İnsanlığın müşterek tarih tecrübesinde dünden bugüne sürekli bir iddia sahibi ve gayesi olan bir millet olarak yerimizi aldık ve müstahkem kıldık. Dünyanın sancılı değişimlere gebe olduğu bunalımlı zamanlarda, kendisinin varlığını bir başkasının yok oluşunda gören küresel kötülük lobilerinin karşısında, zikredilen hasletimize binaen hep bir teklifle durduk. Teklifimiz nedir, sorusu bu yazının kapsamında değildir. Bu yazıda; teklifimiz nedir, sorusundan ziyade; teklifimiz nedir, sorusunun cevabını nasıl buluruz, sorusunun peşine düşülecektir.
Zikredilen soruya bir cevap verebilir miyiz? Versek tatmin edebilir miyiz? Her ikisi de meçhul. Esasen biz sormakla mükellefiz; medeniyetimiz sorular medeniyetidir, haddini bilenlerin yahut arayanların medeniyetidir. İhsan Fazlıoğlu, katıldığı bir programda soru sormakla had bilmek arasında yakın bir ilişki olduğundan söz etmişti. Hatırladığım kadarıyla şöyle devam etmişti: Bu had bir kopukluk manasında değildir. Buradaki “had bilmek” tabirinin vurgusu hürmet kelimesinedir. Hürmet kelimesi de gün sonunda had, sınır bilmek demektir, birine karşı duyulan ölçülü davranma hissidir. Soru soran kendi yerini bilendir. Kulluğunun bilincinde olan demektir. Heidegger’in deyişiyle soru sormak aklın dindarlığıdır. Soru, bir tarafıyla da üzerine konuşulan konuyu açar, cevabın aksine. Sormak kelimesinin Eski Türkçede “peşinden gitmek, iz sürmek” gibi bir anlamı da vardır. Tüm bunlardan hareketle denebilir ki; biz haddimizi bilmekle, açmakla, iz sürmekle, aklımızın dindarlığını yerine getirmekle mükellefiz. Şairin dediği gibi tuttuğumuz her işte bizatihi yaşamımızın kendisinde, en tanrısal olan yanımızı yani aklımızı, usumuzu; bir altlık, bir zemin, bir korunak, bir araç, bir işaret en nihayetinde bir seccade olarak kullanabilmeliyiz. Peki ya sorulara cevap bulmak, işte orası takdir-i ilahi.
Gelelim sorumuza: “Teklifimiz nedir, sorusunun cevabını nasıl buluruz?” Teklif, vitrin ister. Teklif sahibi kültürlerin ve toplumların vitrini ise teklifi; her teklif edilişinde tekrar üreten, teklifin çerçevesini çizen, ifadesini kuran, sınayan, tahlil edip neticesinde tahkim eden, başıboş dolaşan bilgi kümelerini tertip eden ve bir terkip haline sokan mütefekkirleri yani büyük zihinleridir. Aslında sorumuzun cevabı böylelikle ortaya çıktı: Bir medeniyetin teklif ettiğini öğrenmek, bulmak ve kendimizi o teklif dairesine ait hissetmek; teklif sahibi o medeniyetin bağrından çıkan mütefekkirleri takip etmekle, okumakla, anlamaya çalışmakla mümkündür. Ahmet Hamdi Tanpınar içinde yaşadığı toplumun gerilimlerini çok boyutlu bir sahada ele alabilen bir mütefekkirdir. Manevi kimliğine yabancılaşmış bir kitleyi hapsoldukları bu dargınlık soğukluğu içerisinden çıkarmak için ömrü boyunca çaba göstermiştir. O; medeniyetimizin, kültürümüzün sözcüsüdür adeta.
