı bir toz kalmış. Ve içimi çektiğim zamanlar Rumelihisarı’yla birlikte Büyükada’yı duyuyorum. Güya ruhumun temelleri bu yerler, bu günler olmuş gibi!

Hisar, hatırladığı, hayaline taşıdığı Boğaziçi’ndeki mehtapları bütün detaylarıyla anlatır. Katılanları, yapılanları, gezilerin düzenlenme şeklini vs. hiçbir detayı atlamaz. Hatta bazen biraz fazla detay verir ve anlatımı boğabilir. Üstelik bu anılar onun çocuklukla ilk gençlik döneminin anılarıdır ve bu gezintilere çok da olumlu bakmayan bir ruh ve düşünce halindedir o zamanlar: “Ben de, kendi yaşımdaki, o zaman için alafranga bir terbiye alan bütün gençler gibi istifade ettiğim kolaylıklara muarız bir ruhla yaşardım. Duyduğum ahengi tasvip etmezdim. Çok Şarklı ve Asyalı bulduğum bu âdetleri, bu usulleri, fikrimle ve hissimle reddeder; kıymetlerini, faydalarını kabul etmezdim. Zira bunu takdir edebilmek de bir düşünce ve tecrübe, yani bir yaşlılık ve olgunluk mahsulüdür. Bütün bu meseleleri yatıştırmak ve hayatı uysal bir tarzda yaşamak ancak bir hayli zaman sonra mümkün olur” der, hâlbuki kitabın başından beri öyle bir tablo çizer ki biz Hisar’ı o zamanlar müthiş bir istekle bu mehtap gezintilerine katılmış sanırız.

Hisar, Boğaziçi Mehtapları'nda bir canlının gençlikten ölümüne kadar olan zamanını anlatır gibi bir çizgi çizer. Aslında yazara ondan yaşlılarca söylenen, mehtap gezilerinin sonuna yetiştiği, o cafcaflı zamanların geride kaldığıdır. Siyasi durumla bir görülür belki de bu dönemler çünkü Hisar’ın anlattığı yıllar, devletin de en zor zamanları, 1900’lerin başlarıdır. Buna rağmen canlı bir portreyle başlar kitap ve en son bittiğinde bizler, belki de bu gezintilerle en az bağ kurabilme olanağı olanlar, bir yakınımızı kaybetmiş gibi üzülürüz. Çünkü “şenlik dağılmış ve bir acı yel kalmıştır” geride. Artık boğaz, o muhteşem seslerden ve görüntülerden mahrumdur. Devlet gibi, bu gezintiler de ölmeye yatmıştır.

Peki, Hisar bu deneme/anı karışımı eser(ler)ini neden yazmıştır? Yazar, geçmişe çok önem verir ve geçmişte yaşar demiştim. Hisar için geçmiş, herhangi bir detayıyla (giyim-kuşam, yeme-içme, eğlence-hüzün vs.) çok önemlidir ve mutlaka kayıt altına alınmalıdır. Türk Milleti’nin maalesef yazılı kaynak bırakma huyu yoktur ve yazar bunun acısını çok çekmiştir. Bu çok renkli, cümbüşlü mehtap gezintileri, ona göre dönemin önemli olaylarındandır ve bu gezintilerin başka pek çok tarihi, kültürel olaylar gibi yazılması gerekir(di). Sitemle ve eleştiriyle karışık Türk yazar ve şairlerine yüklenir Hisar. Çünkü yabancılar mağlup Napolyon’u bile, yazılarıyla yüceltmiş, yenilmez bir imparator gibi dünyaya ilan etmişlerdir. Waterloo Savaşı’nı Fransızlar kaybetmiş ancak Hugo’nun L’expiation manzumesi basılınca Fransızlar “Waterloo ordumuz için bir mağlubiyet, fakat şiirimiz için bir muzafferiyet oldu!” demişlerdir. Yazı, sanat bu kadar önemlidir Hisar’ın gözünde. Hatta bazen savaşlardan da önemlidir. İskender’in, Homeros gibi bir şairi olmadığı için hayıflanması boşuna değildir. Bu açıdan, Hisar’ın kitabının XXIV. bölümünde, “Unutuluş” başlığı altında cevap aradığı “Sanat Neden Önemlidir” sorusu okullarda ders olarak okutulabilecek bir bölüm olmuştur. Tarih/mazi sadece savaşlardan ibaret değildir. Yazarın dediği gibi nice kahramanlık, galibiyet onu anlatacak bir şair/yazar olmadığı için yok olmuştur, unutulmuştur.

