Bunların yanı sıra kültür-sanat üzerine ciddi merakları, uğraşları olanlar neyi okuyacaklarını, neyi izleyeceklerini, neyi dinleyeceklerini de bilirler. Bu çaba onları Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Mahur Beste’de söylediği “Dikkatini elindeki işe verirsen temiz kalırsın” güzelliğine götürür. Sonra iş, daha da derinleşir ve Tanpınar’ın talebesi olmakla yetinmemiş, talebelik ceketini asmış ve aşmış, yazdığı denemelerle insan ufkunu açan, ömrünü fikir-aksiyon disiplinine adamış bir başka isme götürür, götürmeli: Mehmet Kaplan. O da Yaşadığıma Dair adlı kitapta yer alan mektuplarındaki bir ifadeyle şu hayati çağrıyı yapıyor: “Onca alelâdenin içinde bir istirâhatgâhınız olsun.”
Mehmet Kaplan'ın herhangi bir kitabını, herhangi bir denemesini ya da tahlilini okurken; Türk kültürüne nasıl bir aşkla bağlı olduğunu hissetmek mümkün. Bu hissi size de aktarıyor, yakıtınız azaldıysa dolduruyor. Böylesi büyük ruhlara çok şey borçluyuz. Hülasa çalışmamız, hiç durmadan çalışmamız gerekiyor. Bu büyük ruhların kitaplarını yeniden ve yeniden okumaktan aldığımız haz bir yerde durmamalı. O hazzı başkalarının yaşaması için de gerekiyorsa vesile olmalıyız, anlatmak ve paylaşmak için tembellik etmemeliyiz. Bu topraklarda yaşıyorsak çıkış yolu bulmakta zorlanma hakkımız yok. Bazen hangi patikadan başlayacağımızı bilemeyebiliriz, burası doğal. Ancak her patika bizi ulu bir dergâhın kıyısına, hikmet fısıldayan bir şairin yamacına, düşünce ve sessizlikle ömrünü tezyin etmiş aziz bir insanın civarına düşürecektir. Kaplan, Nesillerin Ruhu kitabında bahseder: Yıllar geçmiştir. Nice şarkılar girmiştir kulaklarından. Bazen mutlu evlerin pencerelerinden, bazen bir meyhaneden gelmiştir o şarkı. Bazen bir külhanbeyi şarkısı, bazen güzel bir kadının tutturduğu nağme kulağını süslemiştir. Kimine ağlayıp kimine güldüğü bu nağmelerde sövgü de vardır, ruhu okşayış da. Ama Kaplan, “Fakat hepsi de kulaklarımda kaldı. Ruhuma girmedi. Ama Yunus'un, Yunus’ların şarkılarını hiç unutmadım. Kaç sabah Yunus ölmemiş, Yunus, çoğalmış, köyler Yunusla dolmuş hissi ile uyandım…” diyor. Mehmet Kaplan’ın, Fransız filozof Alain'den ne kadar beslendiği ve etkilendiği hakkında pek çok yazı vardır. Ancak Orhan Okay ve İnci Enginün gibi hocaların tespit ettikleri bir gerçek bizler için daha ayrı bir yerde durmalı. O da Kaplan’ın içindeki Yunus aşkı, Yunus sevgisi. Kitaplarına yayılmış denemelerinde sayısız defa Yunus’umuza başvuruyor Kaplan. Bazen bir dizesinden yola çıkıp düşüncelerini dile getiriyor. Bazen de Yunus’un asırlar evvelinden dile getirdiği, şimdilerde kaybettiğimiz nice değeri günümüze taşımaya çalışıyor.
Dil zevkiyle harmanlanmış bu zengin metinler Dergâh Yayınları tarafından vaktiyle Yunus Bir Haber Verir adıyla neşredilmişti. Kitapta Kaplan’ın denemelerine başlamadan evvel iki önemli yazı okuru karşılıyor. Merhum Orhan Okay hoca, “Kaplan, zaman zaman şimdiye kadar belki de kimsenin dikkatini çekmeyen bir Yunus mısraını almış, onu benimsemiş, bütün gün sokakta, derste, çarşıda onunla beraber dolaşmıştır. Böylece, öyle zannediyorum ki, Yunus’un o mısralarıyla bir çeşit ayniyet kazanmış, Yunus’un yaşadığı mistik tecrübeyi yaşamıştır” diyerek Kaplan’ın sadık bir Yunus dervişi olduğunu dile getiriyor. İnci Engünün hoca ise Mehmet Kaplan’ın dilinden Yunus Emre’nin hiç eksik olmadığını, divanının daima masasının üzerinde durduğunu, onun öğrencileri olarak Yunus Emre’yi aslıyla Mehmet Kaplan’dan öğrendiklerini anlatıyor. Onun güncel meseleleri açıklamak, zorlu düğümleri çözmek için Yunus Emre mısralarına başvurması bugünün insanı için çok değerli bir ilham kaynağı, yol haritası.
