21 Ekim 2023 Cumartesi

Her kul rahmete muhtaçtır

Mutasavvıflarca Allah rahmetini ilk kez kulunu var ederek göstermiştir. Allah’ın kullarına hayat bahşetmesi, kullarına duyduğu merhametten dolayıdır. Dolayısıyla buradan da Allah’ın rahmetinin engin genişliği ortaya çıkar. Allah’ın Rahman ve Rahim olması, üstelik Kuran’da Tevbe suresi hariç her sureye bu iki esmanın anılarak başlanması da rahmetin göstergesidir. Rahman olması müşrik de olsa bütün kullarına dünyada hayat, nimet bahşetmesidir. Rahim olması ise sadece mümin kullarına ahirette göstereceği merhametin adıdır. İnsan aciz olması hasebiyle daima rahmete muhtaçtır. Dünya hayatını bitirdiğinde günahlarından dolayı çetin sorgudan ve azaptan korkan kul, Allah’ın ona merhamet etmesi için çabalamalıdır. İşte Necmettin Şahinler’in Allah’ın Rahmetini Çeken Gerçekler kitabı müminlere merhamete nail olmaları için bir yol gösterici işleve sahip.

Şahinler eserinde rahmeti çeken gerçekleri on dokuz başlık altında inceliyor. Başlıkları kısaca inceleyerek rahmete giden yollar üzerinde tefekkür edeceğiz. 

Tevbe Gerçeği: Tevbe kulun günah işledikten sonra pişmanlık duyması ve günaha bir daha dönmemek üzere söz vermesidir. Allah, Kuran’ı Kerim’de tevbe eden kullarını bağışlayacağını müjdeler. Bakara suresinde Allah, “Doğrusu Allah pişmanlıkla kendisine yönelenleri ve özlerini temiz tutanları sever” buyurur. Pişmanlık, acziyetin göstergesidir. Özü temiz tutmak da tevbe suyuyla yıkanmaktan geçer.

Salât ü Selam Gerçeği: En güzel salat, Peygamber Efendimiz’e (sav) edilen salattır. Allah, Ahzab suresinde “Gerçekten Allah ve melekleri Peygambere salât ederler. Ey iman edenler! Siz de ona teslimiyetle salât ve selâm edin” buyurur. Rasulullah (sav) birçok hadisinde salavat getirenlerin günahlarının affolunacağını haber verir. 

Besmele Gerçeği: Besmele, yazının başında bahsettiğimiz gibi Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla demektir. Besmele insana her an Allah ile birlikte olma şuurunu kazandırır ve her söylenişinde bu bilincin uyanmasına vesile olur. Ayrıca bir işe başlarken söylendiğinde de Allah rahmetiyle o işi bereketli ve kolay kılar. 

Ehl-i Beyt Gerçeği: Ehl-i Beyt, Peygamberimizin (sav) hane halkıdır. Kuran’da temiz oldukları haber verilmiş ve övülmüştür. Rasulullah’ı takip etmek, onun Ehl-i Beyt’ine muhabbetle gerçekleşir. Peygamberimizin bu konuda hadisi çoktur. Örneğin bir hadisinde “Kızımı Fatıma diye adlandırmamın tek sebebi, Allah’ın onu ve onu sevenleri cehennemden uzak tutacağı gerçeğidir” buyurmuştur.

Rabıta Gerçeği: Rabıta, kalbi bağlamaktır. Allah ile kalbin arasında kurulan sıkı bağdır. Özelde ise bir kişiyi örnek almak için onun halleriyle hallenmek maksadıyla gerçekleşen işlemdir. Bazı tarikatlarla rabıta önemli yer tutar. Allah, Tövbe suresinde “Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının ve doğrularla beraber olun” buyurur. Arifler, doğrular diye kastedilen kişilerdir. Rabıta ile mürid, arifin halini kendisine yansıtmayı amaçlar.

Zikir Gerçeği: Zikir hem belli esmalarla, salavatla, bazen belli sayılarda gerçekleşen ibadetin adıdır hem de Kuran’ın diğer adlarından birisidir. Allah’ı anmak, başlı başına zikirdir. Allah, Ankebut suresinde “Fakat Allah’ı zikir çok daha büyük ve üstündür” demektedir. Kişi zikrettiğinin haline bürünür. Böylece zikir kişinin kalbini dünyadan arındırır, Allah’a tertemiz bir şekilde iletir.

Kalp Gerçeği: Kalp, Allah’ın evidir. Allah bir kudsi hadiste “Yere göğe sığamadım, mümin kulumun kalbine sığdım” demiştir. Kuran’da da akletmeyenler için “Onların kalbi kördür” buyurmuştur. Böylece kişi Allah’a ancak kalbini temiz tutarak yaklaşabileceğini öğrenmiştir.

İlim Gerçeği: İlim, Allah’ı bilmektir. Bu nedenle Peygamberimiz, İslam’ı tebliğ etmeden önceki dönemi Cahiliye Devri diye adlandırmıştır. Allah’ı bilmek herkese farz olduğu için ilim de farzdır.

Akıl Gerçeği: İnsan aklıyla ilim sahibi olur. Allah’ı bilmesi ilim sahibi olmasıyla mümkün olacağından akıl, kulu rahmete çeken en önemli nimetlerden birisidir. Cahil olmakta ısrar edenler kendilerini sünnete değil, cahiliyeye nispet etmişlerdir.

Aşk Gerçeği: Aşk, Allah’a giden en güzel yoldur. Kişi kalbini dünya sevgisinden arındırdığında kalbinde Allah aşkı doğar. Hz. Muhammed (sav) bir hadisinde “İman, Allah ve Resul’ünün senin için her şeyden daha sevgili olmasıdır” buyurmuştur.

Gece Gerçeği: Gece ibadet etmek isteyen müminler için bir fırsattır. Gece dünyanın telaşı, iç güç derdi durmuş, kişi kendisiyle yalnız kalmıştır. Nitekim Kuran Kadir Gecesinde nazil olmuş, Miraç gece gerçekleşmiştir.

Ölüm Gerçeği: Ölüm, kişinin akıbetinin belli olacağı ve sonsuz hayata başlayacağı kapının adıdır. Kişi ölüm bilinciyle Allah’ı bir an dahi unutmaz, tefekkür ve ibadetle kalan hayatını takvalı geçirmeye çalışır.

Sabır Gerçeği: Sabır, Allah’tan razı olmanın yoludur. Ancak Allah’tan razı olanlar mutlak manada tevekkül gösterebilir. Hz. Yakup “Artık bana düşen güzel bir sabırdır” diyerek başına gelenin Allah’tan olduğunu göstermiş ve tevekküle sığınmıştır.