Şinasi Hisar’ın kitaplarını okurken kendimizi her zerresine vâkıf olmamız gereken bir kitap okur gibi hissediyor olabiliriz. Hisar’ın detaycılığı ve zaman zaman anlatımını uzatması aslında onu bir şiir gibi okumayı kolaylaştırır. Evet, şiirsel bir dile sahiptir Hisar. Onu okurken daha çok keyif alabilmek için bazen bilincimizi kapatmamız gerekir.

Boğaziçi Mehtapları o dönemi yaşamayan hatta o dönemde bile bu imkânları bulamayanlar için çok bir şey ifade etmeyebilir demiştim ancak sanatın ve musikinin önemi açısından da çok şey söyler. Çünkü mehtap gezintisi demek musiki demektir ve zaman zaman Hisar’ın bu musiki üzerinden dahi politik ve sosyolojik tespitleri vardır. Fakat yazar bunu asla kör göze parmak şeklinde yapmaz. Onun amacı politik veya sosyolojik tespit/eleştiri yapmak değil kültürel bir miras bırakmaktır. Onun klasik (yani muhteşem) üslûbuyla bu anı/denemeleri okumak Türkçenin en güzel hallerinden birini görmek demektir. Çünkü Abdülhak Şinasi Hisar biraz da anlatılan şey değil, o şeyin nasıl anlatıldığıdır.

Mehmet Akif Öztürk

Aşka, sessizliğe, varoluşa ağıt

Saat ustalarında ve terzilerde rastladığımız bir hâl vardır. Onlar, sürecin talebeleridir. Dükkâna giren kimseyi doğrudan müşteri gibi görmeyen, kendisine teslim edilen malzemeyi bir tecelli olarak kabul eden, istenenle verilebilecek olan arasındaki dengeyi kısa sürede kurabilecek idraki olan kimselerdir bunlar. Hâlâ varlar, burası bir gerçek. İlle de hepsini sanki bir ârif gibi kabul etmeyebiliriz, bu da bir gerçek. Her şeye rağmen yaşama katılma aşkı, sessizliğin haşyeti, varoluşun nur ve zulmet arasındaki sancıları bazı kimselerde cem oluyor ve ortaya ârifleri hatırlatan bir karakter çıkıveriyor. Belki de biz böyle kabul etmek istiyoruz. Gözlerimiz, sakladığı bu isteği kahvehane köşelerine de çevirebiliyor kimi zaman. Oradan da bir ârif çıkıverir elbet diye düşünüyoruz, zannediyoruz.

Mihail Nuayme, 19. yüzyılın ikinci yarısıyla birlikte Amerika’ya göç eden Araplarca geliştirilen mehcer edebiyatının (edebü’l-mehcer) en önemli isimlerinden biri. Hayatına kısaca göz atıldığında zahirde ve batında göçle meşgul olduğu apaçık. Çocukluğunu geride bırakırken meşguliyet sahasını varlık ve yokluk sorunları, insanın metafizik gerilimi ve nihayet vahdet-i vücud sistemi oluşturmuş. Böylece mizacını da görebiliyoruz: kendi iç dünyasıyla meşgul, dış dünyaya karşı sessiz. Bu tip bir mizacın yegâne mesaisi Allah-âlem-insan meselesi üzerinedir şüphesiz. İşte böylesi bir mesai neticesinde ortaya çıkan kitaplarından biri de Kendini Arayan Adam. Yazıya başlarken gözlerimizi zaman zaman “acaba oralardan bir ârif çıkar mı?” diye çevirdiğimiz kahvehane köşelerinden bahsetmiştim. Arkaş’ın hikâyesi bu soruya bir cevap olarak doğuyor. Mihail Nuayme kendi iç yolculuğunu ve sorgulamalarını Arkaş üzerinden sunuyor okura. Okurun kitabın başından itibaren yazarı da karakteri de unutup kendini hikâyenin merkezine oturtması hiç de şaşırtıcı olmuyor. Tıpkı bazı romanlarda, filmlerde ve şarkılarda olduğu gibi: anlatılan “bazılarımızın” hikâyesi.

