8 Eylül 2024 Pazar

Şairin şehirle ilişkisi

Şairler, dünyayı ve dünyanın taşıdıklarını “özel” görebilen insanlardır. Onların bakışı sanatçıların, yazarların bakışına benzemez. Şairler, içlerinde doğuştan taşıdıkları ve zamanla geliştirdikleri ilhamın gözüyle kuşatırlar dışarıyı. Dışarı, şairin dışındaki her şeydir, hatta bazen şairin “ben” olarak kendisi de dahildir buna.

O yüzden şiirin dili tüm yazılı türlerden ayrılır. Bakışın farklılığı ve özel olması, dile de yansır. Öyle ki sadece şairinin tam manasıyla anlayabileceği dize, şiir sayısı hiç de az değildir.

Dolayısıyla şairin içinde yaşadığı toplum ve kültürüyle de ilişkisi kaçınılmazdır. Toplum ve kültür, şair için bazen besleyicidir, bazen ise şairin kavga ettiği karşıt konumdadır. Hangisi olursa olsun şair, toplumu, kültürü dikkate alır, almak zorundadır, bu şairin kasıtlı yapmasa da maruz kalacağı bir durumdur.

Şairin bakışı ve şiirine yansıtışı, sahip olduğu ve kurduğu “düşünce dünyası” ile doğrudan ilişkilidir. O neye nasıl bakıyorsa, kendi düşünce dünyasıyla tutarlıdır. Şairin kendisi tutarsızdır ama düşünce dünyasında her öğe tutarlı bir konumdadır. Dolayısıyla bir şiirde geçen bir kavram, zaman, mekân üzerinden dahi şairin düşünce dünyasına dair malzeme elde etmek mümkündür.

Şairin dikkatini elbette şehir de çeker: Hem yaşadığı şehir hem de bir kavram olarak şehir. İsmet Özel de elbette şehri şiirine alanlardandır. İsmet Özel’in şehri bir gözlemlemesi vardır bir de düşünce dünyasında şehre karşılık gelen anlam vardır. İsmet Özel’in gerek şiirinde gerek yazılarında kurduğu her cümlenin, her göndermenin, her yorumun altında “Kalın Türk” tavrının etkisi yatmaktadır.

“…. Birden Dürin
Chopin’in yedi numaralı valsiyle
balkonda belirdi
cildi çürüyen İstanbul’un üstünde korkulu göz
sonbahar üssüne çöktü. Süsünden öldü şehir
hüznünden oldu.”

İstanbul’a olumsuz anlamın yüklendiği açıktır. Fakat olumsuz anlamın neden yüklendiği tartışmaya açılabilir: Dürin ile ilişkisinin yolunda gitmemesi mi? İstanbul’un mevcut durumunun kötü olması mı? Yoksa şairin şehir kavramına yüklediği anlamı İstanbul’un taşımaması mı? Yani şairin Kalın Türk tavrında İstanbul’un konumu nedir ve İstanbul şu an nasıl bir konumdadır?

Yıkılma Sakın şiirine baktığımızda da çünkü ayn kapıya çıkan bir nokta görürüz:

“bu yürek gökle barışkın yaşamaya alışmış bir kere
ve inatla çevrilmiş toprağın çılgarına
yazık ki uzaktır kuşları sokaklarıyla bizim olan şehir
ama ancak laneti hırsla tırpanlayamamak koyuyor insana”

Burada da kuşları sokaklarıyla bizim olan şehrin uzak olması şairin düşünce dünyasında farklı bir şehir tahayyülünün olduğunun göstergesi. O zaman İstanbul’a olumsuz bir anlam yüklenmesinde acaba bu bakış açısı baskın olabilir mi?

Elbette şairin şiiri, düşüncelerinden bağımsız değildir. Olamaz da. O halde bir şiiri doğru okuyabilmek için aslında şairin her yazısını okumak, her konuşmasını dinlemek mi gerekir?

Doğrusu bunlar benim de tam olarak cevabını bildiğim/ bulduğum sorular değil. Tam da bu nedenle Ahmet Sarı’nın Tractatus Minima Poeticus adlı eserini merakla aldım elime. Sarı, şiiri ve şairi her açıdan incelemeye tabi tutuyor eserinde. Ketebe’den çıkan eser, her şiir okurunun başucu kitabı olmaya aday.

Yasin Taçar
x.com/muharrirbey_

4 Eylül 2024 Çarşamba

“Bî-çârelere devlet-i sermedsin Efendim”

1997 yılında ahiret yurduna göç eden Dr. Haluk Nurbaki’nin ismi, söyledikleri ve yazdıkları; tıpkı diğer gönül sultanlarımız gibi çekim gücünü artırmayı sürdürüyor. Kılıç kınından çıktıktan sonra aşka, muhabbete, tevhide talip, sadrını bunlara açmaya meraklı, bilgisini entelektüel faaliyet alanından çıkarıp ilim seviyesine taşımaya gayret eden herkesi yüreğinden yakalıyor.

Nefes Yayınları, Dr. Haluk Nurbaki’nin özellikle de bugünün insanının başucundan eksik edemeyeceği bir seri ortaya çıkardı: Kur’an Hakikatleri. Bu serinin ilk kitabı “Rabbini Nasıl Bilirsin?”, İhlas ve Rahman surelerinin enfüsî yorumlarından oluşuyordu. Nurbaki, bu biri kısa biri uzun iki sureyle insanın Rabbini hem daha açık hem de olabildiğince derin biçimde tanıyacağını düşünmüş olacak ki yorumları okuyanların sadrında yepyeni kapılar açtı. Öyle ki bu kitabı okuyan pek çok arkadaşımın “Bu yaşıma kadar okuduğumu İhlas suresi sanıyordum, meğerse içine ne hakikatler gizliymiş” dediğine bizzat şahidim. Buna sevinmek mi gerekir üzülmek mi bilmiyorum ancak “olanda hayır vardır” öğüdü gereğince dem bu demdir deyip, şimdiki zamanın içinde bu güzelliklerin tadına varmalı ve onları başkalarıyla da paylaşmalı diye düşünüyorum.

