9 Mayıs 2024 Perşembe

Her kaybolan aklını yitirir mi?

“Harabat ehlini hor görme zâkir,
Defineye malik viraneler var”

İnsan kelimeleri kaybettiğinde suskunluğa sığınır, yakınlığı kaybettiğinde uzaklara, sevincini kaybettiğinde gözyaşına, dostluğu kaybettiğinde yalnızlığa. Peki aklını kaybettiğinde…?

Bir sabah uyandığınızda kendinizi akıl hastanesinde bulsanız ve etrafınızdakiler de bugüne kadarki “deli” algınıza uymasa aklınızı kaybetmediğinize kimi, nasıl inandırırdınız?

Gözlerini açıp kendine geldiğinde “evde” ve güvende olduğunu telkin eden bir ses, başında tonlarca yükün altında kalmış gibi bir uyuşuklukla akıl hastanesinde olduğunu idrak eden kahramanımızın sıkıldığını anlatmasıyla başlıyor roman.

“Bazı şeyleri anlayamayacağını anlamak insana iyi geliyor.”

Nasıl geçer akıl hastanesinde bir gün? Dünün kopyası yarınların içinde kaybolmak yalnız akıllılara mahsus bir nitelik değil. Üstelik bu aynılığın içinde sınırlı gökyüzü altındaki avluda atılan voltaların adım sayısı dahi sabit. Aklını hangi hikâyenin köşesinde bıraktığı meçhul bir bölük insan ve onların hikayesine aldırmadan yutturulan pembe mavi haplar.

“Bir delinin deliliğini nesine ya da neresine bakıp anlıyor bu doktorlar? Üzgün olduğu için evinde kendi kendine ağlayan biri normal sayılırken, çok üzgün olduğu için metroda ayaklarını yere vura vura ağlayan biri anormal sayılır mı mesela? Evinde kendi kendine gülen ya da konuşan biri için de aynı kurallar geçerli mi acaba?"

Burası bir akıl hastanesi ama adı “ev”, hastalar “misafir”, hemşireler “abla”, başhekimse “baba” olarak adlandırılmış. Katı kurallar sözde “misafirlerin” iyiliği için dense de işin aslı öyle değil. Ana karakter Esin misafir. Diğer kahramanımız ablalardan Rikkat. Biri neden evde olduğunu hatırlayamadığı bir maziye sahip. Diğeri, yarım kalmışlıklarla dolu bir mazinin atisinde, ölmüş annesinin aniden eve gelmesiyle başlayan yüzleşmeye… İki kadın. Biri yaşlı diğeri genç. Biri geçmişini kaybetmiş, diğeri onda kaybolmuş. Diğer hastaların hikayeleri de bu iki kadının hikayesinin içinde kendilerine bir yol bulmuş. Delilik bir kayboluşsa, kaybolanların yolları zaten hep bir yerde kesişir. Her kaybolan aklını yitirir mi?

Misafir; normalini yitirmiş, çokça incinmiş, bolca incitmiş bir dünyada, kırılmış hayallerin, ertelenmiş sevgilerin, hakkıyla yaşanamamış ömürlerin ortasında, kendine sığınacak yer arayanların romanı, şeklinde tanıtılmış kitap arkasında. Yazar Nermin Yıldırım, kurduğu bu dünyada realiteyi de ustaca eleştirmiş bence. Kurgunun; mizahı, eleştirisi, eksiği ve fazlasıyla, kelimeleri okurun karanlıkta kalan düşüncelerine bir kibrit çakan kullanımıyla, düşündüren, sorgulayan ve hissettiren bir roman olmuş. Birkaç alıntıyla bitirelim. Okuyacaklara tadımlık niyetine;

“O ki ara buyurmuş. Bulmanı istese bul buyururdu.”

“Birine kalbinizi açıp içinizi döktüğünüzde, giderken sadece kendini götürmüyor, sanki size ait bir sırrı da yanına alıyor. O zaman artık yalnız bile değil, eksik kalıyorsunuz. Sırf gideni değil, dökülüp kırılarak ortalığa saçılmamış eski halinizi de özlüyorsunuz. Acıklı bir seçim bu ama ne zaman birini gerçekten sevseniz, yapmak zorunda kalıyorsunuz.”

“Birinde anlam bulmak için önce ona yaklaşmak gerekiyor. Yoksa insan yersiz önyargılara, yontulmamış ezberlere, çok bilmiş klişelere kurban gidiveriyor.”

“İnsanın kendine içeriden attığı kesiği, başka kimse dışardan dikemiyor.”

“Bizden evvelkilerin tecrübelerini şıkır şıkır kuşanamıyoruz, herkes kendi ateşinde yanmak istiyor.”

“Beklediğini bilerek beklemek, beklediğinden bihaber beklemek, beklediğinden vazgeçerek ama gene de ve ille de hep beklemek.”

Sevdenur Yazıcı
twitter.com/yazicisevde

8 Mayıs 2024 Çarşamba

Kurmacayla tanışmanın heyecanı

Kitaplarla kurulan bağın çocuklukta başladığını, bu bağın nasıl gelişirse öyle devam edeceğini sık sık duyuyoruz. Bu bilgiye hatalı bir bilgi diyemeyiz ama bilgide bir sabitlik var. Ben sabit duran şeyleri, değişmeyeni, çözümsüzlüğü sevmiyorum. Bu yüzden bu bilgiyi şöyle düzeltmek istiyorum: Evet, kitapla kurulan bağın yolu, yöntemi çok önemli. Dolayısıyla "nasıl başladığı" kısmına atfettiğimiz önem büyük ancak bu bağın korunabilmesi kadar onarılabilmesi de önemli. Kurulamayan bağ, asla geliştirilemez diyemeyiz bence. Daha pozitif bir yaklaşımla ilerlersek her çocuğun günün birinde kendisi için doğru kitapla karşılaşacağını ve işlerin tersine döneceğini söyleyebiliriz.

Yakın zamanda karşılaştığım Bu Kadar Tantana Yeter adlı kitap, kitaplarla ilgili birçok şeyi getirdi aklıma. Yukarıda anlattıklarımın daha fazlasıyla boğuştum zihnimde. Mert Arık'ın kaleme aldığı Timaş Çocuk etiketiyle okura sunulan Bu Kadar Tantana Yeter, aslında tercih ettiği kitap ismiyle şaşırttı beni. İçeriğin okumaya yeni başlayan çocuklar ve kitaplara dair olması ama isminde kitaplarla ilgili bir bilgi geçmemesi bana gizemli geldi. Okurken kitaplarla içli dışlı olmak kendi tantanamı yarattı, bu gizemliliği çok sevdim.

"Kitaplar benim de dostlarım olacak."

