2 Şubat 2024 Cuma

Eksiklerinizi şiirle tamamlayın

Serap Kadıoğlu’nun ilk kitabı Eylül Biraz, 2018 yılında çıkmış ve iyi kanaat ve düşüncelerimi dile getirmiştim. İlk kitaplarla ilgili yazmak hiç kolay değil, zira ikincisini ve beklemek gerekir. Yine de kumaşın bir parçasından elbisenin bütünü ile ilgili karar vermek ya da fikir yürütmek değerlendirme yapacak kişinin elini kuvvetlendirmektedir. 

Bunu ilk kitapta da söylemiştim şimdi de söylüyorum: Serap Kadıoğlu yeni durum, olay, olgu ve kelimelerle tanıştıkça şiirini geliştirip renklendirebilen bir şair. Kadıoğlu’nun altı sene sonra çıkan yeni kitabı Eksik Gamze'yi henüz matbaaya gitmeden okuyabilmiş biri olarak söyleyecek olursam, Serap Kadıoğlu okuyucusuna eksik olanın da gizemi olduğu duygusunu bir gamze metaforuyla aktarabilmiştir. Edebiyat metinleri metinde yer alan kadar yer almayanın da incelikli bileşimiyle oluşur. Gamzenin olması gerektiği yerde olabilmesi için olmaması gereken yerlerden çekilmesi yüzü ve bakışı sempatiye yakınlaştırır.

Eksik Gamze kitabı sırasıyla “Sehl-i Mümteni Yaşayanlar İçin”, “Sevmeye Besmele’den Başlayanlar İçin” ve “Valizini Açmadan Gitmek İsteyenler İçin” olmak üzere üç bölümden oluşuyor. Madem öyle, kitabın ismine uyalım ve kitabın şiir yüzündeki gamzeleri yoklama yapan öğretmen edasıyla saymaya başlayalım. Kitapla aynı adlı şiirde bakın şairimiz ne söylüyor:

“güzelleşir neyse ki yıllar sonra
öldürür sandığımız nice kahır
yâdımızda kalan kreşendo sevda
yanağımızda eksik bir gamze gibi ağır
gönlümüz yazdadır ama şiir kış biraz
bazı şeyler şiir olsun diye yarım kalır.”

Kreşendo bir müzik eserinde seslerin daha da ve güçlenerek artacağını, güçleneceğini belirten harekete verilen ad. Eksik ve yarım kalış dünyanın asli karakteridir. Dünya yeryüzünün en anlayışlı varlığı olan insanla bile eksik ve yarım konuşur. Aslında bu nakisadan bir güzellik devşirmiştir şair. Yüzde her yön ve her taraf gamze olsaydı nasıl yüzün bütünlüğü bozulursa kusursuzlukla inşa edilen güzellikten de sanat heyecanı neşet etmez.

Şu dizelerde de eksikliğin tablosunu çizdiği dünyaya işaret var:

anlar mıyım neden/ yıllar sonra/ babasız büyüyen kızlar/ en çok oğullarına aşık olurlar"

Ya şu dizelerdeki eksikliği artırılmış imgesel dünyaya ne demeli?

yüreğimde çağlayanlar sana akarken/ kâbus olsa dilerdim lâl olduğum kuyu/ anlatsam suya geçermiş gibi

Kuyu” ve “lal” kelimeleri derinlemesine ifadeyi çoğaltıp derinleştiren verili dilin kıskacından okyanusa açılan dilsizliğe işaret olsa gerektir. Sözün acıkışı kuyunun derinliğince sessizliğe yaklaşır. Şair dili çağlayan değil kuyudur. Aynı duyuş biçimini şairin şu dizelerinde de görmek mümkün:

şimdi/ güz kurusu geceler kaldı sabahlara/ avaz avaz susmayı öğendik.

Susmanın dili kelimeler ötesi eksiklikten kendini anlamlandırma imkânı bulur. İnsan tek başına yola çıktığında eksikliğin duyuşsak zenginliğini keşfeder:

yürümek yetmiyormuş sevince/ yol olmalı insan gidince

Yürüyenle yürünen birleşince eksiklik tamam olur ve tahayyül sınırlarına dayanır insan. İnsanın yol olması ancak yoldan çıkmakla mümkün olabilir. Kuşkusuz bu yolun sırtından inmekle başarılabilecek bir şeydir.

Bu arada, yürürken dilime takılan dizeleri de anmadan geçmeyeyim:

dağılmasın sesinle içimde büyüyen nar

her kapının ardında yarım kalmış hikayeler

kederine sustukça kadere iman gibi” 

çevgânda düşen ata benzer hayat” 

yuvasını ararken göğe çarpan bir kuştum

hangi suya vardıysan vahada bir seraptı

sanki tenha yüzünün denize kıyısı var” 

Dünya o bizim yaşamak için arkasından koştuğumuz güzelliğinden firar edeli yıllar oldu. Aslında peşinden koştuğumuz dünya kısa süreliğine bir kenara bıraktığımız göğü dönünce yerinde bulamadığımız boşluğun adıdır. Serap Kadıoğlu bunu bütün kitabın sözcü şiiri sayılabilecek bir şiirle, “eksik gök” ile hülasa ediyor. Eksiklerinizi şiirle tamamlayın diyor. Haydi öyleyse akşama kalmadan yola çıkalım. Bize tahsis edilen günün kullanım süresi dolabilir.

