30 Eylül 2024 Pazartesi

Mehmet Kaplan’da Yunus Emre ve Jung

Zamanın geçmişe nazaran çok daha hızlı geçişi, kendimizi yalnızlığın ve sessizliğin gölgesinde bir türlü dinlendiremeyişimiz, keza bu tür mekânların, kuytuların sayısının giderek azalması, kimsenin kimseyi dinlemeye teşne olmayışı, artan kalabalık, artan içi boş sohbetler, hayatı ve insanları anlamada güçlük, giderek anlamsızlığın yeryüzünü kaplayışı… Bu karamsar gibi görünen girişi şunun için yapıyorum aslında: işini bilen, makul bir olgunluk seviyesine kavuşmuş insanlar neyi nerede bulabileceklerini iyi bilirler. Kimlerle sohbet edileceğini, kimlere muhabbet besleneceğini, nerelerde sakin kalıp dinlenilebileceğini, her şeyin geçici oluşunun verdiği ulvi lezzeti, kuru gürültüden kaçış yollarını, kaybolmanın içinde saklı olan lezzetleri bilirler.

Bunların yanı sıra kültür-sanat üzerine ciddi merakları, uğraşları olanlar neyi okuyacaklarını, neyi izleyeceklerini, neyi dinleyeceklerini de bilirler. Bu çaba onları Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Mahur Beste’de söylediği “Dikkatini elindeki işe verirsen temiz kalırsın” güzelliğine götürür. Sonra iş, daha da derinleşir ve Tanpınar’ın talebesi olmakla yetinmemiş, talebelik ceketini asmış ve aşmış, yazdığı denemelerle insan ufkunu açan, ömrünü fikir-aksiyon disiplinine adamış bir başka isme götürür, götürmeli: Mehmet Kaplan. O da Yaşadığıma Dair adlı kitapta yer alan mektuplarındaki bir ifadeyle şu hayati çağrıyı yapıyor: “Onca alelâdenin içinde bir istirâhatgâhınız olsun.

Mehmet Kaplan'ın herhangi bir kitabını, herhangi bir denemesini ya da tahlilini okurken; Türk kültürüne nasıl bir aşkla bağlı olduğunu hissetmek mümkün. Bu hissi size de aktarıyor, yakıtınız azaldıysa dolduruyor. Böylesi büyük ruhlara çok şey borçluyuz. Hülasa çalışmamız, hiç durmadan çalışmamız gerekiyor. Bu büyük ruhların kitaplarını yeniden ve yeniden okumaktan aldığımız haz bir yerde durmamalı. O hazzı başkalarının yaşaması için de gerekiyorsa vesile olmalıyız, anlatmak ve paylaşmak için tembellik etmemeliyiz. Bu topraklarda yaşıyorsak çıkış yolu bulmakta zorlanma hakkımız yok. Bazen hangi patikadan başlayacağımızı bilemeyebiliriz, burası doğal. Ancak her patika bizi ulu bir dergâhın kıyısına, hikmet fısıldayan bir şairin yamacına, düşünce ve sessizlikle ömrünü tezyin etmiş aziz bir insanın civarına düşürecektir. Kaplan, Nesillerin Ruhu kitabında bahseder: Yıllar geçmiştir. Nice şarkılar girmiştir kulaklarından. Bazen mutlu evlerin pencerelerinden, bazen bir meyhaneden gelmiştir o şarkı. Bazen bir külhanbeyi şarkısı, bazen güzel bir kadının tutturduğu nağme kulağını süslemiştir. Kimine ağlayıp kimine güldüğü bu nağmelerde sövgü de vardır, ruhu okşayış da. Ama Kaplan, “Fakat hepsi de kulaklarımda kaldı. Ruhuma girmedi. Ama Yunus'un, Yunus’ların şarkılarını hiç unutmadım. Kaç sabah Yunus ölmemiş, Yunus, çoğalmış, köyler Yunusla dolmuş hissi ile uyandım…” diyor. Mehmet Kaplan’ın, Fransız filozof Alain'den ne kadar beslendiği ve etkilendiği hakkında pek çok yazı vardır. Ancak Orhan Okay ve İnci Enginün gibi hocaların tespit ettikleri bir gerçek bizler için daha ayrı bir yerde durmalı. O da Kaplan’ın içindeki Yunus aşkı, Yunus sevgisi. Kitaplarına yayılmış denemelerinde sayısız defa Yunus’umuza başvuruyor Kaplan. Bazen bir dizesinden yola çıkıp düşüncelerini dile getiriyor. Bazen de Yunus’un asırlar evvelinden dile getirdiği, şimdilerde kaybettiğimiz nice değeri günümüze taşımaya çalışıyor.

Dil zevkiyle harmanlanmış bu zengin metinler Dergâh Yayınları tarafından vaktiyle Yunus Bir Haber Verir adıyla neşredilmişti. Kitapta Kaplan’ın denemelerine başlamadan evvel iki önemli yazı okuru karşılıyor. Merhum Orhan Okay hoca, “Kaplan, zaman zaman şimdiye kadar belki de kimsenin dikkatini çekmeyen bir Yunus mısraını almış, onu benimsemiş, bütün gün sokakta, derste, çarşıda onunla beraber dolaşmıştır. Böylece, öyle zannediyorum ki, Yunus’un o mısralarıyla bir çeşit ayniyet kazanmış, Yunus’un yaşadığı mistik tecrübeyi yaşamıştır” diyerek Kaplan’ın sadık bir Yunus dervişi olduğunu dile getiriyor. İnci Engünün hoca ise Mehmet Kaplan’ın dilinden Yunus Emre’nin hiç eksik olmadığını, divanının daima masasının üzerinde durduğunu, onun öğrencileri olarak Yunus Emre’yi aslıyla Mehmet Kaplan’dan öğrendiklerini anlatıyor. Onun güncel meseleleri açıklamak, zorlu düğümleri çözmek için Yunus Emre mısralarına başvurması bugünün insanı için çok değerli bir ilham kaynağı, yol haritası.

Mehmet Kaplan’ın Yunus Emre’yle kurduğu bağ esasında bir çatı. Bu çatının altında Türkiye, tarih, kültür, edebiyat, felsefe, şiir, mimari, musıki, insanımız, şehirlerimiz, maarif meselemiz, siyasi tavrımız, varoluş sorgulamalarımız, hakikat arayışımız, değerler sistemimiz ve aidiyet ihtiyacımız var. “Hiçbir şeye bağlı olmayanın hâli fecidir” diyor Kaplan. Bu cümlesi aslında şu düşüncelerinin bir şerhi: “Biz bir abesler dünyası içinde yaşıyoruz. Madde, varlık, bugünkü insanlığı bir hapishane duvarı gibi çevirmiştir. Bundan müthiş bir iç sıkıntısı doğuyor. Egzistansiyalizmin iç sıkıntısına bu kadar ehemmiyet vermesi mânasız değildir. Çünkü o bu asrın en büyük hastalığıdır. Hiçbir şey bu iç sıkıntısını gideremiyor. Asrımızın eğlence düşkünlüğüne bakınız. İnsanlık, öyle sanıyorum ki hiçbir çağda asrımızda olduğu kadar eğlenmemiştir. Fakat eğlenceyi tetkik ediniz, arkasında korkunç can sıkıntısını bulacaksınız.

Bu satırlar bize Yunus’umuzun hangi mısraını hatırlatmalı? Elbette: Bunca varlık var iken gitmez gönül darlığı. Kaplan, çağın bütün hastalıklarının, sıkıntılarının bu mısrayla okunabileceğini yakalıyor. Maddi varlık planına bağlı kalan, yani ister iktisadi olsun ister felsefi, kendini varlığa zincirleyen insanın sıkıntıdan kurtulamayacağını, bunun da eğer talihliyse çok geç farkına varabileceğini söylüyor. Tüm bu maddeci tavrın Yunus’un düşünceleriyle terbiye edilebileceğine dair inancı, bir çıkış yeri arayan insan için ilk büyük adım. Her şeyden önce ve daima insana saygı. Bunun için Yunus’un “Bir kez gönül kırdın ise bu kıldığın namaz değil / yetmiş iki millet dahi elin yüzün yumaz değil” mısraı her an hatırımızda durmalı. Sonra, insanın içindeki o aziz hakikati. Ona ulaşmak için kendini defalarca, gerekiyorsa en sert biçimde açması, soyması gerçeği: Bir ben vardır bende benden içeri. Kaplan’ın psikoloji okumaları, Freud’dan ve bilhassa Jung’dan çekip çıkardıkları her seferinde insanı şaşkınlığa uğratıyor. Teknik kavramlar içinde fazla boğulmadan, insanın bugünüyle ve hakikatiyle ilgili en özel meseleleri seçip onlara dikkat çekmesi, bir deneme yazarının nasıl bir hünere sahip olması gerektiğini de gösteriyor. Jung’un kolektif bilinçdışı ve arketip kavramları, insanın iç haritasını ortaya seren rüya ve sembol çalışmaları Kaplan’da önemli bir yer bulmuş. Şu ifadeye dikkat buyurun: “Jung’un eserleri Türkçeye çevrildikten sonra Türk okuyucusu Yunus ve Mevlânâ’nın ne kadar aktüel olduklarını anlayacaktır.

