18 Nisan 2023 Salı

Hayal Otel veya kefaret

Hepimizin konfor alanı elimizden bir şekilde alınıyor. Bu bir saat içinde de olabilir, bir günde de bir yılda da… sonuçta hepimiz bir şekilde konfor alanımızdan alınıp, uzağa götürülüyoruz. Kimi zaman bir müzik parçası, bir manzara, bir olay , bir kitap olabilir, yapabilir bunu. Bu konfor alanımdan beni alıp uzağa götüren, düşüncelere sevk eden, hatta konfor alanımın dışından beni fiziken alıp, diğer kitaplarının peşine düşüren bir kitaptan bahsedeceğim dilim döndükçe.

Ne demişti Kafka hatırlayın: “Kitap içimizdeki buzları kıracak bir balta gibi olmalıdır”. Çok sevdiğim Cioran da şöyle demişti : “Kitaplar yaraları kanatmalı, hatta yeni yaralar açmalı, kitaplar tehlike arz etmeli.” Evet. Tamda bu minvalde bir kitabın etkisi altında yazıyorum bu satırları. B. Nihan Eren’in Hayal Otel kitabı. İçimizdeki buzları kıracak,ruhumuzda yeni yaralar açacak bir tür kitapla hemhal olmak, günün konfor bozan mefhume olarak elimde durdu tüm gün. Mefhume diyorum, çünkü ‘anlam’ ve ‘açılma ‘ olarak kendini güne bıraktı, ve elimden tuttup yol aldırdı. Psikolojik burhanlar, suçluluk duygusu, belirsizlik, korku, merak gibi envai çeşitli duyguların çemberinde buldum kendimi.

Zamanımızda pek de değeri bilinmeyen bir ruh göçme halidir ; ‘kefaret’ duygusu. Psikolojik bir çıkmaz, bir yalnızlık ve de duygudaşlık çemberi içerisinde devinip durma halleri tüm kitap boyunca beni yeni anlamlara düşürdü, kendimden öteye taşıdı, bana ‘kefaret’ ödetti. Detayına inmeyeceğim bu duygunun, o da bana ve yazarın kahramanları arasındaki özel bir iletişim hali olarak kalsın.

Kitaptaki kahramanların zaman zaman değil sürekli caddede, iş yerinde, kendi evimizde, iç dünyamızda bizimle olan ve bizimle yaşamayan insanlar olduğunu anlamamız uzun sürmeyecektir. Her kahramanın sakladığı bir sırının ortasında kalıyoruz. Ama bu sırların tamamını asla bilmiyoruz ve ne yazık ki bilmeyeceğiz de. Ahmet ve Meryem kim ve kimden kaçıyor, Nilüfer neden evlatlığıyla beraber kaçıyor, neden buraya sığınıyor, ressam aslında kim, Doruk sadece bir meraklı ya da kendini bulma çabasında olan, ilgi isteyen bir yazar mı… Evet! Bu soruların cevabını bulmak ister okur, ben isterim, ama yazar bekle diyor okurlarına, gerisini sen düşün ve tamamla diyor adeta. Ben kendi açımda tamamladım mı ? Bilemiyorum. Ben kitabı bitirene kadar tamamlamak istemedim. Çünkü hep ikinci planda kaldı bu merak duygusu, beni içine çeken kahramanların ruh halleri ve ortak duyguyu besleyen suçluluk duygusu oldu. Hepimiz bu duyguyla az cebelleşmiyoruz değil mi?

On iki çiçek ismi taşıyan otelde herkesin bir odası ve o odayla beraber büyüttüğü bir sırrı var. Tabelası asılmamış bir oteldir ‘Hayal Otel’. Bu otelde tüm kahramanlar kendi iç dünyasında, kendi büyüttükleri suçla boğuşuyor. İsmet ve Feryal hem otelin sahibi hem de dertlerin ve sırların kesişim noktası. İkisi de inatçı ve zıtlıklarla boğuşuyor. Bu inat ve zıtlıklar otele farklı karakterleri dolduruyor. Herkes farklı ve herkes ‘başka’ biri. “Oysa şu karanlığın ve bu ölümcül gürültünün içinde zaten herkes başka biriydi. Leyla başka biri. Nilüfer başka. Doruk başka. Feryal bile başka. Şurada oturmuş da başına geleni sakince karşılayan, birlikte akıbetini bekleyen ve susan herkes. Başka birisi.” (S.68)