Hüseyin Akın
twitter.com/huseyinakin_

Roma imparatorlarının son günleri

Klasik çağ üzerine çalışmalarıyla tanınan Amsterdam Üniversitesi Eskiçağ Tarihi Profesörü Fik Meijer’in 2001’de Kaizers Sterven Niet in Bed adıyla Amsterdam’da yayınlanan kitabı İstanbul Üniversitesi Eskiçağ Tarihi Ana Bilim Dalı’nda görev yapan Doç. Dr. Gürkan Ergin tarafından İngilizceden Türkçeye çevrildi. İlk Türkçe tercümesi 2006 yılında Homer Yayınları tarafından İmparatorlar Yataklarında Ölmez adıyla çıkan eser, bu defa Kronik Kitap etiketiyle okuyucuyla buluştu.

Roma tahtına oturan imparatorların ölümleriyle ilgili yazılmış birinci el kaynaklar ve daha geri planda kalan edebi eserlerden istifade edilerek kaleme alınan kitapta M.Ö. 44’te öldürülen Iulius Caesar’dan M.S. 476’da tahttan feragat eden Romulus Augustulus’a kadar tahta geçmiş seksen yedi Roma imparatorunun yaşam öyküleri ve ölüm hadiseleri konu ediliyor. Kitapta açıkça gözlemlenebildiği gibi imparatorları ölüme götüren sebepler aynı zamanda onların yaşamlarına dair ipuçları sunmaktadır.

Yazar kitabın giriş bölümünde M.Ö. 44’ten M.S. 476’ya yaklaşık beş yüz yıl boyunca hüküm sürmüş Roma imparatorlarının son günlerini ele aldığını şu satırlarla anlatıyor:

Her ne kadar Roma İmparatorluğu M.Ö. 27’de Octavianus Augustus ile resmen ilân edilmişse de ben öyküyü Julies Caesar’ın M.Ö. 44’ten önce ölümüyle başlayacağım. Ömür boyu diktatör olarak Caesar, imparatorluk sisteminin temellerini atmıştı. Roma ordusunda subaylığa yükselmiş bir Germen olan Odovacar tarafından M.S. 476’da tahttan indirilen Romulus Augustulus ile kitap sona erer. Doğunun imparatorları 476’dan sonra tahtta kaldılar, ama onları buraya almadım. Zira, söz konusu tarihten itibaren merkezi Roma ve İtalya olan bir Roma İmparatorluğu’ndan söz etmek mümkün değildir.

Dünya tarihine baktığımızda Roma İmparatorlarından daha fazla güce ve toprağa sahip olmuş lider çok azdır. İmparatorluk döneminin ilk iki yüzyılı içinde Roma İmparatorları batıda İngiltere’den doğuda Fırat’a, güneyde Sahra Çölü’nden kuzeyde Ren ve Tuna nehirlerine kadar geniş topraklarda hüküm sürüyorlardı. Kartaca ve Helenistik dünyanın kralları, Orta ve Batı Avrupa’daki germen kavimleri Romalıların durdurulamayacağını anlamıştı. Roma imparatorları vergileri topluyor, savaş ve barış kararları alıyorlardı. Birçok imparatorun gücünün kaynağı muazzam servetleri, orduların güçlü desteği ve her isteklerini yapmaya hevesli destekçileriydi.

İmparatorluk devrinin ilk iki yüzyılında kendilerine fazla güvenen birkaçı dışında çoğu imparator uzun yıllar tahtta kalmış ve hayatları sakin bir şekilde sona ermişti.

Üçüncü yüzyılda Roma İmparatorluğu ilk iki yüzyılın gölgesinden ibaretti. İmparator ve senato arasındaki iş birliği yerini anarşi ve kişisel çıkarlara bırakmıştı. Artık imparatorlar senatodan çıkmıyor bunun yerine ordunun kademelerinden yükselerek komutan olanlar tahta oturuyordu. Ordu arkalarında olduğu sürece de tahtta kalabiliyorlardı.

Üçüncü yüzyılın sonu ve dördüncü yüzyıl başlarında Diocletianus ve Constantinus imparatorluğun çöküşe doğru gidişine durdurmayı başarsalar da Roma ilk iki yüzyıldaki istikrarına kavuşamadı ve imparatorlar da hayatlarından emin olamadılar. İmparatorluk ne kadar kötü durumdaysa tahtta olan en güçlü adamın mevkii de o derecede saldırıya açıktı.

Roma imparatorları her ne kadar dünya hâkimiyetine talip olabilecek kudrete sahip olsalar da tahttan indirilme tehlikesi her an kapıda bekliyordu. Bu bakımdan imparatorlarının pek azı doğal sebeplerden ölmüştür. Ölümle cesurca yüzleşen imparatorlar olduğu gibi yaklaşan felaketlerle başa çıkamayanlar da olmuştur. İmparatorların ölüm nedenleri arasında suikast, zehirlenme, intihar etme ve savaşta öldürülme sıralanabilir. Publius Septimius Geta annesinin kucağında hançerlenmiş, Çılgın Caligula tiyatrodan çıkarken, Caracalla ihtiyacını giderirken suikasta uğramıştı. Caesar en yakınında bulunanlar tarafından yirmi üç kez hançerlenerek öldürülmüş Otho ise bir et kancasına takılarak Tiber Nehri’ne atılmıştı.

Fik Meijer akıcı ve anlaşılır bir üslupla imparatorların kişisel tarihlerini anlatırken, aynı zamanda Roma İmparatorluğu’ndaki siyasi entrikaları ve dramları çarpıcı bir biçimde gözler önüne seriyor. Roma’da imparator olmanın, tehlikelere ve tahtı ele geçirmek için birbiri ardına ortaya çıkan aç gözlü rakiplere rağmen çekiciliğini tarih boyunca nasıl koruduğunu ortaya koyuyor. Bununla birlikte yazar kitabında imparatorların ölümleri hakkında daha fazla ayrıntı öğrenmek isteyen okuyucular için her bir yaşam öyküsünün sonuna en önemli kaynakları da eklediği görülüyor.