Tanpınar’ın Gül adlı şiirini yorumlarken, “Zen Budistlerinin murakabelerine benzer bir hal” yakalar Kaplan. “Bir sonsuz uçurumda uyanmış gibi birden / sazlar sustuktan sonra duyulan nağmelerden / doldurur hiç durmadan uzattığı bu tası / gül, ey bir âna sığmış ebediyet rüyâsı!” dizeleriyle sona eren şiir hakkında “Kendi içine dalan insan dış âlemle münasebetini keser; açık ve seçik olarak kavrayamadığı birtakım hayallerle karşılaşır.” diyerek açıklamasına başlar Kaplan. Jung’un “içeriye bakan uyanır” sözünün insan varlığına dair derin anlamlar taşıdığını dile getirdikten sonra bir konuya özellikle dikkat çeker: kimi zaman da insan yücelere dış âlem üzerinden ulaşır. Bunu da Yunus Emre’nin “Benim bir karıncaya ulu nazarım vardır” dizesiyle hatırlatır. “Yunus Emre, birçok şiirlerinde Tanrı’ya dış âlemden yükselir. Kâinatın sırlarını ilmî usullerle araştıran ilim adamı da, objektif varlıklarından hareket eder.” diyen Kaplan, bu derinliği ölüme ve ölüm duygusuna getirir. Korkunç olarak bilinen ve görünen ölümün ancak ebedî hayat vaadiyle yenilebileceğini söyler. Jung da bilhassa rüya analizleriyle ruhun ebediliğine inandığı pek çok şeyi dile getirmiştir. O zaten inanç yokluğunun pek çok ruhsal rahatsızlığı getireceğine de inanıyordu. İnanç, tek başına sağaltım etkisi yaratan bir şeydi. Ruh kendini mutlaka bu ebedi daireye, varoluşsal vakuma sokmak istiyordu. Yunus Emre’miz tek bir mısraya sığdırıyor hakikati: Ölümden ne korkarsın, korkma ebedi varsın.

Jung’un arketip nazariyesi, Kaplan’ın sanata ve sanatçıya bakışını derinleştirmiştir, burası pek çok denemede görülebiliyor. Özellikle Nesillerin Ruhu adlı kitabında sanatçılar dünyasında “insanlığın hayatını idare eden birtakım gizli kuvvetler”in daha sıkı görüldüğünü ifade etmesi, bunu da en iyi açıklayan şeyin Jung’un arketipleri olduğunu söylemesi çok kıymetli. Jung, İnsan Ruhuna Yöneliş adlı kitabında “Düşünü gördüğümüz ‘diğer kimse’ bizim ne dostumuzdur ne komşumuz; içimizdeki diğer yandır; buna kendimizi yeğ tutarak şöyle deriz: ‘Tanrım, sana şükürler olsun ki beni böyle yaratmamışsın!’. Kuşkusuz düşler ahlaki düşüncelerden yoksundur ama yine de bize eski bir deyişi anımsatır: Ağaçlar güçlü köklerini göğe uzatmazlar, tersine toprağın derinliklerine gizlerler.” der. Büyük sanatçıların kuru fikirlerle değil, beynelmilel hislerle, hayallerle, güçlü köklerle son derece berrak ve canlı olarak dile getirdikleri, okuyanın da bunları bir yaşantı hâline getirmesine vesile olur. Mehmet Kaplan, bu konuyla ilgili olarak Yunus’umuzun “Hak bir gönül verdi bana / ha demeden hayran olur” mısraını hatırlatır. Sanatçı; hayran olan, duyan, seven ve sövendir. Bunu nefsiyle değil kâinatın bütününü kaplayan akıl (akl-ı küll) yoluyla yaptığında, ortaya çıkan da sanattır. Jung’ta bilinçaltı, “kuşaktan kuşağa aktarılan bir miras”tır, Kaplan buna “insanları ölüler idare eder” diyerek şerh düşer ve şöyle söyler: “Maziyi bilmemek ve tebcil etmemek cehaletten ve boş gururdan ileri gelir. Dikkatle bakarsak ebediyetin bizde yaşadığını görürüz. Sonsuzluk seyyahı Yunus bunu ne güzel anlatır.

Mehmet Kaplan, ilim yoluyla ortaya konan gerçeğin izini sürmüş, burada Alain kadar Freud’dan Jung’dan Simone Weil’den ve daha nice isimden güzellikler devşirmiştir. Ancak bütün düşünce harcını Yunus Emre ile mayalamış; aşksız bir ilmin ancak bir yere kadar götürebileceğine inanmış, aşkın mutlaka izhar edilmesi gereken bir hakikat olduğunu dile getirmiş, böylece insanlığa “Her dem yeniden doğarız, bizden kim usanası” sırrının aşılacağına kanaat getirmiştir. Allah-âlem-insan üçgeninin merkezi, Kaplan için gönüldür. Yunus’umuz için de gönül, Çalab’ın tahtıdır. Ondan sonrası da apaçıktır: Bana seni gerek seni…

Yağız Gönüler
x.com/ekmekvemushaf

Sâmiha Ayverdi tasavvurunda münevver

"Münevveri, kendi toprağının gerçeklerinden câhil olan ülkeler için yaşama hakkı düşünülemez."
- Sâmiha Ayverdi

20.yy büyük bir yıkılışa tanıklık eder, 300 yıllık Selçuklu Medeniyetinin ardılı olan Osmanlı Medeniyeti ebedî istirâhatine çekilir. Aslen 1918’de fiilen ise 1923 yılında yıkılan Osmanlı devletinden geriye kalan, enkazın içinden yaralı ve birkaç uzvu kopmuş olan bir vücut-u medeniyettir. Altı yüz yıl hüküm sürmüştür, bunun dört yüz yıl dünyaya, ilim, sanat, vâkıf, adâlet anlayışı ile yön veren güçlerden biri olmayı başarmıştır. Son iki yüz yılı çalkantılıdır, özünden kopuklukla ve Batılaşma hareketiyle yönünün açısı değiştirmiştir. Münevverlerin ve elit sınıfın elindeki pusulanın yönü artık batıyı göstermektedir. Halkın elindekin de ise yön hâlâ geleneklere sâbitlenmiştir. Dönemi analiz etmenin en iyi yolu, aydın sınıfını eğrisi ve doğrusu ile incelemekten geçer. Halk ile arasındaki bağının kopmasını, büyük değişimini irdelemek bize yön verecektir.

Âşıkların ölmeyeceğine inanan Türk toplumu, devlet geleneğinin, törenin ve kültürün de ölmeyeceğine inanır. Medeniyet pergelini tutan aslî unsur olan münevverlerin durumunu anlamak ve çözmek için, o döneme şâhitlik etmiş olan aklıselim, teşhis ve tedâviyi bilen toplum hekimlerine kulak vermek durumundayız. Zamanın önde gelen isimlerinden, Nurettin Topçu, Mümtaz Turhan, Hilmi Ziya Ülken gibi ilim sâhiplerinin yanına Sâmiha Ayverdi gibi bir mümtaz şahsiyeti eklemek gerekir. Neden Sâmiha Ayverdi? Bunun cevabı basit ve çok açıktır; mensubu olduğu toplumu çok iyi analiz edebilme kabiliyeti, şâhit olduğu dönem hâdiseleri, yetiştiği muhit, aldığı eğitimle gelen üst mertebe entelektüel kimliği, aksiyonerliği, kuvvetli kalemi ile münevverlerimizin başında gelmesidir. Ataerkil bir toplumda, kadın olarak kitleyi harekete geçirebilecek bir güce sâhip olmasını da eklemeliyiz.

Sâmiha Ayverdi Hanımefendi mensubu olduğu Türk milletinin içinde bulunduğu, kültürel, siyasî, ahlâkî, ticarî ve nihâyetinde dinî yozlaşmanın nedenlerinin başında; yanlış rüzgârın peşine takılan, sahte kutup yıldızlarını yol gösterici kabul eden, aydınları sorumlu tutar. Ona göre, bir toplumu fikir ve inanç yönünden inşâ edenler, şeklini verenler; o ülkenin fikir adamları, maarif sistemi ve mensupları olan öğretmenler ile din adamlarıdır. Bu üç sınıf ana eksende Türk münevverini oluşturmaktadır. Gelecek nesillerin teslim edildiği öğretmenlerin sadece fennî bilimleri öğretmesinin yanı sıra, ilim, irfan ve ahlâk konusunda da rehber olması gerektiği vurgusunu yapar. Muallimlerin vazîfesinin ehemmiyeti, Türk gençliğinin "Asım Nesli" olarak yetiştirmekte saklıdır. Çünkü Türk gençliğindeki görünen tehlikeli başıboşluğun getireceği düzensizlik, kütleyi yani toplumun dengesini bozacak, âkıbet hayra seyir etmeyecektir. Kaybolan Anahtar kitabında, “Maalesef Türk maârifinde, ilmî araştırma heyecan ve şevkini verecek gāyeli ve şuurlu ıslâhatın yapılması düşünülmedi.” diyerek sistemdeki yanlış ıslâhatlara dikkat çeker. Ona göre ilim kadroların yerini sömürgeci sermayenin ağırlığı almıştır. Bunun ana nedeni, siyasî basiretsizlik, ilmi kifayete sâhip olmayan idârecilerin zaafı ve memleket gerçeklerine göre istikāmet verilmemiş reformlardır. Şekil ve taklitçilikte kalmış ıslâhat çalışmaları gerçeklere temas edememiştir. Dil, din, târih şuuru verilmemiş gençlik, kimliksiz, gāyesiz olacağı gibi ithal düşünceler ve yanlış düşman ellerinde bir piyon olarak kullanılmaya hazır hale gelecektir. Mütefekkire göre gençlik, târihini, dilini, töresini çok iyi bilen mânevîyatı kuvvetli öğretmenlerin elinde yetişirse, bin yıllık Kızılelma gāyesi etrafında birleşecek, yabancı ellerde hebâ olup gitmeyecektir. Aynı şekilde din adamları da bu bilince sâhip, taassup içinde olmayan, taklitçi anlayıştan uzak, Kur’an ahlâkıyla bezenmiş olmalıdır. Hoca sınıfında irfanı, sanatı, kültürü millî değerler potasında eritmiş, münevver bir kisve arar. Sâmiha Ayverdi halk üzerinde en büyük güce sâhip olanların hocalar zümresi olduğunu belirttikten sonra, en hassas mevzûlarda bilim ve fikir adamlarından daha çok, onların sözüne bakıldığının altına çizer. Geri ve taassup içine batmış bir din adamının düşman olarak gördüğü, ilerici kimlikli –batı düşüncesi hâkim zümreler- ile beraber düşmana hizmet ettiğini söyler. Ona göre bu iki kesimin görmediği hakîkat; aşırı dinsizlik ile inzivâya çekilmiş, taassup içinde kalmış dindarlığı körükleyen, düşmanın politik canbazlığıdır. Bin senedir saf imanla birbirini tamamlayan millî heyecan ve değerler potasında kâmil olmuş bir din adamı, toplumun her kesimine Kızılelma (İ'lâ-yi kelimetullah'ı) mânâsıyla anlatacak münevverlerimizden olacaktır.