Edebiyatımızda, Tanpınar hakkında yapılan çalışmaların çokluğu malumunuzdur. Fakat; Tanpınar, çoklaştıkça azalan bir şahsiyettir. Ne demek bu? Onun hakkında yapılan her araştırma, çalışma, mütalaa en nihayetinde düşünce üretimi ona dair yeni, aşılması gereken, ötesi bilinmeyen bir eşiğin önüne bırakıyor bizi. Varıp da önüne düştüğümüz eşiğe yüz sürmek, bilinmeyeni bilinir kılmak, hakkında konuşulanı yani hakikat olanın dairesini genişletmek bizim inisiyatifimizde. Tanpınar’ın tüketilemezliği üzerinde durulması gereken ayrı bir düşünce konusu. Ama şunu belirtmek gerekir ki bu tüketilemezliğin sebeplerini Tanpınar’ın çok farklı ve çok çeşitli pınarlarla beslediği geniş kültürel birikiminde ve kültürel sürekliliğinde aramalıyız. Bu arayışın araçlarından birisi de inceleme konumuz olan kitap: Hep Aynı Boşluk.
Türk edebiyatının şüphesiz en önemli yazarlarından olan Tanpınar, esas şöhretini şair olarak şiirleriyle kazanmak istese de onun hakkını ona teslim eden kurmaca nitelikli eserleri olmuştur. Fakat Tanpınar; büyük bir incelik ve özveriyle ördüğü roman, öykü ve şiirlerinin yanı sıra makale, deneme, günlük, röportaj ve sohbet gibi kurmaca olmayan türlerde de eserler kaleme almıştır. Hatta denilebilir ki; kurmaca dışı türlerde daha velut bir yazardır. Bir yazarın kurmaca nitelikli eserleri; yazarın “sanatçı” kimliğine dair çıkarımlarda bulunup fikir yürütmemize imkan tanır. Ancak yazarın “insan” oluşunun gereklerine bir bakış atmak istersek kurmaca dışı eserlerine de uzanmamız gerekir. Elbette bu kurmaca ve kurmaca dışı eserler arasındaki geçiş bu denli sert değildir. Pek tabii kurmaca bir eser üzerinden de yazarın, insanlığına, gündelik yaşam mevzularını nasıl ele aldığına, devrinin meselelerini nasıl değerlendirdiğine hülasa kendi dünyasına dair çıkarımlarda bulunulabilir. Hatta kimi zaman bu çıkarımlar, kurmaca olmayan bir metin üzerinden elde edilen çıkarımlardan daha geçerli, etkili ve kalıcı olabilir.
Tanpınar, Hep Aynı Boşluk’ta da örneklerini gördüğümüz kurmaca dışı metinlerinde kalemiyle kendi arasındaki duvarları yıkar, perdeleri kaldırır. Gerçek Tanpınar’ı bize sunar, hislerini açar. Aslında Tanpınar’ın bütün eserleri, Tanpınar’ın karşısında/huzurunda durduğu aynalardır, diyebiliriz. Bu husus, bana kalırsa Hep Aynı Boşluk’un içinde geniş bir katolog halinde örneklerine rastladığımız mektup, deneme ve günlük gibi kurmaca dışı türlerdeki yazılarında da oldukça belirgindir. Örneğin, Hep Aynı Boşluk’ta Mektuplar başlığı altında yer alan Ahmet Kutsi Tecer’e yazdığı mektupların birinde kendisi için şöyle bir belirlenimde bulunur Tanpınar:
“…kaç kişiyim ben? Bazen bütün şahsiyetlerimi yan yana göz önüne getiriyorum, kalabalıkta kendim kayboluyorum. Hülasa, bölünmek, dağılmak, öyle bir haldeyim ki birisi gelip de canlı mahlukların en mükemmeli kabuklu hayvandır, dese inanacağım. Mukavemetsizliğinin yıktığı adamım.”
Tanpınar’ın kendisi hakkındaki bu belirlenimi oldukça içtendir. Sanatçı kimliğinden müstakil insan tarafını, hayat debdebesindeki bunalımlarını, acılarını sarsıcı bir şekilde okura yansıtır.