Kur’an Hakikatleri serisinin ikinci kitabı “Resûllullah’ı Nasıl Bilirsin?” adıyla neşredilmişti. Bu kitap da yine bir önceki gibi biri kısa biri uzun iki sureye yapılan enfüsi yorumlardan oluşuyor. Dr. Haluk Nurbaki, Kevser ve Yasin suresini okumayı âdet hâline getiren, bunu samimi biçimde hayat gayesi edinen bir kimsenin Cereyân-ı Muhammedî’den mutlaka ama mutlaka nasibdâr olacağını söylüyor. Henüz kitabın ilk sayfalarından itibaren Nurbaki, gönlümüze sayısız anahtar, sayısız şifre dolduruyor. Kabımız hangisini alabiliyorsa, hangisini gönlümüzce değerlendirmek nasibimizse, oradan yola çıkmamız gerektiğini belirtiyor. Tekrar tekrar dile getirmekten hiç çekinmemeliyiz: Rabbimiz ve Peygamberimiz hususundaki izahlara, içimizdeki sevgi oluklarını harekete geçirecek, muhabbet dedektörlerimize ihtiyacımız olan elektriği verecek sohbet ortamlarına yalnızca ve yalnızca tasavvufla ulaşabiliyoruz. Bazı kimselerin bu işlerin geçmişte kaldığını, dolayısıyla birer eski zaman hikâyesi olarak okunup geçilebileceğini düşünmeleri çok büyük bir yanılgı. Hem yanılgı hem de büyük zaman kaybı. Çünkü zaman geçiyor ve kendimizi bilmemiz gereken dünya hayatında gerçek adı verilen illüzyonların gölgesinde oyalanıyoruz. Giderek kayboluyor, kayboldukça ilaçlardan, kendi değerler sistemimizle alakası olmayan turistik meşgalelerden medet umuyoruz. Bir kez olsun “Aman Ya Fahr-i Âlem” demenin nelere vesile olacağını bilsek, tatsak, bir daha eskisi gibi olmayacağız halbuki. Velhasıl, bize hakikatleri öğretenlere daima şükran duymalı, eserleriyle canberaber olmalıyız.

Resûllullah’ı Nasıl Bilirsin?” kitabına başlamadan evvel okur kendini bir sınava tabi tutmalı. Nasıl bilirsin sorusu iki farklı yönde cevap arıyor: Birincisi, Hz. Peygamberi şimdiye kadar nasıl bildin, nasıl öğrendin, öğrendiklerinle neler yapabildin? İkincisi: Hz. Peygamber’i sahiden bilmek için neler yapılabileceğinin farkına vardın mı, ona samimi bir muhabbet beslemeden hiçbir yere, yöne, yola çıkamayacağını anladın mı? Haluk Nurbaki kitaptaki her perde kaldırışında işte bu gerçekleri yüzümüze, yüreğimize çarpıyor. Mesela biz her fırsatta “bunca hayat gailesi içinde…” sözüne sığınırken o, büyüyüp gelişmenin bile gafletle ilgili olduğunu söylüyor. İnsan düşer, hata yapar, yalan söyler, kötülük eder, cahilce davranır ve tüm bunların sonunda doğruyu öğrenir. Peki neden doğruyu öğrendikten sonra bu doğruda sabit kalmaz? Cevabı, bunun hiç de basit olmadığındandır. İnsan doğruyu bilip öğrense de bunu daima uygulayamaz. Diyor ki Nurbaki, insan sürekli doğruda kalamayacağı için Hakk sıklıkla zahmetler yaratır. Böylece kula gayret bilinci yüklenir. Gayret eden kul zahmetleri aştıkça kendini de aşacaktır. Bunu bilmek için en önce yapılması gereken şey de Hz. Peygamber’in hayatına bakmaktır.

Cennet, ahiretin meselesi midir? Nurbaki; başkaları hakkında daima iyi konuşup hayır duaları eden ve yine başkaları için çabalayan bir kimsenin cennetini çoktan inşa ettiğini söylüyor. Hayırla meşgul olan cennettedir diyerek gönül sultanlarının kaidesini hatırlatıyor. Bu kaidenin Fahr-i Kâinat Efendimizin gönlünden çıktığının da altını çiziyor: “Herkesi sev, böylece daima gül ve gülistanda ol.

Efendimize olan muhabbetimiz, tevhid yolculuğunda bize en büyük yoldaştır hiç şüphesiz. Hem muhabbetin ve hem de tevhidin ateşini yüreğimizde canlı tutabilmek için pek çok pratik var: Hiçbir şeyde aşırılığa gitme. Dostsa dost kalsın, düşmansa düşman. Orta yol, her iki taraf için de besleyicidir. Bir tek Hakk aşkında aşırılığa gidilmelidir, buna izin vardır. Hakk’tan başka bir şeye aşırı muhabbet, feleğin dönüp insana kötülük getirmesine sebep olur. Peki Hakk muhabbeti yalnız Müslümanlarda mı var? Elbette hayır. Hakk Teala hakkında muhabbet bütün âlemde; Mecusi, Yahudi, Hristiyan bütün insanlarda vardır, bütün varlıklarda vardır ve gizlidir. Kişinin kendini yaratanı sevmemesi mümkün olabilir mi? Yegâne dostluk O’nda gizlidir. Fakat sayısız engel vardır bu dostluğu örten, unutturan. Nurbaki’ye göre engellerin her kalkışında muhabbet ortaya çıkar. Her bir engelin kalkışı yepyeni bir muhabbet tazeliği getirir. Peki bu engellerden en kuvvetli olanı hangisidir? İnkârdır, Hakk’ı inkâr. İlle dille mi olur? Hayır, en zor tarafı da zaten budur, sessiz ve gizli olması. Çünkü gaflet sessiz ve gizlidir. Gaflet, inkârdır. Din, inkârı terk etmektedir. Buradaki dramatik kaosu Nurbaki şöyle izah ediyor: Din eğer inkârı terk etmekse, demek ki terk etmek için de inkâr şarttır. Kavuşma ve ayrılma birbirinden bağımsız değildir, ikisi de birdir çünkü yaratıcıları birdir. Ancak insanın tercih etmesi gereken daima cemâl tecellisi olmalıdır. Hidayeti de delaleti de halk eden Hakk’tır ancak Muhammedî olan, yüzü ve gönlü daima cemâl tecellisine çevirmektir.

Dr. Haluk Nurbaki, Kevser ve Yasin surelerine getirdiği enfüsi yorumlarla bizleri Cereyân-ı Muhammedî’ye çekmek istiyor. Bundan daha güzel, daha lezzetli bir imdat reçetesi yoktur. Ezanın hikmeti, insandaki iradesizliğin çareleri, gökteki ve topraktaki şifreler, ilimle cehaletin iç içe geçmişliği, meleklerin Efendimizi anmadan tek bir vakit geçirmemelerindeki hakikat, düşüncelerimizin ve fiillerimizin Muhammedî olması için yapabileceklerimiz ve daha nice mesele “Resûllullah’ı Nasıl Bilirsin?” içindeki sandıklarda. Üstelik anahtarları da üzerinde.