Roma İmparatorlarının son günlerini antik tarihçilerin kaleme aldıkları eserlerden hareketle anlatan kitapta ayrıca imparatorlarının soy ağaçları ve haritalar yer alıyor. İmparatorlarının yaşamları boyunca elde tutmaya çalıştıkları iktidarları, güç mücadelesi ve ölümlerini konu edinen kitap, Roma tarihine dair geniş ve sıra dışı bir perspektif sunuyor.

Rüveyda Okumuş
twitter.com/ruveyda_okumus

31 Ocak 2024 Çarşamba

Kişinin kendini çalışması ya da manevi ilerleme

"Bir insan için en yüksek mertebe acziyettir. İnsan acziyetini idrak edip, bildiklerinin ancak Allah'ın kendine verdiği kadarı olduğunu anladığında Allah'ı bulmuş olur."
- Lütfi Filiz, Noktanın Sonsuzluğu

"Bulduğun ile mutmain isen ne âlâ, değilsen aliyülâlâ."
- Hasan Lûtfi Şuşud, Fakir Sözleri

Giderek daha kolay kırılan insanlara mı dönüşüyoruz yoksa daha kolay kıran insanlara mı? Bazen en yakınımız, bazen yakınımız zannettiğimiz, bazen dost bildiğimiz ama en çok da sevdiğimiz. Kıran kırana bir mücadeleye dönüşen hayat her gün daha da kırıcı olurken, bizlerin de galiba teselliye daha fazla ihtiyacı var. Mecit Ömür Öztürk, Dervişin Teselli Koleksiyonu serisiyle başladığı teselli avcılığını sürdürüyor. Mecit Beyin en mühim özelliği, abonesi olduğumuz bakış açısını irfani dönüşüme sokması. Sen Derviş Olamazsın, tam da şu zor zamanların kitabı olmuş. Şimdi biraz kitabın içine süzülelim.

Mecit Ömür Öztürk evvela düşünce sistemimizin dünya yaşantısında ne kadar bozulduğundan bahsediyor. Kirli görüntüler ve kirli sesler giderek kirli zihinlere sebep oluyor. Yalnız kendini düşünen insanlar, kendini asla düşünmeyen insanlar, çevresini ve toplumu hiç düşünmeyenler bir yana; düşünmekten uzak yaşayanların ne kadar fazla olduğu da ayan beyan ortada. Yoksa dünya bu kadar korkunç bir hâle bürünmezdi şüphesiz. Düşünceyle kurduğumuz yanlış ilişki, bütün insanlığa bedel ödetiyor. "Yaratıcıdan bağımsız bir düşünce tanımı, insanı zihnin sınırlarına sıkıştırıp hapsetti" diyor yazar ve şöyle söylüyor: "İnsanın kapalı, mekanik bir evrende, hiç işaret/ayet olmaksızın yaşanabileceğine olan görüş çöktü ve insanlığa sırlara yayılmış bir iç sıkıntısı armağan etti."

Bir şeylere sahip olmakla ömür tüketiyoruz. Okuduğumuz kitaplar bize her ne kadar "mal da yalan mülk de yalan" dese de bu önce hoşumuza gidiyor, sonra da bir alışveriş merkezine gidip hoşumuza giden şeyin tam aksini yapıyoruz. Bu hâl, doktorun "diyet şart" dediği bir hastanın kahvaltıda önce peynir, zeytin yiyip daha sonra da menemene, kaymağa, ekmeğe gömülmesine benziyor. Yaşamın tadının yalnızca elle tutulur, gözle görülür, kulakla duyulur şeylerden ibaret olduğunu zannediyoruz. Halbuki: "İnsanın varlık ve sahiplik iddiasıyla yaşam kararır. Kendisinin var değil, var edilen olduğunu anlamasıyla insan aydınlığa kavuşur. İnsan; enaniyeti bıraktığı, nefsinin kökende bir hiç olduğunu ve ilahi isimlerin tecelli ettiği bir aynadan ibaret bulunduğunu keşfettiği zaman, topyekûn bütün varlığı ve bitimsiz bir var olmayı kazanır."

Kıymetli bir büyüğüm tasavvufun aşırı duygusal, romantik bir boyuta hapsedilmesinin kişiye zarardan başka bir şey vermeyeceğini dile getirir hep. Ağlamak güzeldir ancak her fırsatta gözyaşlarına sığınmak bir şeylerden kaçmanın belirtisi oluyor sanırım. "Aman ya Fahr-i Âlem" demenin güzelliği fevkaladedir elbette ama günümüz insanı olayları işin içinden çıkılmaz şekilde dramatize ediyor. Bu sıkıntı, olaylara daha geniş bir pencereden bakmamanın, tevhid merkezli yaşamamanın bir belirtisi olsa gerek. Diğer yandan, dünyayı sadece sıkıntılardan ve imtihanlardan oluşan bir yer olarak görmek de başka bir garabet. Mecit Ömür Öztürk tam da burada çok güzel bir bakış açısı sunuyor: "Yaratılıştan maksat yalnızca insanın imtihan edilmesi olsaydı, böyle geniş bir kâinata, nimetlerde bunca renklilik ve çeşitliliğe gerek olmazdı. İnsanın imtihan edilmesi için daha dar bir mekân, daha kısıtlı imkânlar da yeterli olurdu. Yaratılıştan maksat, öncelikle ilahi isimlerin insan tarafından temsil edilmesidir."