Arkaş, New York’taki bir Arap kahvehanesinde çalışıyor. İlk başta hayata küsmüşçesine sessiz, alıngan ve kırılgan bir karaktere sahipmiş gibi insanlardan uzak, kopkoyu bir yalnızlığı hırka diye giymiş biri. İşi gereğince insanlarla ne kadar iç içeyse, tabiatı gereği de o kadar uzak. Bu uzaklık bize bir kendini beğenme olarak yansımıyor. Aksine, sufilerin her şeyin sadece çalışmayla olmayacağını anlatmak için kullandıkları “bidayeti parlak olanın nihayeti de parlak olur” sözünü hatırlatıyor. Ona doğuştan verilen bu iç hazine, aslında bütün insanlığın taşıdığı bir hazine. Sandığın kapağını açmak için gerekli olanlar tasavvuf tarihi boyunca kavramlaşmış meseleler üstelik: aşk, sükûnet, hüzün. Sufilerin düşünceyi daima varlık âleminin zirvesine çevirmeleri, her şeyin geçici oluşunu idrak etmeye özellikle çaba göstermeleri, daima “gözetilen” bir konumda olduğunu unutmama gayretleri, davranışlarını her zaman ve aksatmadan kul süzgecinden geçirmeleri… Arkaş’ın hikâyesinde tüm bunları en doğal biçimde görüyoruz. O, susmanın tadını çok erken denebilecek yaşlarda almış ve kavramış, hilenin ve yalanın olmadığı bu diyardan kendine en büyük yoldaş olarak da sabrı seçmiş. Gökyüzünden, topraktan, yaşamdan bir anlam çıkacaksa eğer, bunun ancak sessizlikle, derin düşünceyle olacağını bilmiş. Bu bilgi onu evvela kendine, saniyen Hakk’ı bilmeye götürüyor: “Çok konuşmak fikri dağıtır. İnsanlar sessizlikten ve düşünmekten kaçarlar. Bu durumda Allah’ı nasıl idrak edecekler? Allah’ın adını derin düşünme ve sessizlik içinde idrak etmeden, içlerinde onu bulamadan ananlar, ancak isimsiz bir şeye seslenmiş olurlar.

Sessizlik bahsinin içini farklı kavramlarla dolduruyor Arkaş. Böylece miskinliğe ve keşişliğe davetiye çıkarmadan, derviş olmadan ama dervişmeşrep olarak bir yaşam öneriyor. Bu yaşamda alışveriş bir tuzak, aldığını vermek ise bir kurtuluş anahtarı. Başkasını kınamak musibetin kendisi, kendini kınamak hakikat bilgisi. Âlemde ve insan vücudunda her şeyin mükemmel, yani merkezinde olduğunu görememek büyük cehalet. Sürekli başkalarıyla itişip kakışmak, her şeyden şikâyet etmek, arzulara boyun eğmek nefsin yakıtları. Arkaş’a göre tüm bunları takva sahibi gibi ortalıkta boy gösterenler üzerinde görmek de yeni zamanların bir garabeti: “Bu dünyada takva sahibi olduklarını iddia edip başlarına bir musibet geldiği vakit, ‘O, Allah’ın bir sınamasıdır’ diyenler de var. Oysa bütün insanlar gibi onlar da Allah’ın sınamacı değil de öğretici olduğunu unutmuşlardır. O, ancak sınamanın neticesini bilmeyenleri sınar.