Aşkın alameti, titreme ve gözyaşıdır. Hakk’ı talepte bunlar aranır. Yoksa ve olmuyorsa? O hâlde titreyenlere ve gözyaşı dökenlere hizmet et. Onlar seni alıp götürür çünkü görevleri budur” diyor Nurbaki. Bu yolun başı kimdir? “Ol dem ki velilerle nebîler kala hayrân / “Nefsi” deyü dehşetle kopa cümleden efgân / Ye’s ile usâtın ola ahvâli perişân / Destur-ı şefaâtla senindir yine meydân / Sen Ahmed ü Mahmûd u Muhammed'sin Efendim / Hak’dan bize sultân-ı mü'eyyedsin Efendim”… Vesselam.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

22 Ağustos 2024 Perşembe

Aşkın türleri ve âşıkların hâlleri

İlahi aşk bahsi, ilk dönem sufilerinden bu yana tasavvufun en merak edilen cephelerinden birini oluşturur. Esasında sözün bittiği ve yalnız ehl-i tevhidin hakkıyla bilebildiği bir bu cephede kimileri dayanamamış, kalplerindeki incileri harflere, kelimelere dökmek istemişlerdir. Bunu elbette keyfi bir tutumla değil, diğer kalplere de gayret kuşları konuverir diye yaptıkları apaçık ortadadır. Ehl-i tevhidin içinde söze sırrı karıştıranlar, yani sırrı ifşa edenler de vardır. Kimileri başlarına gelecek hadiseleri hesaba katmadıkları, belki de önemsemedikleri için acı akıbetlerine doğru yol almışlar, kimileri de şathiye deryasından inciler çıkarmışlardır. İşte bu dalgıçlardan biri de Şeyh-i Şattâh diye anılan Rûzbihân-ı Baklî'dir.

Baklî'nin henüz çocukluk çağında zikre sevdalanmış, arkadaşlarına ve çevresine Cenab-ı Hakk üzerine sorular sormuş, aldığı cevaplarla vecdi tanımış, sonrasında ilahi cezbeye kapılmış bir yaşamı var. Hızır'la karşılaşmasının ardından kendini ibadete, Kur'an ilimlerine daha çok veriyor. Şiraz ve Fesa'nın ardından Irak, Kirman, Hicaz ve Şam seyahatlerinde sufilerle bir arada oluyor, tanıştığı şeyhlerle sohbetini diri tutuyor. Gerek yazdıklarından gerek tavrından dolayı etkilendiği isimler arasında tıpkı kendisi gibi cezbe sahibi ehl-i aşk zatlar hatıra geliyor: Ahmed Gazzâlî, Hallac-ı Mansur, Fahreddin-i Irakî, Abdullah-ı İlâhî... 1209 senesinde Şiraz'da vefat eden Baklî'nin hayatına dair yazılanlar incelendiğinde, doğumundan itibaren ilahi cezbeye mazhar olacak, istidadı neticesinde tasavvufta önemli yollar aşacak bir kimse olduğu kolaylıkla anlaşılıyor. Hakk'ın ve yarattıklarının güzelliği karşısında daima şaşkınlığa uğramış, bu güzellikle tecelli sırlarına aşina olmuş ve nihayet vecd halinde birçok şathiye söylemiş. Baklî'nin şathiyelere özel ilgisi olduğu, sufilerin şathiyelerini derlediği ve açıkladığı Şerḥ-i Şaṭḥiyyât adlı eserinden anlaşılıyor. Abherü'l-Âşıkîn ise beşeri ve ilahi aşkın teferruatını anlatmasıyla bambaşka bir yerde duruyor. Abher, nergis anlamına gelirken sembolik olarak da göze benzer. Yani müşahede eden, gören olarak kullanılır. Dolayısıyla aşıkların abheri, O'na doğru yürüyenlerin bir defteri aynı zamanda.

Âşığın maşuka doğru seyriyle açılan Abherü'l-Âşıkîn'i okurken, Rûzbihân-ı Baklî'nin tasavvuf yolculuğuna da eşlik ediyoruz. Evvela marifet denizinde Hakk'a tevekkül eden, O'nun engin dalgasının yönlendirmesiyle hikmet gemisine binen, böylece kahır ve lutuf dalgalarından emin olan Baklî, sıfat-ı fiil sahillerine ulaşır. Burada marifet merdivenlerini birer birer çıkmaya başlar. Tevhid, tefrid [yalnız kalıp sadece Allah ile meşgul olma] ve tecrid [dünyaya ait şeylerden vazgeçip gönlü Allah’a bağlama] basamaklarının ardından ezel âlemine varıp kıdem libasını kuşanır. "Orada azamet, kibriya, hüsün ve kurbiyat hitabını işittim" diyen Baklî, Hakk'ın lutfuyla fenaya dalar ve tevhid izzetini görür. Hudus sırlarını [âlem ve içindeki varlıkların sonradan yaratılması, görünmezken görünür duruma gelmesi] öğrenir ve Hakk'ın bekâsıyla bâki kalır. Burada işittiği müjde şöyledir: "Seni hür ve neşeli bir âşık, beni her daim birleyen bir sadık, şathiyeler söyleyen bir vamık, ölümüne bir şevk ve coşkuyla bana koşan bir salik kıldım. Artık benim görüşümle gör, işitmemle işit, konuşmamla konuş, hükmümle hükmet ve sevgimle sev."

Melekut ve ceberut seferinin tamamlayan Baklî'nin içinde yeniden bir dert peyda olur. Bu derdin adı aşktır. Aşkla olan imtihanı yeniden başlayınca dünya yurduna yeniden döner, dünya dertleriyle yeniden karşılaşır. Takdir-i ilâhî ile yolunun 'iyiler pazarı'na düştüğünü söyleyen Baklî, her sedeften bir inci yakalamayı gaye edinir. Hakk'ın lütfu burada da ona yetişir ve O'nun kerem eliyle cemal seyrine başlar. Yolculuk devam etmektedir ve elde edilen tüm ganimetler, müjdeler, inciler Baklî'nin gönül tahtını parlatırken o da "Böylelikle insani ve Rabbani aşkı beyan eden bu kitabı yazmaya başladım. Allah Teala'nın yardımı ve ilhamıyla âşıklara ve muhiplere bir ünsiyet neşesi ve kutsiyet hazinesinden bir esinti olmasını niyaz ederiz." diyerek otuz iki fasıla ayırdığı Abherü'l-Âşıkîn'i yazar.

Rûzbihân-ı Baklî aşkı beş türe ayırır. İlahi aşk, tüm makamların nihayetidir ve buraya ancak müşahede, tevhid ve hakikat ehli ulaşır. Akli aşk, marifet ehlinin tutkusudur ve melekut alemini mükâşefe yurdudur. Ruhani aşk, insanlar içinde ehl-i havasa mahsustur ve dolayısıyla şeffaf, latif bir tabiatı vardır. Behîmî aşk, anlık hevesleri doyurduğu için insanların hayvan tabiatlılarında bulunur. Tabii aşk, halkın önemli kısmında yaşanan, mutlaka ilahi tarafa yönlendirilmesi gereken ve bunun için de nefsin kınanmasının şart olduğu aşktır. Baklî tüm aşk türlerini seviyelerine göre açıkladıktan sonra muhabbet faslına geçer. Hakk'ın sevdiği, muhabbetiyle cezbettiği kullarının yazgısı ezelden bellidir. Onların içindeki iyilik ve güzellik, bu muhabbetten dolayıdır. Zaten insan hayatındaki en büyük hadise de bu muhabbet kanalına uzanıp, sevginin kaynağına ulaşmaktır: "Seven kendisidir ve bunda hiçbir tuhaflık yoktur. Sebeplerin hakikatine bakıldığında hiçbir şey insani ve ruhani muhabbetten aziz değildir. Ancak muhabbetin verdiği pâye ile ezel sarayına varılabilir, has olana vesiledir bu."