Kendini tamamen batıya teslim etmiş olan fikir adamları, kaşık ve çataldan öteye gidememiş, ilericiliği farklı medeniyetlerin değerinde aramıştır. Ama onların menfaat küplerinden sızan düşünce zehirleri ile idrak perdesi inmiş, gaflet pençesi ile ağır darbe almış, bir yaralı olduğunu bilmeden asıl gericiliği yapan bir zümreye dönüşmüşlerdir. Sâmiha Ayverdi, Kölelikten Efendiliğe kitabında;

Münevveri, kendi toprağının gerçeklerinden câhil olan ülkeler için yaşama hakkı düşünülemez.” der. Bu sözlerinde sâdece kendi milletine değil bütün Âlem i İslam coğrafyasına bir seslenişi mevcuttur. Ona göre şoven milliyetçilik İslâm dünyasına lâzım olan şey değildir, aksine yüksek bir Kur’an ahlâkı, büyük İslâm şuuru ile birbirini destekleyen devletler olmalıdır. Türklerin, İslâm anlayışının dinamik yapısıyla kütleleri birleştirici, geliştirici, düşünceye açık olmasından dolayı, selefi akımlara karşı bir duruş sergiler. Burada münevvere düşen rol ise canını kütleye adamak, tasavvuf ile kelâmı bütünleyen imanı açı yapmak ve pergeli gün şartlarına uygun hareket ettirecek fikirleri üretmektir. En önemlisi onları yaşayarak insanlara aktarmaktır. Ne sadece madde ne sadece mânâ olmalıdır. Her ikisinin izdivacından doğacak yüksek şuurlu münevverler bize yön verecektir. Böylece ilim, irfan ve hikmetle, kütlelerin gaflet kabuğu çatlayacak, yüksek seviyeli bir medeniyet yeniden inşâ edilecektir.

Sâmiha Ayverdi kütleleri uyandıracak münevverlerin, İslâm toplumunda bir elin parmağını geçmediğini söyler. Tanzimatla başlayan ıslâhat çalışmaları ile 20.yy kadar geçen sürede, bir düşman taktiği olarak tarihi boyunca dinamik yapıdaki imanı yıkmak, küçük düşürmek, Türk münevverinin kafasına ekilmiş, neticesinde filiz vermiştir. “Acı da olsa, îtiraf etmek lâzımdır ki bugün gerilik, köylüden ziyâde onu anlamayan münevverdedir. O kadar ki Türk aydınının kifayetsizliğini kabul etmemekte inat ettiğimiz müddetçe içtimâî, îktisâdî ve kültürel hiçbir kazanç elde edemeyiz.

Tarihi gerçeklere sırt çevirmiş münevver, halktan uzaklaşmış, iletişimi koparmıştır. Hatta daha ileri giderek halkın değerleri ile alay etmiş, Türk’e ait olan millî edebiyatı, sanat dallarını, musîkî’yi beğenmemekle kalmayıp ret etmiştir. Redd i mirasla kendine ait olan ne varsa ondan vazgeçmiş, kendine uymayan batı kültürünün peşinden gitmiştir. Yenilikçi aydınlar, şahsî kalesinde yalnız olarak hüküm sürmektedir. Surlarından akan zehirli suları ise içme suyuna karıştığı için, toplumu dışa bağımlı, hâfızasını kaybetmiş, yatalak hasta konumuna getirmektedir. Sâmiha Ayverdi, öncelikle medeniyetimizi yeniden kurmak, yeniden millî kültür, sanatımızla var olmak istiyorsak, bu davamızda samimi olacak isek, öncellikle münevverimizin halka karşı kendini eğitmesi gerektiğini söyler. Böylece halk ve münevver sınıfındaki kopukluk giderilmiş olacak, hassasiyetlerimize dayalı atılımları, toplumun her katmanı ile yapmayı başaracağızdır. Sâmiha Ayverdi’ye göre toplumun her kesiminin aynı gāye etrafında birleşmesi –halkı cedid- için gereken ilk adımdır. Bu barışmayı yapacak münevver nasıl olmalıdır?

Yazar ve mütefekkir Ayverdi gerçek münevveri şöyle tanımlar: “Hakîki münevverlik, bilmediği, etüt etmediği mevzunun üstünde konuşmamaktır.Mabette Bir Gece eserindeki “İlim Tuzağı” hikâyesindeki “Mustafa her şeyi bilen, fakat kendini bilmeyen, en yüksek makamları işgal eden, fakat insanlığa yetemeyen âlimlerden olmadı.” diyerek yukarıdaki sözlerini tasdikler. Münevver kendi hakîkatini bilen, mensubu olduğu Türk milletinin tarihini, dilini, dinini tanıyan, onu yüksek şuurla aktaranlardan olmalıdır.

Son söz olarak Sâmiha Ayverdi’ye göre, Kızılelma, İ'lâ-yi kelimetullah için yapmamız gereken; münevver, refahlı, bir din ve iman şebekesi kurmaktır. Böylece kültür davamızı vatan bilincine vakıf, millî birliğe teslim ederek, çağın gerektirdiği şartlarda hakîkatine sadık sürdürebilir, farklı medeniyetlerin baskısına ve hücumlarına karşı durabiliriz.

Elçin Ödemiş
x.com/elindemis

25 Eylül 2024 Çarşamba

“Gönlünü geniş tut, bizi de orada göreceksin”

Uzun yıllar boyunca Deniz Yolları’nın İstanbul Bebek iskelesinde gişe memurluğu vazifesi yapmış bir eski zaman büyüğü Mehmet Nusret Tura. Fatih dersiâmlarından, mesnevîhan, Süleymaniye Kütüphanesi eski müdürü, Uşşâkiyye meşâyihinden Mehmed Hazmî Tura’nın da talebelerinden biri. Nusret Tura’nın yaşadığı yıllar (1903-1979) Türk tasavvuf tarihi adına mürşitlerin ihvanlarına özel hassasiyet gösterdiği yıllara tekabül ediyor. Sırlanan tekkeler, yasaklanan faaliyetler, yol büyüklerinin kendilerini aşikâr etmemeye gayret göstermesi, bazı yolların kendilerine mahsus usul ve erkanları, kimi zaman bizlerin zengin metinlerle karşılaşmasına da olanak tanıyor.

Bu tür metinlerin başında mürşitlerin gerek ihvana gerek taliplere nasihat babında yazdıkları kitaplar ve risaleler var. Diğer taraftan mürşitlerin uzak şehirlerde, ülkelerde ya da zorlu vazifelerde görevli dervişlerine yazdığı mektuplar da var. Mektuplar, özel metinler olduğu için çoğu zaman vefat eden dervişlerle birlikte sırlanıyor tabiri caizse. Bazı mektuplarsa saklanıyor ve o dervişlerin emanet ettiği kimseler tarafından neşrediliyor. Mahmud Erol Kılıç tarafından neşre hazırlanan ve 1995 yılında meraklılara sunulan Nusret Tura Efendi’ye ait mektuplar, dil ve gönül zevki açısından son derece zengin, bir mürşidin dervişini nasıl telkin ve terbiye ettiğine dair misallerle dolu, keyifle okunan metinler ihtiva ediyor. Nusret Tura bu mektupları, dervişlerinden Sabri Nebioğlu’na (v.1994) göndermiş. Sabri Bey gemi kaptanı olduğundan şeyhini pek göremiyor ve onun hasretiyle kâğıda kaleme sarılıyor. Aldığı cevaplarla bir yandan gönül dünyasındaki dalgaları dindirmeye, diğer yandan aşmaya çalıştığı problemlere dair öğütlerle yolunda ilerlemeye devam etmiştir hiç şüphesiz. Bir mürşidin, müridine yazdığı “Seyahatiniz uzaklarda değil, gönlümüzün okyanusundadır” cümlesi, okuyanın dahi gönlünde nice muhabbet

İçinde pek çok rüya tabirinin olduğu da düşünülürse, karşımızda aslında oldukça mahrem mektuplar var. Haliyle neşredilmesi ne kadar uygun düşebilir suali aynı zamanda neşredenin de suali olmuş. Fakat burada Mahmud Erol Kılıç hoca, Nusret Efendi’nin “Kime faydası olur bilmem ama, istersen ben gittikten sonra bunları yayınlayabilirsin” kaydını hatırlatıyor. Şurası bir gerçek ki dünyanın türlü aygıtları tarafından bedeni, ruhu, zihni ayrı ayrı zapt edilen günümüz insanı için bu mektuplarda bulunabilecek nice hikmet var. Hikmetlerin insan hayatında nasıl bir yerde konumlanacağı, elbette okurun gaye ve eylem arasında kurduğu ilişkiyle ilgili olacaktır ki bunlar amel, ihlas, sadakat üçgeninde toplanabilir.