Dua Gerçeği: Dua, kulun Allah’a yakarması, acziyetini sergilemesidir. Allah, “Duanız olmasa ne öneminiz var” buyurarak duanın ne kadar büyük ve önemli bir ibadet olduğunu açıklamıştır. Peygamberimiz duaların geri çevrilmeyeceğini müjdelemiştir.

Tebliğ Gerçeği: Tebliğ, Allah’ın kullarına duyduğu rahmeti gösteren en önemli olaylardandır. Allah, Peygamberlerinin tebliği ile kullarını kendisinden ve dininden haberdar etmiş, onların cahil kalmalarının önüne geçmiş, yolu göstererek cenneti ve rızayı tarif etmiştir.

Şefaat Gerçeği: Şefaat, Peygamberimizin ve Allah’ın izin verdiği özel kulların günahkar müminler için Allah’tan af dilemesidir. Şefaat, müminler için en büyük müjdelerden biridir. Peygamberimiz bir hadisinde “Cehennemde bir mümin bile kalsa ben razı olmam” demiştir.

Kader Gerçeği: Kader, Allah’ın olacakları ve olmuşları ezeli ve sonsuz ilmi ile bilip takdir etmesidir. Mümin kader inancı ile Allah’a tevekkül eder, hikmet bilgisiyle isyan etmez.

Rüya Gerçeği: Rüya, İmam Gazali’nin tanımıyla kula lehv-i mahfuz kitabının açılmasıdır. Kişi rüya ile hakikate dair işaret alır. Ehline tabir ettirerek de nimetlenmiş olur.

Sahabe Gerçeği: Sahabe, Peygamber Efendimiz’i görmüş, onun nurundan feyizlenmiş kişilerdir. Peygamberimiz “Ashabım gökteki yıldızlar gibidir. Hangisine tutunsanız sizi kurtarır” demiş, sahabenin müminler için önemini belirtmiştir.

Müminler dünya yolculuğunda düşe kalka ilerlerken Allah’ın rahmeti onları düştükleri yerden kaldırır. O nedenle her kul tevbeye, rahmete muhtaçtır. Necmettin Şahinler ilmini cömertçe bizlerle paylaşıyor ve rahmete ulaşmak için adeta kalbimize rehberlik ediyor.

Allah cümlemizi merhametiyle kuşatsın.

Yasin Taçar
twitter.com/muharrirbey_

Bir bilimkurgu masalcısı: Ursula K. Le Guin

Bilim-kurgunun gerçek tecrübeyi hiçe sayan bir soğukluğu vardır; kendinizi yaşadığınız zamandan ve mekandan soyutlamadıkça içine giremez ve anlatılan hikâyenin büyüsüne kendinizi veremezsiniz. Oysa bilimkurgu tam anlamıyla rüya görmek gibidir, gerçeklikle ilgisi oldukça şüphelidir ve uyandığımızda her şey geçip gitse de bizde kalan bir his ve gördüklerimizin olma ihtimali zihnimizin sınırlarını genişleten bir etkiye sahiptir. Ve burada rüyaları bütünüyle bilinç altına ittiklerimizden üretilmiş senaryolar olarak da görmemek gerekir. Tam da Ursula K. Le Guin’in belirttiği gibi, rüyaları yapanlar biz olmayabiliriz: “Esasında kendimi hâlâ rüyalarımı yaptığıma ikna edemiyorum. Beni kendi amaçları doğrultusunda kullanıyor gibiler.” (Sözcüklerdir Bütün Derdim, s.109- hep kitap).

Kurmaca -ve özellikle de bilim-kurgu- bütün hayat boyu yaşadıklarımız ve biriktirdiklerimizin bizi kullanmasına izin vermektir. Gördüğümüz ve bildiğimiz her şeyin dile gelip bizimle oynamasına ve canlı bir varlık kazanmak için bizi araçsallaştırmasına açık olmaktır ya da. Özellikle bilim-kurgu yazmak, bize ait gibi duran ama nereden çıkıp geldikleri tam da belli olmayan bir şeylerin harekete geçmesidir: “Yazdıklarımın nereden geldiğini çoğunlukla bilmiyorum. Deneyimler gübreleniyor ve daha sonra içlerinden farklı ve beklenmedik bir şey çıkıyor.” (Ursula K. Le Guin’le Konuşmalar, s.133- agorakitaplığı). Bir kere kaynağından çıkacak hale geldikten sonra hikâyenin kendi yolunu bulmasına aracılık etmek gerekir: “Hikâyenin kendisini anlatmasına izin vermem gerekir, bazen ne söylediğini anlamayabilirim.” (UKLGK, s.173).

İşin sırrı, onun ne olduğundan ve nasıl açığa çıktığından çok kimin ya da kimlerin bunu yapabilir olduklarında yatar. İşte burada hayal gücü devreye girer. Hayal gücünü çocukluğumuzda itibaren ne kadar beslediğimiz, tecrübelerimizi ve yaşadıklarımızı ne kadar derinden yaşadığımızla ilişkilidir. Hayal gücü, yaşadıklarımızın toplamıyla ya da illa kendi dünyamızla bağlantılı bir sanal gerçeklik demek değildir. Daha çok, zihnimizin bize oynadığı bir oyun ve hiç gitmediğimiz ve gerçekte de olmayan ama ancak bildiklerimizi bir tarafa bıraktığımızda kapıları açılan bir ülkenin sadece bize görünmesi gibidir. Bizimle zorunlu bir ilişkisi yoktur ama bütün malzemesi bizim hayatımızdan çıktığı için illa ki tanıdık gelen şeylerle yüklüdür. Fakat ne olursa olsun bilinmeze giden bir tanıdıklıktır bu. “Kurmaca bilgi aktarımı değildir, mesaj göndermek değildir. Kurmaca yazını, yazar için daima şaşırtıcıdır.” (SBD, s.152). Kişi kendi yazdıklarına her defasında şaşırmalıdır ve bu eğer dışarıdan bir okura kıyasla çok daha güçlü yaşanıyorsa yazdıkları doğrudur!

İyi bilim-kurgu metinlerde gizlice kendini göstermeyi bekleyen, daha doğrusu üzerine düşünüldüğünde kendini açık eden bir bilgelik saklıdır. Fakat bu, yoğun ya da hayatın her yanını içeren bir tecrübeden süzülüp gelen kıssalardakine benzeyen bir bilgelikten çok düşünülmeyenden, düşünülmemiş ve dolayısıyla yaşanmamış olandan gelen -inanılması güç- bir içerik taşır. Şu bile söylenebilir ki belki de gerçek bilgelik yaşanandan değil yaşanamamış olanlardan çıkar ve bu tür metinler bize tam da bunun kapısını aralar.