Abherü'l-Âşıkîn'de Bâklî, açıklamalarını yaparken sıklıkla ayetlerden, hadislerden, şiirlerden, hikayelerden ve menkıbelerden faydalanıyor. Özellikle Fahr-i Kainat Efendimizin yaşantısından ve tavrından bahsederken en çok Hakk ile olan ilişkisine dikkatleri çekiyor. "O'nun gözü O'ndan başka bir şey görmemiştir" hakikatini, okurların ve meraklıların anlayabileceği bir ölçüyle izah ediyor. Ulaşılması gereken son noktayı gösteriyor, bunun zorluklarını dile getiriyor ama gayret edene kaderinin de yardımıyla nice ilahi sırların işleneceğini söylüyor: "Marifet ehlinde Hak aşkı için ne deliller varmış bir bak! İnsani aşkta bile âşığın maşukuna yakın olanları sevmesine dair türlü işaretler vardır. Aşkın yasası gereği âşık bir gece yarısı ansızın maşukunun sokağındaki köpeklerin ulumasını canında duyar. İrkilerek uyanan âşık o sesleri maşukuna giden yolda aşkın vesilelerinden sayar. Bir şiirde âşığın bu hâli şöyle anlatılır: Bir gün Mecnun çölde bir köpeğe rastladı / ekmeğini köpeğe verip ona hürmet gösterdi / sordular: A divane! Köpeğe bunca şefkat de niye? / dedi ki: O köpek bir Leylamın sokağından geçmişti."

Gözü Hakk muhabbetinin haricinde bir muhabbet görmeyen Fahr-i Kainat Efendimizin hususi dualarına baktığımızda daima sevmeye yönelik olduğunu görüyoruz. "Seni sevmeyi, Seni sevenleri sevmeyi ve Senin sevgine ulaştıracak amelleri sevmeyi yine Senden dilerim" diyerek aşkın, muhabbetin, sevginin kaynağını bizlere işaret etmiştir. Resul-i Ekrem Efendimiz, "Allah için sevmek" bahsinde tek örnektir. Bunun için de saf muhabbet gerekir. Saf muhabbet kavramını Bâklî şöyle açıklıyor: "Aşk nuru ziyadeleşince ona 'saf muhabbet' denir. Aşk sultanının akıl ordusunu darmadağın ettiği ve âşığın can ülkesinde saltanat tahtına kurulduğu o demde mecazi olan muhabbetten artık hakiki muhabbet peyda olmuş olur. O demde 'dostluk' hasıl olur ve aşkın hakikatleri can damarlarında dolaşmaya başlar ve birlik sıfatının özüne varılır."

Aşkın kemali, Abherü'l-Âşıkîn'in son faslı. Burada artık âşığın akıl başının koptuğunu, geriye yalnızca aşkın kaldığını görüyoruz. Hakk ile boyanan âşık, Hakk ülkesinin de bir emiri oluyor ve her bir sözüyle etrafına inciler saçıyor. Tıpkı Rûzbihân-ı Baklî gibi. Kemal noktasına dair okuduklarımızın ayaklarımızı yerden keseceği muhakkak. Zira artık kula aşk nüfuz etmiştir ve gönül defterinde lütuf, kahır gibi harfler kaybolmuştur. Artık cemal keşfinden cemal seyrinden başka bir şey yoktur. Dolayısıyla âşığın gönlü bir meşhede dönüşür. Hayat ve ölüm bahsi sona ermiş, kul aşkla diri kılınmış ve sonsuzluğa ulaşmıştır. Artık bilinmesi gereken son şudur: Asli madenine kavuşan âşık, artık âşık değildir. Çünkü can, canan iledir ve burada ne aşk, ne âşık bahis konusu bile olamaz. Burada alamet, nakış, iz, koku yoktur. Hiçbir şey kalmamıştır. Yalnız O vardır...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

21 Ağustos 2024 Çarşamba

Hepimiz birer "hiperkültür turisti" haline geldik

Bir ülkenin kültürü o ülke insanının ırkına mı bağlıdır sadece? Kültür söz konusu olduğunda ırk ile bağdaştırmak zordur. Kültür, başka ırkların kültürlerini kendi potasında eritmesiyle meşhurdur. Onları alır, kendine dahil eder, özümser ve dönüştürür. Dönüştürme kısmı önemli. Dönüştürme sayesinde kendisini kaybetmemiş olur, ayrıca sömürülmemiş de. Böylece ortaya bir zenginlik çıkar. Çeşitlilik ve zenginlik ise kültürel gelişimi hızlandırır, ilerilere taşır.

Johann Gottfried Herder, Ideen zur Philosophie der Geschte der Menschheit adlı eserinde “Tüm Kuzey, Doğu ve Batı Avrupa uygarlığı Roma-Yunan-Arap tohumuyla yetişmiş bir bitkidir” diye yazar. Bir başka eserinde iyiliğin, yeryüzüne bin farklı şekilde serpildiğini yazar. Böyle bakıldığında Herder’e göre saf bir Avrupa uygarlığı diye bir şey yoktur. Karışım vardır.

Karışım olması doğaldır. Fakat her kültür, Byung-Chul Han’a göre kendi izafi perspektifini mutlaklaştırmaya meyillidir. Bundan ötürü kendi üstünden, kendisini aşarak dışarıya bakmayı beceremez. Yabancıya küçümseme ve tiksinmeyle bakar. Oysa onun oluşumu, o yabancıdan da alınmış donelerle var olmuştur.

Hiperkültürde ise özümseme veya karışım yoktur. İçselleşme hiçbir zaman gerçekleşmez. Farklı sesler bir bütün oluşturmaz, mesafe olmaksızın bir yan yanalığa tıkışmıştır. Her şeyden bir şey vardır ama bir şey olamamıştır. Ahenk değil, tınlama çıkmıştır ortaya. Böyle olunca da yersizleştiren, bir öz ortaya koyamayan bir uygarlık peyda olmuştur.

Byung-Chul Han, Hiperkültürellik adlı eserinde mevcut global şartlarda kültürün ne tür bir değişim geçirdiğini, nasıl ve neden evrildiğini, evrilmenin kültürü ne hale getirdiğini irdeliyor. Küreselleşme ile kültür denen kavramın yozlaşması, kültürün sahadan dışarı itilmesi ve böylece yerli ile yabancı, uzak ile yakın, tanıdık ile egzotik kavramları arasında bir farkın kalmamasını, sınırsız ve yersiz, anlamsız ve karmaşık bir hiper-kültürün geliştiğini öne sürüyor.

Elbette bizler de, yaşayan insanlar da bundan nasibimizi alıyoruz. Bizler de “hiperkültür turisti” oluyoruz.