Bir kitabın içine girerek macerayı başlatan kitap kahramanımız Atlas, bir kitap kahramanı olan Dino ile konuşmaya başlıyor. Kitap içinde kitap! Bir çocuk bunu bir hayli eğlenceli bulacaktır. Yaş dönemini düşünürsek kitabın içinden fırlayan bir dinozora hiçbir çocuk kayıtsız kalamaz. Bir ebeveyn eşliğinde okunuyorsa bu kitap, bir sürü eğlenceli soruyla zenginleştirilebilir bu okuma yolculuğu. Sen bir kitap kahramanı olsaydın nasıl bir kahraman olmak isterdin, olağanüstü güçlerin olur muydu, bir kitap kahramanı olsaydın senin bulunduğun kitabı okuyan çocukla neler konuşurdun?.. Okunacak olan ilk kitabın heyecanını hisseden Dino, Atlas'a bu yolculukta arkadaş oluyor. Somut arkadaşlıklardan birden soyut arkadaşlıklara terfi eden Atlas, aslında bu ilk kitapla birlikte, istediği zaman istediği dünyaya yolculuk edebileceğini öğreniyor. Gerçekle hayal arasında nasıl bir fark var, hayaller gerçek olamıyor mu, ya hem gerçek hem hayal bir aradaysa?.. Okumaya yeni başlayan her çocuğun kafası biraz karışır. Ama bu kafa karışıklığı öğretir. Hele ki eğlendirerek öğreten bir kafa karışıklığıysa bu, illaki iz bırakacaktır. Zaten çocuğun merakına yanıt veren hikaye sadece öğretmez; onun hislerini önemser, onu önemser. Bu açıdan baktığımda, bir kitabın içinden fırlayan bir dinozorla merak duygusunun hakkını veriyor Bu Kadar Tantana Yeter.

Kitap okumaya yeni başlayan bir çocuğa "kurmaca" kavramını nasıl açıklarız? Bilgi edinmeyeceği, bambaşka dünyalarla karşılaşacağı, gerçekte olmayan kahramanlarla tanışacağı bir kitabı nasıl anlamlandırır çocuk? "Kurmaca-kurgu" kavramlarını çocuklarla çocukça konuşmak mümkün gerçekten. Kitabın başarısı tam da burada bence. Kanatlı bir dinozorun Atlas'a kurmacayı anlatması çok güzel değil mi? Kurmaca bir kahramanın kendinden örnek vererek ilerlemesi çocuğun merakını canlı tutuyor. Hem yazarın kurgusundaki Atlas'ın hem de Atlas'ın ilk kitap macerasını okuyan herhangi bir çocuğun. İlkokul çağındaki bir okur, kurgu içinde kurgunun detaylarına hakim olamasa da Atlas'ın aslında kendisi olduğunu anlayacaktır. Böylelikle özdeşlik kurmak daha kolay olacaktır elbette.

Dino'dan kurgu dünyasının inceliklerini, detaylarını öğrenen Atlas, öğrendiği her bilgi için şaşırmaya devam ediyor. Neyi, nasıl hayal ediyorsa öyle olabiliyor bu kurgu dünyası denen yerde. Nasıl büyük bir özgürlük alanı! Tam da burada okura "Neyi, nasıl hayal ediyorsun? Haydi konuşalım." diyerek hikayeyi kişiselleştirebiliriz okur için. Çocukların hayal gücünün sonsuzluğunda salınmak yetişkinler için de çok keyifli olacaktır.

"Demek ki hayal gücümüz gibi kitapların da bir sınırı yokmuş."

Her çocuğu yakalayan bir hikayenin gerçekten var olduğuna çok eminim. Yani bir yerlerde saklı duruyordur muhtemelen. Çocuk; kendi ilgilerini, meraklarını, heyecanlarını keşfettikçe o bir yerlerde saklı duran hikayeler de yavaş yavaş gün yüzüne çıkacaktır. İlk kitap heyecanından sonra çocuğa kulak vermek gerek. O zamana dek yönlendirme yaptıysak da o noktada sakin kalıp geri çekilmeliyiz. Çocukla temas kuran yetişkinler olarak deneyimlerimizi aktarma konusunda çok içten ama telaşlı olabiliyoruz bazen. Bu telaş, çocuğun okuma yolculuğunda istediğimiz son şey. Çocukların okurken yetişkin telaşlarına ihtiyacı yok. Bunu unutmamak çok kıymetli. Hayal gücü, merak, keşif, heyecan, eğlence diye arka arkaya sıraladığımız bunca güzelliğin önüne geçmemek için Atlas'ın bir kitapla kurduğu bu bağı hep hatırlayalım. Bu bağ, sadece Atlas'la Dino arasında. Kurduğu bu bağa isterse yeniden dönebilir, Dino'yu bulunduğu raftan indirip onunla bu kez başka şekillerde konuşmaya devam edebilir. Ben Bu Kadar Tantana Yeter isminin gizemini korumakla birlikte bu cümleyi, okuma konusunda müdahaleci yetişkinlere kurmak istiyorum: Bu Kadar Tantana Yeter, artık yetsin lütfen.

Evrim Sayın

6 Mayıs 2024 Pazartesi

İlâhî coşkunun pîri: Bayezid-i Bestamî

Ehl-i kalp, Padişahın huzurunda olduğunun her an farkındadır. Aksi, gaflette yaşamaktır. Avamla havas arasındaki en belirgin fark da budur: Her an Hakk’la beraber yaşadığını, tüm hareketlerinde Hakk’ın gözetimi altında bulunduğunu bilmek, bunu bilerek yaşamak, bu yaşayıştan asla vazgeçmemek. Ehl-i dünya ise bunu ancak ibadetlerinde, belki özel günlerde ve gecelerde, bayramlarda idrak edebilir. Bu idrakin bile ne kadar hakiki olduğu yine ehl-i kalbe göre şüphelidir. Âşıklar zümresi için uyku ya da uyanıklık hâli fark etmiyor. Onlar her an Hakk’ın huzurunda olduklarının bilincinde hareket ediyorlar. Giderek hareketleri, sözleri, davranışları ve hatta düşünceleri de Hakk’tan oluyor. “Bir gece vakti uyumak için yattım, ayaklarımı da uzattım. Birden ses işittim. “Ey Bâyezid! Pâdişahın huzûrunda da böyle ayak uzatabilir misin?” diye seslendiler. Derhâl ayaklarımı topladım.” diyor Bayezid-i Bestamî. İmanı bu noktaya erdirince “Sultânü’l-ârifîn” diye anılıyor olsa gerek insan. İşte dokuzuncu yüzyıldan beri sufiler arasında zirveyi temsil eden, menkıbeleriyle her zaman anılan, çağlar ötesinden feyz vermeyi sürdüren bir büyük mutasavvıf: Bayezid-i Bestamî.

O, ehl-i tarikin sohbet halkalarında hakkında en çok menkıbe anlatılan isimlerden biri. Bilhassa nefsiyle giriştiği çetin mücadelesi bütün salikler için geçmişten günümüze nice ibretler içeren bir disipline dönüşmüştür. Neredeyse hayatı boyunca enaniyet meselesiyle uğraşmış, benlik davası gütmemek için ‘kelle koltukta’ yaşamayı göze almış bir sufiden bahsediyoruz. Elbette bu yaşayış, onun ulaştığı mertebenin ciddiyetinin farkında olmayanlar için ürkütücü gelebilir, şaşırtıcı olabilir. Bir menkıbe şöyledir: Yaşamına oldukça fazla hac sığdırmış Bayezid-i Bestamî. Şeytan, bir gün onu yaşadığı yerin çarşısında yürürken bulmuş. “Kırk beş hac yaptın, artık nefsini terbiye etmişsindir” diyerek yanaşmış, bir nevi alay etmiş. Bayezid-i Bestamî hızla kalabalığa dönerek “Kırk beş haccımı bir ekmeğe kim değişir?” diye sormuş. Hemen bir garib gelmiş ve “Ben” deyip ekmeği uzatmış. Bayezid-i Bestamî aldığı ekmeği kenarda duran bir köpeğin önüne bırakmış. Buna herhalde, şeytana pabucunu ters giydirmek dense yeridir.