Bilgelik her zaman bir çocuk masumiyetine ihtiyaç duyar ve bu bize henüz yaşanmamış olanda daha fazla saklı olduğunu düşündürür. Tam da bu nedenle bilgece metinler kıssalardan çok masala yakındırlar, çocuksuluğu yaşanmamış olanla birleştirir sonra bizden aldıklarıyla her defasında yepyeni bir ülke kurarlar. Bu artık bize ait değildir ama anahtarı mutlaka kendi çocukluğumuzdan geçen bir yolculukta gizlidir. Kendimizden uzaklaştıkça ondan daha çok şey buluruz: “Pasternak’tan bir romanın nasıl yazılacağına dair ne kadar çok şey öğrendiğimi yeni fark ediyorum. Doğru yere inebildiğiniz müddetçe kilometreler ve yıllar arasında sıçrayıp durabileceğinizi, detayların doğruluğunun duyguları da içine aldığını, daha çok şeyi hariç tutarak aslında metne daha fazla şey katabildiğinizi öğrendim.” (SBD, s.203).

Haya gücü yaptıklarımızla değil yapmadıklarımızla beslenir. Daha çok beslenir diyelim. “Keşke çocuklardan yalnızca ‘Yaz Tatilinde Ne Yaptım’ konulu bir kompozisyon değil, ciddi ciddi o yaz tatilinde ne yapmadıklarını yazmaları da istenseydi!” (SBD, s.151). Bu bizim hayatta yaptıklarımızdan ibaret olmadığımızı anlamamızı sağlar; düşünüp de yapamadıklarımız, hissedip de söyleyemediklerimiz, karşı çıkmak isteyip çıkamadıklarımız ve durumu değiştirmek isteyip değiştiremediklerimizle ilişkiye geçmemize ve böylelikle kendimizi yeniden kurmamıza imkân verir, en azından zihnimizde!

Böylelikle, geleceği tahmin edebiliriz, en azından kendimizle ilgili olan kısmını! Ve tam da bu nedenle bilim-kurgu statükoyla bir hesaplaşmadır, içimizdeki dünyayla dışımızdaki dünya arasındaki korkunç bir duvar gibi duran statükoyla hesaplaşırız: “Bilimkurgu, her türlü statükonun haya gücüyle yıkımına hazır ve elverişlidir. Hayal güçlerini beslemeye ve işlemeye gücü yetmeyen bürokratlar ve politikacılar, bilimkurgunun ışın tabancalarından ve saçmalıktan ibaret olduğunu, sadece çocukların hoşuna gideceğini sanmaya meyillidir.” (SBD, s.221). Evet, yazılanlar önemli ölçüde çocukça bir fantezi gibidir belki ama unutmamak gerekir ki statükoyu ayakta tutan şey de en az onun kadar çocukçadır ve tam da bu yüzden ona karşı en etkili silah ışın kılıcıdır! Bu bir delilikse eğer, statükoyu ayakta tutmak için yapılanlar da fazlasıyla delilik içerir ve “Ciddi bir bilim kurgu, yaşadığımız bu deli dünyayı ele almak için kullanılan modern bir edebi aygıttır.” (UKLGK, s.63).

Bilim-kurgunun belki de bütün işlevi ve önemi, her türlü sınırlamaların ve engellemelerin ötesine geçmek için tek yapılması gerekenin yapamadıklarımızla yeni bir dünya kurup insanların da bunu yapabilir olduklarını görmelerini sağlamaktır. Başka bir ifadeyle bütün yapamadıklarımızla yapabileceğimiz çok önemli bir şey vardır: bizim dışımızdaki insanların bütün bu yapamadıklarımızdan hareketle kendi yapamadıklarını yapabilir olmalarını sağlamaya çalışmak. Bu bizim de bütün bunları aslında yapabilirken ve yapabilecekken yapamadığımızı görmemizi sağlayacak ve gerçek bir dönüşüm için gerekli olan kaynağa ulaşmamıza imkân tanıyacaktır. Bunu yaptığımızda dünyamız genişleyecektir; sınırsız bir evrende ve sonsuz bir hayatın içinde yaşadığımızı hissedebiliriz. Tam bir genişlik ve ferahlık hissine kavuşabiliriz. Tıpkı Le Guin’e bilim-kurguyu sevme nedeninin “zamanın ve uzam hissinin çok geniş olması” mı olduğu sorulduğunda verdiği cevapta olduğu gibi: “Sevdiğim yönlerden biri de bu, evet. Genişlik, dört duvarı olan küçücük bir odanın içinde sıkışmak yerine açılan kapılar. Tüm kapıları açık olan bir odadasınız ve gökyüzünü görebiliyorsunuz.” (UKLGK, s.67).

Yeri gelmişken, “bilim-kurgu”, basit bir çeviri hatasıdır ve aslı “kurgu-bilim”dir; yani, bilimin gerçek dünyada yaptığını kurguyla hayali bir dünyada yapan türün adıdır -hayır, ikisi aynı şey demek değildir!- ve bu küçük hata büyük bir kafa karışıklığının yaratıcısı, belki de pek çok okurun bu türe mesafeli oluşunun önemli nedenlerinden biridir. Ve son olarak bilim-kurgu okumak gerçeklikten kaçış değil, tam aksine gerçeği tahrif eden bütün engelleyicilerden kurtulmaya izin verdiği için kaçışa en az izin veren tür bile olabilir. Bilim-kurgu çocukça olmadığı gibi saçma da olmayan, resmi alanın dışından gelen bir bilgeliktir ve Pazar günleri bu tür için en uygun gün olabilir!

A. Erkan Koca
twitter.com/ahmeterkankoca

16 Ekim 2023 Pazartesi

Bir düzyazı ustasının yaşayan gözlemleri

Ferhan Şensoy, hocası Haldun Taner'den öğrendiklerini anlatıyor: Ben her gün yirmi sayfa yazarım oğlum. Sabah altıda kalkarım, daktiloyu balkona atarım, yirmi sayfa yazarım. Hocam yirmi sayfa çok ciddi, aklınıza bir şey gelmezse ne yaparsınız? Gördüğümü yazarım. Altı buçuk vapuru beş dakika geç geçti. Martılar uçtu. Manzarayı yazarım. Çocukları alacak okul minibüsü geldi. Bu yirmi sayfanın hepsini kullanmak zorunda değilsin. Belki bir gün bir işe yarar, içinden bir paragraf alırsın. Atabilirsin. Ama nasıl bir marangoz sabah dükkanını açıp çalışmaya başlıyorsa, sen de dükkanı açıp yazacaksın.