Hepsi başka ama ortak yanları: içinde taşıdığı sırları ve ödedikleri farklı ‘kefaret’ biçimleri. “Onun, gülüp, sevip vazgeçtiğini anlayan, olduğunu, olmadığını görüp yola bir biçimde devam edecek gücü kendinde öyle ya da böyle bulan herkesin arasında, gizlediği bir şey vardı”. (S.91)

“Kefaret” belki de kitaba yakışacak en güzel ikinci isim diye not tutmuşum sayfanın kenarına. Her şeyden uzakta, bir dağ başına kurulan otelde bir akşam kasırgaya teslim olmaları, o korkuyla birbirine sarılmaları suçun kefareti olabilir mi? Bilmediğimiz suçların kefareti. Ah ! Bu tekinsiz duygunun getirdiği bu merak duygusu! Biz okurların da kefareti bu sanırım. “Her aşinalıktan kolayca geçilebileceğinin bir şekilde görüldüğü ve her yeni alışkanlığın kolayca kazanılabileceğinin anlaşıldığı bir hayatta zor olan ne olabilirdi ki ? İnsan sürer. İnsan yola devam eder.” Ve devam ediliyor ve umutla sabahı karşılıyor kahramanlarımız, çünkü ‘insan sürer’. Hepsi kendisiyle büyüttüğü suçları, pişmanlıkları ve sırlarıyla. Şimdilik bu otelde. Suçluluk duygusuyla beraber nedir bu insanları ayakta tutan başka duygu ? Gelin yazara kulak verelim. “Sevgi buydu. Bir soluğun varlığına minnet, şükran, sevinç… Dünya üzerinde şu koca tek başınalığı dağıtan o varlığa sonsuz sarılma, ölse bile toprağına kıvrılma isteği”(S.41) Evet burada aranmalı aykırılıklara rağmen bu insanları hayatta tutan duygu. Yani sevgi ve sevgide buluşma hali.

Yazarın karakterler üzerindeki derin psikolojik tahliller, aykırı karakterlerin kendini bulma ve olma çabası -mesela Leyla ve Deniz’in aşkı- aslında bu toplumun kendini anlama ve bulma çabasını dile getirdiğini düşünüyorum. Hala başka mahallede başka hayatların ve kendini bulma yolunda sürekli mücadele eden karakterlerin dünyasını anlatıyor. Kimine göre-çoğunluk sanırım- mesele bunları anlamakta ya da roman karakterleri gibi anlaşılmadığını düşündüğümüzde kendi dünyasında başka bir dünya yaratmakta.

Burada romanın kurgusunu ve gerçekliğini tartışma konusu yapmadan; yazarın dil üzerindeki hakimiyeti, pekiştirmek ya da başka maksat ile bilerek tekrarlanmış cümleler, kelimeler ; kelimelerin alışılmışlığın dışında kullanılması, derin psikolojik tahliller, iç içe geçmiş hikayeler romanın -evet roman demek bence daha uygun bir tanımlama- usta bir kalemden çıktığının en büyük kanıtıdır. Nihan Eren’in üsta bir romancı olduğunun belirtisidir. Kendi adıma bu ismi yirmi yıl sonra ülkenin iyi ve kaliteli (?) edebiyatını belirlemede en üst sıralarda göremeyeceksek bizim okuma kalitimizi ve hakiki okurluğumuzu ciddi anlamda sorgulamamız gerekir diye düşünüyorum. Rafları cicili bicili, kaliteden yoksun kitapların değil, Nihan Eren gibi yazarların doldurması gerekir diye düşünüyorum. Bu memleketin en büyük eksikliği; hafıza kaybı yaşamasıdır, ikinci eksikliği liyakati ve kaliteyi artık aramıyor olmasıdır. Her konuda. Nihan Eren gibiler çoğalmalı, bulma ve olma yolunda çoğalmalı. Dil ustalık gerektiriyorsa eğer ustalar en üst sıralarda kendini bulmalıdır. Halk ve okurlar onları her konuda üst sıralara taşımalıdır.

Son olarak diyorum ki; şimdi konfor alanınızı terk edin çünkü: “Hayat bir çabadır.

Vesselam.