Evet, ilahi isimler son derece hassas bir konu. İlm-i ledünün, yani tasavvufun en kritik konusu ilahi isimlerdir. Zira bizim Hakk'ı zâtıyla bilmemiz, öğrenmemiz, tanımamız mümkün değildir. Biz Hakk'ı ancak isimleriyle bilebiliriz, öğrenebiliriz, tanıyabiliriz. O isimler bize Hakk'ı daha çok sevdirdiği gibi kendimizi bilmemizi de sağlar. Çünkü Hakk, insandan işler. Hakk'la kurulacak ilişkimizde acziyet çok önemli bir prensiptir ancak çalışarak meleklerden bile üstün olabileceğimiz meselesi de önemlidir. Bu nasıl olur? Kalp aynası temizlenecek, ilahi isimlerin oradan yansıması kuvvetlenecek, böylece kul Hakk'la gören, Hakk'la yürüyen, Hakk'la işiten bir mertebeye kavuşacaktır. Bundan sonrası her şeyin Hakk'tan olduğunu bilen anlayıştır ki vahdet-i vücud'un anlattığı da başka bir şey değildir Mecit Ömür Öztürk şöyle yazıyor: "Bilmemiz gerekir ki hangi eylemde bulunursak bulunalım, o eylem öncelikle Allah'a yönelmiştir. Söylediğimiz bir söz, başkasının kulağına girmeden önce Allah'a varır. Verdiğimiz bir hediye, başkasının eline değmeden önce Allah'ın huzuruna takdim edilir. Bitirdiğimiz bir proje, sunmamız gereken kişiden önce Allah'a arz edilir. İşte bu sebeple insan, eylem ve üretimlerini, ilk muhatabanın Allah Teâlâ olduğunu bilerek yapmalıdır."

Manevi ilerleyiş, kişinin kendisini çalışmasıyla mümkündür. Kendimizi nasıl çalışırız? Bu, başlangıç aşamasından sonra insana büyük lezzet veren ve aynı zamanda büyük ilerlemelere vesile olan bir çalışmadır. Kararlı olmak, çok boyutlu düşünmek, belirli bir disiplin elde etmek; nihayet insanı o aradığı ve özlediği kalp ferahlığına ulaştıracaktır. Her şeyin kalpte ve kalp çevresinde olup bittiği düşünülürse, Hakk'ın verdiği en büyük armağanlardan biri olan akılla kalp arasında kurulacak bir denge, insanı en sağlam ipe tutunduracaktır. Bu ipe tutunmak için gayret nasıl olmazsa olmazsa, varılacak istasyonlarda yaşanacak hayret de o kadar zevk vericidir. Buna da ilahi zevk dense yeridir. Başlangıç aşaması nedir diye sorulacak olursa, aslında bu başlangıcın hiçbir zaman sona ermeyeceği de hatırlatarak şöyle demek gerekir: benliğinden vazgeç, benliğini çıkar aradan, benlik iddia etme. Hiçbir şeyin sahibi değilsin. Bil bunu, gör kendini, bul Rabb'ini. Mecit Ömür Öztürk de bu ilk adıma dair şu değerli bilgiyi fısıldıyor okuyucuya: "Ene, kendisini sahiplenmekten vazgeçip, benim de bir sahibim var, deyince, görünürde benim yaptığım ve ürettiğim şeyleri hakikatte yapan biri var, bana bunları o yaptırıyor, diye düşününce aydınlanma ve nurlanma yolunun ilk adımını atmış demektir."

Sohbet, iyilik, niyet, ilahi lezzetler, teslimiyet, enaniyet, kader, hikmet, beden-ruh ilişkisi, sanatın ilahi kökenleri, fıtrat, hakikat, mutluluk, imtihanlar ve kalbin hâlleri gibi konular/kavramlar üzerine yepyeni bakış açıları kazandıran, insan ruhuna onarıcı tesiri olan bir kitap Sen Derviş Olamazsın.

Yağız Gönüler

Herevî'nin bakış açısıyla tasavvuf mertebeleri

Hace Abdullah el-Ensari Hazretleri yaşadığı dönemden itibaren şeyhülislam lakabıyla anılmıştır. O, tasavvufi mertebeleri yüzlü tasnifle ele alan ilk mutasavvıftır. Onun yüzlü tasnifi kendisinden sonra yaşayacak birçok sufi üzerinde etkili olmuştur.

Her mertebeyi ayetlerle, hadislerle açıklayan Abdullah el-Ensari Hazretleri, yüzlü tasnifi on alt başlığa ayırmış, başlıkları da on ayrı alt başlıkla ayrı ayrı ele almıştır. Böylece yüz mertebe oluşmuştur. Yüzlü tasnifin on kategoriye ayrılmış halinde karşımıza çıkan başlıklar şunlardır: Başlangıç Mertebeleri, Giriş Mertebeleri, Muameleta Dair Mertebeler, Ahlaka Dair Mertebeler, Usul Mertebeleri, Aşılması Gereken Vadiler, Hallere Dair Mertebeler, Hakikat Mertebeleri ve Nihayet Mertebeleri.