Birkaç günde peş peşe iki Haldun Taner kitabı bitirdim. Hatıralarını, hassasiyetlerini, tanıdıklarını, eski zamanları, İstanbul'u, İstanbul Türkçesini, insanı, eğitimi ne kadar sevdiğini gördüm. Ama en çok da dedim, bu adam her gün yazmış olmalı. Her detaya bu kadar güzel hakim olmak, üstelik mizahı elden bırakmamak, bunu yaparken çok kıymetli bilgiler aktarmak anca her gün idman yapmakla mümkün.

Tuncay Birkan’ın hazırladığı Tek İnsanın Değeri, Haldun Taner'in 1955-1986 yılları arasında yazdığı, çeşitli gazete ve dergilerde yer almış yazılarından oluşuyor. Kitabın adı, yazıların merkezinde ne olduğunu da söylüyor okuyucuya. Denemenin konusu sanat, siyaset ya da toplumsal hadiseler olsa bile merkezde daima insan var. Adil, hakkaniyetli, samimi bir yaşamın gerekleriyle birlikte, devletle insan arasındaki ilişkinin nasıl olması gerektiğine dair güncelliğini hiç kaybetmemiş yazılar bunlar. Zaten en şaşırtıcı olan taraf da bu. Haldun Taner, insanların birbirlerine selam vermemesinden, belediyenin bir türlü rayına oturtamadığı hizmetlerden, sokakların kirinden, entelektüel kapasitemizden, insanın bir türlü ortaya koyamadığı potansiyelinden, siyasetçilerin vaatlerinden ve hayal kırıklıklarından, Türkçenin giderek ortadan kayboluşundan bahsederken kendinizi geçmişte değil tam da bugünün ortasında buluyorsunuz. Taner, bir yazısından çocuk yetiştirmek ve çocuk psikolojisi üzerine döktürürken, bir başkasında intihar hakkındaki fikirlerini koyuyor ortaya:

"Yazmakta olduğum bir oyunun kahramanı karşısındakine, 'N'olur, bana beni düşündürme' diyor. 'İnsan kendine acımaya başladı mı, bu işin dibi yoktur.' İntihardan uzak olmanın en büyük panzehiri galiba bir oyalantısı olmaktır. Ama önemli, ama önemsiz... Mesele elindeki işe kendini verebilmektir. André Gide 'Yazmasam intihar ederdim' der. Bu herkes için geçerlidir. Bir işin peşinde olan insan kolayca hayatına kıymaz, zayıf bünyeli, hastalıklı Marcel Proust canını dişine takıp o koca romanını yazarken kendini hayata bağlamış, ölümden uzaklaştırmış oluyordu. Bitirdiği gün oda hizmetçisine, 'Artık ölebilirim' deyişi edebiyat değildir. Gerçekten de kısa bir süre sonra öldü. Jean-Jacques Rousseau'nun reçetesi de ilginçtir. İntihar etmeyi kafasına koyan bir gence 'Güzel bir hareket yap, sonra kendini öldür' demiş. Güzel hareketin verdiği doyum onu yeniden hayata bağlamış. Bacon, intiharı düşünene matematikle uğraşmayı öğutlüyor. Diderot ise, rizikolu, tehlikeli eylemleri salık veriyor."

Çok boyutlu, çok farklı bakış açılarına sahip ve tüm bunların dışında dili fevkalade kullanan bir usta var karşımızda. Aynı şaşırtıcılık ve güncellik 1971-1985 yıllarının gazete yazılarından oluşan Koyma Akıl Oyma Akıl'da da var. Ama her şeyden önce o şunları gözlemlemek çok etkileyiciydi: İnsanın sabırsızlığı, üzerimize dayatılan mutluluk problemi, insanın eşyayla ve en çok da parayla olan sınavı, sohbet etmenin ve dinlemenin önemi, bir erdem olarak çalışmak, geçmiş romantizminden uzak durmak ama mutlaka geçmişten yararlanmak, bugünü yarına bağlayacak hizmetlerde bulunmak, her şeyi okuldan beklememek, kişiliğin gelişimi için şahsi meziyetlerinden erken yaşta fark edilmesi ve sonra bunların üzerine gidilmesi, şanstan ziyade çabaya inanmak, bu topraklara hizmeti geçmiş insanları unutmamak, Türkçeye daimi önem, her zaman moralin yüksek ve meşgalenin aktif olması gerekliliği. Haliyle Haldun Taner'in düzyazılarını kültürden sanata, psikolojiden tarihe kadar birçok alandan yararlanıyor, okurun elde etmesi gereken doyumu tam yerinde yakalıyorsunuz.

Sizce de şu cümleler yaşamıyor mu hâlâ aramızda?

"Bir ayet, 'Selamlanıyorsanız siz daha candan karşılık verin' der. Eskiden tenhaca bir yolda karşılaşan iki din kardeşi 'selamün aleyküm, aleyküm selam' diye selamlaşırlardı. Selam, gergin yüzü gevşetir. Dudağı gülümsetir, göze parıltı, içe ferahlık verir. İnsanı afra tafradan uzaklaştırır, tevazua yöneltir. Otomatikleştiği için artık pek farkında değilizdir ama, vedalaşırken karşımızdakine 'Allahaısmarladık' diye en büyük sevgiyi, ilgiyi ve itibarı gösteririz. O da bizi dünyada başka hiçbir millette olmayan apaydınlık dört hece ile uğurlar: Güle güle."

Bu büyük insanları hatırlamak için onların yazdıklarını ve düşüncelerini iyi kavramamız lazım. Bu da önemli bir mesai istiyor. Haldun Taner'in şu sözüyle bitirmek isterim: "Kendisine büyük hizmeti dokunmuş insanları unutmak, bir toplumun yozlaştığını belgeler. Kadirbilirlik, uygarlığın şaşmaz koşullarından biri."

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

İlim ve irfan ehliyle karşılaşmalar

Ufuklardaki Ayetler, Michael Sugich tarafından yazılmış bir şahitlikler kitabı. "İlim ve İrfan Ehliyle Karşılaşmalar" alt başlığından da anlayacağımız üzere velilerin sözlerinin, menkıbelerinin canlı tanıklığı. Michael Sugich “Manayı kaybettik. Manaya yer bırakmayacak derecede bu dünyanın cümbüşüyle mest olmuş bir çağda, sun’i coşkunluklarla kaygılar arasında savrularak tüketiyoruz ömrü” diye başlıyor esere. Mana nedir? Mana, kişiyi Allah’a götüren hikmettir. Dünyanın rengine boyanmış beşer, insan olma mertebesine erişemez ve mana ona hep perdeli kalır. Perdeyi kaldırmanın yolu kalbi dünyadan ve nefsani arzulardan arındırmakla gerçekleşir. Bunu gerçekleştiremeyen kişiler beşer mertebesinde kalmaya mahkumdur. Onlar huzuru tatmazlar, yaşadıkları keyfi mutluluk zannederler oysa o keyif dünyevi olduğu için sun’idir. Yine onlar kalplerini dünya perdesiyle örttüklerinden asla mutlak manada tevekkül edemezler ve böylece kaygılar içinde tamamlarlar ömürlerini. Allah’a ulaşmamış bir ömür, beyhude geçmiştir. Onlar Allah’ın ayetinde belirttiği gibi bu dünyada kör yaşamışlar, ahirette de kör olacaklardır.