Doğan Yalçın

22 Mart 2023 Çarşamba

Devam ederken değişmek, değişirken devam etmek

Yıllar önce memleketin bir sahil köyünde yakaladığım fotoğraf zihnimde hâlâ asılı duruyor. Ömrünü devrimci mücadelenin içinde geçirmiş, ödünsüz-tavizsiz bir ihtiyar ile ömrünü mütedeyyin kalabilmeye adamış, davasız-iddiasız bir başka ihtiyar yan yana. Nasıl tanışmışlar, nasıl kesişmişler pek bilmiyorum. Yanlarına yaklaşıp, ne konuştuklarını duymaya dair amansız bir telaşa kapılmıştım. Tütünün herkesi bir araya getirebilme niteliği başrolü oynadı ve birine tütün sararken, diğerine de çakmak uzatırken bulmuştum kendimi. Artık ihtiyarların arasındaydım. Bakalım alıp veremedikleri, yahut paylaştıkları şey neydi? Plastik bir samimiyetle mi yan yana geldiler, yoksa az buçuk bir tansiyonu olacak mıydı sohbetlerinin?

Çektiğim fotoğraftan şu kaldı geriye: Söyledikleri şeyler birbirine oldukça benzer, ancak kavramlar farklı. Biri daha hararetli, öbürü daha temkinli. Bir gün gidecek olmanın bilinci her ikisinde de mevcut, hem de en esaslısından. Hararetli olan, giderken bağıra bağıra “hep adaleti ve hakkı aradım” diyebilmek istiyor. Temkinli olan taraf da bundan farklı bir şey söylemiyor, “Hakk’ın adaletine teslim oldum” diyebilmek istiyor. Bense kıkır kıkır gülüyorum fotoğrafı çekerken. Aynı güfteyi farklı makamdan okuyup duruyorsunuz, bari ben de hariçten bir gazel okuyayım diyorum en Tanpınar’ından: “Ne içindeyim zamanın / ne de büsbütün dışında / yekpâre, geniş bir ânın / parçalanmaz akışında.

Besim Dellaloğlu’nun yazıları ve kitapları bana hep bu fotoğrafı hatırlatmıştır. Belki de Tanpınar doyumsuzluğumdan, onun sahiden de Türkiye’ye dair çok ince, çok anlamlı şeyler söylediğine inandığımdan. Zamanın İçinden Zamanın Dışından kitabı da birbirinden farklı şeyleri izah etmeye değil, anlamaya çalışan yazıların bir toplamı. Bu toplamda netlik yok, çünkü hayatta ve insanlarda da yeterince netlik yok. Gri bir alanda, renk vermemeye çalışan kimselere döndük iyice. Böylece görünmüyoruz, belki boşluğu büyütüyoruz. Evet, hep aynı boşluk! Bu yazıya başlığını veren Tanpınar cümlesini Dellaloğlu’nun nasıl açtığına bakarak boşluğun içindeki garabeti bir nebze yakalayabiliriz:

Tanpınar’ın bir sözü Batı’nın modern olma deneyimini çok güzel ifade eder: ‘Devam ederken değişmek, değişirken devam etmek.’ Modern olmak tam da bunun başarılması demektir. Modernleşme toplumlarında gelenekle modernliğin birbiriyle uzlaşmaz şeyler olduğu varsayılır. Bu varsayım, modernleşme toplumunda birbirleriyle zıt kutuplar tarafından da paylaşılır. Mesela bu konuda bir ‘Kemalist’ ile bir ‘gelenekçi’ tuhaf bir şekilde benzer düşünebilirler. Yani aslında neredeyse hiçbir konuda anlaşamayan bu iki kesim, modernlikle geleneğin birbirleriyle uzlaşmaz olduğu konusunda uzlaşırlar.

Modernliğin, muhafazakârlığın, geleneğin, ilerlemenin, medeniyetin ve kültürün ne olduğu üzerine düşünülüyor, yazılıyor, konuşuluyor. Tüm bunlar yapılırken de muhakkak bir teodise oluşturuluyor. Zengin ve derin bir eleştiri yerine ifratla tefrit arasındaki yorumlarla, hatta süslü aforizmalarla, şimdinin yirmilerinde olan bir gencinin aklına yeni bir değer katılamıyor. Besim Dellaloğlu’nun yazıları, özellikle de Zamanın İçinden Zamanın Dışından kitabı bu anlamda derleyici toparlayıcı ama sonunda mutlaka dağıtıcı bir pusula içeriyor. Bu işin bir sonunun gelmeyeceği ortada. Hiç değilse sebepleri, neden böyle olduğu tartışılmalı.