Arkaş, Allah’ın bazen elemle bazen lütufla bazen de mahrum bırakarak irşad ettiğini fısıldıyor. Hakk katında sevilen, sevilmeyen, iyi, kötü, güzel, çirkin gibi bir sınıflandırma yok. Ehil ya da ehil olmayan, asil ya da asil olmayan yok. Dolayısıyla Hakk’ın ‘her an yeni bir işte’ oluşu, insan hayatında farklı anlatım biçimleriyle yer alıyor. Tecellide örnekler, çeşitler, zamanlar ve mekanlar sonsuz. Bilgi basamaklarını yavaş yavaş tırmanmak için bu sonsuzluk bilincini edeple, şükürle, sabırla ve en önemlisi de sessizlikle süslemek gerekiyor. Süs demişken, konuşmanın bütün niyetleri gölgelediğinin farkında Arkaş. Bütün güzel ve iyi niyetlerin ifadesizlikte kıymet kazandığını söylüyor. Bu da Fahr-i Kâinat Efendimizin “Allah sizin dış görünüşünüze ve mallarınıza bakmaz. Ama o sizin kalplerinize ve işlerinize bakar” hadis-i şerifini akıllara getiriyor. Arkaş, tüm bu hâliyle insanlar içinde nasıl mevki alıyor? Hiçbir mevkiye göz koymuyor. Melami gibi bir tavır takınıyor, melametten bahis açmadan. Sadece çalıştığı kahvehanede değil, başına her ne gelirse gelsin düşünceyi bir omzuna, sessizliği diğer omzuna konduruyor. Haksızlığa, çaresizliğe ve hatta zulme uğradığı zamanlarda bile. Bunlar da akla başka bir hadis-i şerifi getiriyor: "Haklı olduğu hâlde münakaşayı terk eden kimsenin cennetine kefilim."

Arkaş, hayatı kendi akışında kabul etmenin ardındaki sırrı da paylaşıyor bizlerle. Bu sırrın içinde hüznün ve mutluluğun geçiciliği var, üzülmenin ve sevilmenin sabit kalmayacağı gerçeği var. O, hayatı bütünüyle kabul etmenin insana huzur getireceğini, bu huzurla yaşamanın tüm kavgalardan, yarışlardan, nefs oyunlarından insanı koruyacağını söylüyor. Zaten Arkaş’ın en ârif yanı da bu. İdrak ettiklerini kendine saklamıyor, herkese açıyor. Bizi Fettah ve Rezzak isimlerini yeniden düşünmeye çağırıyor böylece. İnsana, kendi azizliğini fısıldıyor: “Büyük bir kral, ülkeyi ziyarete gelmişti. Biraz sonra da konvoyuyla oradan geçecekti. İşte bütün mesele buydu. İnsanları bir an bile olsa bir kralı görmek için evlerinden çıkaran, hayatlarının akışını durduran buydu. Oysa onların her biri birer kral değil miydi? İlahi tacı başlarının üstünde, ilahi izleri bedenlerinde, ilahi sırları kalplerinde ve içlerinde taşıyan onlar değil miydi? Bir kralı, kahramanı, pehlivanı seyretmeden önce, gece gündüz kendilerini seyretmeleri daha uygun değil miydi? Fakat bu akıllarına bile gelmez.

Arkaş’ın Günlüğü’nü bitirirken, kişinin kendi kıyametini koparmasına tanıklık ediyoruz. Hemen akabinde Nuayme’nin Arkaş’a yazdığı bir mektup var, kendisine yazdığı bir mektup gibi. Nuayme’nin tercümanı olan Arkaş, kitap bittikten sonra bizim de “uzağımızdaki yakın” oluveriyor. Onun aşka, sessizliğe, varoluşa yaktığı ağıtı kırık bir tebessümle kabul ediyoruz. Kitabı rafa yerleştirirken kendi kendimize söylüyoruz: “Ey olgunluk! Tökezleyişlerimi başıma kakma!

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

26 Ekim 2024 Cumartesi

Anadolu’nun işgalinde eski eserlere ne oldu?

Mondros Mütarekesi’nin ardından işgale uğrayan Anadolu topraklarındaki binlerce yıllık tarihi ve kültürel zenginliklere Batılı devletler göz dikmişti. Anadolu’nun işgali esnasında Yunanlılar, Fransızlar, İngilizler, İtalyanlar ve Amerikalılar yoğun bir şekilde tarihi eser kaçakçılığı faaliyetinde bulunmuş ele geçirdikleri eserleri ait oldukları topraklardan kopararak yurt dışına götürmüşlerdi.

