Deborah Levy’in 2019 senesinde yine aynı yayınevinden yayımlanan “Bilmek İstemediğim Şeyler” isimli romanı, anlatıcı kadının Mallorca’da Çinli bir bakkalla karşılaşması ve bakkalın “nerelisin” sorusuna cevap veremediği için çocukluğunun Afrika’sına dönmesiyle başlıyordu. Bu etkileyici sahne neredeyse hiç aklımda gitmemişti ki Sıcak Süt romanı yine benzer sıradanlıkta bir sahnenin insanın hafızasında heyula gibi dikilen aidiyet sorununu tetiklemesiyle başlıyor. Annesinin ayaklarındaki kısmi felci iyileştirmek üzere İngiltere Yorkshire’daki doktorasını yarıda bırakan, bir kahvecideki garsonluk işinden ayrılan, evini ipotek ettirip Güney İspanya’daki Gomez kliniğine gelen Sofia, bir plajda denize girer fakat o bölge “medusa” ismini verdikleri zehirli ve ısırgan deniz analarıyla doludur. Sofia, bir medusa tarafından ısırılır, plajın revirine koşar, revirde bir form doldurması gerekmektedir. İsim: Sofia Papastergiadis , Ülke: İngiltere, Meslek: ? İşin aslı şu ki Sofia’nın babası Yunan’dır ve onu dört yaşında terk ettiği için babasının dilini bilmez ve fakat soyadını bir damga gibi taşır. Bundan sonrasında Sofia nereye ait olduğunu düşünür, esasen evinin ve dilinin neresi olduğunu bulmaya çalışır ve sırf bunun için Yunanistan’daki babasını ziyarete gider. Bir hesaplaşma yaşanır. Fakat burada da dil bir bariyer olur zira dilini bilmediği bir baba memleketi ona köksüzlüğünü ve aidiyet sorununu hatırlatmaktan başka bir işe yaramaz.
Romanın merkezindeki en önemli izleklerden biri de anne-kız arasındaki o kuvvetli ve hastalıklı bağdır. “Anneme olan aşkım bir balta gibiydi, derinden kesiyordu” cümlesi aralarındaki marazi ilişkinin bir kanıtıdır. Romanın neredeyse tümüne hakim olan medusa isimli denizanaları da bu dişil savaşı temsil eder. Sofia bakışlarıyla taşa çeviren medusalar tarafından ısırılıp durur, ilkin can yakan ısırıklara sonrasında alışır ve hatta tedavisini başka bir dişide bulur (Plajda tanıştığı Ingrid’te). Sofia annesinin tahakkümü altında olan, bilinçaltında ondan özgürleşmeye çalışan bir kız olsa da en nihayetinde annesine dönüşmesi kaçınılmazdır. Annesi hasta bacaklarından dolayı topallayarak yürür, onun koluna her girdiğinde Sofia da topallamaya başlar. Bu da er ya da geç anneye dönüşeceğinin kaçınılmazlığına işaret eder. Anne, roman boyunca kızına bağımlı, kızından devamlı su getirmesini isteyen aciz bir rolde resmedilse de gerçekte şu yatar; Sofia doktorasını, işini, yaşamını annesinin tedavisi için bırakmıştır. Yani aciz olan Sofia, otorite olan annedir. Bu otoritenin el değiştirmesi için uğraşan Sofia, romanın en sonunda okuru ürkütücü şekilde alaşağı edecek bir hamle yapar.