Eğri oturup doğru konuşalım. Bu ülkede ciddi, derinlikli, kapsamlı bir modernlik eleştirisi pek olmadı. Çünkü bir modernleşme ülkesi olan Türkiye için modernlik Batıdan gelen ve bizim mevcut halimizden her koşulda daha iyi olan bir şeydi. Bu nedenle de modernlikle aramıza kendilik bilincimizin tezahürü olabilecek eleştirel filtreler koyamadık. Çünkü vaktimiz yoktu. Çünkü işlerimiz hep çok acildi. Kurtarılmayı bekleyen bir vatan, millet, halk oralarda bir yerlerde hep bizi bekliyordu.

Sosyolojinin yanı sıra psikolojik okumalar yapabilmek ve yaşam görgüsünü artırabilmek için de Besim Dellaloğlu’nun yazıları önemli hikâyeler içeriyor. Kitabın modernlik ve muhafazakârlık bölümünde, utanç başlığı taşıyan yazıdaki birkaç hikâye, insanın kendi vicdanını yeniden sorgulamasını sağlıyor. Bu sayfaları okurken Zeynep Sayın’ın Ölüm Terbiyesi kitabını hatırladım ve yeniden okumak için hemen raftan çıkarıp masamın üzerine bıraktım. “Hiçbir kusur mülkiyetçilik kadar kötü değildir ve bu mülke en başta kişinin kendi başı ve kimliği dahildir” diyordu kitabında Sayın. Kendilik bilinci yerine kendini bir putmuş gibi, bir anıt gibi dikmeye çabalamak, hem de bunu yeryüzü faniliğini bile bile tasarlamak, vicdan kaybını da en doğal yollarla önümüze seriyor. Dellaloğlu da “Vicdan bendeki ötekidir. Hatta tüm ötekilerdir. Ben’in tüm ötekileri içinde hissetmesidir. Vicdanın olmadığı yerde her şey artık bir kuru gürültüdür. Bir insan dünyaya bedeldir. Her insan dünyaya bedeldir” diyor. Zamanın hem içinden hem dışından ışıldayan sözler. Birini yakalayıp içimize sindirebilsek, ertesi güne başka devam etmek neden mümkün olmasın?

Felsefe ve sanat, modernlik ve muhafazakârlık, sosyoloji yazıları, üniversite ve akademi üzerine, Tanpınar üzerine, Türkiye ve sol başlıklı bölümler, okuyucuyu köşeye sıkıştırmadan ama ona hep yeni soru(n)lar katarak ilerliyor. Kitabın söyleşilerle zenginleştirilmesi de önemli, zira meseleler güncelliğini koruyor, hatta giderek artırıyor. Açıkçası ilk kez 2017 yılında okuyucuyla buluşan, birkaç baskı yapan ve sonra ortadan kaybolan bu kitabın Timaş Yayınları tarafından yeniden neşredilmesi pek yerinde oldu. Okuryazar takıntısıdır, dikkat kesildiğin kimselerin yazılarını bir arada bulundurmayı istersin, vakti gelince okursun, beslenirsin ve sonra unutursun. Ama işte hayat, bir şeyleri hatırlatıyor.

Yazıya bir anımı anlatarak başlamıştım, başka ve daha taze bir anımla bitirmek istiyorum. Şimdilerde “entelektüel gösterdiği” için pek revaçta olan kemik gözlüğü suratıma yerleştireli otuz yıl oluyor. Bir ileri derece miyop için gözlük konforlu, geniş ve mümkünse sağlam olmalı. Hele ki çocuklarınız varsa, çok daha sağlam olmalı. Gözlüklerimi değiştirmenin vakti geldiğini düşünürken başlamıştım Zamanın İçinden Zamanın Dışından’ı okumaya. İlk yazının başlığıyla karşılaşınca eh be kitap, dedim. Seni almak başka, okumak başka, okuduklarından hayatına katmak istediklerin başka masraf. Hep masraf. Velhasıl “Babamın Persol’ü” başlıklı yazı, beni bir Persol sahibi yaptı. Hem kitabı hem de kitaba dair yazıyı bu yeni gözlükle yapıyorum işte. Değişirken devam ediyorum…