Nusret Tura Efendi, Sabri Bey’e gönderdiği mektupları genellikle sabah saatlerinde aç bir vaziyette yazdığını söylüyor. Okuyanlar da eğer aynı usule riayet ederlerse “Gönülden doğan nemalar işkenbeye ve akıl denen gölgeye uğramadan yine gönüle varıp devrini tamam eder” diyor. Henüz ilk mektupta karşılaştığımız “Size her okuyuşta bir başka zevk kaynağı olacak yazılar yazıyorum” ifadesi de otuz yıl önce neşredilen bu mektupların hâlâ ilgi görmesiyle anlaşılabilir. Nusret Tura Efendi gurbette vazife gören dervişine, bu gurbette oluş hâli iç dünyasını zedelemesin diye hem kalem hüneriyle hem de gönül hekimliğiyle yaklaşıyor. Bir mektubunda “Yavrum! Hakikat ehli kendi vatanında da olsa sözünü anlayabilecek bir dert ortağından mahrumsa gurbette sayılır. Eğer kendisine bir dost var ise dünyanın bir ucunda gurbette de olsa garip sayılmaz. O zaman ‘Fefirrû ilallah’ yani ‘Allah’a kaçınız, O’na doğru firar ediniz’ demektir. Yani gönlünüzde râbıtanızda olanla sohbet ediniz.” diyerek uzletin kimi büyük bir nimet, râbıtayı kuvvetlendirmenin de nefsin oyunlarına galebe çalmak adına önemli bir imkân olduğunu hatırlatıyor. Rabıtanın ehemmiyeti noktasında Abdülaziz Mecdi Tolun Efendi’nin Süheyl Ünver’e vaktiyle yazdığı iki mektubundan birer paragrafı da buraya almak isterim: “Sahilleri görünmeyen bir derya-yı nâmütenâhîde râbıtasız sefere çıkanlar dümensiz gemi ile girdâblar üstünde mütehayyirâne dolaşanlara benzer. Râbıta, sefîne-i vücûda dümen olur. Râbıta düzgün tutulursa, istikamet ta'yin edilmiş demektir… Benim hayalimle değil, hakikatimle meşgul ol! Râbıta, her işi hâlle kâfidir. İşi, müfredata düşürme. Yekûn hânesine bak. Râbıta, sırrullahtır. Müşkilât, anınla hâllolunur, her şey neş'eye mübeddel olur. Hayatın lezzetini o zaman anlarsın.

Her görüştüğümüz arifin gönlünden dersler almayı yalnız Sabri Bey’e değil okura da nasihat etmiş oluyor Nusret Tura Efendi. Dar zamanların dünyaya hâkim olması yeni bir şey değil. İnsanın bu zamanlara kendini hapsetmesi de hoş bir şey değil. Maksat gönül hoşluğunu tutturabilmek, mutmain bir zemine ulaşabilmek, oradan daha seri biçimde yol alabilmek. Bunun için Nusret Efendi mektuplarında şarkılardan, şiirlerden, menkıbelerden de misaller veriyor. Gerçekle sahteyi ayırt edebilmek için tebessümü elden bırakmıyor: “Kullukta kemâle ermeli, yok olmalı Hak güneşi zâhir olsun. ‘Ma’şuk yüzün tutmuş sana, sen bakarsın gayri yana’ dedikleri gibi olmamalı. Dost şirk istemez. Bir gün bir dede ‘Hak, Hak’ diye zikir yapıyormuş. Şeyh efendi bir saat uzaktaki o dervişe gece yarısı haber göndermiş, ‘tak tak’ yapmasın diye.

Mahzun ve kederli hâllerde Hakk’ın tecellisini görmek büyük iş. Çünkü şikayet durdurur, tecelliye eyvallah edip seyr edebilene, görebilene, işitebilene sülûk vardır. “Kabz ve celal zuhuru terakkiye vesiledir; bast ve cemal terakkiye vesile olaydı Hz. Âdem cennetten çıkarılmazdı.” demiş Kuşadalı Hazretleri. Zikrederken de fikrederken de bütün mesele zikredenin ve fikredenin Hakk olduğunu bilmek. Son söz, Nusret Tura Efendi’den şöyle olsun müsaadenizle: “Kuş beslemekteki bu kadar külfetten maksat sesini duymaktır. Allah-u azîmüşşân da kendi isminin zikrini duymak için insanı, insan için de kâinatı yaratmıştır. Ötmeyen kuş, zikir etmeyen insan leş olmaktan kurtulamaz.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

23 Eylül 2024 Pazartesi

Kalplere inşirah: Esmâü'l-Hüsnâ

İslam alimleri, Allah’ın üç bin ismi olduğunu, bin tanesini sadece meleklerin bildiğini, bin tanesini sadece peygamberlerin bildiğini, üç yüz tanesinin Tevrat’ta, üç yüz tanesinin İncil’de, üç yüz tanesinin Zebur’da, doksan dokuz tanesinin de Kuran’da geçtiğini belirtmiş, bir tanesini ise Allah’ın kendi zatı için seçtiğini söylemişlerdir.

İşte Allah’ın, Kuran’da geçen doksan dokuz ismine Esmaü’l Hüsna denilmiştir, yani, en güzel isimler. En güzel isimler Allah’ındır ve bu doğrudan Allah’ın ayetidir.

Allah, kendisinden başka ilah olmayandır. En güzel isimler (Esmaü’l Hüsna) O’na mahsustur.” (Taha, 20/8)

En güzel isimler (Esmaü’l Hüsna) Allah’ındır. O halde O’na o güzel isimlerle dua edin.” (A’râf, 7/180)

Allah’ı bilmeye yönelik çabalayan bir insanı iki husus karşılar: Allah’ın Zatı ve Allah’ın sıfatları. Allah, Zatı itibariyle bilinememektedir. Kulun aklı bu konuda yetersizdir. Kaldı ki sonlu bir varlığın, sonsuz bir Varlığı idrak etmesi de mantıken de imkansızdır. Ayrıca Allah, Zatı’nın tasavvur edilmesini de bu nedenle yasaklamıştır. Çünkü düşünülen, tasavvur edilen ne olursa olsun Allah’ın Zatı olmayacak, ona yaklaşamayacaktır bile. Allah, tasavvurdan da münezzehtir.

O halde geriye Allah’ın sıfatları kalmıştır. İşte Esmaü’l Hüsna, Allah’ın sıfatlarıdır. Allah’ın Zatı ile sıfatlarının aynı olup olmadığı ayrıca tartışılsa da ehli sünnet burada ne ayrı ne gayrıdır diyerek itidali benimsemiştir.

Esmaü’l Hüsna hem ilmen Allah’ı bilmek için en güzel yollardan biri hem Allah’a yaklaşmak için en güzel vesilelerden hem de dua etmek için en güzel dayanaklardandır. Peygamber Efendimiz (sav) Allah’ın doksan dokuz isminin anılması ile edilen duaların kabul olunacağını müjdelemiştir. Ayrıca Esmaü’l Hüsna, kişiyi cehennem ateşinden koruyacak bir kurtuluş kapısıdır da. Ebu Hureyre’den nakledilen bir hadis-i şerifte Hz. Muhammed Mustafa Efendimiz (sav) “Muhakkak ki Allahu Teâlâ’nın doksan dokuz ismi vardır, kim onları sayarsa cennete girer” buyurmuştur. Hadis alimler tarafından şu şekillerde açıklanmıştır:

- Bir kimsenin bu doksan dokuz ismin bazılarının vacip (varlığı zorunlu), bazılarının muhal (varlığı mümkün olmayan), bazılarının da caiz (olması veya olmaması imkan dahilinde olan) sıfatlar olduğunu bilmesidir. Esmaü’l Hüsna’ya bu tafsilatıyla iman edilmesi tafsili imandır.

- Esmaü’l Hüsna’nın mümkün olduğunca manaları ile amel etmektir.

- Esmaü’l Hüsna’nın ifade ettiği ahlak ile ahlaklanmaktır.

- Gereğince amel edeni cennete götüren bir vesiledir.

Başka bir hadiste “sayarsa” yerine “ezberlerse” şeklinde geçtiği için isimleri ezberlemenin kastedildiği şeklinde yorumlar yapan alimler de olmuştur.

Böylesine önemli bir yer tuttuğu için alimler, arifler Esmaü’l Hüsna üzerine kitaplar, şerhler yazmıştır. Bu şerhlerden birisi de Abdullah Simâvî Hazretleri’nin kaleme aldığı Esmâü'l-Hüsnâ Şerhi adlı eserdir. Eser Müzeyyen Muradoğlu Ağrıkan tarafından yayıma hazırlanmış, Ketebe Yayınları tarafından da yayımlanmıştır.