Yine onun nefs mücadelesine dair bir menkıbede, nefsini mağlup etmek için on iki sene uğraştığından bahsediyor büyük sufi. Akabinde beş sene de kalp aynasındaki pasları silmek ve orayı parlatmak için geçmiş. Sonra bir sene boyunca kalp aynasıyla nefsi arasına nazar etmiş. İkisi arasında bir zünnar görmüş. Zünnarı koparıp atmadan ilerlemenin mümkün olmadığını bilerek, beş sene de onunla uğraşmış. Nihayet mükâşefe (akıl ve duyular yoluyla ulaşılması mümkün olmayan ilâhî bilgileri kalp gözüyle keşfedip bilme) kapıları açılmış. Kapıdan içeri girdiğinde bütün beşeriyeti ölü olarak görmüş. “Bunun üzerine dört tekbîr getirdim” diyor Bayezid-i Bestamî. Bu menkıbede seyr ü sülukun en önemli bahisleri mevcut. Nefs terbiyesi, kalbi tasviye etmek, benlikten kurtulmak. Zünnar, işte o benliği, yani enaniyeti temsil ediyor. Niyâzî-i Mısrî’nin “Cânını terketmeden cânânı arzularsın / zünnârını kesmeden îmânı arzularsın” sözü hatırlanırsa şayet, benlik davasından vazgeçmenin ve enaniyeti yok etmenin ne kadar zor olduğu da anlaşılır muhakkak.

Bayezid-i Bestamî’nin bazı şathiyeleri üzerine de çokça yorum yapılmıştır. Bunlaran biri “Sübhâne nâ a'zamu şânî”dir. “Kendimi tenzih ederim, şanım ne yücedir” olarak bilinir. Şems-i Tebrizî, bir gün âşıklar sultanı Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’ye “Bayezid mi büyük Hz. Muhammed mi?” diye sormuş. “Böyle sual olur mu, elbette Peygamber Efendimiz büyüktür” cevabını alınca da “O hâlde neden Peygamberimiz 'Ey bütün mahlukat tarafından bilinen Rabb'im, seni bilinmesi gereken ölçüde bilip tanıyamadık' derken Bayezid 'Cübbemin içinde Allah’tan başkası yoktur' sözünü edebilmiştir" diye tekrar sormuş. Mevlânâ’mızın cevabı, şathiye meselesine nasıl bakmamız gerektiğine dair de çok kritik bir filtre içeriyor: “Bayezid, bir kap suyla ilahi bilgiye ulaştığını düşündü. Peygamberimiz ise her ulaştığı mertebede tövbe etti. Bunun sebebi, bir önceki mertebesinde öğrendiklerini büyük görmesiydi. Halbuki O’nun kabı sınırsız ve sonsuzdur. Bu sebeple her zaman 'Rabbim ilmimi artır' diye dua etmiştir.

Ebu’l-Hasan Harakânî’nin vefat tarihi olarak 11. yüzyılın başı belirtilir. Bayezid-i Bestamî’nin vefat tarihi ise 9. yüzyılın ortalarıdır. Kars’a gidip Harakânî’nin kabrini ziyaret ettiğimde, bu ulu sultanın bir başka ulu sultan olan Bayezid-i Bestamî’nin kabrini Harakan’dan Bestam’a yürüyüp, on iki sene boyunca ziyaret edişini düşünüp durmuştum. Daima ayakta durarak “Ya Rabbi, şu mübareğe verdiğin ilimden Ebu’l-Hasan’a da ihsan et” diye dua edermiş hazret. On iki senenin ardından bir ses işitmiş: “Ey Ebu’l-Hasan! Artık oturma vaktidir!” Buradaki oturma vakti sözünü mutasavvıflar Bayezid-i Bestamî’nin ruhaniyetiyle Ebu’l-Hasan Harakânî’yi terbiye edişine yorarlar. Bir kimsenin zâhiren görmediği bir kişiden mânevî eğitim alması, tasavvufta Veysel Karanî’den dolayı Üveysîlik olarak adlandırılır. Bu nedenle Bayezid-i Bestamî, Ebu’l-Hasan Harakânî’nin pîri olarak kabul edilir. Yaşadığı dönemde ve sonrasında onun tutkunu olan pek çok büyük sufi vardı: Zünnûn el-Mısrî, Sehl et-Tüsterî, Yahyâ b. Muâz, Ebu’l-Hasan Harakânî, Cüneyd-i Bağdâdî, Ebû Saʿîd-i Ebu’l-Hayr, Ahmed el-Gazzâlî, Aynülkudât el-Hemedânî, Ferîdüddin Attâr, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Şems-i Tebrizî…

Prof. Dr. Nimet Yıldırım’ın hazırlayıp çevirdiği, Pinhan Yayınları tarafından neşredilen Bayezid-i Bestamî ve Göklere Yükselişi, tasavvuf tarihinin bu büyük sufisinin manevî yolculuğundaki önemli izleri ortaya koyuyor. Bu izlerden en sıra dışı olanı ise Bayezid-i Bestamî’nin ruhuyla Peygamber’in miracına benzer bir miraç gerçekleştirmesi hadisesi. Ona dair hiçbir kaynakta İslâm dışı herhangi bir hareketine rastlanmazken, bazı şathiyeleri gibi bu miraç meselesi de kimileri tarafından aşırı bulunmuş ve dolayısıyla hazret ithamlara maruz kalmıştır. Göklere yükseliş konusu, kitabın şu satırlarını idrak etmeyi de gerektiriyor: “Bayezîd’in metafizik evrende çıkmış olduğu ruhuyla gerçekleştirdiği seyahati, çağdaşları tarafından gereği gibi anlaşılamamış, olduğu gibi kavranamamış, onun Peygamber’in miracına benzer bir miraçtan söz ettiği, Peygamber gibi bir miraç gerçekleştirdiği iddiasında bulunduğu gerekçesiyle tekfirle suçlanmış ve Bestam’dan sürgün edilmiştir. Söz konusu suçlama onun ölümünden sonra da uzun yüzyıllar değişik kişiler ve çevreler tarafından tekrarlanmış, kendisine karşı birçok itiraz ve suçlamaların yöneltilmesine gerekçe olmuştur. Söz konusu itiraz ve ithamların yanı sıra Serrâc ve Hucvirî gibi tasavvuf uluları Bayezîd’in, Peygamber’in bedeni ve ruhuyla gerçekleştirmiş olduğu miracının aksine cezbe, sekr ve vecd halindeyken ruhuyla böyle bir seyahate çıkmış olduğunu ifade etmektedirler. Böylece Bayezîd’in miraç olayının, Peygamber’in miracının bir alternatifi olmadığı, bu yüzden de Bayezîd’in Peygamber’e karşı bir saygısızlıkta bulunmadığını ve sadece Allah’a yaklaşma ve ona erişmede ruhun metafizik evrenlere yapmış olduğu bir ruh ve gönül serüveni olduğunu ortaya koyarlar.