Yalnızlık ve acı büyük zihinlerin yazgısıdır. Malumunuz Tanpınar da yaşadığı devir de bir “sükut suikasti”ne uğradığını savunur ve bundan pek mustarip olduğunu Hep aynı Boşluk da dahil olmak üzere gerek doğrudan gerek dolaylı bir şekilde eserlerinde dile getirir. Durum böyleyken; yalnızlığı, aleladenin aşıldığı eşik olarak görmesi şaşırılacak bir mevzu değildir. (Tanpınar’ın yaşadığı çağda aleladeliği aşılması gereken bir eşik olarak görmesi ve bu aşma işinin anahtarını yalnızlık olarak görmesi olağan olabilir. Fakat günümüzde aleladelik hali; sanki, ulaşılması gereken, arzulanan bir menzil oldu. Neyse bu başka bir konu, dağılmayalım.) Nurettin Topçu, Akif’i anlattığı eserinde şöyle der:
“Hayattan kaçan bu büyük mustaripler, ıstıraplarına deva ararken sanatlarına sığınıyorlar. Bunlar için sanat hayat çılgınlığında tedavi yeridir; yaşama boşluğundan kurtuluş vaadidir. Bazen hayatın darlığına bir cezbe, dünyamızın manasızlığına bir tükürüş, hayatın hiçliğinden bir intikam oluyor.”
Bu gerekçe ile Tanpınar için yalnızlık sayesinde aleladeliğin aşıldığı eşikten ötesi sanattır, diyebiliriz.
Tanpınar’da, Türk edebiyatında çok az sanatçıda görülen bir multidisiplinerlik söz konusudur. Güzel sanatların her şubesiyle ilgilidir. Hep Aynı Boşluk da bu hususiyetinin bir göstergesidir. Kitap; Edebiyat, Estetik ve Plastik Sanatlar, Medeniyetler ve Zihniyetler, Toplumsal ve İktisadi Hayat, İnsana Dair, Siyaset ve Siyaset Adamları, Mektuplar, Anketler, Röportajlar ve Diğer Yazılar olmak üzere on başlık altında yapılandırılmıştır. Zikredilen başlıklar altında, fazlasıyla çeşitli bir konu kataloğunun yardımıyla Tanpınar’ın kültürel birikiminin ve İnci Enginün’ün belirttiği üzere, Tanpınar’ın hem birey hem toplum için en önemli yetiştirici güç olarak gördüğü kültürel süreklilik kavramını kendi kişiliğinde tatbik etmek amacıyla yaşamın ve sanatın hangi sahalarında bulunduğunun, hangi kavramlarına göz gezdirdiğinin, hangi meşgalelerle alakadar olduğunun, hülasa multidisipliner kişiliğinin portresini çizer.
Hep Aynı Boşluk, ele aldığı mevzular ve bu mevzulardan hareketle yaptığı açılımlar bakımından öyle bir eser ki namütenahi hakkında konuşulabilir. Sadece, okumayı bilhassa Tanpınar’ın dilini ve estetiğini tatmayı sevenlerin zevkle okuyacağı bir kitap değil; Türk milletini seven, Türk milletinin kültürel sürekliliği içinde kendine bir yer arayan yahut bulan, medeniyet dairemizin son yüzyıldaki kabuk değişimine Tanpınar’ın gözünden şahitlik etmek isteyenlerin de uğrak noktası olacak bir eserdir. Ama şu bilinmeli ki: Bu kitap ile çıkılacak yolun bir menzili yoktur, uğrakları çoktur. Bu da yine Tanpınar’ın geniş kültürel birikiminin ve sürekliliğinin maharetindendir. Tanpınar gibi mütefekkirlerin inşa ettiği kubbelerin altında hayatımızın, milletimizin, memleketimizin muhasebe ve murakabesine dalmak önemli bir mesele. Bunu yapmaya mecburuz. Mensubu olduğumuz medeniyetin teklifini bilmek ve bütün varlığımızla ruhumuza sirayet etmesine imkan tanımak mecburiyetindeyiz. Tarih bizi, yetişmiş ve yetişen nesilleri bunu yapmak zorunda bırakacak elbette. İhsan Fazlıoğlu bir yazısında Metin Bobaroğlu’nun şöyle bir sözünü aktarır: “Tarihsizlik, talihsizliktir.” Talihsizliğe boyun eğmemek istiyorsak eğer; tarihimizi, medeniyetimizi, kültürümüzü öğrenmek, bilmek ve muhafaza etmek mecburiyetindeyiz. Tanpınar bir çeşmedir, medeniyetimizin, kültürel sürekliliğimizin, tarihi birikimimizin çeşmesidir. Bu çeşmeden kana kana içmek, gıdalanmak gerek.