Chul-Han eserin girişinde Hawai Gömlekli Turist başlıklı mini yazı ile durumu özetliyor aslında:

Britanyalı etnolog Nigel Barley bir defasında şu tahmini dile getirir: “Geleceğin gerçek anahtarı, kültür gibi temel kavramların var olmayı kesmesidir.” Barley’ye göre, “hepimiz öyle veya böyle Hawai gömlekli turistlermişiz”. Kültür bittikten sonraki yeni insana “turist” mi denecek? Yoksa bize şen turistler olarak koca dünyaya doğru gezintiye çıkma özgürlüğü tanıyan bir kültürde mi yaşıyoruz nihayet? Peki bu yeni kültürü nasıl anlatmalı?”

Günümüz filozofu Byung Chul-Han’ın Ketebe tarafından yayımlanan yeni kitabı Hiper-Kültürellik çağı anlamak için okunmasının faydalı olacağı eserlerden. 

Yasin Taçar

19 Ağustos 2024 Pazartesi

Bir geleneği vücûda getiren kurucu kuvvet: Mevlid

Enfal sûresi 17.ayette buyrulur ki “Oku attığında da sen atmadın Allah attı.” Ulu kişiler hakkında yazarken bizler değil onlar yazar, biz sâdece kalem tutucu oluruz. Ne buyururlarsa, elimizden kağıda o damlar. Bizim îtikadımız da onlar tasarruf sâhipleri, zaman ve mekânsız, perdesiz hak âşıklarıdır. Nûr-i Muhammedî’nin halîfeleridir. Yüzyılların ötesine seslenirler, kâinat var oldukça, kıyamete kadar yeryüzünde bizlerle olmaya devam ederler. Kendilerinden yüzlerce kendilerini çıkarırlar. Onlar zamana göre yeni bir ben çıkarmaya, adlarını duyurmaya devam ederler. Günümüz, akılcı ve kanıt üzerine kurulmuş bir madde dünyasıdır, metafiziğe uzak mesâfelidir. Göz ardı edilen ise bedene hapsolmuş ruhun, esaretten kurtulmak için çabalamasıdır. Akla, unutturulan gizli hazineyi bulması için sinyal gönderir. Elleri ayakları bağlanan iç benliğin, çâresizliği bizi buhrana sürükler. Böylece birey, kendinden utanan bir kişilik halini alır ve bunu örtmek için absürt yolların hepsine başvurur. Nefsi, nasıl alt edeceğimizi ise bize erenler, ermişler, arifler, kâmil olanlar gösterdiğini de unutur gideriz.

Bu sâdece bireyler için değil milletler için de geçerlidir. Her milletin de kendine has tecellisi mevcuttur. İşte madde, yani emperyalist kapitalizm ve seküler çağı, âbide şahsiyetleri normal birey boyutuna indirmiştir. Millet rehberlerini sıradanlaştırır, akademik bilginin içine bir cümle olur. Kısır bilgiden mütevellit millet mefkûresinin necat kapıları da bilinmeyen denklemlerin içine hapsolur. Kâmil vasıflar yok olduğu, bir bilim adamı, sanatkâr, şair ,ozan, mutasavvıf , daha da ileri gidelim elçilik vazîfesini tamamlamış bir peygamber sınıfına indirgenirler. Âbide şahsiyetlerin bahsettikleri aşkı kavranmaz, cinsi aşktan öteye gidilmez, Karacaoğlan’ın sevdaları Don Juan’a eş görünür. Mevlânâ ve Şems arasındaki bağı, bu dünyâya ait hiçbir kavram karşılamadığı için bambaşka boyuta çekmeye cüret edilir. Olmadık uç noktalara gider, güdük düşünceler içinde varlığını ikāme eder. Türklerin kadim geleneği ve inanç sistemi; kâmil, mürşit, öncü insanlara gönül vermiş, onları baş tacı yapmakla kalmamış, haklarında destanlar, menkıbeler ile üst seviyeye çıkarıp olağanüstü kahraman yapmıştır. Oğuz Kağan’ı büyük yapan ona yol gösteren bozkurttur. Türkler için ulular; kültürün, inancın, medeniyetin, rûhunu üfleyenlerdir. Uluların ulusu da Hazreti peygamberden başkası değildir. Zahiri Görmeden âşık olduğumuz peygamber efendimize, nice naat, mersiye, divan, şiir yazmışızdır. Onun doğumunu âlemin en önemli hâdisesi ve en kutlu günü olarak görünmüş, sensiz cennet sürgün denmiştir. Türk, peygambere olan sevgi ve saygısından Muhammed ismini Mehmet’e çevirmiş, Ahmet, Mustafa isimlerini de 1200 yıldır çocuğuna vermeye devam etmiştir. Anadolu topraklarında en çok konulan adlar hep ona olan aşkımızın kanıtıdır.

Bugün peygamber efendimizin doğumunu da kandil olarak kutlamaya devam etmekteyiz. Aynı şekilde Türk İslâm Sa’natı, edebiyatı, şiiri, minyatürü, ebrusu, hatt-ı, musîkîsi ile tek bir mevzû üzerinde durmuşlardır. Tevhid ve siyer. Bundan yaklaşık 614 yıl önce Bursa’da yaşayan ve Emir Sultan hazretlerinin tavsiyesi ile Ulu Cami Baş İmamlığına getirilen Süleyman Çelebi; diviti kalemi eline almış, Türkçe’nin huşû içinde aşkı zikreden kelimeleri ile efendimizin doğumunu anlatmıştır. Öyle bir anlatıştır ki yedi cihana yayılmış, Balkanlardan Türkistan diyarına, Mekke ve Medine’ye sevdasını haykırmıştır. Öyle bir eserdir ki yankısı bugüne gelmiş aynı cezbeyle ile okunmaktadır. Anadolu köyündeki bir nine, Süleyman Çelebi ismini bilmez ama her işin başında, sonunda mevlit okutur, okur. Peygamberin gül kokusunun ulaştığı, Türk’ün her adım bastığı yerde, bir farz ameli gibi 614 yıldır eda edilmektedir.

İrfan ve tevekkül dünyamızı içinde saklı tutulduğu bu tasavvufun nazım türündeki yüce eserin sâhibinin 600 yılına özel Kültür Bakanlığı'nın sadece 2000 adet basmış olduğu Süleyman Çelebi ve Mevlid Geleneğimiz adıyla çıkmış bir kitap mevcut. Kaliteli kâğıdı, içindeki, minyatür, resim, fotoğraflarla, özel bir baskı olduğunu hemen anlıyorsunuz. Ama asıl, İbrahim Ethem Arıoğlu, Mehmet Akkuş, Bilal Kemikli isimlerini editör olarak görünce, bu kitabın Süleyman Çelebi ve Mevlid türü için mühim bir başvuru kaynağı olduğunu idrak ediliyor. Her edebiyat öğrencisinin, özellikle Tasavvuf edebiyatı ile ilgilenenlerin, kültür araştırmacılarının, kültüre ve millî geleneklere sevdalıların evinde olması gerekir.