Kitabı okumaya başlayacaklar için Ebu’-Kâsım Ârif’in yaptığı ‘kemerleri bağlama’ ikazıyla yazımı bitirmek isterim: "A ulu ve güçlü Tanrı'ya yücelmek isteyen yolcular! Şunu iyi bilin ki; Bayezîd'in gaflet dolu yüreklerin anlayamayacağı, bilgisiz halk kesimlerinin dayanamayacağı olağanüstü halleri, makamları, Tanrıyla öyle özel sırları vardır ki; eğer bunlardan âşıkların haberleri olursa şaşırıp kalırlar."

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Buluşmaların en kalbî olanı kalemdir

Kalem, bir nesne olarak birçok okuryazarın tutkusundan hatta bazılarının bağımlılıklarından biridir. Bilerek okuryazar dedim çünkü yazma eylemini gerçekleştirmeyen iyi okurlar için de kâğıtlara alınacak basit notların, alışveriş listelerinin bile önemi büyük. Hâl böyle olunca bu işlemi gerçekleştirecek nesne olarak kalem de çok önem kazanıyor. Tabii yüzlerce çeşidi olan bir nesneden bahsediyorum. Bu durumda insanın aklına “hangi kalem?” sorusu da geliyor. Kendimden yola çıkarak şunu söyleyebilirim: Benim için kalem dolma kalemdir. (Bu kelimeyi her ne kadar birleşik yazmak istesem de TDK’ye uymak istiyorum) Ama sadece dolma kalem değil bir de kitaplara not alabilmek için kurşun kalem benim önceliğimdir. Versatil denilen, 0.5, 0.7 gibi uçlarla kullanılan kalemler değil de kalemtıraşla açılan klasik kurşun kalemden bahsediyorum. Evet, bu iki kalemin de teferruatı, işinin hatta ‘pisliğinin’ fazla olduğunu kabul ediyorum ancak bu iki kalem, kalem tutkunlarına uğraştan ziyade keyif veriyor. Hele ki dolma kalem.

Kabul edelim ki dolma kalem günümüz Türkiye’sinde bir lüks oldu artık. Üstelik altınlı pırlantalı özel seri kalemler değil, normal plastikten yapılan dolma kalemler bile oldukça yüksek fiyatlara satılıyor. Ama ben iyi bir okur ve yazarın en azından bir tane dolma kalem sahibi olması gerektiğini düşünüyorum. (Bunu karşılayacak bazı markaların daha ekonomik kalemleri var) Tabii bu ilk dolma kalemden sonra durabilir misiniz orası ayrı bir durum. Ya çok sever ya da hiç sevmezsiniz dolma kalemi. Benim deneme amaçlı aldığım bir Parker’dan sonra dolma kalem tutkum maalesef(?) katlanarak devam etti ve ediyor. Bu satırları da bir Waterman Carene ile yazıyorum mesela. Üzgünüm ki kalem ve özellikle dolma kalem tutkusunun sonu yok. Tükenmez, keçeli vb. kalemleri pek dikkate almıyorum açıkçası. Bazı durumlarda kullanmıyor değilim ama sadece bazı durumlarda.

Kalem tutkunları, kalemle ilgili en ufak şeyleri bile okumak ister. Ki bu hele bir kitapsa. Üstelik tanınan bilinen yazarların kalemle ilişkilerini konu edinen bir kitap tadından yenmeyecek bir okuma sunar kalem tutkunlarına. Ben bu durumu Feridun Andaç’ın hazırladığı ve Varlık Yayınları’ndan 2014’te neşredilen Kalem Kitabı ile yaşadım. Ama bu kitap sadece bir baskı yaptı ve şu an piyasada yok. Aylar süren aramalarımın sonunda bir sahafta buldum ve aldım. Uzun süredir de başka çıkmıyor. Kalem tutkunlarına hitaben diyorum ki bu kitabı bulursanız üçe beşe bakmadan mutlaka alın. Beklentilerinizi yüzde yetmiş yüzde seksen karşılayacaktır.

Feridun Andaç genel bir giriş yazıyla bize kitabın amacını, kitapla ilgili yapmak istediklerini, yaptıklarını ve yapamadıklarını anlatıyor. Ayrıca kısa bir kalem tarihi de çiziyor önümüze. Sonra da 1923 doğumlu Hıfzı Topuz’la başlayıp 1974 doğumlu Faruk Duman’la biten ve arada birçok yazarın kalem hakkında yazdığı metinleri okuyoruz. Hemen yeri gelmişken söyleyeyim, kitapla, daha doğrusu kitapla değil ama bu 45 yazarla ilgili ilk hayal kırıklığım, kalem denince aklına dolma kalem gelen biri olarak çoğu yazarın dolma kaleme pek yüz sürmemesi, büyük çoğunluğun yazılarını eşantiyon/basit kalemlerle yazması hatta bazılarının nesne olarak kalemi sevmemesi. Edebiyatta yazılan şeyin niteliğinin ön planda olduğunu herkes gibi ben de kabul ediyorum ama kalem konusundaki estetik duygum çok şükür ki tükenmez kalemi dolma kaleme tercih edecek kadar körelmedi. Ama şu sevindirici; çoğu yazarın kurşun kalemle ünsiyeti devam ediyor. Sait Faik etkisi olabilir mi?