Tasavvuf esasında hal ilmidir. Ancak daha sonraları başlı başına bir ilim dalı haline geldiğinde mutasavvıflar “izin” ölçüsünce bu halleri anlatmaya çalışmışlar, böylece Allah’ın sonsuz ilminden kullarına bahşettiği kadarı müminlerin istifadesine sunulmuştur. Tasavvuf düşüncesinde cümle mahlukat bir mertebeye sahiptir. Kul, nefsiyle mücadelesinde başarılı olduğu nispette yeni mertebeler kazanır. En yüksek mertebenin sahibi Rasulullah Efendimiz’dir (sav). Ancak onun mertebesine asla ulaşılamaz. Arifler, belli mertebeler sonucunda onun velayet nuruna kavuşmuş kişilerdir. Allah’ın ise ilmi sonsuzdur, o nedenle esasında mertebelerin nihayeti yoktur. Peygamber Efendimiz’in (sav) “Allah’ım sana olan hayretimi arttır” ve “Allah’ım bana eşyanın hakikatini göster” demesi, sonsuzluğa işarettir. O peygamber olması hasebiyle ve peygamberlerin de mertebece en üstünü olması nedeniyle zaten erişilemez bir mertebedeydi. Ancak hakikatte bir nihayet olmadığı için hep daha da üstünün olduğunun bilincindeydi. Peygamber Efendimiz’in (sav) her gün yetmiş makam aştığı, her aştığı makamdan sonra da önceki makamından dolayı tövbe ettiği, o nedenle her gün yetmiş kez tövbe ettiği rivayet edilmiştir.

Yaygın ve en kısa tanımla tasavvuf yolculuğu dört makamdan oluşmaktadır: Şeriat, Tarikat, Hakikat ve Marifet. Her makam içinde farklı makamlar, dolayısıyla mertebeler taşımaktadır. Her makam, katmanlardan oluşur. Yolun talipleri hem bilgi sahibi olsun, hem şevklensin hem de hazırlıklı olsun gibi maksatlarla makamlar tasniflendirilmiş, anlatılabileceği kadarı anlatılmıştır.

Örneğin Hace Abdullah el-Ensari Hazretlerinin eserine baktığımızda Başlangıç Mertebelerini ona ayırdığını görürüz. Bu mertebeler sırasıyla Yakaza, Tövbe, Muhâsebe, İnâbe, Tefekkür, Tezekkür, İ’tisâm, Firâr, Riyâzet ve Semâ’dır.

Fikir sahibi olmamız maksadıyla Yakaza mertebesini biraz aşmamız gerekirse Hace Abdullah el-Ensari Hazretleri, Kuran’ı Kerim’de yer alan “(Resulüm!Onlara) de ki: Size bir tek öğüt vereceğim. Allah için ayağa kalkın (Sebe’, 34:46)” ayetinden hareketle Allah için ayağa kalkmayı, gaflet uykusundan uyanma ve ihmalkarlıktan kurtulma olarak tanımlamıştır. Gaflet uykusundan uyanma, yakazayı temsil eder. Böylece yakaza, ilahi nurların tecellisi ve Allah’ın inayeti ile kalbin ve ruhun uyanması, böylece kişinin kendine gelerek gaflet uykusundan uyanması, gaflet halinden kurtulması olur.

İnsan yaratılışı gereği Hakk’ı unutmaya meyillidir. O, dünya yaşamına dalar ve farkında olmadan gaflet haline bürünür. Nitekim Peygamber Efendimiz (sav) bir hadis-i şeriflerinde “İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar” buyurmuştur.

Gaflet uykusundan uyanmayan kişi, istese de tasavvuf yolculuğuna çıkamaz. O zaten tasavvuf yolculuğuna meyletmez, onun kalbi uykuda olduğu için hakikatten habersiz ve isteksiz yaşamaya mahkumdur.

Allah’ın inayeti ile kalbinde ilahi nur tecelli eder ve o uykusundan uyanarak, fıtratında yer alan asli unsura, yani Allah aşkına doğru meyleder. Böylece kişinin hakikat yolculuğu başlar ve o artık “talip” olur.

Bu ilahi tecelli dahi nimettir. Kişi böylece sahip olduğu maddi ve manevi nimetlerin amellerine karşılık olarak kendisine verilmediğini, tamamen Allah’ın inayeti ve lütfu ile ihsan edildiğini anlar, idrak eder. Onun sahip olduğu her nimet, daha vücuda gelmeden ezelde onun için takdir edilmiştir. Böylece o ne kadar ibadet ederse etsin, ne kadar mücahedede bulunursa bulunsun, kendisine verilen nimetlerin şükrünü hiçbir zaman hakkıyla eda edemeyeceğini öğrenir.

İşte üstad Abdurrezzak Tek, Tasavvufî Mertebeler adlı eserinde Hâce Abdullah el-Ensari Hazretlerinin bu yüzlü tasnifini okurların istifadesine sunuyor. Özellikle tasavvufa meyli olan her okurun kitaplığında mutlaka bulunması gereken bu eseri bizlere kazandırdığı için ona minnettarız. Allah’tan, Hace Abdullah el-Ensari Hazretlerinin himmetlerinin hocanın üzerinde daim olmasını temenni ederiz.

Yasin Taçar
twitter.com/muharrirbey_

26 Ocak 2024 Cuma

Sevgili uğruna kurban olan kim?

Ateş gibi gönülleri saran, gül yüzlülerin benizlerini solduran, hayat dolu bakışları yaş ile dolduran, sevgiliye gönüllü olarak esir eden ve bir ömrü uğruna seve seve feda ettiren aşk. Söyle. Zalim bir hükümdar mısın yoksa şefkatli bir hükümdar mısın?

Kitabı okuyunca aklıma ilk bu soru geldi ve çok düşündüm. Sonra dedim ki iki türlü aşk vardır. Bunlardan biri insanı dermanı olmayan bir derde düçar eder. Öteki nice gönül kapılarını aralar, Âlâ-yı illiyyîne yüceltir. Peki, nedir bu aradaki perde diyecek olursanız bunu şöyle açıklayabiliriz: Biri beşeri aşk diğeri ilahi aşk yani aşkın ta kendisi Rabbimize duyduğumuz aşk.