Mehmet Kaplan’ın Yunus Emre’yle kurduğu bağ esasında bir çatı. Bu çatının altında Türkiye, tarih, kültür, edebiyat, felsefe, şiir, mimari, musıki, insanımız, şehirlerimiz, maarif meselemiz, siyasi tavrımız, varoluş sorgulamalarımız, hakikat arayışımız, değerler sistemimiz ve aidiyet ihtiyacımız var. “Hiçbir şeye bağlı olmayanın hâli fecidir” diyor Kaplan. Bu cümlesi aslında şu düşüncelerinin bir şerhi: “Biz bir abesler dünyası içinde yaşıyoruz. Madde, varlık, bugünkü insanlığı bir hapishane duvarı gibi çevirmiştir. Bundan müthiş bir iç sıkıntısı doğuyor. Egzistansiyalizmin iç sıkıntısına bu kadar ehemmiyet vermesi mânasız değildir. Çünkü o bu asrın en büyük hastalığıdır. Hiçbir şey bu iç sıkıntısını gideremiyor. Asrımızın eğlence düşkünlüğüne bakınız. İnsanlık, öyle sanıyorum ki hiçbir çağda asrımızda olduğu kadar eğlenmemiştir. Fakat eğlenceyi tetkik ediniz, arkasında korkunç can sıkıntısını bulacaksınız.”
Bu satırlar bize Yunus’umuzun hangi mısraını hatırlatmalı? Elbette: Bunca varlık var iken gitmez gönül darlığı. Kaplan, çağın bütün hastalıklarının, sıkıntılarının bu mısrayla okunabileceğini yakalıyor. Maddi varlık planına bağlı kalan, yani ister iktisadi olsun ister felsefi, kendini varlığa zincirleyen insanın sıkıntıdan kurtulamayacağını, bunun da eğer talihliyse çok geç farkına varabileceğini söylüyor. Tüm bu maddeci tavrın Yunus’un düşünceleriyle terbiye edilebileceğine dair inancı, bir çıkış yeri arayan insan için ilk büyük adım. Her şeyden önce ve daima insana saygı. Bunun için Yunus’un “Bir kez gönül kırdın ise bu kıldığın namaz değil / yetmiş iki millet dahi elin yüzün yumaz değil” mısraı her an hatırımızda durmalı. Sonra, insanın içindeki o aziz hakikati. Ona ulaşmak için kendini defalarca, gerekiyorsa en sert biçimde açması, soyması gerçeği: Bir ben vardır bende benden içeri. Kaplan’ın psikoloji okumaları, Freud’dan ve bilhassa Jung’dan çekip çıkardıkları her seferinde insanı şaşkınlığa uğratıyor. Teknik kavramlar içinde fazla boğulmadan, insanın bugünüyle ve hakikatiyle ilgili en özel meseleleri seçip onlara dikkat çekmesi, bir deneme yazarının nasıl bir hünere sahip olması gerektiğini de gösteriyor. Jung’un kolektif bilinçdışı ve arketip kavramları, insanın iç haritasını ortaya seren rüya ve sembol çalışmaları Kaplan’da önemli bir yer bulmuş. Şu ifadeye dikkat buyurun: “Jung’un eserleri Türkçeye çevrildikten sonra Türk okuyucusu Yunus ve Mevlânâ’nın ne kadar aktüel olduklarını anlayacaktır.”