Ben, bir kalem müptelası olarak, bu kitapta yazarların metinlerini nasıl yazdığından ziyade kalemi bir nesne olarak algılayıp onunla ilişkisini anlatan hikâyeler görmek isterdim. İlk kalemin hikâyesi, yazarın neden kurşun kalem ya da dolma kalem seçtiği, kalemle ilgili yaşadıkları zorluklar, bir kalemin peşinden koşup onu elde etmesiyle ilgili hikâyeler vb. Kitapta bu yazdıklarımı tam olarak içeren birkaç yazı var. Büyük çoğunluk da yine buna benzer şeyler yazmaya çalışmış ancak bazı yazarlar neredeyse kalemi telaffuz etmeden, işi soyutlaştırarak ve bağlamından kopararak yazısını ‘yazma eylemi’ üzerine bir denemeye çevirmiş. Bazı yazarlar da kalemin hissettirdiklerini yazmış. (Örneğin Haydar Ergülen) Bu kitapta bunlar çok olmamalıydı bence. Mesela Yiğit Bener’in yazısı da kalemden çok bilgisayarla ilgili. ‘Bilgisayara Övgü’ gibi bir duruma dönüşmüş yazı. Hatice Meryem’in yazısı ise kaleme tam tersi bir bakışla yazılmış. Yazar neredeyse kalemden nefret ediyor. Kalem işte, der gibi. Elbette herkes kalem sevmeyebilir ancak bu tür yazıların, adına Kalem Kitabı denen bir kitapta yeri olmamalıydı. Çünkü biz ‘kalemseverler’ kalem hakkında konuşmayı ve okumayı severiz. Bir bilgisayar övgüsü okuyacak olsak tonla teknoloji dergisi var, onları okurduk. (Bazı yazarlar ise –aslında bir ya da iki tane- kalemden yazma eylemine geçip oradan politik mesaj vermeye çalışmış, bu mesaj verme kaygısı kitabın ruhuna hiç uygun değil açıkçası. Şu basit politik görüşler bir yere de girmeseydi iyiydi) Bu minvalde bakınca Mehmet Zaman Saçlıoğlu’nun yazısı kitaba en uygun yazılardan biri. Saçlıoğlu kalemle ilgili hem kişisel tecrübesini aktarmış hem dili çok başarılı kullanmış hem de anlatımında samimi bir yol tercih etmiş. Bir de diğer yazarların çok az yaptığı bir şekilde, marka ismi de vererek yazısını somutlaştırmış. Bir kalem bağımlısı Doğan Hızlan’ın da yazısı en güzel yazılardan. Bir dolma kalem tutkunu olarak Hızlan’ın tükenmez kalem yorumuna katılıyorum ayrıca. Günlük not almak dolma kalemle gerçekten zor. Bu yüzden de tükenmez kalemler de önemli bir yarar sağlıyor aslında. (Sadece pragmatik açıdan bakıyorum tükenmez kaleme)

Nilüfer Kuyaş, yazısında “Kâğıtla kalemin hayatı kolaylaştırmakla ilgisi yok. Hayatı anlamlı kılmakla ilgisi var. Eli kalem tutmuş herkes bilir bunu” diyor. Bilgisayarla yazmadığı için “paran mı yok?” şeklinde hafif bir alayla eleştirilen Enver Ercan ise elindeki dolma kalemi gösterip “bu en az iki bilgisayar eder” diyor. Gördüğü her teknolojiye balıklama atlayıp kalem kullananları ‘romantik’, ‘nostaljik’, ‘bu çağda ne gerek var’ gibi ithamlarla küçümsemeye çalışanlara dolma kalem fiyatlarını gösteriyorum. Gözlerinin açılmasını izlemek çok keyifli. Üstelik Kuyaş’ın dediği gibi, bu bir anlamlandırma meselesi. Ayrıca evet, bizim zevklerimiz eşantiyon kalemle veya bilgisayarla yazanlar nezdinde makul bir zemine oturmak zorunda da değil.

Yukarıdaki birkaç eleştirim dışında da eksikler var kitapta ancak Feridun Andaç bunların bazılarına giriş yazısında cevap vermiş ve bazı şeyleri tam olarak yapamadığını söylemiş. O yüzden bunları es geçiyorum.

Kalem tutkusu baş edilmesi zor bir tutku, her tutku gibi. Doğan Hızlan’ın binlerce kalemi olduğu söylenir. Hatta yurt dışından arkadaşlarına hediye kalem getirir ve onları bile vermeye kıyamaz. Bu böyledir. Bazen en sevdiğimiz kalemi sadece elimizde tutmak bile insana güven ve mutluluk verir. Artık bunun ruhsal yönünü psikoterapistler, psikolojik danışmanlar araştırsın. Ben güzel iki kitap önerisiyle yazıyı sonlandırayım. Bol kalemli, özellikle dolma kalemli günler dilerim.

Altıncı Parmak, Muhittin Şimşek
Dolma Kalem ve Ötesi, Gökçe Ünar


Mehmet Akif Öztürk

29 Nisan 2024 Pazartesi

İçimizdeki eril ve dişil parçaları uzlaştırma yolları

"Eğer kişi kendi içinde karşıcinsi yaşıyorsa kendi arka planında yaşıyordur ve kişinin gerçek bireyselliği acı çekmektedir. Bir erkek, erkek olarak yaşamalıdır, bir kadın da kadın olarak. Her iki cinsiyetteki karşıcins unsur, bilinçdışına tehlikeli bir şekilde yakındır."
- Carl Gustav Jung (Feminen)

Son zamanlarda katıldığım en güzel eğitimlerden biri, Dücane Cündioğlu'nun "Bilinçdışı’nın Öyküsü: Freud-Adler-Jung" başlıklı sekiz derslik programıydı. Bu programda en büyük kazanım belki de önyargıyla ya da yüksek hassasiyetle yaklaştığımız konuların, mesela; Freud'un dünya kültürüne katkısı, egonun etkinliğinde dinin ve sanatın konumlanması, Adler'in ve Fromm'un fikirlerinin günümüzdeki etkinliği, şifacılığın kökenleriyle günümüzdeki durumu arasındaki ilişki... Uzun zamandır vakit buldukça özel olarak ilgilendiğim bu tip meselelerde Freud, Jung, Adler, Fromm gibi isimlerin önemli bir yeri var elbette. Ama Jung, diğerlerinden daha başka bir yerde. Ona "yaralı şifacı" denmesinin sebebini irdelemeyi hep çok sevmişimdir. Hakkında yazılanları okumuş, bugün onun fikirlerine ve bakış açısına olan ihtiyacın hakikatini didiklemeyi önemsemişimdir. Es geçmek gibi olmasın, Adler'in de günümüze çok şey söylediğini düşünenlerdenim. İnsanın kendindeki o aşağılık psikolojisini aşması, daha otantik bir şahsiyete ve hatta yaşantıya kavuşması için toplumsallığı çok değerli buluyorum. Elbette ölçüyü ve şimdiki insanın tehlikelerini unutmadan. Söz buraya gelmişken, insanın hem kendisiyle hem de başkalarıyla olan ilişkisinde Sâmiha Ayverdi'nin bir sözünün pürüzsüz bir yol haritası olduğunu düşünüyorum. Yük alayım derken yük olmamak, kendimizi harcamamak, mesafeyi bilmek için. Söz şöyle: "Dert vardır el sürülmezse iyileşir; dert vardır bıçak vurulursa şifâlanır."

Kendi derdimizi bilmek için pek çok alandan yararlanıyoruz, yararlanmak zorundayız. Psikoloji bunun için bizlere devamlı göz kırpıyor. Edebiyat belki de en şaşalı ve vazgeçilmez yerde duruyor. Kimimiz bunların yanına pek çok sanatı (müzik, resim, mimari vb.) ya da felsefe, tasavvuf gibi derinliği kelimelere sığmaz alanları da ekliyoruz. Motora hararet yaptırmadan yol almak en makulü. Bunun için hafif hafif ilerlemek, benimsemek, özümsemek, tecrübelenmek ve tüm bunlardan başka insanların yararlanmasını sağlamak da diğer başka iyileşme biçimleri. Uzun zamandır Jungiyen Psikoloji de dünyada olduğu gibi ülkemizde de ilgi görüyor. Bu konu üzerine bilhassa batıda yazılmış kitaplar biraz geç de olsa dilimize kazandırılıyor. Geç olsun güç olmasın diyerek Özgür Ertana'yı gönülden tebrik etmemiz gerekiyor. 2022'de Gölgeyle Buluşma'yı, 2023'te Jungiyen Rüya Analizi'ni, 2024'te ise Jungiyen psikolojiye göre kadın ve erkekte erilliği anlatan Yaralı Damat'ı tercüme etti. Yaralı Damat, 1928-2018 yılları arasında yaşamış Jungiyen analist, mitopoetik yazar, şair ve aktivist Marion Woodman'in çalışması. Woodman'in batıda pek çok kitabı ilgi gördü. Ülkemizde ise daha önce Mükemmellik Tutkusu adlı çalışması yayımlanmıştı. Özellikle anima ve animus kavramlarına yoğunlaşan yazar, Jung'un ekolünde önemli bir tutan arketiplerle rüyaları, edebi metinler eşliğinde anlatıyor. Bu okuyucu için çok keyifli olsa da önemli bir temel gerektiriyor. Sadece meraklı bir okur olarak, Yaralı Damat'tan önce Jung'un Maskülen ve Feminen adlı kitaplarının okunmasının, yolculuğu daha da anlamlı ve keyifli hâle getireceğini düşünüyorum.