Şazeliyye yolunun pîri, Sidi Hasan eş-Şazeli Hazretleri’ne “Niçin hiç kitap yazmıyorsunuz?” diye sorduklarında, Hazreti Pir “Yolu birlikte yürüdüğüm ahbab u yârân benim kitaplarımdır” şeklinde cevap vermiş. Yolu birlikte yürümek sadece maddi anlamda birlikte olmak, onunla aynı zamanda ve aynı mekanda yaşamak değildir. Yolun takipçileri de yolu onunla birlikte yürürler. Çünkü o silsileye biat etmiş, tabi olmuşlardır.

İşte Sugich, bir Şazeli dervişi olarak o yolun takipçilerinden, ahbablarından tanıdığı, sohbetine katıldığı büyüklerin, ulu zatların sözlerini, yaşantılarını bize aktarıyor bu eserinde.

Arifler, Peygamber Efendimiz’in “Ölmeden önce ölünüz” hadis-i şerifinin sırrına ermiş kişilerdir. Onlar kalplerinden masivayı silmişler, böylece Allah’ın bir kudsi hadiste belirttiği “Yere göğe sığamadım, mümin kulumun kalbine sığdım” mertebesine nail olmuşlardır. Nefislerini tahakkümleri altına almışlar, Hakk ile Hakk olma şerefine ermişlerdir. O nedenle dinlemesini bilenler için onların sözleri ciltlerce kitapta bulunamayacak değerli hazineler, anahtarlar taşır. Onlar kendi heva ve heveslerinden konuşmazlar. Nasıl konuşabilirler ki onlar Hakk ile Hakk olmuşlar, mücahededen müşahede makamına vasıl olmuşlar, daim Hakk’ın suretlerini temaşa halinde yaşamışlardır. Örnek verecek olursak Sugich, Sidi Muhammed es-Sahravi’den şöyle bir söz işittiğini aktarıyor: “İnsan kalbinin hastalığı ‘acaba şimdi ne yapsam’ sorusudur.

Sözü biraz irdeleyelim. Acaba kelimesi, belirsizlik taşımaktadır. Belirsizlik beraberinde kaygıyı getirmektedir. Acaba ile başlaması kişinin ne yapacağına, ne yapmasına dair ya hiçbir fikrinin olmadığını ya da seçenekler arasında boacalamakta olduğunu göstermektedir. Bu davranış ise benlik sahibi kişilerin takınacağı bir tavırdır. Benlik sahibi kişi kendisinde kudret gördüğünden neyle karşılaşırsa karşılaşsın mutlak sonuca kendi çabası, zekası ve davranışıyla ulaşacağını düşünür/zanneder. Oysa arifler benlik sahibi olmadığı için her halükarda Allah’ın takdirinin gerçekleşeceğini bilir ve buna kayıtsız şartsız iman ederler. O yüzden onlar için belirsizlik yoktur, kaygı yoktur, uzun uzun kafa yorma yoktur. Onlar kaderin akışına teslim olmuşlardır. Onlar için gelen her tecelli hayır getirecektir.

Tevekkül, Allah’a şeksiz şüphesiz teslim olmanın adıdır. Tevekkül eden kişi için acaba diye bir durum yoktur. Hangi durum olursa olsun, başa gelen Allah’tan gelmiştir çünkü ve Allah’tan gelen de lütuftur. Zahirde kahur görülebilir veya kişi mertebesinin alçaklığı itibarıyla başına gelenin ardındaki hikmeti göremediğinden ve manaya vakıf olamadığından mevzuyu kahır olarak yorumlayabilir. Ancak arifler cemal ile celalin iç içe olduğunun idrakine ermişlerdir. Onlar gelen celal ise de içinde cemali taşıdığını bilir ve tevekkül gösterdikleri takdirde cemale kavuşacaklarından emindirler.

Ariflerin sözlerini anlamaya idrak, anlatmaya kelimeler yetmez. İşte delili. Ebû’l Abbâs el-Mursî diyor ki: “Bir Allah velisini bilip tanımak, Allah’ı tanımaktan zordur. Sonuçta Allah, Kemâli ve Cemâliyle tanınır. Buna karşın kendin gibi, senin yediğin gibi yiyen, içtiğin gibi içen bir yaratılmışı tanıman ne kadar sürer?

Yasin Taçar
twitter.com/muharrirbey_

28 Eylül 2023 Perşembe

Akıl her kapıyı açmaz, ille de aşk lâzımdır

"Zâhid-i bî-hod ne bilsin zevkini aşk ehlinin
Bir aceb meydir muhabbet kim içen hüşyâr olur."

- Fuzûlî

Türkçemizin en güzel anlamlara sahip kelimelerindendir muhabbet. Kelimeye dair ilk düşüncelerimizde karşılıklı sohbet olsa da aslında muhabbet, kökü itibariyle sevgi, aşk ve sevda anlamlarına gelir öncelikle. Dostluk, bağlılık, sohbet ve yârenlik ise sonraki kıymetli anlamlarıdır. Birine muhabbet beslemek, aynı zamanda onu sevmek demektir. Muhabbet etmek, dostça konuşmak ve dolayısıyla dostluk etmektir.

Muhabbetullah vardır bir de, Allah sevgisi, Allah aşkı anlamına gelir. Sonra tabiatın içine gizlenmiş muhabbet çiçeği vardır, evlere neşe katan muhabbet kuşu vardır, aşk mektupları bir araya gelince muhabbetnâme olur, beslediği sevgi yüzünden eziyet ve sıkıntılara uğrayanlara muhabbet-zede denir. Velhasıl pek hoş bir kelimedir muhabbet.