Abdullah Simâvî eserinde Allah’ın isimlerini kısaca tanımladıktan sonra her bir isim için “kulun bundan nasibi” diyerek kulun o ismin ifade ettiği manaya uygun davranışlara sahip olması gerektiğine vurgu yapmıştır. Böylece konuya farklı bir pencere açmış, esmaların ahlakı güzelleştirmesindeki, iyileştirmesindeki etkiye işaret etmiştir.

Umulur ki eserden istifade eden bol olsun. Allah cümlemizi ahlakıyla ahlaklananlardan eylesin. Amin.

Yasin Taçar
twitter.com/muharrirbey_

21 Eylül 2024 Cumartesi

Gönlünü cennet eylemek

Tasavvufun henüz adının olmadığı ama hakikatinin yaşandığı dönemin büyük sufilerinden biri Hâris el-Muhâsibî. Dönemin önemli hocalarından hadis, kelâm, tefsir gibi ilimleri öğrenmesiyle, sufiliğinin yanına âlimliğini de koymuş. Bazı kaynaklara göre İmam Şâfiî'nin öğrencilerinden biri olmuş, aynı zamanda o zamanlarda çocuk yaşta olan Cüneyd-i Bağdâdî ile sofra paylaşmış. Kendisinin "muhâsibî" lakabına sahip olmasının sebebi, nefs mücadelesinden hiç taviz vermemesi. Babasından kalan büyük bir mirası reddetmesi, yaşamının tamamını kanaat ile geçirmesi, şöhrete ve makama yüz çevirmesi onun yine nefsle mücadelesinden önemli özelliklerinden.

Hasan-ı Basrî yolunun takipçilerinden olan Hâris el-Muhâsibî'nin Bişr el-Hâfî ve Zünnûn el-Mısrî'den etkilendiği belirtiliyor. Muhâsibî'nin etkilediği sufiler arasındaysa Tüsterî, Sülemî, Tirmizî ve Kuşeyrî zikrediliyor. Tasavvufun kaynak metinleri arasında önemli bir yeri olan Risale'sinde Kuşeyri, Muhâsibî'yi "En arı ve duru sufiliğin temsilcisi" olarak tanıtıyor. Yine Risale'de şöyle diyor Kuşeyrî: "O, içinde şüphe bulunan bir yiyeceğe elini uzattığında parmağındaki bir damar harekete geçip atmaya başlardı. Bunun üzerine o, o şeyi yemekten geri çekilirdi."

Çok sayıda eser kaleme alan Hâris el-Muhâsibî'nin bazı eserleri bir araya getirilerek okurlara, meraklılara sunuluyor. Bunlardan biri de Cemal Aydın tarafından çevrilen Allah'a Yöneliş. Risâletü’l-Müsterşidîn, Bedʾü men enâbe ilallâh, Fi Enne'-l-Mâl Aslü'l-Azîm Min Usûli'l-Fesâd gibi risaleleri bir araya getiren kitap aslında Hâris el-Muhâsibî'nin benimsediği sufiliğin temel taşlarından oluşuyor. Allah'a yönelişin esasları şüphe yok ki insanın kendisinden başlıyor. Gerçek huzurun ve gerçek zenginliğin ne olduğundan, canını ve malını Allah'a satmanın ne manaya geldiğine kadar Muhâsibî'nin çizdiği harita bizlere Ebû Zer el-Gıfârî'yi hatırlatıyor: "Yaptığı iyiliklerin mükâfatını göreceğini, işlediği günahlardan hesaba çekileceğini bilen birisi nasıl hareket ederse, sen de öyle titizlikle hareket et! Daima şükret! Geleceğe yönelik beklentilerini azalt! Kaygılar, sıkıntılar seni bunalttığında, git kabirleri ziyaret et! Diriliş gününün korkusuyla kalbin her zaman ürperti içinde olsun! Hz. Ebu Zer el-Gıfârî şu öğüdü verir: Allah'ı görüyormuş gibi hareket et! Kendini daha şimdiden ölmüş say! Bil ki, kötülükler unutulmaz, iyilikler de kaybolmaz! Unutma ki, sana yetecek az bir şey, seni gaflete düşürecek çok şeyden hayırlıdır! Mazlumun bedduasını almaktan kendini koru!"

Muhâsibî'nin sufi tavrı, bugünün insanının ancak kitaplarda okuyabileceği, belki gıpta edebileceği, ancak ne kadarını hayat pratiği yapabilirse o kadar kazançlı çıkabileceği bir tavır. Bu tavrın ardında, Horasan bölgesinde ortaya çıkan tasavvuf ekolü melameti de yakalamak mümkün. Muhâsibî'nin öğütlerinde kınanmayı, kusurlarının ayıplanmasını, toplum önünde küçük düşürülmeyi göze alan, hatta bunlarla övünen melamilerin yaklaşımını görebiliyoruz. "Yoksulluğunu sadece Rabbine söyle! Helal mi haram mı diye şüphe ettiğin şeylerden uzak dur! İhtiyaçların konusunda mümkün olduğunca insanlara bağlı kalmaktan kaçın. Kendin için sevip istediğini onlar için de iste. Kendin için nefret ettiğin şeylerden onlar için de nefret et. Gölgede kalmaya, silik görünmeye bak. Derin derin tefekküre dal. Bilginle parlamamaya, yaptıklarınla gurur duymamaya dikkat et."

Sadece tasavvufta seyr edenlerin değil, yeryüzündeki bütün insanların kendi labirentlerinde bir Hakk'ı bulma, mutmain bir kalbe erişme, akl-ı selim olma gibi dertleri var. Üstelik bunlar kitap okumayla halledilebilecek meseleler değil. Tüm kadim öğretilerde olduğu gibi tasavvufta da bir rehberin şart olması, aslında insanların nefsleriyle nasıl mücadele edeceklerine dair de bir umut ışığı. Çünkü dünya, kişiye bir an bile rahat bırakmıyor. Dünyanın derdi, insanın yükü bitmiyor. Haliyle nefsin şeytani öğütleriyle yol yürümek, doğal bir yaşama dönüşüyor. Muhâsibî, nefsi yola getirmenin çarelerini açıklarken, nefsin hiç de öyle kolay kolay teslim olmayacağını en başta söylüyor. Nefsi sürekli korkutmak gerekir diyor, zira nefis övünmek için bahane arıyor. Nihayet, kalpteki korku ve umut sancaklarını cem eden tek gerçeği tövbe olduğunu, tövbekâr bir kulun muhteşem zaferlere ulaşacağını ifade ediyor. Tövbenin bile şükredilmesi gereken bir nimet olduğu bilincini aşılıyor. Şu sözlere dikkat buyurun: "Gönlünü Allah'a veren kişi, dünyaya ait çok az şeye sahiptir, alçak gönüllüdür, her bakımdan Allah'a teslim olmuştur, hüzünlüdür, her zaman gözü yaşlıdır, dünyaya bağlanan insanlarla bir arada olmaktan rahatsızlık duyar. Bir haksızlığa uğradığında hakkını aramaz; elinden malı alınsa geri istemez. Yalnızdır, hırpanidir, toz toprak içindedir, gariptir, zâhitçe yaşar... Ah gafil kimseler onun kalbinde olanı, Allah'ın oraya yerleştirdiği yüceliği bir görebilselerdi!"

Allah'a Yöneliş'in son faslı, bizlere mal sevgisinin peşine düşmüş insanoğlunu ta o zamanlarda fark etmiş, bu insanların kendilerine ve çevrelerine neler ettiklerini görmüş Muhâsibî'nin nasihatleriyle sona eriyor. Burada kötü âlimlerin insanların başına nasıl bir bela olduğunu, sahabilerin benimsedikleri yaşamla bizlere nasıl örnek teşkil ettiklerini, kalbinden ahiret korkusu silinmiş bir insanın büyük bir hüsranla karşı karşıya olduğu, servet üstüne servet yığmakla kişinin kendi cehennemini daha bu dünyada kurduğunu okuyabiliyoruz. Helal kazanç kaldı mı şu dünyada diye soruyor Muhâsibî, henüz o çağlarda, yani hicretin üçüncü yüzyılında: "O zamanlar herkesin kazancı helaldi, helal yoldandı. Fakat zararı faydasından daha ağır basar korkusuyla helal kazançtan bile vazgeçerlerdi. Ya sen, o mübarek insanlara nispetle bir çöp niteliğinde olan, helalin kaybolduğu şu dönemde yaşayan ve boğazına kadar pisliğe batmış olan sen, nasıl olur da helal bir servete sahip olduğunu iddia edebilirsin?"