"Yeni çağın olgun erkek ve kadınları, karşıtların çekiminden ziyade ortak insanlıklarıyla bir araya gelecekler" diyor Woodman. Bu bir araya geliş sürecinde öğrenmemiz gereken pek çok şey bizi bekliyor: Ortak insanlık, cinsel çekimi etkisiz hale getirmiyor. Kadınlarda bulunan yerinde bir erillik, güçlü erkeği cezbedebiliyor. Erkekte bulunan yerinde bir dişillik, güçlü kadınları cezbedebiliyor. Her iki cinsin bedenindeki farklı enerjiler, ruh dünyasında da uyumu yakalayabilmek için mutlaka ve mutlaka geçilmesi gereken bir köprü. Bu köprüden geçilince zannedilmesin ki beden önemini yitiriyor. Kendimizi yeterince tanımadan birbirimizi tanımak ne kadar mümkün değilse, bedenimizle uyum yakalamadıkça bir başkasıyla ruhsal uyum yakalamak da o kadar mümkün değil. Bu çabalar gösterilmediği sürece köklerimize yerleşmiş yerleşik ebeveyn figürleriyle oyalanmaya, onları sürdürmeye ve hatta taklit etmeye devam ediyoruz. 

Marion Woodman, "İnsan ilişkilerinin trajedilerinden biri de bir partnerin diğerinin ruhsal sürecine çoğu zaman saygı göstermemesidir." sözüyle günümüzün en yakıcı ilişki gerçeğine işaret etmiş. Geçenlerde X'te "Namazını kılmayan birinden olur mu konusuna 5 kişi kafa patlattık çok sıkıntılı bi konu siz ne düşünüyorsunuz" şeklinde bir tweet'le karşılaştım. Şu cevabı yazmıştım: İlişkilerde kesinlik yoktur, dinamikler vardır. Sürekli değişir. Belli bir anlam dairesinde uyum yakalamak elbette güzeldir, önemlidir. Saygı esastır, gerisi muammadır. Kaide basit ve bellidir: "Her günah içki gibi sarhoş etseydi, hiçbirimiz ayık gezemezdik.".

Yaralı Damat, geçmişin travmatik anılarını ve aydınlanmalarını birer birer sayfalarına taşırken, hem analist koltuğunda oturanlar hem de meraklılar için çıkış yolları sunmaya da özen gösteriyor. Bu yollar kişiden kişiye değişecektir hiç şüphesiz. Her ilaç herkese aynı dozda verilmediği gibi, insanların ilaç tercih edip etmeyecekleri de bir muamma. Kimileri analizden kaçabilecekleri gibi, kimilerinin sahiden de başka bir güzergah tercih etmesi olağan. "Pek çok sanatçı analizden korkar çünkü analitik süreçte ıstıraplarının kaynağı olan sorunları çözdükten sonra hiçbir şey yaratamayacaklarına inanırlar. Baş edilemeyecek kadar acı veren her şey, kendini ifade etmek için daha az acı veren bir kanal bulur. Bir sanatçı için bu müzik, resim, oyunculuk veya başka herhangi bir yaratıcı ifadedir" diyor Woodman. Mesela Edvard Munch'ün Çığlık tablosuna bakınca, yaşadığı çılgın baş ağrılarını görmemek mümkün değil. Louis Wain, kansere yakalanan eşini biraz olsun güldürmek için unutulmaz kedi resimleri yapmıştır. Francisco Goya kendini hapsettiği dünyasında bize muhteşem gölge resimleri bırakmıştır "bak bana, gör kendini" dercesine...

Yakın çevremizde sık karşılaşırız. Ne yapacağına bir türlü karar veremeyen insanlar vardır. Spora giderler, konser kaçırmazlar, derneklere yazılırlar, kamplara koşarlar. Asla içe dönüp kendileriyle kalmak ve "Ben ne yapıyorum? Ne istiyorum?" diye sormak istemedikleri için oradan oraya savrulurlar. Netice: anlam ve üretimden uzak, sermayeyi tüketmeye dayalı bir ömür. Bir yerde elbette patlak veriyor bu tip yaşamlar. Jungcu psikanalist James Hollis'in "Yaşamın ikinci yarısı" dediği yer burası. "Doğal olarak içine bakmaktan yoksun bir insan, yansımadan oluşan bir dünyada yaşamaya mahkumdur ve şaşılmaması gerekir ki kendi fantezisinin ve en kötü korkularının yansımasını bulacaktır." diyor Hollis. Tam burada, son zamanlarda yorumlarını ilgiyle takip ettiğim psikolog Şule Öncü'nün yazdıklarını aktarmak isterim: "Neden 40’ından sonra iş de yetmiyor tatil de, çocuk da yetmiyor ilişki de, eğlence de kesmiyor aylaklık da? Mesele değişiyor çünkü. 20-40 yaş arasında merkezi meseleler; tutunmak, ait olmak, yakın ilişki kurmak. 40’ından sonra ise yaratmak ve üretmek merkezi meselen olur. Sevdiğin, yaşam tarzı haline getirebildiğin bir işin yoksa, huzursuz eden bir boşluk duygusu iter arkandan. İçinde “Bir şeyler yap! Sana özgü bir şeyler yap!” diyen ses rüzgârın olur. Doğru yelken açabilirsen yaratıcılığa, üretkenliğe ve yaşam tatminine doğru yol alırsın. Açamazsan canlılığını yitirmiş bir durağanlığa, tembel, hevessiz, acılaşmış bir tatminsizliğe sürüklenirsin."