Kitap üç bölümden oluşuyor.
Birinci Bölüm, Şair ve Miras ana başlığını taşıyor, bu bölümde sekiz başlık var. Yazarlar Haşim Şahin, Bilal Kemikli, İsmail Güleç, Kemal Yavuz, Ahmet Yıldırım, Hatice Şahin, Sâlima Bera Kemikli, Hasan Basri Öcalan.
İkinci Bölüm; Eser, Mana ana başlığını taşıyor. Bu bölümde 11 alt başlık var. Yazarlar, M.Fatih Köksal, Seyfettin Erşahin, Alim Yıldız, Ozan Yılmaz, Musa Yıldız, Mehmet Demirci, Mehmet Akkuş, Selami Bakırcı, Amina Silijak Jesenkovic, Süleyman Baki, Cenan Kuvancı.
Üçüncü Bölüm; Musîkî, Kültür ve Gelenek ana başlığını taşıyor. Bu bölümde sekiz alt başlık var. Yazarlar, Mehmet Şeker, İbrahim Ethem Arıoğlu, Özcan Güngör, İhsan Çapcıoğlu-Nurhibe Büşra Er, Abdulselam Arvas, Fatih Koca, Mustafa Yıldırım, Yusuf Turan Günaydın.

En çok kaynak gösterilen isim olarak, Sayın Necla Pekolcay Hanımefendi dikkati çekiyor. Cumhuriyet sonrası mevlid konusunda bir duayen olan münevver hanımefendiyi, sâdece kendi alanındaki çevre tanıyor desek yalan olmaz. Bir elin parmağını geçmeyecek kişi tarafından saygıyla yâd edilen, özellikle kadın bir münevverimizi tanıtmak için neden gayret göstermiyoruz? Bugün İslâm’da kadının yeri ve eğitimi için gerici laflar eden sözde ilericilere karşı böylesine bir nimetimizi yüzlerine neden çarpmıyoruz? Keşkekzâde Fatma Kâmil isimli bir hanımın mevlidinden kaçımız haberdarız? Bugün kızlarımız batıdan örnek kadınlar yerine bu isimleri bilse ve kendilerine rehber edinse, özüne müştekil bir medeniyeti inşâ etmemiz kaçınılmaz olmaz mı? Yine kitaptan öğrendiğimiz bilgilere göre:

*Hz. Fatma’nın doğumuna dair dört mevlid yazılmış.
*Bosna’da Gelenekler arasında kız çocuğu Mevlid ayında dünyaya gelirse Meva ismi verilirmiş.
*Kadın Arap şairlerinden Âişe et Teymurriye divanında mevlide yer vermiştir. Aynı zamanda Amine Hatun için de mersiye yazmıştır.
*Balkanlarda Kadın nikâhı denen bir çeşit kına gecesinde Mevlit okunurmuş.
Kitapta Arap, Balkan ve Türkistan bölgesinde ki mevlit geleneklerinden, Süleyman Çelebi’nin eserinin kaç dile çevrildiği, kimler hakkında yazdı, kimler şerh etti gibi kapsamlı bilgilerin çoğuna ulaşabiliyoruz.

Musîkî bölümünde nasıl icrâ edildiği mevlit besteleri, mevlithanlar, bahir (bölüm) adları, geçişleri nasıl yapılırdı, mevlithan olmak için hangi şartlar gerekir? mevzûlarına değinilmiş. Yine birinci bölümde gramer yapısı gibi edebî yönü tek tek incelenerek aktarılmış. Süleyman Çelebinin hayatı ve onun dönemindeki kültür hayatımız da aktarılarak bizleri aydınlatmaktadır. Kitap hem tarih, hem edebî hem musîkî hem kültür alanında bir bilgi şöleni sunmaktadır. Sayfalar dolusu aldığımız notlardan bazılarını buraya aktarmak daha aydınlatıcı olacaktır.

*Süleyman Çelebiden önce 1406 yılında Ahmedî, İskendernâme adlı eserinde 615 beyitlik ilk Türkçe mevliti yazmıştır.
*Süleyman Çelebi’nin dedesi Şeyh Mahmud İznik müderrisi, babası ise vezirdi. Mürşidi Emir Sultan hazretleridir. Olgunluk çağı Yıldırım Beyâzıt dönemidir. Emir Sultan, Somuncu Baba, Molla Fenari, Eşrefoğlu Rumî, Hacı Bayram Velî aynı dönem yaşamıştır. Kadı Burhaneddin, Seyyid Nesimî, Ahmedî, Şeyhoğlu Mustafa, Erzurumlu Mustafa Darir çağdaşlarıdır.
*Mevlid Osmanlı yapılanma dönemi eseridir. Hubmesihlik (İsevî Müslümanlık) akımı yaygındır. Süleyman Çelebi mevlidi bu akıma karşı halkı uyandırmak ve cevap vermek için yazmıştır. Bu akıma göre bütün peygamberler eşittir birbirinden üstün değildir, peygamberimizin bir üstünlüğü olmadığı iddia edilmiştir.
*Aşıkpaşazâde’nin Garipnamesinden pekçok beyit almıştır. Süleyman Çelebi mabede Türkçeyi sokan şairdir. Türbesi Bursa Çekirge Yoğurtlu Baba dergâhındadır. Bugün dergâh yerinde değildir. Orada bulunan mezarlıkta kalkmıştır. Kazım Baykal anıtmezarın yapılmasına öncülük etmiştir. Anıt için bir yarışma yapılmıştır. Kitabe için yapılan yarışmanın jürisinde Reşat Nuri Güntekin vardır.
*”Peygamberin hayatını teşkil eden olayları bildirmesi itibarıyla İslâm tarihinin şubesidir.
Mevlid’te Hz. Muhammed, tevhidi bir zihniyet veya dünya görüşü ile nübüvvet-risalesi esasında ele alınmıştır. Ruh-i Muhammed kavramı ekseninde adeta bir kâinat tarihi yazmış, Hz. Muhamed’in varlık alemi, alemin de Hz.Muhammed için anlamı ve önemini açıklamıştır.” (Seyfettin Erşahin, Bir Siyer-i N ebi Metni Olarak Mevlid-i Nebi)
*Süleyman Çelebi’nin etkileyen isimler, Beyhaki, Aşıkpaşa -Garipname, Ahmedî-İskendername, İbn’ün Cezeri, İbn Arabî. Mevlidi Nur-i Muhammed üzerinden kurgular.
*Süleyman Çelebi’ye göre Kur’an baş mucizedir. Hz. Peygamberi yaşayan bir varlık olarak yahut anlam düzeyinde, örnek oluşunu sunar.
Süleyman Çelebi Vesiletü’n Necât’ı ile yüzyıllardır başta Türkler olmak üzere bu coğrafyada yaşayan Müslümanların gönüllerine ve akıllarına hitaben, en sade haliyle Hz. Muhammed’i anlatarak İslâmiyeti tebliğ etmektedir.” (Seyfettin Erşahin)
*Vesîletü’n Necât’ta bab sayısı 16, beyit sayısı 768’dir.13.yy’da yazan Anadolu’daki Türkçe eserler bu metne zemin olmuştur. Dini Musîkîde mevlit Süleyman Çelebi’nin eserinin besteli veya kendine has irticalen ve çeşitli dini, özel toplantılarda okunmasının genel adıdır. 3.Murat döneminde Mevlit okunması resmîleşmiştir.
*Kazan’da 1849-1917 arası altı defa neşredilmiştir. Türkçe yazılmış mevlid sayısı ikiyüzdür.1879 yılında Üsküpte Gaseviç’in ilk Boşnakça mevlid tercümesi basılmıştır. Kril alfabesiyle Dr. Fehim Bayraktareviç 1927 yılında bastırmıştır. Arnavutça’ya ilk çeviren 1878 yılında Hafız Ali Ulçinaku’dur.
*Saray Bosna’da Fetihten hemen sonra mevlid geleneği başlamıştır. Gazi Hüsrev Cami’de yapılan bu geleneği bugün tam mânâsı ile Hacı Sinan Tekkesi yürütmektedir. Bosna’daki Rıfai dervişleri Mevlid kandili haricinde 21 Mart (Nevruz) tarihinde Hz. Ali için, Hz, Ali Mevlidini okumaktadırlar.
*1566 Sigetvar seferi sırasında Otağ’da mevlit okunmuştur.
*Bedeviye, Rıfâiyye, Desûkiye, Gülşenniyye, Halvetiyye, Şâzeliyye, Bektâşiyye, Nakşiyye, tarîkatları mevlit okutmaktadırlar.
*Hüseyin Vassaf’ın Süleyman Çelebi’nin eserini şerh ettiği Gülizar-ı Aşk en iyi mevlit şerhidir. Bu kitap H Yayınları tarafından günümüzde de basılmaktadır. Sadece bir şerh değil içinde Çelebi’nin hayatı, Çelebi’nin mânâsı, Mevlid’in yazılma sebebi, fasılları geleneği ve Mevlidle alakalı konular yer almaktadır.