İnsanın kendi gönlünü cennet eylemesi için kuvvetli bir nefs mücadelesine girişmesi elzem. Hâris el-Muhâsibî'nin Allah'a Yöneliş kitabındaki nasihatleri, bu mücadelenin tüm şifrelerini barındırıyor.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

17 Eylül 2024 Salı

Buşido dediğin Selçuklu yıldızıdır

Kültür ve geleneklerimize, bakış açımızın köklerine doğru yolculuk yaptığımızda, karşımızda Asya’nın bozkırları çıkar. Farsça, Hint dilleri (Sankritçe, Urduca gibi) Slav dilleri aynı dil gurubuna aittir, Türkçe ise Çince ve Japonca ,Korece, Moğolca, Mançu-Tunguz dilleri birlikte Altay gurubunun içindedir. Bu konu hakkında Osman Karatay hocanın, Selenge Yayınları'ndan çıkan, Ural-Altay Kavramı adlı çalışmasına bakılabilir. Hatta Läszlö Maräcz Macarcayı da Altay dil gurubuna dâhil eder. Pers, Çin, Hint ve Slav medeniyetleri ile yakın temas kurmuş, birbirimizi etkilemişizdir. Kimi zaman savaşlar ve göçler, kimi zaman siyasi ve ticari ilişkiler sâyesinde kültür, inanç alışverişi olmuştur. Japon medeniyeti ile ilişkilerimiz ise, vasatın altındadır. Buna rağmen birçok ortak yönümüzün varlığı söz konudur. Bunun en büyük nedeni, aynı maya ile karılmış ve aynı güneş ile şekil almışızdır. Çünkü Asya’nın yani şarkın; kadim adem odaklı felsefesi, burada tomurcuklanan milletlere yol göstermektedir. Uzak bir ada olan Japonya ile Türklerin yakın teması 18.yy başlar. Özellikle Abdürreşit İbrahim Efendi, Japon ve Türk birliğinin kurucusu olarak yâd edilmesi gerekmektedir. Sibirya’da doğan Abdürreşit Efendi 1944 yılında Japonya, Tokyo’da vefat etmiştir. Türk’ün mefkûresini Japonya’da yaşatmaya ve yeşertmeye çalışan, seyyah, müellifimiz gereken alakayı görememiştir. İsmini; konunun uzmanlarından hariç birkaç kişinin bildiği, bu önemli şahsiyetle ilgili, Doğu Kütüphanesi Yayınları'ndan, Merthan Dündar’ın editörlüğünü yaptığı, Japonya Seyyahı Abdurreşit İbrahim’in İzinde adlı makalelerden oluşmuş kitabını tavsiye edebiliriz.

Genelde Ertuğrul faciası, Meiji dönemi yapılanmaları ele alınırken, kültürel kodlarımızdaki ve düşünce yapımızdaki benzerlikler es geçilmektedir. Günümüzde gençlerin anime ve manga merakı, büyüklerin ise içyapılarındaki buhranlarını geçirme metodu olarak, Fen Shui gibi doğu felsefelerine sarılması netîcesi ilgi artmıştır. Seksenli yılların ortasında TRT’de, Pazar günleri yayınlanan Origami programı da kültürel ilişki için bir örneği teşkil etmektedir. Japonya konusunu irdeledikçe, içinden matruşka gibi Türklerle olan benzerlikler ortaya çıkıp durmaktadır. Bu da bize neden ilişkilerde geç kaldığımız sualini sordurmaktadır. 1980’de çekilen Shougun dizisi ile Samuray ve harakiri (seppuku) kavramı hayatımıza girmiştir. 2024 yılında tekrarı çekilen dizi, yeniden Japon kültürüne ait olan savaş sanatı Buşido ve Samuray kavramları gündeme getirmiştir.

Asya’nın onurlu ülkesi, ABD’nin bir günde yüzbinlerce insanı yok ettiği, dünyanın en büyük soykırımlarından olan Hiroşima ve Nagazaki’den, sanâyisiyle, teknolojisiyle ayağa kalkmayı başarmıştır. Bunun ardında yatan ana neden, disipliner ve sadâkat bağları kuvvetli bir halk oluşudur. Kadim yapılanmasını sıkı sert bir eğitim, Mensiyüsin yazdığı ilkeler, Konfüçyanizm öğretileri ve çetin coğrafyasına borçludur. İşte Japon ahlâk sistemi olarak da adlandırabileceğimiz Buşido, bir savaş sanatından çok, bir Japon idârî sisteminin, yaşam şekli ve bakış açısının adıdır. Felsefesini ve dünyaya bakış açısını Dergâh Yayınları'ndan çıkan Inazo Nitobe’nın yazdığı; Buşido: Japon Savaş Sanatı kitabı bize tanıtan bir rehber niteliğindedir.

Kitabı okurken, yazarın 19.yy’da limanların yabancılara açılmasıyla başlayan, misyonerlik faaliyetleri neticesinde hırıstıyan olduğunu unutmamalıyız. Inazo Nitobe hayatını doğduğu topraklarda değil, Yeni Dünya’da sürdürmüştür.1920 yılında kurulan Cemiyet-i Akvam genel sekreterliği ile bugün UNESCO diye bilinen; Dünya Entelektüel İşbirliği Örgütü kurucularındandır. Kitapta, Doğulu Hristiyan bir gözün, Buşido’yu anlatmasını okuyoruz Tıpkı belli bir dönemini ABD sürdüren Kurusawa’nın, Yedi Samuray ve Run filmlerinde ki batı edebiyatı izlerini, kitapta da görebilmekteyiz. Nıtobe kimliğini inkâr etmemektedir. O yeni bir form ile yeni Japonya hayal etmektedir. Hristiyan bir Buşido hayali olduğunu, kelimeler arasında sörf yaparken görebilmekteyiz. Ona göre Batı ve Doğu arasında ki; erdem, ahlâk ve feodal yapı farklarını, felsefeci ve ekonomistlerden alıntılarla bize sunuyor. Aslında kitap bir nevi batı ve doğunun karşılaştırılması denilebilir. Aslında batının da Yeni Ahit’e bağlı Japon erdemiyle donanmasını istemektedir.

Buşido, savaş sanatının adı olsa da yazarın dediğine göre; O, Japon toplumunun, yüksek erdeminin mayasıdır. Böylece Samuraylar, Japon kültürünün aslî kuvvetidir. Limanların açılmasıyla; batı kültürünün ve misyonerliğin kol gezdiği ada da, en büyük darbeyi Samuray topluluğu almıştır. Tıpkı bizim aslî unsurlarımızdan akıncılar ve yeniçeriler (bizim bu askeri yapılarımızın çekilme nedeni bambaşka bir mevzûdur) gibi tarih sahnesinden çekilmişlerdir. Çekilmeleri sâdece bir askerî birimin kapanması değil, gelenekçi Japon kültürünün yozlaşmasının başlangıcı, katile âşık bir Japonya’nın doğuşudur. Biz gibi batı kültürüne kapılarını açan, bu onurlu millet, kapitalist dünyanın avcunun içine düşmüştür. 1920’lerde başlayan milletçilik akımı ile Japonlar kendi ırklarına sâhip çıkma ve yüceltme yoluna giderken, Kore gibi sömürgelerine işkence etmekten geri de kalmamıştır. Feodal yapı, yerini kapitalist feodalizme bırakmıştır. Bu sefer üst sınıf, geçmiş dönemin en alt sınıfları olan esnaflar ve tüccarlardır. Ya Samuray Kurumu!? Onlar hayat gailesi içerisinde evlerine nafaka götürmeye çalışan, asil orta sınıf olarak karşımıza çıkar. Bu aileden birisi de Japon sinemasının dâhisi Akira Kurusawa’dır. Buşido’yu anladığımızda onun sinemasını da anlamış oluruz.

Amerikan hanımın ısrarı ile yazmaya karar veren Inazo, kendi ülkesinden çok batı diyarında adını duyurmuştur, kitabı ise en çok yabancı ülkelerde ilgi görmüştür. Müellif, ülkesinde ölümünden yaklaşık elli yıl sonra belli bir kitle tarafından bilinir olmuştur. Burada da Kurusawa’nın âkıbetinin hafif bir benzer durumu vardır. (Ünlü yönetmen de ülkesinde en başlarda fazla ilgi görmez.) Bunun sebeplerinden biri, kendi dilinde değil İngilizce yazması ve şövalyeliğin yüceltilmesidir. Haçlı seferlerinde, gerek Anadolu gerek Filistin’de ve birçok diyarda kan döken, Avrupa’nın barbar birliğine övgüler düzülmektedir.

Yazar; kendi dil gurubundan gelen, bir çok benzer felsefeye sâhip Türk askerine, yabancı değildir. Kitabında birkaç yerinde nötr şekilde bahseder. Buşido gibi bir sistemin parçası olan yazar, dünyanın ilk düzenli ordusunu ve onun serdengeçtilerini görmezden gelmektedir. Bunun neden yaptığını açıkça anlayabiliyoruz. Yahudilik ve Hristiyanlığa bol bol atıfta bulunurken, İslamiyet’e ancak kılıç bölümünde peygamberin sözüne yer verir. Müslümanların kılıca olan bağlılığı ile Japonların düşkünlüğünü, yüceltmelerini irdeler. Bakışının , müspet yâhut menfî olduğu hakkında karar vermek pek mümkün değil. Lâkin atalarının dininden, başka bir dine intikal ettiğine göre, bir çıkarım da yapmak mümkün görünmektedir. Acaba, Müslümanları savaş seven, şiddet yanlısı bir topluluk olarak göstermektedir diyebilir miyiz?

Batıyı eleştirdiği birçok noktanın varlığını işaret edebiliriz.1899 yılında yazılan kitabın önsözünde, müellifi şunu söyler; “Tanrı ve onun bize gönderdiği Yeni Ahit tarafından öğretilen dine ve tabii ki kalbimizde yazılı olan kanuna inanıyorum”. Bu eleştirileri yöneltme nedeni, özünde saklı tuttuğu Asya felsefesidir. Evet, her ne olursa olsun ne kadar kimlik değiştirilse değiştirsin, o, Asyalı Hristiyan Japon’dur. Ve Batı onu hatırlatmaktan büyük bir zevk duyar.