Marion Woodman, yaşadığımız dünyadaki ruh parçalanmalarını mitolojiden rüya analizlerine, edebiyattan şahsi hikâyelere kadar pek çok alandan yararlanarak çözümlüyor. Birbirini örseleyen ilişkilerin insanları nasıl bir çıkmaza soktuğunu anlatırken, gerçeklerden asla kopmuyor: "Kadife kaplı zincirler içinde uyuyoruz. Hür olma özgürlüğümüz var ama korkağız ve uçmaktan korkuyoruz. Hapishanelerimizden koşarak çıkmak yerine, alkol, uyuşturucu ya da kendi felç türümüze uyan başka bir zehir kullanıyoruz. Ruhlarımıza tecavüz ediyoruz. Hayal gücümüzü öldürüyoruz. Sonra da 'bu konuda yapabileceğim hiçbir şey yok' diyerek geri çekiliyoruz." sözleri, her şeyin sonu gibi görünse de aslında başı. Bir çıkış yolu bulabilmek için Jungiyen psikoloji bize göz kırpıyor. Özgür Ertana'nın son derece akıcı ve özenli tercümesiyle artık elimizde bulunan Yaralı Damat, içimizdeki eril ve dişil parçaların yerine oturması için sıra dışı bir 'iç çalışma' kitabı...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

27 Nisan 2024 Cumartesi

Parazit ve alışveriş: İnsan

Tilki bir gece açlıktan kıvranarak dolanmakta, yiyecek bir şeyler aramaktadır. Bir kuyunun başına gelir, eğilir bakar. Ayın yansımasını görür ve onu peynir zanneder. Kuyuya atlar, peynir kaybolur, içeride kalır. Aptal konumundadır. Kurtuluş yolları arar, bekler. Ölmek üzeredir. O sırada bir kurt görür, kurt da kuyudan bakmaktadır, ayın yansımasını görmektedir. Tilki kurda seslenir. Gel der, peynir çok güzel, ben birazını yedim, gerisini de sen ye. Kurt bir çıkrık aracılığıyla iner kuyuya, tilki hemen çıkrığa atlar, çıkar, kurtulur kuyudan. Şimdi kuyuda ölümü bekleme sırası kurttadır. Aptal olan kurttur. Ama neye göre? Önceki aşamada aptal olan tilkiyken, şimdi tilki kurnaz olandır. Nesne aldatmıştır, her halükarda uzakta kalmıştır. Kimseye yar olmamıştır, nesnenin arzusu kurban gerektirmiştir ama.

Bir alışveriştir bu. Kuyu ve sarkaç, iki uçta tilki ile kurt, kurban olarak sırayla çıkarlar sahneye, bir kurnazlık bir aptallık, sırayla kurban olurlar. Peynir, yanılgıdır. Ay, arzulanan nesne olarak erişilemeyendir. Bir yanılgının peşinde bir ömür harcanacaktır.

Zaman değişir, devir değişir, insan nüfusu ve insanların yaşama bakışı değişir, aletler değişir, imkânlar değişir, ideolojiler değişir. Ama insanlık değişmez. İnsanın kavgası, arzusu değişmez. Hikaye hep aynıdır, değişen görüntüdür. Hikaye farklı formlarla devam eder, giriş gelişme sonuç hep aynıdır.

Bir tarafta parazitler vardır. Yiyenler, kurbanların üstünden beslenenler. Fakat sarkaç aynı şekilde oradadır. Parazitler ile kurbanlar da daima yer değiştirir. Buna tarih denir. Bu yer değiştirme üzerinden parazitler ile kurbanların hikayesine tarih adı verilir. İnsanoğlu aynı kuyuya düşüp durmaktadır her zaman. Arzulanan nesne ise erişilemezliğini korumaktadır.

Terazi salınımını sürdürür. Terazinin bir kefesinde parazitler yer alır, öbür kefesinde kurbanlar. Savaşlar, kavgalar, katliamlar, hileler, silahlar ortada olan, görünen ama sonu yanılgı olan nesnelerdir. İktidarların, darbelerin, sözcüklerin, yaraların, ölümlerin alışverişi ebedidir. Bir oyundur insanlığın yaşamı, fark şu ki kaybeden gerçekten kaybediyordur, nesne bir oyun gibi yalandan olsa da.

Oyun bizi temsile götürür. Tilki de temsildir kurt da ay da peynir de. İki canlı ile iki nesnenin temsili, gerçeğin temsilidir. Kurban ile parazitin temsili. Masalın hangisi olduğu önemsizdir. Aslan da parazittir, emri altındaki hayvanların etinden, canından, kanından, emeğinden beslenir ve hayatını sürdürür. Bütün temsiller, insanoğlunun acıyla ve hissederek yaşadığı oyunu sergiler. Tuzağa düşen karga, yüzlerce yıldır erişilemeyecek nesnenin peşinde canından olan insanoğlu değil de nedir?

Michel Serres, Parazit’te insanoğlunun kadim ve makus talihini masallar üzerinden inceliyor. Kendine has tarzı, üslubu ile Parazit yeri bir daha doldurulamayacak, muadili olamayacak bir eser. Dünya sahnesinde sergilenen tiyatronun aynılığı, keskinliği, zarifliği ve zayıflığı, barındırdığı acziyet ve gaddarlık; masallar üzerinden okuyucunun önüne seriliyor.

Karşılıklı sallanan tahterevalli. Bir biri yukarıda bir biri. Bugün yukarıda, yarın aşağıda. Aslan bugün hayvanların etiyle beslenen bir parazit, yarın ise hayvanlar onu indirmiş, gücünü kaybetmiş, dün beslendiği kurbanların da aşağısında. Bugün ev sahibi, yarın evden atılmış. Bugün iten, yarın itilen. Parazit kim, kurban kim?

Yaşanırken yüzlerce yıl uzun bir zaman dilimi fakat yaşandıktan sonra tarih biliminin birkaç sayfasına özetlenebilir. Orada okuru tahterevalli bekler. Krallar ve halklar. Ezenler ve ezilenler. Parazitler ve kurbanlar. Her sayfada değişen figürler. İki konum, konumun ziyaretçileri sürekli değişkenlik gösteriyor. Küçük gruplar haşeredir bugün, yarın ise etkin bir konumdadır. İnsanlığın hikayesini anlayamadan, bireysel olarak bir insanı da anlayamaz kimse. İnsan ise bireysel anlamda da kendi içinde bir parazit taşır. Kurban da içindedir. Kendini yiyip tüketir. Birey ne yaşıyorsa, toplum da onu yaşıyordur. Toplum ne yaşıyorsa, birey de onu yaşıyordur. Aynı cümle mi? Değil. Madalyonun iki yüzü sadece. Hiçbir zaman, hiçbir tekrar aynı değildir. Yaşam, alışveriş ediminden ibarettir.

Yasin Taçar
twitter.com/muharrirbey_

26 Nisan 2024 Cuma

Napolyon'un peşinde bir Osmanlı: Vahid Efendi

Napolyon’un Osmanlı ile ilişkileri sonraki politikaları da etkilediğinden hep merak edilmiştir. Seyyid Mehmed Emin Vahid Efendi’nin Fransa Sefaretnamesi bu konuya farklı bir açıdan perde aralıyor. Erol Çağlar tarafından kaleme alınan ve Telemak Kitap tarafından yayımlanan kitap, okuyucuyu 1808’de Napolyon’a elçi olarak gönderilen Mehmed Vahid Efendi’nin Avrupa seyahatine davet ediyor.