Daha nice notların arasından küçük bilgi seline son vermek gerekir. Süleyman Çelebi fetret döneminin buhranlı günlerine bir ses olmuştur. Yunus Emre’nin Türkçe’yi miraca çıkarmasıyla başlayan edebiyat geleneğini, Süleyman Çelebi mabedin içine sokarak, onun büyük bir tevhit ve siyer dili olduğunu ispatlamıştır. Türk’ün tevhid akîdesini yine onun dilinden aktarmış, yücelerden yüce peygamberin mânâsını ruhumuza işlemiştir. Sadece bir eser bırakmamıştır, o dünyânın ihtiyacı olan tevhid eğlencesini, tevhid ağıdını bizlere sunmuştur. Ölüm ve doğumun bir olduğunu her şeyin tek’e vardığını anlatırken, bir geleneği vücûda getiren kurucu kuvvettir. Bosna’dan Filistin'e, Türkistan'a, Yemen’e uzanan, toplumu birleştirici özelliği ile rehber bir eser bırakmıştır. Her sevincimizde her üzüntümüzde onu dayanak yapıp, gerçek koruyucuya yüzümüzü dönmekteyiz. Süleyman Çelebi hayırlı işlerin en hayırlısını yapan müminlerin en hayırlısı, yüce gönüllerin pirlerindendir.

Evlerimizden mevlitler eksilmesin. Ve son olarak Mevlit’in son beytinde belirttiği gibi ona bir Fâtiha okumayı ihmal etmeyelim yahut o bize bir fâtiha okumayı hiç ihmal etmesin. Ruhuna selâm olsun.

Elçin Ödemiş
twitter.com/elindemis

18 Ağustos 2024 Pazar

Dünya ve insan: rüya mı gerçek mi?

“Gerçeğe ulaşabilmek için hayatta bir kez olsun o zamana kadar inandığımız her şeyden sıyrılmak ve bütün bilgiyi temelden ve yeniden kurmak gerekir.”
- Descartes

Korkuyla uyandığımız rüyalar vardır. Bazen de görmek için yalvardığımız rüyalar. Kimi zaman da rüyamızda görünce bizi hüzne çeken gerçekler... Uyku ölümün kardeşidir. Bedenden ayrılan ruh ötelerdeki maceralara teklifsizce süzülür. Rüya alemi bir bakıma asıl yurdun fragmanıdır. Bundandır ki bazı rüyalar haberci olurlar, bazıları uyarıcı, bazıları destekleyici. Kimi rüyalar da vardır ki tekrar eder. Her gece aynı rüyayı gören kişi ister istemez gördüğünün manasını hakikat farz ettiği “uyanık” aleminde arar. Halbuki “İnsanlar uykudadırlar, ölünce uyanırlar.” Öyleyse hakikate nasıl varılır?

-... Ve kabul etmek gerekir ki uyumayı bilen bir insan rüyalarını güzelleştirebilir.
- Yani insan rüyalarına yön verebilir mi?
- Sizin güzel bir düşten uyandığınız ve sonra onun devamını görmek için yeniden uyuduğunuz olmadı mı?


Evet, ben bir düş evreni yaratıyorum. Hakiki alemlerden dökülen rüyaları beyaz kağıtların üzerinde toplayıp onlara bir suret veriyorum., sonra bu suretleri o alemlere iade edip, düşlerimin evrenini değiştiriyorum. Şunu anlatmak niyetiyle yazıyorum, ki o zaman düşlerimiz de hayatımızı değiştirmeye başlıyor.

Rüyalara tesirde bulunarak ikinci bir hayat meydana getirmeye çalışan ve bunu başarabildiğinde akan hayatın da değişeceğine inanan genç bir psikoloğun rüyalar alemindeki yolculuğunu anlatan Rafet Elçi’ye ait Ruhlar Pipo İçmez kitabı, aynı rüyanın içinde birbirlerine aşina olan altı danışanının olduğu bir hayal şehrinin içinde kendini bulması ve orada yaşamaya başlamasını konu ediyor... Düğümlerin rüyanın içinde mi dışında mı çözüldüğü aklı kurcalayan nefis bir kurgu.

Son sayfaya dek sırların ve heyecanın dinmediği, rüya mı gerçek mi anlaşılmayan, birbirine geçmiş olay örgüsünün içinde mezarlıkların uykulara, uykuların mezarlıklara çıkan yollarıyla bezeli, kısa fakat etkileyici bir arayış romanı. Gerçek elbette yeniden inşa edilebilir. Ama hangi yolla?

- İşte ölüm böyle bir şeydir. Uykunun içinde uyumak...
- Yani hayat gerçek değil mi?
- Bunu anlamanın tek bir yolu vardır.
- Nedir?
- Ölmek. Ancak öldüğünüz zaman gerçekten yaşayıp yaşamadığınızı anlayabilirsiniz.


Sevde Yazıcı
twitter.com/yazicisevde

13 Ağustos 2024 Salı

Seyahat edebiyatının usta yazarı: Nahid Sırrı

Türk edebiyatında daha çok öykü ve romanlarıyla tanınan Nahid Sırrı Örik piyes, anı, deneme, çeviri gibi değişik türlerde eserler vermiş olmakla birlikte aynı zamanda usta bir gezi yazısı muharriridir.