Dil, kültür ve tarih araştırmacılarımız içinde hem muhabbetiyle hem de yazdığı eserleriyle Dursun Gürlek hoca çok ayrı bir yerde durur. Timaş Yayınları'ndan Eylül 2023 itibariyle çıkan Muhabbet Ateşi kitabı ilk sayfalarından itibaren lezzetli üslubu ve tarihin, kültürün her penceresinden bakan tavrıyla okurunu gönlünden yakalayan bir çalışma. Hocanın daha evvel yazıp meraklılara sunduğu Ayaklı Kütüphaneler'i, Çınaraltı'nda Kitap Sohbetleri'ni, Maziye Bir Bakıver'i, Kültür Dünyamızdan Manzaralar'ı, Karınca Huzura Varınca'yı, Tebessüm ve Tefekkür'ü okuyanlar, hiç değilse karıştıranlar gayet iyi bilirler ki Dursun Gürlek'in kitaplarındaki her konu başlığı bir belgesel, bir başka kitap gibidir. Okuyanına renk katar, iklimini değiştirir. Güncelin ve gündemin ağırlığını alır, dil zevkiyle yüreğini hafifletir, yeni bir bakış açısı ve görgü kazandırır. En çok da hayatta her müşkülün akılla çözülemeyeceğini, aklın yanına mutlaka irfanın da sokulması gerektiğini, bilhassa aşksız asla olmayacağını anlatır hoca. Çünkü: "İlâhî ve derûnî güzelliklerden nasibini almayan akıl, sâhibini kolayca gurûra, kibire sevk edebilir. İlmî enâniyet sâhibi kimselerin, aynı zamânda çok akıllı olduklarını, akıllarını bir nev'i putlaştırdıklarını unutmayalım. Şeytânî akıllarıyla herkese tepeden bakan, tekebbürlerinden dolayı yanlarına yaklaşılmayan bu adamlara iblisin rehberlik yaptığını bir kere daha hatırlayalım. Biliyorsunuz işte iblis Allah'a karşı, mantık yürütmekten bile çekinmedi. Cenâb-ı Hakk Âdem Aleyhisselâm'a secde etmeyişinin sebebini sorunca, 'Yâ Rabbi! Beni ateşten, Âdem'i ise topraktan yarattın. Ateş topraktan daha üstündür!' diye cevap verme küstahlığında bulundu. Bu cevap da onun şeytanlık derekesine inmesine sebep oldu. Demek ki kuru akıl, aynı zamânda dizginlenmemiş akıldır. Bakınız Fuzûlî ne güzel söylüyor: Ben aklımdan isterim delâlet / aklım bana gösterir dalâlet."

Gürlek hoca, çok mühim bir celvetî mürşidi olan müfessir ve şair İsmâil Hakkı Bursevî'den bir misal anlatıyor. Hazretin Ruhü'l-Mesnevî kitabının birinci cildinde nakledilen bir mesele var. Nâr, yani ateş, bir gün "Yâ Rabbi! Varsayalım ki sana itâat etmeseydim, benden daha şiddetli bir nesne ile azap eder miydin?" diye sorar. Âlemlerin Rabbi "Nâr-ı kübrâmı (büyük ateşimi) senin üzerine musallat ederdim." diye buyurur. Nâr bunun üzerine "Benden daha büyük ateş var mı?" diye tekrar sorar. Kâdir Mevlâ o zaman da şöyle buyurur: "Evet var. Bu, velîlerimin kalplerine yerleştirdiğim nâr-ı muhabbettir (muhabbet ateşidir)." Dursun Gürlek şu güzel yorumu ekliyor: "Bundan anlaşılıyor ki emânet-i kübrâ denilen büyük emânetin sırrı, işte bu aşk üzerine kuruludur. Onun için insandan başka hiç kimse ona tahammül edemedi. Zirâ en büyük azaptır. Yûnus'umuz aşk ateşinin özelliklerini şöyle dile getiriyor: Dağa düşer kül eyler, gönüllere yol eyler / sultanları kul eyler, hikmetli nesnedür aşk / denizleri kaynadur, mevce gelir oynadur / kayaları söyledür, kuvveetli nesnedür aşk."

Muhabbet Ateşi'nde okurları hangi muhabbetli konular bekliyor? Osmanlı zarâfeti, levhimahfuz, çınar kovuklarında yaşayanlar, zekâ küpü çocuklar, rüyâda tedâvi, yetmiş kitap ezberleyen Mihrî Hatun, padişahların gönlüne tâcı tahtı bırakıp bir tarike girme arzusu koyan mürşidler, sırlı ölümler, ruhlar âlemi, kürsü ve salon müdâvimleri, Erzincanlı Terzi Baba ve menkıbeleri, Beyazıt'taki anıt ağacın ölümü, Yeraltı Câmii imamı Üsküdarlı Ali Efendi, Fuzûlî hayranı papaz Kevork Terzibaşıyan, Safer Efendi'nin sohbetlerinden birer demet, Münevver Ayaşlı'nın işittikleri, gördükleri ve bildikleri, Tâhirü'l-Mevlevî ve Müslümanlıkta ibâdet târihi, İslâm Ansiklopedisi heyecanı, Selâmünaleyküm Baba, Süleyman Nazif ve "Şehidin Babası", köşe yazarlarından cehâlet örnekleri...

Kültür tarihimizin bugünlere ışık olabilecek ayrıntılarında gezinmek, yaşadığı döneme ve sonrasına derin tesirleri olmuş şahsiyetleri tanımak, kitapların ve hikâyelerin arasında nefeslenmek için Muhabbet Ateşi pek güzel bir imkân. Bereketli okumalar.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Hayatla aramızdaki makas

Teyzeler ve Maymunlar, Fatma İçyer’in Dergâh Yayınları etiketiyle çıkan ilk kitabı. Ayşe Nur Biçer’in editörlüğünü yaptığı kitap, on dört öyküden müteşekkil. Bir ilk kitaba göre şaşırtıcı derecede olgun. Daha ilk kitabıyla sesini bulmuş, öyküde kendi gerçekliğini inşa etmiş bir kalemle karşı karşıyayız. Bana bu yazıyı yazdıran bu hayret duygusu zaten.

Fatma İçyer’in öyküye mesai harcadığı ve öyküye dair derinleştiği aşikâr. Ne yaptığını bilen, öykü tekniklerine hâkim bir yazardan bahsediyoruz. Döngü, Annemle Aramızdaki Karpuz Kabuğu, Kafam Dolu Koynum Boş, Teyzeler ve Maymunlar özellikle aklımda kalan ve dönüp dönüp okuyacağım öykülerden.

Fatma İçyer’in öyküleri ailenin dişlileri arasında ufalanan bireyleri hikâye ediyor. Ailesi tarafından sistemli bir şekilde duygusal istismara uğrayan farklı karakterlerin olup bitenler karşısında yaşadıklarını anlamlandırma çabalarına ve bu çabanın akamete uğramasıyla bir yabancılaşmaya evrilen hadiselere tanık oluyoruz. Duygusal istismara uğramış kişilerde görülen aileden uzaklaşma, bağımlı kişilik örüntüsü ve en çok da değersizlik duyguları yaşayan karakterler bir çıkış bulamıyor ve acıyla karşı karşıya kalıyor. Kitap da zaten Oğuz Atay’dan bir alıntı ile açılış yapıyor: “Bir de ne görsün, hayatta bilmediği acılar da varmış.