Kitapta özgün diliyle tamamına yer verilen Fransa Sefaretnamesi’nde Vahid Efendi, Napolyon ile yaptığı iki diplomatik görüşmeyi merkeze alıyor. Ayrıca İstanbul’dan Paris’e kadar geçtiği güzergahlar üzerindeki şehirlerin coğrafi ve demografik özelliklerini, geçim kaynaklarını, şehir halkının geleneklerini, eğlencelerini, kültürlerini, dini inançlarını ve sosyal yaşantıları ilk defa görmenin heyecanıyla okuyucuya aktarıyor. Gittiği şehirlerin -vakti el verdiği ölçüde- hemen her yerini gezip görmüştür. Seyahati esnasında kendisini en çok etkileyen Avrupa şehrinin Viyana olduğunu, özellikle Viyana’daki otopsi salonunda (günümüzde Viyana Tıp Üniversitesi bünyesindeki Tıp Tarihi Müzesi) gördüğü kadavralar karşısında hayretini sefaretnamede ifade etmektedir.

Seyyid Mehmed Emin Vahid Efendi, Defter eminliği makamında iken Nişancılık payesiyle murahhas elçi olarak III. Selim tarafından Napolyon Bonaparte nezdine Fransa’ya gönderilir. Vahid Efendi’nin görevi o esnada Osmanlı Devleti’nin savaş halinde bulunduğu Rusya’ya karşı Fransa’yı müttefik olarak yanına çekerek Rusya ile yapılması muhtemel olan barışta Osmanlı’nın çıkarları için Fransa’nın desteğini sağlamaktı.

7 Ocak 1807’de Fransa İmparatoru Napolyon’a verilecek hediyelerle birlikte Edirne’den yola çıkan Vahid Efendi sırasıyla Vidin, Temeşvar, Budapeşte, Viyana, Krakov’u geçerek Varşova’ya vardığında Napolyon’un ordusunu teftişe çıkmış olduğunu öğrenir. Varşova’da geçirdiği iki ayın ardından maiyetiyle birlikte Finkenstein Sarayı’na gelir ve tercüman vasıtasıyla Napolyon ile görüşür. Görüşmede Vahid Efendi, Osmanlı Devleti ile Fransa arasında dostluktan bahseder. Bu dostluğu daha da pekiştirmek için amacıyla görevlendirildiğini söyleyerek Sultan III. Selim’in fermanını İmparator’a verir. Varşova’ya dönen Vahid Efendi, Napolyon ile yaptığı görüşmeyle Osmanlı’nın girişeceği herhangi bir savaşta Fransa’nın destek olmayacağı intibaı taşıdığını bu sebeple İstanbul’a geri çağrılmasını beklemektedir. Bu esnada İstanbul’da III. Selim’in hal edilerek yerine IV. Mustafa’nın tahta çıktığı haberini alır. Vahid Efendi bu defa IV. Mustafa’nın Napolyon’a yazdığı fermanı iletmekle görevlendirilir. Eylül 1807’de Paris’e gelen Vahid Efendi yaklaşık bir ay sonra Napolyon ile bir kez daha görüşür. Paris’te Napolyon ve Başbakan Champagny ile gerçekleşen görüşmelerin ardından 20 Ekim 1807’de İstanbul’a geri dönmek üzere yola çıkar.

Osmanlı Devleti’nin Fransa elçisi Abdullah Muhib Efendi ve beraberinde murahhas sıfatıyla Paris’te bulunan Vahid Efendi’nin çabalarına rağmen Napolyon, elçileri oyalayarak Osmanlı ile ittifak anlaşması yapmamıştır. Bununla beraber Rusya ile Tilsit ve Erfurt anlaşmalarını imzalamıştır. Tilsit ve Erfurt anlaşmalarıyla gerçekleşen Fransız-Rus ittifakı İngiltere tarafından hoş karşılanmamıştır. Osmanlı Devleti de Fransa’nın ikiyüzlü politikasından rahatsızlık duymaktadır. Bu sebeple Osmanlı Devleti, İngiltere’nin Fransa ve Rusya aleyhine kendisiyle yapmak istediği ittifak girişimine olumlu yaklaşır. Eylül 1808’de Vahid Efendi, İngiltere ile yapılacak mükalemeye memur edilir. Osmanlı Devleti ve İngiltere arasında yapılan görüşmeler neticesinde 1809 yılı başında Kal’a-i Sultaniye Antlaşması imzalanır.

Fransa’daki diplomatik görevinin ardından Vahid Efendi, vefatına kadar çeşitli memuriyetlere getirildi. Kimi zaman sürgün ve azil hadisesi de vuku buldu. Son olarak vezaret rütbesiyle Bosna valiliğine atandı. Bosna’ya hareketinden önce 14 Ağustos 1828’de Çanakkale’de vefat etti. Kabri Geyikli köyünde camiinin avlusundadır.

Fransa Sefaretnamesi’nde diplomatik ve siyasi fikirlerini ortaya koyan Vahid Efendi, ikiyüzlü politikalarından ötürü Fransızlara pek güvenmediği açıkça belirtmekte, Fransa İmparatoru’nun siyasi amaçlarını gerçekleştirebilmek için her yola başvurduğunu kaydetmektedir. Napolyon’un Fransa’nın sınırlarını genişletmek arzusunu taşıdığından iyi asker yetiştirme hususunda itinalı olduğunu bu nedenle kendine çok güvendiği ve her an savaşa hazır olduğunu vurgulamaktadır. Vahid Efendi, Napolyon’un dış görünüşü ve kıyafeti hakkında ise onun çok şık ve gösterişli elbiselerden hoşlanmadığını çoğu zaman asker üniforması ile dolaştığı söylemektedir.

Vahid Efendi, sefaretnamesinde son kısmında ise yabancı ülkelere gönderilecek elçilerin vasıflarını anlatmakta ve elçinin elçilik kurallarına riayet etmesinin önemini vurgulamaktadır. İstanbul ve Ankara’da çeşitli kütüphanelerde yazma nüshası bulunan Fransa Sefaretnamesi, 1843’te Paris’te ve 1866’da İstanbul’da kitap olarak neşredildi. Erol Çağlar ise kitabında Atatürk Kitaplığı Muallim Cevdet koleksiyonunda bulunan istinsah edilmiş yazma nüshayı esas alıyor. Vahid Efendi’nin Fransa Sefaretnamesi’nin yanı sıra Tarihçe-i Vaka-i Sakız, Minhacü’r-Rumât ve Mirkat-i Münacat isimli eserleri de bulunmaktadır.

Osmanlı Devleti’nin en buhranlı günlerinde elçilik görevi ile Fransa’ya gönderilen ve burada çeşitli temaslarda bulunan Vahid Efendi bu görevde kesin bir sonuca ulaşamamış olsa da Avrupa politik arenasını tanıma fırsatı bulmuştur. Edindiği diplomatik tecrübeyi 1809’da İngiltere ile yapılan Kal’a-i Sultaniye Antlaşması’nda kullanmıştır. Vahid Efendi’nin hayatı, Fransa elçiliği ve kaleme aldığı sefaretnameyi merkeze alan kitap bir Osmanlı diplomatının Avrupa’ya bakışını ve gözlemlerini okuyucuya sunuyor.

Rüveyda Okumuş
twitter.com/ruveyda_okumus