Nahid Sırrı’nın Anadolu’da Yol Notları (1939), Bir Edirne Seyahatnamesi (1941) ve Kayseri, Kırşehir, Kastamonu (1955) adlarıyla yayımlanmış üç gezi kitabının yanı sıra kaleme aldığı birçok gezi yazısı gazete ve dergi sayfalarında kalmıştır. Nahid Sırrı’nın seyahat edebiyatı ve kültürel bellek açısından önem taşıyan bu gezi kitapları ile muhtelif tarihlerde yazdığı gezi yazılarının tamamı Bahriye Çeri tarafından derlenerek Vatan Beldelerine Seyahatler adıyla okuyucuyla buluştu.

İlk çağlardan bu yana örnekleri görülmeye başlayan seyahat edebiyatı için Anadolu hemen her dönemde seyyahların uğrak yerlerinden biri olmuştur. Osmanlı döneminde de pek çok seyyah Anadolu’yu dolaşmış ve yazdıkları seyahatnamelerde Anadolu şehirlerine geniş yer ayırmışlardır. Osmanlı’nın son döneminde gazete ve mecmuaların yaygınlaşması beraberinde seyahatlere ilişkin tefrikaların yayımlanmasını getirmiştir. II. Meşrutiyet’ten sonra tefrikalar iyice çoğalmış ve Cumhuriyetle birlikte seyahat edebiyatının merkezinde Anadolu coğrafyası ön plana çıkmıştır.

Anadolu’yu tanımak ve onu bilinmeyen bir diyar olmaktan çıkarmak gayesiyle yazar ve şairlerin kaleminden gezi yazıları gazete ve dergi köşelerinde yer bulmuş ardından kitap boyutunda yayımlanmaya başlamıştır. Anadolu’yu yakından tanımaya ve tanıtmaya yönelen Falih Rıfkı Atay, Reşat Nuri Güntekin, Ahmet İhsan Tokgöz, İsmail Habip Sevük, Celal Nuri İleri, Şükufe Nihal, Cenap Şahabettin, Ahmet Haşim ve Nahid Sırrı Örik gibi edebî isimler çeşitli seyahat yazıları ve eserleri kaleme almışlardır.

Seyahat edebiyatına ilgi gösterenlerden biri de Nahid Sırrı’dır. Anadolu gezilerine dair tuttuğu notlardan hareketle samimi ve yalın bir anlatıma sahip olan pek çok gezi yazısı kaleme almıştır. Seyahat edebiyatına dair bir yazısında vatan beldelerini ziyaret etmenin önemini belirten Nahid Sırrı, bu yerler hakkında izlenimlerin sadece Avrupalılara değil bize de birçok şey öğreteceğinin altını çizmektedir.

Gezip gördüğü Anadolu şehirleri hakkında gözlem ve tespitlerini kendine özgü üslubuyla dile getiren Nahid Sırrı’nın özellikle eski eserlere ve medeniyetlere duyduğu ilgi, bu eserlere dair verdiği ayrıntılı bilgilere yansımıştır. Ayrıca seyahate çıkmadan önce gideceği yerlerin tarihi ve coğrafyası hakkında yazılmış bazı kitapları okuyarak esaslı bir malumata sahip olduğu ve bu bilgilere yazılarında yer verdiği görülmektedir. Nahid Sırrı, gezi yazılarında Evliya Çelebi Seyahatnamesi başta olmak üzere kimi tarih ve coğrafya konulu kaynaklarından çeşitli bilgileri okuyucuya aktarılmaktadır. Gittiği yer hakkında bilgi verirken batılı yazarların (Lamartine, Lady Montegu, Noélle Roger, Pierre Loti, Charles Texier) Anadolu hakkında yazdıklarından da bahsetmekte ve bilgi yanlışlarından söz ederek eleştirel bir bakışla değerlendirmektedir.

Nahid Sırrı, Anadolu’yu ilk defa babası Hasan Sırrı Bey’in Rüsumat Müdürü sıfatıyla Karadeniz sahilleri gümrüklerini teftişi sırasında görür. Daha sonra çevirmen olarak Ankara’da Maarif Vekaleti’nde çalıştığı yıllarda Karadeniz, Marmara çevresi, Trakya ve İzmir dolayları ile Kayseri’ye kadar İç Anadolu’yu gezmiş ve edindiği izlenimleri yazıya dökmüştür.

Yazar gençlik yıllarına tekabül eden 1916 başlarından 1928’e kadar Avrupa’da bulunmuş, Tiflis’ten başlayarak Berlin, Paris, Viyana, Roma, Kopenhag’a kadar Batı şehirlerini dolaşmıştır. Ancak sağlığında kitap olarak yayımlanan gezi kitaplarında Avrupa izlenimlerine hiç yer vermemiştir. Avrupa’ya dair gözlemlerine muhtelif konulardaki kitaplaşmamış yazılarının satır aralarında tesadüf edilmektedir.

Anadolu gezilerini tren, otomobil, otobüs, sal, at vs. gibi çok çeşitli ulaşım araçlarıyla gerçekleştiren Nahid Sırrı yolculuk esnasında yaşadığı sıkıntıları bir zahmet ve zorluk olarak görmemesi dikkat çekicidir. Gittiği yerlerde daha çok muallim, müfettiş, maarif müdürü, doktor, kaymakam, nahiye müdürü gibi devlet görevlileri ve eşraf ailelerinden kimselerle temas kurmuş kimi zaman da onlarla etrafı gezip dolaşmıştır.

Vatan Beldelerine Seyahatler’de Nahid Sırrı’nın üç gezi kitabının yanı sıra muhtelif zamanlarda gazete ve dergilerde neşredilen Kırşehir, Yalova, Bursa, İzmit ve Silivri’yi anlattığı gezi yazıları da yer alıyor. Bu gezi yazıları içinde özellikle Bursa’ya dair olanlar dikkat çekicidir. Çünkü Bursa yazarın hem babası hem de dedesinin doğdu aile köklerinin olduğu bir şehirdir. Çocukluk yıllarında birkaç defa gittiği Bursa’ya daha sonra da seyahat etmiş ve Osmanlı’dan Cumhuriyet’e şehirde gördüğü değişimi yazılarında ele almıştır.

Nahid Sırrı, gezdiği yerlerin edebiyat ile bağını önemsemiş ve orada yaşamış şair ve yazarlardan da bahsetmiştir. Örneğin Kayseri’de kaldığı tarihi lise binasında Faruk Nafiz’in edebiyat hocası, Behçet Kemal’in de talebe olarak bulunduğu söylemektedir.

Nahid Sırrı’nın gezi kitapları ile dergi ve gazete sayfalarında kalmış yazılarını gün ışığına çıkaran Vatan Beldelerine Seyahatler daha önce kitaplaşmış olan İstanbul Yazıları, Ankara Yazıları ve yakında yayımlanacak olan Seyahat ve Seyahat Edebiyatı Üzerine Yazılar ile bir bütün olarak gezi edebiyatımızda kuşkusuz önemli bir yer teşkil ediyor.

R. Rüveyda Okumuş
twitter.com/ruveyda_okumus