Bölüm aralarında italikle yazılmış kısa geçişlerde Sofia’yı uzaktan gözlemleyen tuhaf bir anlatıcı vardır. Bu anlatıcı geceleri uykusunda bile Sofia’nın çıplak bedenini gözetleyen ve bizi ürküten biridir. Kim olduğunu romanın ilerleyen sayfalarında öğreniriz. Roman ilerledikçe her şey daha da tekinsiz bir hal almaya başlar. Sofia’nın plajda tanıştığı, terzilik yapan Alman kız Ingrid de bu tuhaf karakterlerden biridir. Ayağında erkek ayakkabıları vardır, Sofia bunu tuvalette kapı altından ilk gördüğünde ürker. Eril dünyaya ait bir şeyin dişil bir dünya tecavüzü gibidir erkek ayakkabıların kadın tuvaletinde görülmesi. Daha sonra Ingrid o ayakkabılardan da özgürleşir, bir daha onları hiç giymez. Sofia ile geliştirdikleri arkadaşlık ilişkisi gittikçe sevgililik ilişkisine dönüşür, Sofia onun deniz anası yaralarını sıkıp zehri akıttığına inanır. Ingrid ona bir bluz hediye alır ve üzerine nakışla “Sevilen” kelimesini işler, fakat Yunanistan ziyaretinde “beloved” beheaded” a dönüşür, yani sevilen değil, başı kesilen. Bunun gibi onlarca metaforla doludur roman.
Sofia’nın annesini tedavi için getirdiği Gomez Kliniği de tüm bu tekinsiz havadan payını alır. Doktor Gomez ona tuhaf bir tedavi biçimi önerir, heyecanla iyileşecek mi yoksa daha da mı kötüleşecek diye bekleriz. Kliniğin başka müşterisi yoktur, klinik duvarlarına mavi boyayla yazılar yazılır. Gomez’in bir şarlatan olup olmadığı şüphesi Sofia’yı bir türlü terk etmez. Romanın başından sonuna kadar okur şunu görür, Sofia tüm gerçeğini, geçmişini ardında bırakmış, her şeyi silmiş ve o an, orada, o sahil kasabasında kendi gerçekliğini yazıyor ve kendini onun içine hapsediyordur. Sofia’nın sadece telaffuzu zor soyadında var olan Yunanistan da tıpkı o sahte Yunan vazosu gibi kırık döküktür, ülke ekonomik çöküş içindedir, duvarlarında muhalif yazılar vardır, üstüne üstlük ait olmadığı babası kendine başka bir kadın ve yeni bir bebekle bir yaşam kurmuştur. Evlerinde kaldığı sürece yattığı kamp yatağı rahatsızdır, tuhaf rüyalar görür. Önüne Yunan alfabesini koyup çalışmasını isterler. Sofia her şeye yabancılaşır.
Deborah Levy, takıntılar, anne-kız bağı, baba-kız hesaplaşması, kimlik bunalımı, aidiyet sorunsalı ve kadim dişil gelenek üzerine kurduğu Sıcak Süt romanında hem güç dengesini, iktidar olmayı, rekabeti irdeliyor hem de hastalıklı bağımlılığı gösteriyor. Her romanında kadın kalemlere selam vermeyi ihmal etmeyen Levy’nin romanlarında, Virginia Woolf’un, Simone de Beauvoir’ın, Julia Kristeva’nın kadınlık, annelik, evlilik ve ilişkiler üzerine yazdıkları yazıları alt zemini oluşturur. Sofia bir yerde şöyle bir iç hesaplaşma yaşar:
“Babamı değiştirmek için bir B planım yok; çünkü her ne kadar akrabalık ilişkilerinde böyle şeylerin olduğunu görsem de baba gibi bir koca istediğime emin değilim. Bir kadın kocasına anne olabilir; bir oğul annesine koca ya da anne olabilir; bir kız annesine kız kardeş ya da anne olabilir; anne kızına hem anne hem baba olabilir; belki bu yüzden hepimiz birbirimizin kimliğinde saklanıyoruz.”
Sizler de Sıcak Süt’ü okuduğunuzda hayata Sofia’nın gerçekliğinden bakacak ve yer yer tekinsizleşen bu anlatıdaki kimlik karmaşasını derinden hissedeceksiniz. Ve çok şeyiniz olacak Deborah Levy’nin kalemi üzerine konuşacağınız…
İrem Uzunhasanoğlu
twitter.com/irem_uz