İşgal kuvvetlerinin Anadolu’da gerçekleştirdikleri kaçak kazılar ile kaçırdıkları eski eserlerin akıbetini Yahya Coşkun Esir Şehirlerin Eserleri isimli Kronik Kitap’tan çıkan kitabında tüm boyutlarıyla ortaya koyuyor. 2020-2023 yılları arasında Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdür Yardımcısı olarak yurtdışına kaçırılan eserlerin Türkiye’ye getirilmesi konusunda görev almış olan Yahya Coşkun, doktora tezi olan bu çalışmasında Anadolu’dan kaçırılan eserleri ve yapılan kaçak kazıları Cumhurbaşkanlığı Osmanlı ve Cumhuriyet Arşivleriyle, İstanbul Arkeoloji Müzeleri Arşivi’den ilk kez yayınlanan belgelerle gözler önüne seriyor.

Osmanlı Devleti’nin son döneminde müzeciliği, Müze-i Hümayun’un tesisini, arkeolojik kazıları, eski eserlerin hukukunun doğuşu ve gelişimini irdeleyen kitap esasında Anadolu’nun farklı bölgelerini işgal eden Yunanlılar, İtalyanlar, Fransızlar, İngilizler ve Amerikalıların eski eser kaçakçılığına odaklanıyor.

30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasından sonra Osmanlı topraklarının dört bir yanında yaşanan işgallerde İtalyanlar, Fransızlar, Yunanlılar, İngilizler ve Amerikalılar eski eserlerle yakından ilgilenmiş, kazılarda tarihi eserler aramış veya mevcut eserleri kendi ülkelerine nakletmeye çalışmışlardı. Anadolu’da eski eser kaçakçılığı yapan işgal güçleri arkeolojiyi politik bir enstrüman olarak görmüş ve sahaya gönderdiği arkeologları bir nevi ajan olarak kullanmışlardır.

Yunanlıların işgal sahası içindeki eski eser bulunabilecek hemen her yeri kazdığı ve bu kazılarda çıkardıkları eserleri ülkelerine kaçırdıklarını ortaya koyan kitap, işgalcilerin Anadolu topraklarının yalnız üstüne değil, altına da göz diktiklerini vurguluyor. Yunanların işgal dönemindeki kaçak kazıları ve eski eserlere verdikleri zararların Osmanlı raporlarına açıkça yansıdığı ifade ediliyor.

Yunan kuvvetleri aynı zamanda işgal ettikleri bölgeler içinde Fransızların ve Amerikalıların arkeolojik kazı yapmalarına müsaade etmiş kimi zaman bu ülkelerin eser kaçırmasına izin vermişlerdir. Batı Anadolu’da gerçekleştirdikleri kaçak kazılarda ele geçirdikleri eski eserleri Yunanlılar Atina’daki Ulusal Müze’ye taşınmışlardır. Yunan işgal güçleri başta İzmir ve çevresi olmak üzere hem işgal esnasında hem de şehirleri terk ederken müzelerde, depolarda ve arazideki eski eserleri tahrip etmiş, saldırdıkları evlerde, camilerde yükte hafif pahada ağır ne varsa yağmalamışlardır.

İtalyanlar daha işgal öncesinde Roma’nın varisi oldukları iddiasıyla başlattıkları arkeolojik faaliyetlerini işgalle birlikte arttırmıştır. Bodrum Kalesi, Gökçallar Nekropolisi, Milyos Antik Kenti ve Antalya’da kaçak kazılar yaptıkları, İtalya’nın Antalya konsolosunun evinde ve konsoloshanede tarihi eserlerin yakalandığı belgelere yansımıştır. Isparta, Burdur, Elmalı, Fenike, Konya’da da İtalyanlar arkeolojik araştırma yapmışlardır. İtalyanların ordu ve konsolosluk eliyle gerçekleştirdikleri faaliyetler Osmanlı makamlarının tüm uyarılarına rağmen devam etmiş bazı eserler kaçırılarak Roma’daki Milli Müze’ye götürülmüştür.