Tanpınar’ın Gül adlı şiirini yorumlarken, “Zen Budistlerinin murakabelerine benzer bir hal” yakalar Kaplan. “Bir sonsuz uçurumda uyanmış gibi birden / sazlar sustuktan sonra duyulan nağmelerden / doldurur hiç durmadan uzattığı bu tası / gül, ey bir âna sığmış ebediyet rüyâsı!” dizeleriyle sona eren şiir hakkında “Kendi içine dalan insan dış âlemle münasebetini keser; açık ve seçik olarak kavrayamadığı birtakım hayallerle karşılaşır.” diyerek açıklamasına başlar Kaplan. Jung’un “içeriye bakan uyanır” sözünün insan varlığına dair derin anlamlar taşıdığını dile getirdikten sonra bir konuya özellikle dikkat çeker: kimi zaman da insan yücelere dış âlem üzerinden ulaşır. Bunu da Yunus Emre’nin “Benim bir karıncaya ulu nazarım vardır” dizesiyle hatırlatır. “Yunus Emre, birçok şiirlerinde Tanrı’ya dış âlemden yükselir. Kâinatın sırlarını ilmî usullerle araştıran ilim adamı da, objektif varlıklarından hareket eder.” diyen Kaplan, bu derinliği ölüme ve ölüm duygusuna getirir. Korkunç olarak bilinen ve görünen ölümün ancak ebedî hayat vaadiyle yenilebileceğini söyler. Jung da bilhassa rüya analizleriyle ruhun ebediliğine inandığı pek çok şeyi dile getirmiştir. O zaten inanç yokluğunun pek çok ruhsal rahatsızlığı getireceğine de inanıyordu. İnanç, tek başına sağaltım etkisi yaratan bir şeydi. Ruh kendini mutlaka bu ebedi daireye, varoluşsal vakuma sokmak istiyordu. Yunus Emre’miz tek bir mısraya sığdırıyor hakikati: Ölümden ne korkarsın, korkma ebedi varsın.
Jung’un arketip nazariyesi, Kaplan’ın sanata ve sanatçıya bakışını derinleştirmiştir, burası pek çok denemede görülebiliyor. Özellikle Nesillerin Ruhu adlı kitabında sanatçılar dünyasında “insanlığın hayatını idare eden birtakım gizli kuvvetler”in daha sıkı görüldüğünü ifade etmesi, bunu da en iyi açıklayan şeyin Jung’un arketipleri olduğunu söylemesi çok kıymetli. Jung, İnsan Ruhuna Yöneliş adlı kitabında “Düşünü gördüğümüz ‘diğer kimse’ bizim ne dostumuzdur ne komşumuz; içimizdeki diğer yandır; buna kendimizi yeğ tutarak şöyle deriz: ‘Tanrım, sana şükürler olsun ki beni böyle yaratmamışsın!’. Kuşkusuz düşler ahlaki düşüncelerden yoksundur ama yine de bize eski bir deyişi anımsatır: Ağaçlar güçlü köklerini göğe uzatmazlar, tersine toprağın derinliklerine gizlerler.” der. Büyük sanatçıların kuru fikirlerle değil, beynelmilel hislerle, hayallerle, güçlü köklerle son derece berrak ve canlı olarak dile getirdikleri, okuyanın da bunları bir yaşantı hâline getirmesine vesile olur. Mehmet Kaplan, bu konuyla ilgili olarak Yunus’umuzun “Hak bir gönül verdi bana / ha demeden hayran olur” mısraını hatırlatır. Sanatçı; hayran olan, duyan, seven ve sövendir. Bunu nefsiyle değil kâinatın bütününü kaplayan akıl (akl-ı küll) yoluyla yaptığında, ortaya çıkan da sanattır. Jung’ta bilinçaltı, “kuşaktan kuşağa aktarılan bir miras”tır, Kaplan buna “insanları ölüler idare eder” diyerek şerh düşer ve şöyle söyler: “Maziyi bilmemek ve tebcil etmemek cehaletten ve boş gururdan ileri gelir. Dikkatle bakarsak ebediyetin bizde yaşadığını görürüz. Sonsuzluk seyyahı Yunus bunu ne güzel anlatır.”
Mehmet Kaplan, ilim yoluyla ortaya konan gerçeğin izini sürmüş, burada Alain kadar Freud’dan Jung’dan Simone Weil’den ve daha nice isimden güzellikler devşirmiştir. Ancak bütün düşünce harcını Yunus Emre ile mayalamış; aşksız bir ilmin ancak bir yere kadar götürebileceğine inanmış, aşkın mutlaka izhar edilmesi gereken bir hakikat olduğunu dile getirmiş, böylece insanlığa “Her dem yeniden doğarız, bizden kim usanası” sırrının aşılacağına kanaat getirmiştir. Allah-âlem-insan üçgeninin merkezi, Kaplan için gönüldür. Yunus’umuz için de gönül, Çalab’ın tahtıdır. Ondan sonrası da apaçıktır: Bana seni gerek seni…
Yağız Gönüler
x.com/ekmekvemushaf