Yarası olan karakterlerin hikâyelerini okuyoruz kitap boyunca. Her okurun bir hikâyede kendini bulabileceği türden yaralardan bahsediyorum. Ve sanki o yaraları sağaltmak için yazıyor yazar. Hayatla arasındaki makas açıldıkça anlatarak iyileşmeye çalışan karakterlerin öyküsü. Bazen modern aileden dem vuruyor olsa da genellikle taşradaki geleneksel aile ile derdi var yazarın. Bazı hikâyeler Nuri Bilge Ceylan filmi gibi geldi mesela. Atmosfer olarak da öyleler. Kitaba ismini veren Teyzeler ve Maymunlar öyküsünde şöyle diyor: “Bir çift delici göz, kocaman bir yer sofrası, dokuz yaşındayım, kadınların eksikleri tamamlama çabası, içi kof bir aileyi bir araya getirmeye çalışan en büyük yenge, yeğenler, dayılar, teyzeler, anneler, babalar bu sofranın etrafında toplanmış. Üstüne on çeşit yemek koysan da içine doğru bükülen, tabaklardaki bütün yemekleri bir çırpıda yok eden, orduları doyuracak kadar yemek varken küçük bir aileyi bile doyurmayan bir sofra.

Fatma İçyer ender görülen bir şekliyle öyküde imge kullanıyor. Bir şair edasıyla mısralarla değil cümlelerle yapıyor bunu. 110 beden sutyen giyen bir maymun imgesiyle genç bir kızın yaşadığı travmayı anlatıyor. Bazen bir metafor karşılıyor bizi, bazen de ironi. Tüm bunlar çoğul okumalara imkân sağlıyor ve böylece yazarın kurmuş olduğu gerçeklik kendi sınırlarını zorluyor. Eksiltili anlatım yolunu seçerek boşlukları okurun doldurmasını da sağlıyor.

Babaanne, rüya, ev, aile, gurbet gibi motifler çokça tercih edilmiş. Özellikle rüya motifi ön plana çıkıyor. Rüya aracılığıyla yazar okuyucuya karakterin iç dünyasını, gizli arzularını ve duygularını göstermeye çalışmış. Ayrıca birden fazla öyküsünde denk geldiğimiz uzuv kaybını beden-benlik bütünlüğünü tehdit eden acı deneyiminin ruhsal dinamiklerine bağlamak mümkün.

Modern öyküde şahit olduğumuz yeni birçok tekniği barındıran öyküler karşılıyor bizi. Dilde belirli bir seviyeyi tutturmuş, dile eğilen, titizlenen bir üslubu var Fatma İçyer’in. Bu haliyle ne mutlu Türk Öyküsüne demek geliyor içimden.

Kenan Yusuf
twitter.com/knnysf

25 Eylül 2023 Pazartesi

Ülkesini bilen kendini bilir

Gandhi'yi Gandhi yapan şey, çokça tekrarlandığı için artık karine haline gelen “pasif direnişi”nden çok satyagraha diye adlandırdığı, her koşulda hakikatle olan bağını koruyabilme gücüdür. Satya, Sanskritçe hakikat anlamına gelmektedir, agraha ise sıkıca tutunmak ve ısrarcı olmak demektir. Gandhi’nin büyüklüğündeki asıl sır, hakikat bildiğini hiçbir şey için hiçbir zaman feda etmeyişinde ve ısrarla onu isteyişinde gizliydi.

Adaletsiz ve baskıcı bir sömürge düzenine karşı Hint halkının binlerce yıllık kültüründe yaşattığı değerlere sıkıca sarılır ve bu bağlanma her türlü korkuya galip gelir. Onun dehası hakikati kendinden daha çok sevebilmesindeydi belki de. Hakikat sevgisindeki gizli gücü siyasi bir harekete dönüştürürebilmesindeydi. Onun için din de hakikat sevgisi ve bu dünyanın hırslarına kapılıp kendinden vazgeçmeye karşı yeniden kendine gelme demekti. O ise hiç kendinden gitmedi. Kendi dışına hiç çıkmadı.

Diğer bir özelliği de kalbinin her zaman için küçük görülen, aşağılanan ve altta kalan insanlarla birlikte atıyor oluşuydu. Bunda büyük bir vecd duyuyordu bile denebilir çünkü hakikatin sesini duymak için benlik gururundan sıyrılmak ve kelimenin çifte manasıyla kendinden geçmek gerekir.

Aşağılan ve horlanan insanlar küçük ve “değersiz” görüldükleri için tam da hakikatin kıyısında yaşarlar. “Kendinden geçmek” ancak kendi gibi olmayan, kendinden olmayanlarla ilişki kurmakla mümkündür belki de ve Gandhi’nin öğretisinin özünü kısaca söylemek gerekirse, herkesin kendi gibi olmayanlarla bağ kurarak hakikate bağlanmasıdır, denebilir. Onun için din tam anlamıyla ötekidir; ötekiyle bir olabilmenin yol ve yöntemidir.

Gandhi, 40 yaşındayken yazdığı, yakın zamanda Dergâh Yayınları'nca Bengisu Karakurt çevirisiyle yayımlanan “Hind Swaraj: Gerçek Özgürlüğün Peşinde” adlı kitabında bütün bunları anlatır. Çevirmenin Sunuş’unda da belirttiği gibi Hind Swaraj, “hacim olarak küçük bir eser olsa da Gandhi’nin hayatının sonuna kadar koruduğu en temel düşüncelerini ihtiva eder.” (s.9).

Bu en temel düşünceleri arasında, ruhun isyanından doğan bir gücün her türlü baskıya ve zorbalığa galip gelebileceği, insanın ancak kendine hükmederek özgür olabileceği ve elbette bir insanın halkına olan bağlılığının aslında o halkın ruhsal derinliğinden süzülüp gelen bir hakikat bilgisine bağlılık olduğu sayılabilir. Hind Swaraj kitabı bütün bunların anlatıldığı ve bu sayede satyagraha’nın nasıl mümkün olabileceğinin sade ve anlaşılır bir biçimde ifade edilmesidir.

Satyagraha’ya ulaşabilmek için ilk başta, basit ve sade yaşamak, parlak ve süslü olan ne varsa terk etmek, makinenin bir hırs aleti, Batılı modern medeniyetin ise büyük bir aldanış olduğunu bilmek gerekir. Bu, ilkel yaşamak ya da insan aklının evrensel buluşlarından faydalanmayarak karanlıkta bir ömür geçirmek demek değildir.