Yazarın Hristiyan batı ile Japonya’yı birleme hülyasını arka plana atıp, bizle ortak payende de buluşmalara dikkat çekmek gerekir. Biz bu bakış açısını Türk tasavvuf kültürü içinden yorumlamayı, böylece aramızdaki benzerlikleri görmeyi hedeflemeli, kendi kültür ve mâneviyatımızın, kuvve i ahlâk noktasını bulup çıkarmalı, menfî olarak görmeye başladığımız, erdemlerimizi tekrar hayata geçirmeliyiz. Aynı zamanda eserden milletimizin, vefasızlık ve körlüğünü teşnî etmek için de faydalanabiliriz. Yunus Emre, Mevlâna, Hacı Bektaş ı Velî, Hacı Bayram-ı Velî gibi, kudretli şahsiyetlere sâhip, bu toprakların ilkelerini düşünmeli, gömülü olan yerden çıkarıp, giyinmeliyiz. Buşido erdemlerini okumak, Türk İslâm medeniyetin kadim erdemlerinin çerağını tekrar yakmamıza vesile olabilir. Bir ayna göreviyle kitap, bize hitap etmektedir.

Lâkin; şu noktainazarı belleğimize derkenar etmeliyiz. Her ne kadar ortak bir çok yönümüz olsa da, bizim tasavvuf temelimiz, ne Hint ne Doğu Mistisizminden çıkma değildir. İslâm; insanın yani cihanşümulun sırrıdır. Dünya o sırrın etrafa saçtığı cevherle doludur. Hz. Âdem, hata işlediği zaman, Allah'tan affı, peygamber efendimiz Muhammed Mustafa (sav) hakkı ve hürmetine istemiştir. İşte, kronojiye bağlı kalanlar bu sırra muvaffak olamamıştır. Bu hakîkatler ışığında, İslâm tasavvufunun çıkış noktası yine İslâmdır. Muhammedi Ahlâk dünyayı tamamlayan kuvvettir. Biz; sâdece diğer İslâm dışı sûfî hareketlerde Peygamber Efendimizden gelen nüveleri görür ve onu irşad ederiz. Japonlar için bir ahlâk sistemi olan Buşido’da bizim için bir metefor görevindedir. Ve biz onun erdemleri olan; Dürüstlük ve adâlet, cesaret, iyilik, nezâket, doğru sözlülük, şeref, sadâkat, irâde bölümlerini okurken, ceddimize saygı duruşuna geçer, fatiha ile eşlik ederiz. Küçük bir misal ile konuyu bağlayacak olursak:

- Cesaret bölümünde; “En cesur, en yumuşaktır ve sevenler cesurdur” sözünü en güzel uygulayan peygamber efendimiz ve onun tâkipçisi olan erenler, alperenler değil midir? Mekke’nin ortasında, inancını tüm işkencelere rağmen devam ettiren ve hakîkati söyleyen kimdir? Ve eziyet edenler dahi bir karıncayı incitmeyip seven kimdir? Ya Türk dervişleri alperenler, Balkanlara ve uç sınırlarında tekkelerini kurup, kılıç üstadı iken muhabbet ile gönüllere girenler, savaş alanında dâhi olan ama karıncanın mahşerde, hesap sorup sormayacağını düşünen, koca padişaha kim sahiptir?

Kitaptan birkaç söz:

* Şövalyelik, tarihimizin bitki müzesinde muhafaza edilen soyu tükenmiş antik bir erdemlilik örneği değil, Japon toprağının simgesi olan sakura kadar sık rastlanan bir çiçektir. Şövalyelik hâlâ içimizde yaşayan bir güç ve güzellik objesidir.

* Değişik tanrılara veya kılıçları üzerine yemin etmezler ve saygısızca laflar arasında geçiştirmezler.

* Amerikalı bir yazar, sıradan bir Japon’a yalanın mı, kaba olanın mı söylenmesinin doğru olduğunu sorduğunda hiç çekinmeden “yalan söylemek!” cevabını alacaktır.

* Kılıç gücün ve kahramanlığın amblemidir. Muhammed Peygamber “Kılıç Cennet’in ve cehennemin anahtarıdır.” Dediğinde bir Japon duygusunu dile getirmiştir.

Kılıç ve ok üstadı olan bizler, pusatlarımızı işgal ve zâlimane bir güç için değil, Selçuklu yıldızında yer alan; şükür, merhamet, şefkat, sabır, doğruluk, sadâkat, sır tutmak, cömertlik üzerine kurulmuş olan devlet anlayışımız için kullandık. Harbe giderken, çevredeki asmalardan (düşmanın dahi olsa) yediğimiz, üzümlerin yerine akçe koyacak kadar helâle düşkündük. Japonların Buşido dedikleri, kadim geleneğimizin ve sanatımızın simgesi Selçuklu yıldızının içinde ikāmet etmektedir. Son sözü Mehmet Akif Ersoy söylesin.

“Ne büyük söyle, ne çok söyle; yiğit işde gerek
Lafı bol, karnı geniş soyları taklid etme
Sözü sağlam, özü sağlam, adam ol, ırkına çek”

Elçin Ödemiş
twitter.com/elindemis

8 Eylül 2024 Pazar

Siyasetçi olmayanlar için siyaset

Başlık, Erich Fromm’un yakın zamanda Türkçe’de ilk kez yayımlanan, güzel kitabından mülhem: Psikolog olmayanlar için psikoloji (Say yayınları. Çev: Özlem Özlen Şimşek). Psikolojinin, hiç olmadığı kadar popüler ve saygınlık getirici addedildiği bir zamanda, Türkiye gibi bir ülkede hem çok çekici hem de tehlikeli bir başlık bu. Her isteyenin psikolog olabileceği zehabı doğuruyor, ama elbette, Fromm’un amacı bu değil.

İnsanın bütün hallerini görmüşçesine, süzülmüş bir bilgelikle yazan, sevgisi öfkesine galip bir kalem olarak, ne söylese söylediğinden bambaşka anlamlara kapılar açardı zaten. Burada ise, kendini anlamaya, gerçek anlamda tanıyıp yüzleşmeye, iç hakikatine yaklaşmaya çalışan herkesin belli ölçüde psikolog olduğunu, olabileceğini anlatmaya çalışıyor. Bu çabanın, insanlık için ne denli önemli olduğunu, sessizce belirtiyor.

Açmak gerekirse, söylediği şey basitçe, psikolojinin insanların gerçek anlamda iç dünyasına ulaşabilmesi ve en canlı, en görünmeyen, kor halindeki kısımları anlamlandırabilmesi halinde ilginç ve anlamlı olduğu, aksi halde salt davranışçı bir tutumla insanlara kobay muamelesi yaparak dış gerçeklikten öteye geçilemeyeceği, her türlü sosyal deneyin yanıltıcı olabileceğidir. İnsanı anlamak, ancak insanın kendisiyle mümkündür. Psikolog, iyi bir yol gösterici ve destekleyici olabilir fakat nihayetinde bu çaba, kimsenin giremeyeceği bir yoldan kişinin mutlaka tek başına gitmesini gerektirir.

Esas mesele, insan davranışlarını neyin güdülediği, insanın, yaptıklarını neden yaptığı değil, daha çok yapamadıkları, eyleme geçebilmesine ve istediği gibi bir dünya kurabilmesine izin vermeyen her türlü acının, tutkunun, korkunun ve çaresizliğin içsel ve dışsal hallerinin keşfedilebilmesidir. İnsan, neden göründüğü gibi değildir? Neden, istemediği sayısız insana ve duruma katlanmak zorunda hissetmektedir? Neden, verdiği kararları bir türlü hayata geçirememekte, sahip olduğu değerlerle sürekli ters düşebilmektedir? Sayısız çelişkiyle nasıl olup da uzlaşabilmekte, bütün bunlara rağmen akıl sağlığını koruyabilmektedir? Güce nasıl olup da bu kadar kolay teslim olabilmektedir?

Evet, psikolojinin esas sorusu belki de nasıl olup da akıl sağlığının yitirilmesi ya da bozulması değil nasıl olup da yitirilmiyor olması, korunabilmesidir? Fromm, her bilge gibi o ana kadar bildiğimiz her şeyi bir anda ters yüz edebilen de bir kalem. O nedenle, sormaya devam etmelidir: Hangi mekanizmalar, hangi yanılsamalar, hangi kendi kendini aldatmalar ve hangi çaresiz kabullenişler bunda etkilidir? Fromm’un söylediği şey, her insanın belli ölçüde kendi kendisinin psikoloğu olabileceği ve ancak böyle olursa toplumsal bir ruh sağlığına ulaşılabileceğidir.