Biz ise ilk önce beşeri aşktan başlayalım: Beşeri aşk maddeye duyulan aşktır. Öyle ki bu aşkta nice sevinçler, zevkler vardır. Fakat bunların yanı sıra hicranlar, isyanlar, hırslar, kıskançlıklar ve gözyaşları vardır. Zira misal olarak zehirli bir bala benzer ki sonunda insanı ifrat derecesine getirerek ya kendini kaybettirir ya da ölüme doğru sürükler.

Ancak beşeri aşkın bir diğer yansıması da vardır ki bu yansımada kişi yine sever fakat sevdiğini Allah için sever. Gönlünde putlaştırmadan sever. Zira bilir ki sevgili yalnızca bir perdedir ve onu hakiki sevgiliye ulaştıracak bir köprüdür. İşte bu nedenle gönlündeki aşk hastalık değil şifadır. Dert değil nimettir.

Bir de ilahi aşk vardır ki o da Allah’a ve Peygamber’e duyulan aşktır. Aşkların en yücesi en kıymetli olanıdır. Nitekim insan daha ete kemiğe bürünmeden ruhlar âleminde Rabbinin yanındaydı fakat dünyaya gelince onu annesinden daha çok seven ve şefkat gösteren Rabbini unuttu. Sevgiyi, aşkı ölümlü bedenlerde, mal ve mülkte, mevkide bulmaya çalıştı ancak bu arayış ona yalnızca hüsran getirdi. Fakat bir de unutmayanlar vardı ki onlar ilahi aşkı gerek şiirleriyle gerek yazılarıyla ömürleri boyunca bizlere anlatmaya ve ulaştırmaya çalıştı...

Bu bağlamda Yunus Emre’nin çok sevdiğim bir şiirini sizlerle paylaşmak isterim.

İşidin ey yarenler aşk bir güneşe benzer
Aşık olmayan gönül misal-i taşa benzer
Taş gönülde ne biter dilinde ağu tüter
Nice yumşak söylese sözü savaşa benzer
Aşk erinin gül yüzü yumşanır muma döner
Taş gönüller kararmış şol yavuz kışa benzer
Ol sultan kapısında ol Hazret tapusunda
Âşıkların yıldızı her dem çavuşa benzer


İskender Pala'nın Aşk Hikâyesi kitabına gelecek olursam roman bizi dönemin padişahı I. Ahmet zamanında yaşanmış hüzünlü bir aşk hikayesine götürüyor. Nitekim olaylar yirmi yıl önce başlarken, padişah Ayasofya’nın karşısında kendi adına görkemli bir cami yaptırmak ister. Bahşı’ya ise bu konuda önemli bir görev düşer...

Nitekim Atmeydanı’nda cami için ilk kazık vurulacağı gün, Bahşı uzaklardan kendisine bakan bir çift göz görür. Bu gözler yirmi yıl önce kaybettiği sevgilisine benzer ki bundan sonra okur geçmişe döner...

Müslüman dülger Bahşı, Hristiyan papazın kızı Kaknusia’ya aşıktır ve onunla evlenip, mutlu bir yuva kurmak ister. Ancak farklı inançlara sahip olmalarından dolayı bu evliliğe izin verilmez. Çareyi kaçmakta bulurlar ve kısa zamanda evlenirler. Fakat çok geçmeden papaz kızının bulunup getirilmesi için peşlerine eşkıyalar salar. Bir vakitten sonra da Kaknusia’yı bulurlar. Babasına teslim etmek yerine esir toplayıcılarına satarlar. Bu sırada Bahşı karısını bulmak için yollara düşer ve Kaknusia’nın esirlerle birlikte gemide olduğunu öğrenir. Gelgelim iki sevgili kavuşamadan gemi şiddetli fırtınaya yakalanır ve batar. Kaknusia ise kayıp olur. Bundan sonra Bahşı’nın araması devam eder. Fakat Gunala’nın ona âşık olması olayların seyrini biraz daha değiştirir. Zira öte tarafta Kaknusia ve İshak vardır ki onların hali de içler acısıdır. Özellikle Kaknusia’nın imtihanı çok ağırdır...

Kitabın sonunda ise okura bir soru yöneltilir: “Sevgili uğruna kurban olan kim? Hangimiz hakikatli âşık?” diye. Benim buna cevabım, Bahşı ve Kaknusia oldu. Çünkü iki sevgilinin başına ne kötülükler ne zorluklar gelse de asla birbirlerinden vazgeçmediler. Üstelik Gunala ve İshak’a karşıda çok iyimser oldular.

Öyle ki Gunala “Ben Bahşı Bey’in esiriyim!” derken nefsinin esiri oldu. Aşkı hastalığa döndü. İshak ise kendisine ait olmayanları bir türlü azad edemedi. Üstelik Mahmut Dede'nin “kafesteki kuşu azad et!” ikazına rağmen... Ezcümle: aşka dair çok sarsıcı, öğretici ve hüzün verici bir romandı. Sizlere de mutlaka okumanızı tavsiye ederim.

Kitaptan sevdiğim alıntılar:

"Kalplerin sahibi Allah’tır kızım. Aşk, O’na giden bir yoldur."

"İnsanın sevdiğine gösterdiği özen kadar sevenine de özen göstermesi bir erdem sayılırdı."

"Âlemde sürüp giden zevk ü sefa da yoktur, bitmeyen mutluluk da. Doğan gün akşama, yaşayan kişi toprağa elbette kavuşacaktır. Gayrı Allah’ın dediği olacak!"

"Düşün bakalım; eğer yarın uyanmazsan, eğer bugün dünyadaki son günün olacaksa hayatta yaptıklarınla gurur duyar mıydın? Hele sor bunu kendine!"