Buradaki temel mesele, modern medeniyetin insanı kaçınılmaz olarak kendinden uzaklaştırması ve her türlü zenginliği ve gücü, “bedensel refahı” (s.64) ana amaç haline getirmesinin öldürücü sonuçlarını görebilmedir. Kendine hükmetmek ve kendinden vazgeçerek, görülmeyen, duyulmayan insanlara ulaşabilmek ancak ruhsal bir isyanla mümkündür ve Gandhi’nin ahlakı hiç şüphesiz bir isyan ahlakıdır; canlılığını sürdürmek için daimi bir isyan halinde olmak zorundadır.

Satyagraha, batılı modernleşmeyle sert bir hesaplaşma içerir ve son derece önemli bir biçimde kadim Hindistan ruhunun modernleşmeyle olan karşıtlığı onun için bir zorunluluk veya istenmeyen bir durum değil bilakis varoluşsal bir tercihtir. Hindistan’da daha çok kazanmaya dayalı bir ekonomi hiçbir zaman yaşamın ana amacı olmamıştır ve bu yüzden kendi ahlakının dışına çıkmamıştır. Hindistan makineleşmediyse ya da modernleşme süreçlerine geri durduysa bunun nedeni kendi ruhuna olan tutkulu bağlılığıdır: “Biz makine icat etmeyi bilmediğimizden değil, bizden önce gelenler böyle şeylere gönlümüzü kaptırırsak köleleşeceğimizi ve ahlaki yapımızı yitireceğimizi bildiği için böyle oldu. Gerektiği üzere tedbir alarak bizim yalnız ellerimizi ve ayaklarımızı kullanarak yapılabilen şeyleri yapmamıza karar verdiler. Gerçek mutluluk ve sağlığın el ve ayaklarımızın düzgün kullanılmasıyla sağlanabileceğini gördüler. Daha da ileri giderek büyük şehirlerin tuzaktan ve gereksiz sorumluluktan ibaret olduğunu ve insanların buralarda mutluluğa erişemeyeceğini…gördüler ki krallar ve kılıçları ahlakın kılıcından aşağıdadır.” (s.94).

Satyagraha, tıpkı tasavvuftaki gibi bir arınma ve riyazetle dünyadan uzak durarak kendini bulma içerir. Burada gücün ve mutluluğun bütün kaynağı kendiyle mücadele eden ve her türlü dünyevi hırsa galip gelen insan ruhunun ruhsal bir coşkuyla dolması ve her türlü haksızlığa içsel bir neşeyle karşı koymasıdır. Böyle bir insan için gerçek manada düşman kalmamıştır. Bu nedenle, “düşman”a düşman gibi davranmamak esastır. Düşmana düşman gibi davranmak sonuçta zafer kazanılsa bile kendini kaybetmektir.

Gandhi için hangi yüce amaç için olursa olsun başkalarını öldürmek korkakçadır. Esas kahramanlık kendini feda edebilmekle gelir. Hakikate duyulan güçlü bağ nedeniyle ölümü göze alabilmek yaşamın ana canlılık kaynağını oluşturur. Kaba kuvvete kaba kuvvetle karşılık verildiği zaman ulaşılan şey, kullanılan aracın zorunlu sonucudur ve şiddet hiçbir koşulda yapıcılık içermez, hep yıkıcı sonuçlar üretir: “Kaba kuvvet kullandıkları ve bizim de kullanmamızın mümkün olduğu tamamıyla doğrudur. Ne var ki aynı yolu kullanırsak onların elde ettiğinin aynısını kazanırız. Bunu istemediğimizi kabul edersiniz. Kullanılan araç ile amaç arasında bağlantı olmadığına dair inancınız büyük bir yanılgıdır…araçlar tohuma, amaç ağaca benzetilebilir; tohumla ağaç arasındaki bozulmaz bağın aynısı araçla amaç arasında mevcuttur.” (s.104).

Gandhi’ye göre gerçek güç yok edilemeyen ve yok olmayan güçtür. Yok olan hiçbir şey, gerçek manada güçlü olamaz. Dolayısıyla herhangi bir toplumsal direnişte esas güç, ölmeyecek olan hakikatlerden süzülüp gelir. Adalet gibi, eşitlik gibi, özgürlük gibi amaçlar bu nedenle aynı zamanda araçtırlar. Satyagraha’da araçla amaç birleşir ve tekleşir. İkisi aynileştiğinde, yapılan en küçük eylem bile çok büyük bir anlam ve sonuç doğurur. Benzer şekilde her küçük katkı çok büyük bir yaratıma ve ürüne neden olur. En alttaki insanla en üstteki eşitlenir. Her yol, aynı yere çıkar hale gelir.

İnsan, hakikati yeterince sevdiğinde kendisine karşı koyamaz ve kendinden geçme bununla başlar. Sonrasında ise diğer insanları ve en çok da kendisine en benzemeyenleri sevmekle olgunluğa erer. “Sevginin gücü, ruhun ve hakikatin gücüyle aynı”dır (s.110). İnsan yanlış bulduğunu yapmadığında onun sonuçlarına katlanmak için gerekli gücü kendi içinde bulamıyorsa hakikatle bağı yeterince güçlü değil demektir; “Dolayısıyla, yanlış bulduğunu yapmamalı ve netice neyse ona katlanmalıdır. Ruh gücünü kullanmanın kilit noktası budur.” (s.112). İnsanın, hakikati, şu ya da bu nedenle terk etmesinin yegâne nedeni, çok çeşitli biçimler alabilen korkularıdır: “İnsan hakikati terk ederse bunun sebebi bir tür korkudur.” (s.117).

Bütün bunlardan sonra şunu söyleyerek tamamlayabiliriz ki kitabın alt başlığında olduğu gibi gerçekten özgür olmak asla pasif kalarak mümkün değildir, tam aksine en küçük, en zayıf, en basit ve en alttakilerin sayısız küçük eylemiyle, insanın kendiyle olan mücadelesiyle ve yanlışlıklara hiçbir durumda boyun eğmeyişiyle mümkündür. Satyagraha, kendini bilmek için ülkesini bilmek gerektiğini ima eder.

Bunun tersi de doğrudur: yani, ülkesini bilen kendini bilir. O nedenle, bugünlerde çokça tekrarlanan "bu ülkeden bir şey olmaz" lafı, satyagraha’yla apaçık bir çelişkidir ve daha çok kişinin kendiyle ilgili bir sorunun dışavurumudur. Dahası, ülkesini bilmek, keyfe keder bir tercih değil gerçek özgürlük için geçilmesi gereken zorunlu bir aşamadır.

Aksi halde, satyagraha kitaplardaki ilginçliklerden ibaret olmaya devam edecek demektir!

A. Erkan Koca
twitter.com/ahmeterkankoca