Aksi halde, dışarıdan bakıldığında oldukça sağlıklı ve aktifmiş gibi görünen ama içten içe büyük bir pasivitenin mahkûmu, bireyselleşememiş, itaatkâr, aklını yitirmemek için çelişkilerini aklileştirmekten başka çaresi olmayan, düşüncenin yerine inancı koyarak sorgulanabilir olanla bağını koparan bir insan tipi egemen hale gelecektir. Bu insanlar, ne kadar aktif gözükürlerse gözüksünler her zaman yorgun -Fromm’un tabiriyle “ebedi bebekler” olarak- her zaman bakıma muhtaç olacaklardır. Olan biten karşısında tepkisiz değillerdir, görünürde karşı düşüncelere sahipmiş, farklı bir ses çıkarmaya çalışıyormuş gibi gözükseler de bu aslında baştan belli tepkiler, sınırları belirlenmiş eylemlerdir: “Yalnızca tepki veren ya da bir şeye zorlanan, itilen insanın, yani klasik anlamda pasif olan bir insanın aktivitelerine baktığınız zaman, tepkisinin asla yeni bir şeye neden olmadığını fark edersiniz. Tepki rutindir. Tepki her zaman aynıdır. Belli bir dürtünün ardından hep aynı tepki gelir. Her defasında ne olacağı önceden bilinir. Her şey hesaplanabilir. Burada bir bireysellik yoktur, herhangi bir güç açığa çıkmaz, her şey programlanmış gibidir.

Oysa, canlı ve gerçek anlamda aktif insan, hiçbir zaman, bütünüyle beklendiği gibi tepki vermez. Bütünüyle kestirilebilir, öngörülebilir ve yönlendirilebilir değildir. Dışarıdan kontrol edilebilir de değildir, dolayısıyla. Kendi kararlarını, kendi başına alabilecek güçtedir ve bu onu kaçınılmaz olarak, öngörülemez ve politik kılar. Diğer bir deyişle, dışsal otoritelerden çok içsel nedenlere bağlı hareket eden her insan, son derece aktif, üretici bir ruhsal haz ve güçlü bir var edici sevgi hissi içindedir. Bu nedenlerle, bu kişinin, toplumda olan bitenlere kayıtsız kalması diye bir şey söz konusu değildir; Kaçınılmaz olarak, politiktir.

Pasif insanı ise, daha çok bürokrasi çevrelerinde görmek mümkündür. Pasif insan, her zaman için verilmiş kararlar almaya, üstlerini memnun etmeyi ve mevzuatın söylediğini yapmayı toplumsal yararın önüne koymaya hep hazır, üstündekilere karşı aşırı itaatkâr ama altındakilere karşı baskıcı, ne kadar çok insana hükmederse o kadar güçlü olduğu hissi içinde bir insandır. İçselleştirilmiş bir hiyerarşik bakışla hemen her zaman eşitsizlikten yanadır. Aynı zamanda saldırgan ve yıkıcı tarafları vardır. Sadist eğilimlere sahiptir. Yılların alt öfkesiyle yaşamaktadır: “Her zaman için alt seviyede, sosyal piramidin en altında yer alan, yaşamdan çok az zevk alan, eğitimsiz, yavaş yavaş toplumsal işleyişin dışına itildiklerini gören, motivasyonları ve çıkarları [güçlü ilgileri] olmayan ve içlerinde çok büyük bir öfke biriktiren tüm sınıflarda sadistlik vardır.” Burada, baskın karakter, kızgın ve öfkeli pasifliktir. Bu tür insanların yaptığı her eylem, bir karşı eylemdir ve hınç içeriklidir. Ancak çaresiz ve tükenmiş, zavallı addedebilecekleri insanlara iyi olabilmektedir. Bu kişiler açısından, siyasetten çok devlet bürokrasisi daha uygun bir eylem alanıdır.

Bu insanların, fazlaca ve belirleyici olduğu yerlerde, yaşamdan kopuk bir düzene abartılı derecede ilgi, bireysel tutumlar belirleyememe, insanlara eşya muamelesi yapmaya yatkınlık, yaratıcılığı olmayan işlemlerle vakit geçirmekten bıkıp usanmayan, coşkusuz bir kendini tekrar etme hali ve temel bir duygu olarak mevzuattan ya da üstlerinden geleni yapamama halinde duyulan yoğun bir suçluluk hissi bulunur, bolca. Bu insanlar, sanılanın ya da beklenenin aksine anti-politiktirler. Risk almayı, düşüncelerini açıktan dillendirmeyi ve toplum için hareket etmeyi sevmezler. Yaptıkları her şey dönüp dolaşıp kendi kişisel davalarına hizmet eder. Aksi halde her şey, önemsiz ve anlamsızdır. Yakıcı bir güç arzusu ve düşkünlüğü olsa da bunu belli etmemeyi büyük bir erdem sayarak uygun zamanı beklerler. Tam da bu nedenlerle, bir kez daha, anti-politiktirler. Politikanın bireyselle toplumsalı buluşturan, açık bir kamusallığı zorunlu kılan, insanın iç canlılığının dışarıya taşmasıyla var olan, gerçeğe bağlı var edici ve de özgürleştirici içeriğinin tam tersine, toplumsal olanı bireyselleştirir, gerçeği tahrif ederek kendi gerçeklikleriyle örtüştürürler. Siyaset yapmak, doğal ve kendiliğinden bir yönelim değil sayısız hesaplarla alınan kararlarla mümkün bir pasif aktivitedir. Siyaset, bütünüyle parti siyasetinden ibarettir.

Fromm’un, üzerine fazlaca düşünüldüğü ve herkesçe belli ölçüde bilindiği için basitçe söylenebilirmiş hissi veren ama gerçekte hep ince nüanslarla yüklü düşünceleri, gerçek anlamda toplumsal değişim getiren siyaset için, bağımsız, bireyselleşmiş insanların olmazsa olmaz olduğunu söyler: “Siyaset için bulundukları yerde düşündüklerini ve bildiklerini özgürce söyleyen, siyasi olarak aktif insanların olması şarttır.” Bu karakter, genellikle parti örgütlerinden çıkmaz. Bu karakteri, parti işlerine hiç bulaşmamış, sıradan insanlar arasında aramak lazımdır. Politikayı ayrı bir iş ya da eylem olarak düşünmeyen, politika yapıp yapmamanın bir karara bağlı olduğunu hissetmeyen, kendi iç canlılığının ve hayata olan tutkulu bağlanışının organik sonucu olarak politikayla ilgilenen insanlar ancak gerçeğe bağlı politikalar üretebilir, yalanlara ve yanılsamalara boyun eğmeyebilirler. Bu nedenle, kahve köşelerindeki o bildiğimiz atıp tutmalar çok ama çok değerlidir.

Fromm açısından insanın iç gerçekliğiyle toplumsal gerçeklik arasında birbirini bütünüyle belirleyici bir ilişki vardır. İnsan, iç dünyasında ne denli kendi gerçekliğinin farkına varır, kendi kendini aldatmayı bırakır, yalanlarına son verirse toplumsal alanda da aynı ölçüde gerçeği kavrama yetisine sahip olur. Özel ve kamusal, hiç olmadığı kadar iç içe geçer ve ayrım neredeyse yok olur. “Özel ve kurumsal olan birbirinden ayrılamaz. Her ikisi de birbirine aittir…insanın kendini tam olarak kavrayabileceğini ama sosyal süreçlere karşı kör kalabileceğini düşünen pek çok psikanalistin yaptığı hatadır. Bu yapılamaz, çünkü gerçeklik bölünemez. Bir yerde gerçeği görüp başka yerde kapalı kalınamaz…İnsan kendini ancak başkalarını doğru görebilirse, onları toplumsal koşulları bağlamında görebilirse, yani dünyada olup bitene eleştirel bir bakış açısı getirebilirse doğru bir şekilde görebilir.”.

Fromm için siyaset, siyasetçi olanlardan çok olmayanlara ait bir iş olmalıdır. Kendi gerçeğiyle yüzleşemeyen, yaşadığı geçmişi inkâr edip travmalarından öfke devşiren insanlar için aldanma kaçınılmazdır. Türkiye gibi ülkelerde siyasetçi denilen “meslek erbabı” genellikle gerçeklerle yüzleşme aracı ve iktidarı olarak siyaseti seçmekte -pardon siyaset yapmaya karar vermekte!- fakat bu dışardanlık ve ayrı bir iş olarak görme hali, siyasetin siyasallaşarak topluma yayılmasını engellemektedir. Halktan kopuk siyasetse, gerçekliği, istenildiği gibi manipüle edilebilir hale getirmektedir. Fromm, bu noktada, gerçeklikle siyasetin -psikolojiyle siyasetin de denebilir- ayrılmaz ilişkisine dikkat çeker: “Siyasi ilerlemenin, gerçeğin ne kadarının bilindiğine, onun ne kadar açık ve cesurca dile getirildiğine ve insanları ne kadar etkilediğine bağlı olduğuna inanıyorum.

Belirtmek gerekir ki siyaset yapmak siyasetçilere ait bir iş olmadığı gibi, gerçekte bir sanat ya da zanaat türü gibi, yapılabilen bir şey de değildir. Siyaset, bireysel gerçekliğimizle toplumsal gerçekliğin yüzleşmesi sonucu açığa çıkan yapıcı enerjinin ön alınamaz şekilde açığa çıkması ve toplumsal sorumluluğun her şeyiyle üstlenilmesi işidir. Tam da bu yüzden -Fromm’un dediği gibi- her insan, “kendi mizacına, mesleğine, yeteneklerine uygun şekilde siyasetle ilgilenmelidir, hatta tutkuyla ilgilenmelidir.” Bir adım ileri giderek diyebiliriz ki siyaset, içsel tutkularımızın toplum için rasyonelleştirildiği, tutkularımızın en anlamlı varoluş alanıdır.

Kısacası, psikolog olmayanlar için psikoloji neyse, siyasetçi olmayanlar için de siyaset odur; Yani, varoluşsaldır.

A. Erkan Koca
twitter.com/ahmeterkankoca