"Hayat devam eder, zaman geçer, insanlar gider, bazen geri gelmezler, hatıralar kalır..."

Fatma Saldıran
twitter.com/Fatmasldrn_

23 Ocak 2024 Salı

Homo Sapiens, Hakîm Adam

Safiye Erol, hocası Ken’an Rifâî’yi anlattığı ve 20. Asrın Işığında Müslümanlık kitabına yazmış olduğu, Homo Mysticus, Homo Sapiens ve Mürşid-i Âgâh olarak üçe ayırdığı etüdünde Homo Sophiens yani Hakîm Adamı anlatırken aynı zamanda nasıl bu hale gelinebileceğinin de ipuçlarını vermiştir.

Homo Sapiens, sözlük anlamı olarak bilen insan, bilge insan gibi anlamlara gelmektedir. Tasavvufi bağlamda bu anlam üzerinde düşünecek olursak, biliyor olması bakımından bir marifet insanı olarak da ifade edebiliriz. Bu insanları Erol aynı zamanda sır bulucular olarak da nitelendirmiştir. Ancak bunu sadece mistikler için değil, sanatçılar, edebiyatçılar, bilim adamları, kısacası aşkın olan ile yaptıkları aracılığıyla irtibata geçebilen ve eser ortaya koyan herkes için söylemiştir. Bu insanlar yaptıkları her işte değeri ve mânâyı muhafaza ederek tüm topluma örnek olmuşlardır. Bu pasif bir hali ifade etmez, bilakis son derece aktif bir sürekli kendini yeniliyor olma halini ifade eder.

Erol’un bu kişileri sır bulucular olarak tanımlamasının en önemli sebebi meçhulün peşinde olmalarıdır. Meçhulden anlamamız gereken bu varlık mertebesinin de ötesindeki mutlak varlığa doğru hamle etmiş olmalarıdır. Mutlak varlık, hiçbir şekilde sınırlı insan aklıyla idrak edilemez, ancak hissedilebilir. Bu varlık alanını tam olarak anlamak, kavramak mümkün olmasa da sır bulucular bu varlık alanını hissedebilmeye, cüzi olarak da olsa kavrayabilmeye adeta baş koymuşlardır. Baş koymak doğru bir kelimedir çünkü bu yol aynı zamanda tehlikeli bir yoldur da. Bu uğurda baş vermiş Hallac-ı Mansûr gibi nicesi, şehitler duvarına isimlerini kendi kanlarıyla yazdırmışlardır.

Hakîm Adam, meçhulü görüp hissetmek, açığa çıkartmak ve bunun da ötesinde tüm insanlıkla paylaşmak ister. Fakat bu mertebeye gelebilmek için önemli bir bedel ödemiş olmak gerekir. Bu bedel, Erol’un deyimiyle “viviseksiyon”, yani canlı canlı parçalanmaktır. Bu biraz da tüyler ürperten metafor, Hakîm Adamların zorlu hayat hikayeleri incelendiğinde tam da yerli yerine oturmaktadır. Erol bunun izlerini Yunan mitolojisinde de bulmuş ve üç isim üzerinden analizini yapmıştır. Bu kişiler Dionisos, Ödip ve Prometeus’dur.

Dionisos ecstase yani vecd tanrısıydı. Önce daha henüz annesinin karnındayken ölümle yüzleşmiş, annesi Semele Zeus’un tanrısal görüntüsünü görmek isteyip de yanınca, Zeus tarafından kurtarılarak babasından doğmuştur. İkinci ölümünü ise parça parça edilmesi ve hala canlı olan kalbinin yine babası Zeus tarafından tekrar hayata getirilmesi hikayesidir. Buradaki parça parça edilmesi, ancak parçalarının hala canlı olması ve tekrar bir form bularak dünyaya gelmesi metaforu konumuz bakımından ilgi çekicidir. Bir vecd tanrısı olarak başına gelenler bize, az önce de değindiğimiz Hallac örneğini hatırlatmaktadır.

İkinci örneğimiz Ödip, biraz daha hazmetmesi zor bir örnektir. Burada Erol’un Ödip’i seçmiş olmasının sebebi kanımızca hakîm adamın, o güne kadar gelmiş sosyal normları ve düzeni parça parça ederek değiştirebilecek güce sahip olmasını ifade eden bir metafor olarak kullanmıştır.

Üçüncü ve son örnek olarak ise insanlara ateşi getirmiş olan Prometheus anlatılmıştır. İnsanlığa ateşi getirmiş olmasından dolayı Zeus tarafından bir kayaya bağlanır ve her gün bir kartal tarafından yenilerek parçalanan ciğeri bir sonraki gün tekrar oluşarak, her gün ölür ve dirilir. Burada en dikkat çekici olan şey, ateşin, yani hakikat bilgisinin elde edilmesinin, nasıl bir bedel gerektirdiğidir.

Bu acılar, çileler, canlı canlı paralanma örnekleri bir sembol haline gelecek olan Hakîm Adam için olmazsa olmaz yol duraklarından birisidir. Erol, “Ölüm sır vermez, hayat da sır vermez, sırrı olsa olsa diri diri paralanan bir canlı, hayatla ölümün vuslatı deminde söyler” derken bunu kasteder.