Sona yaklaşırken birkaç kelam daha etmek isterim: insan; daima, durmaksızın, enine boyuna özler. Oruç Aruoba; özlem için, “gitmekte olmanın sürekliliği” şeklinde bir tanımlama yapıyordu. Buna göre, insan, yaşamak yolunda yol aldıkça, gittikçe özlem de yanı başından ayrılmayacaktır. İnsan özlediği, özlem duygusuna müdavim olduğu müddetçe de eksiklik, boşluk duygusunun elinden yakasını kurtaramayacaktır. Çünkü özlem, özsel, insanın özü ile ilgili bir durumdur. Özünde boşluğunu, eksikliğini hissettiğine varma eksikliğini giderme, boşluğunu kapatma, kendini tamamlama arzusudur. Özlemi içimizden söküp atmak mümkün müdür? Bana sorarsanız değildir. Özlem insanın yaradılışından, fıtratındandır. İnsan oluşunun bir hassasıdır. Mebde ve mead, yani başlangıç ve son, yani gelinen ve gidilen yer ile alakalı sorgulamalar kadim felsefe geleneğimizin yaygın olarak irdelediği meselelerdendir. İnsan; gelinen ve gidilen, başlangıç ve son, mebde ve mead tüm bunların arasında olandır. Arada olan ise ya ötenin ya berinin, yani arayı kuran iki unsurun özlemini duymaya mahkumdur. Yazgısı arada olmak ve bundan dolayı özlemek olan insanın boşluk duygusuyla ilişkisi daha da detaylandırılmaya muhtaçtır.
Tanpınar’ın boşluğu, yalnızca, arada olan insanın duyduğu özlem ile açıklanamaz elbette. Aslında hepimizde olan medeniyetimize, kültürümüze, milletimize, ülkemize karşı duyduğumuz mesuliyet duygusu, Tanpınar’da çok daha yoğundur. Ülkesi ve milleti için hem toplumsal hem ferdi yaşamında meydana gelen açmazların, çıkmazların, olmazların ortasında arzuladığı güzelliklere ulaşamamanın eksikliğini, boşluğunu derinden duyar. Hem insan olarak hem Tanpınar ile aynı medeniyetin fertleri olarak boşluk duygularımız birbirine benzerdir. Hepimizde benzer olan fakat o hissi, yaşayış itibarıyla aynılığına dair kesinliğimizin olmadığı bu boşluk hissine dair Tanpınar’ın ifadesini her okuyuşumuzda kalbimizin, ruhumuzun, aklımızın bir kenarından tutar ve kemirmeye başlar:
“Ben benden evvel, daha evvel, evvelden evvel; benden sonra, daha sonra, daha sonradan sonra… Ya Rabbim ne kadar korkunç hesap… Hep aynı boşluk… Aynı boşluğun ıstırapla, acıyla, beyhude ümitle dolması…”
Tüm bu söylenilenlerden sonra: Boşluk hep aynı mıdır yahut boşluk hepimizde aynı mıdır, cevaplaması zor. Ama denilebilir ki; boşluk vardır, insan yaşadığı müddetçe de olacaktır. Bize düşen ise arada oluşumuzun gereğini yerine getirmek, bulunduğumuz arayı öğrenmek, bulunduğumuz arada boşluk, eksiklik duygusunu hissederek ama onlara gark olmadan bizi ayakta tutabilecek teklifin, medeniyetin, kültürün, manevi dünyanın izlerini sürmektir.
İmanımız ve inancımız gereği sevgi/muhabbet neredeyse Allah oradadır. Muhabbetimiz daim olsun, aşk olsun! Tanpınar’la, her anınızda aşkla ve dahi sağlıcakla kalın…
Doğuş Bektaş
dgsbkts@outlook.com