Fransızlar Napolyon’un Mısır Seferi’nden itibaren geliştirdikleri sömürgeci arkeoloji geleneklerinin bir tezahürü olarak işgal devresinde başta İstanbul, Çanakkale, İzmir, Antalya ve Adana’daki birden çok yerde kaçak kazılar yaptıkları ve kimi eserleri de Fransa’ya taşıdıkları kitapta ele alınıyor. Fransızlar İstanbul’da özellikle Bakırköy ile Topkapı Sarayı’nda, Çanakkale’de Elaious Antik Kenti ve Karaağaçtepe’de, Antalya, İzmir ve Adana civarında eski eser kaçakçılığında faaliyet göstermişlerdir. Gelibolu’daki Elaious antik kentindeki kazılarda bulunan eserlerin büyük bir grubu Louvre Müzesi’ne götürülmüş çok az bir kısmı ise Müze-i Hümayun bırakıldığı belgelerde konu edilmiştir.

Ayrıca Fransızlarca Antep, Adana, Maraş gibi tarihi şehirler tahrip edilmiş, eski eserlere, cami, türbe ve benzeri dini yapılarla sivil mimarlık örneklerine yıkım ve yağmalarla ciddi zarar verilmiştir.

İngilizlerin Truva ve Karkamış’ta Amerikalıların ise Sardes’te izinsiz kazılar yaparak buldukları eserleri kendi kıtalarına taşıdıkları, Manisa’daki Bintepeler ve Alyat Tepe’de sondaj faaliyetleri gerçekleştirdikleri de tarihi vesikalardan hareketle kitapta etraflıca anlatılırken dönemin Amerikan konsolosu George Horton, Sardes’te bulunan elli sekiz sandık eserin ülkelerine götürülmesinde etkin şekilde rol oynadığının altı çiziliyor.

İşgal döneminde bulunan eski eserlerden yurt dışına kaçırılanlar kadar yurt dışına götürülmese bile ait olduğu yerden sökülen, bağlamından koparılan ve kayıt tutulmadan depolarda ve benzeri mekanlarda saklanan eserler de kayıp hükmündedir. Bu bağlamda işgal güçleri birçok eseri yerinden etmiş ve bilimsel bilgiye zarar vermişlerdir. Söz konusu buluntular Anadolu’da kalmış olsalar da hangi medeniyete, hangi döneme ait olduğu anlaşılamamakta ve tarihi katmanları takip etmeyi zorlaştırmıştır.

İşgal yıllarında hem Osmanlı idaresi ve hem de Büyük Millet Meclisi zorlu işgal koşullarına rağmen eski eserleri korumak için büyük mücadele vermişti. Osmanlı Devleti eserlerin yağmalanmasına direnmeye çalışmış başta Müze-i Hümayun olmak üzere taşra yöneticilerine kadar bürokrasinin birçok kademesi eski eser kaçakçılığını engellemek için gayret sarf etmiş ancak çok az netice almıştır. Ankara Hükümeti de 23 Nisan 1920’den itibaren Maarif Vekâleti ve Hars Müdüriyetiyle eski eserlerin talan edilmesini durdurmaya çalıştığı konuyu ciddiyetle ele aldığı anlaşılıyor. Hars Müdüriyeti ve Âsar-ı Atika Müzesi işgal bittikten, Cumhuriyet ilan edildikten sonra bile eski eserlerini izini sürmeye devam etmişti. Örneğin Amerikalıların Sardes’ten götürdükleri eserleri geri alabilmek için Müze Müdürü Halil Edhem Bey ciddi bir uğraş vermiştir. 27 Mart 1927’de Hars Müdüriyeti ve Maarif Vekaleti’nin desteğiyle çıkartılan bir kararla söz konusu eserler geri verilmedikçe hiçbir Amerikalıya kazı izni verilmeyeceği Amerikalılara bildirilmiştir. Nihayet 19 Temmuz 1924’de eserlerin büyük çoğunluğu yurda dönmüştür.

Anadolu’nun işgal yıllarındaki kültürel talanı belgeleyen kitap, yurt dışına kaçırılan eski eserlerin yasal yollara baş vurarak iade edilmesine sürecine katkı sunmakta ve eserlerin ait oldukları topraklara dönmesini sağlamak için bilimsel bir dayanak oluşturmaktadır.

Rüveyda Okumuş
x.com/ruveyda_okumus