Bu kavram tasavvufta da ölmeden önce ölme sırrı ile ifadesini bulmuştur. Kişi eskiye ölüp, daha iyiye yönelmek ve yöneltmek için içinde alan açmadan, Homo Sapiens, bilge adam, Hakîm Adam haline gelemez. Bu yeniden doğuş, öncekinden çok daha kâmil bir formda tekrar ortaya çıkıştır. İşte hissettiklerini diğerlerine de göstermek aşaması, ancak bu yok-var oluş sayesinde mümkün olacaktır. Çünkü ne tek başına hayat, ne de tek başına ölüm bizim aradığımız hakikatin bulunmasını bize mümkün kılar. Bu aşkın alanda bulunan hakikati sezebilmenin tek yolu, ölüm ve yaşam arasında gidip gelmek, ölmeden önce ölebilmek ve bu bilgiyle tekrar doğabilmektedir.

Bu halde aramıza geri dönen Homo Sapiens, Hakîm Adam, kendisiyle, başkalarıyla ve aşkın olan ile ilişkileriyle ortaya bir anlam koyar. Bu anlamı idrak edebilen yekdiğerleri de yine bu anlam üzerinden önce şahsiyetlerini, daha sonra da tüm bir medeniyeti inşa sürecini başlatabilirler.

Alper Tanca
alper@tanca.net

Bir şiir tercümesinin uzun hikâyesi

Türkçe tercümesi bir Rus olan Madam Gülnar (Olga de Lebedev) tarafından yapılan ve son okumasıyla birlikte takdimi edebiyatımızın efendi babası Ahmet Mithat Efendi tarafından gerçekleştirilen İblis kitabını tanıtmak arzusundayım.

Lermontov, Türk okurların yakından tanıdığı biri isim. Zamanımızın (Bir) Kahramanı başlıklı romanı ondan fazla yayınevinin klasikler serisi içerisinde yayınlanıyor. Halbuki Lermontov, romanından ziyade Rus ve dünya edebiyatında şiirleriyle (Özgürlüğün Son Oğlu - Poemalar, YKY, 2014) tanınan, romantik akımın en önemli temsilcilerinden. Yazımıza konu edindiğimiz İblis romanı da haddizatında Lermontov tarafından manzûme olarak yazılmış. Ancak bu manzûmenin ilk Türkçe tercümesini yapan Madam Gülnar, metni roman tarzında aktarmayı seçmiş. İblis, Cennet’ten kovulan Şeytan’ın yeryüzündeki avare dolaşmaları esnasında Kafkas dağlarında karşısına çıkan bir Gürcü güzeline âşık olmasını ve onu elde edebilmek için insanların hayatına sabırla ve ısrarla nasıl müdahale ettiğini anlatıyor.

Tam da burada, Büyüyen Ay Yayınları’ndan çıkan metni bizim için önemli kılan hususa değinmemiz gerekiyor: Mütercime. Manzûmenin mütercimi Madam Gülnar; Türkçe dâhil 8-9 dil bilen, Fransız eşiyle birlikte Kazan’da yaşayan bir Rus olmasına rağmen, Türk kültürüne duyduğu muhabbet ve İstanbul’da edindiği seçkin dostları sayesinde Rusçadan Türkçeye ve Türkçeden Rusçaya tercümeler yapan ilginç bir kişilik. Madam Gülnar’ı her iki dile tercümeler yapmaya teşvik eden ise edebiyatımızın yazı makinası Ahmed Mithat Efendi.

Sultan II. Abdülhamid tarafından Stockholm’de düzenlenecek VIII. Milletlerarası Müsteşrikler Kongresi’ne Devlet-i Aliye’yi temsilen gönderilen Ahmed Mithat Efendi, Madam Gülnar ile trende tanışır ve hem Türkçeye hem de Türk kültürüne hâkim bu kadına hayranlık duyar. Kongre münasebetiyle başlayan yol arkadaşlığı tam dört hafta sürecek bir Avrupa seyahatine dönüşür. Ahmed Mithat Efendi, ilk kez çıktığı Avrupa yolunda kendisine mihmandarlık yapabilecek emin bir yol arkadaşı edinmenin rahatlığı içinde Avrupa sathında görmesi gereken en önemli yerleri ziyaret eder.

Madam Gülnar, bu seyahatten bir yıl sonra 13 Ekim 1890 tarihinde İstanbul’a gelir ve kendisini geniş bir hayran kitlesinin içinde bulur. Zira Ahmed Mithat Efendi, Avrupa dönüşünde intibalarını Avrupa’da Bir Cevelan (Dergâh Yay., 2015) başlığıyla yayımlamış ve Madam Gülnar’dan o kadar çok bahsetmiştir ki bazı araştırmacılar metni adeta bir “Gülnarnâme” olarak değerlendirmişlerdir. Ahmed Mithat Efendi, manevî kızı olarak gördüğü ve çok sevdiği Fatma Aliye Hanım’la (Ahmed Cevdet Paşa’nın kızı) tanıştırdığı Madam Gülnar’a “Tercüman-ı Hakikat” gazetesinin sayfalarını açar. Madam Gülnar, önce Rus şiirinin en büyük ismi Puşkin’den tercümeler yapar ve dünya edebiyatıyla Fransızca metinler üzerinden buluşan Türk okuru Rus edebiyatıyla tanıştırır. Bu sırada, Türkçeden de Rus diline tercümeler yapmayı ihmal etmez.

Ahmed Müthat Efendi’nin Hayal ve Hakikat, Beliyat-ı Mudhike ve Cellat kitaplarını Dergâh Yayınları için hazırlayan Semih Doğan, Madam Gülnar’ın önce 1891 yılının Mart ve Nisan aylarında Tercüman-ı Hakikat gazetesinde yayınladığı ve aynı yıl kitap olarak da basılan İblis tercümesini bugünkü okurların rahatlıkla anlayabileceği bir şekilde hazırlamış.

Kadir Yılmaz
twitter.com/_KadirYilmaz_84