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

9 Mart 2023 Perşembe

Taşralı entelektüel bir yaban olarak Chef

Kurgusal bir metin olarak hikâye, her ne kadar gerçek hayatla bire bir eşleşemese de kesinlikle gerçek hayata yaslanır. Hikâyenin, haber metni gerçekliğiyle masalın gerçek dışılığı arasında yaşanmış olma hissi verecek kadar gerçekçi bir kurguya sahip olması okuyucu açısından ayakları yere sağlam basan çıkarımlar yapma olanağı verir. Bu bağlamda değerlendirildiğinde iyi bir hikâye asla sadece bir hikâye değildir. Hikâyeyi oluşturan kahramanların temsiliyet kabiliyeti, yazarın bir karakter eleştirisi ya da bir toplum analizi yapmasını sağlayabilir. Oğuz Atay’ın Turgut Özben’i, ortalama yaşam zevkine sahip bir topluma tutunamayan aydın tipini; Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam'ı, hayatını anlamlandıracak ilkelerden yoksun toplumdan soyutlanmış kent insanı tipini; Dostoyevsky’nin Raskolnikov’u, vicdan muhasebesiyle ruhunu aydınlatan saf insanı; Victor Hugo’nun Jan Valjean’ı, güçlü ve zayıf yönleriyle bizzat “insan”ı ve özellikle “sıradan insanı” temsil eder. Bu isimler, birer roman karakteri olmanın ötesinde insan ruhunun derinliklerine ayna tutmamızı sağlayan, toplumu oluşturan bireyler arasındaki ilişkileri çözmemize yardımcı olan mihenk taşlarıdır.

Mustafa Kutlu’nun Chef adlı hikayesinin kahramanı Hüseyin Hüsnü Şen de taşradan şehre gelip şehirde bir entelektüel kimlik arayışı içine giren, bu arayışta kendini kaybeden, şehre ve topluma tutunamayan bir taşralı yarı aydın tipini temsil ediyor. Mustafa Kutlu, içinde yaşadığı toplumu tanımış bir yazar. Kimi kime anlattığını bildiği için hiç zorlanmadan yazıyor ve samimi üslubu inandırıcılığını artırıyor. Mustafa Kutlu hikâye anlatmaktan ziyade bir toplumun zihniyetinin fotoğrafını çiziyor. Chef hikâyesinde de üç kişilik bir aile ekseninde doksanlar Türkiye’sini; serbest piyasa ekonomisi, bavul ticareti, hayali ihracat, köyden şehre göç, bankacılık ve ekonomi politikası gibi alt temalar ekseninde ele alıyor. Sırayla baba Hüseyin Hüsnü Şen, anne Arzu ve oğul Özgür karakterlerinin ağzından anlatılan hikâye aile bireyleri arasındaki ilişkinin değişen toplum değerleri karşısında nasıl koptuğunu da gözler önüne seriyor.

Hüseyin Hüsnü Şen, İstanbul’a Anadolu’dan gelmiş, eğitimli, kültürlü bir bankacı. Dışarıdan bakıldığında bir bankada şef pozisyonunda çalışan, kültürlü bir kent insanı görünümünde olan Hüseyin Hüsnü Şen, iç dünyasında büyük bir çatışma yaşamaktadır. En büyük hayali banka müdürü olmaktır. Esasen bu banka müdürlüğü onun bastırdığı aşağılık kompleksinin bir çeşit dışavurumu. Tek sermeyesi belli bir eğitim ve çok çalışmak olan bu adam bankacılık sektöründe yükselmenin çok daha fazla meziyetler istediğini çok sonraları fark etse de bunu bir türlü kabullenemez ve bu durumla savaşmak yerine kendini içkiye verir. Entelektüel olmak sonradan öğrenilecek bir bilgiler bütünü olmayıp bir çeşit yaşam kültürüdür ve Anadolu’dan İstanbul’a gelen bir ailenin iki üç kuşağı bu kültürü kolay kolay edinemez. Hüseyin Hüsnü Şen, önce makam ve mevki ile bu entelektüel kültüre sahip olabileceğini düşünmüş, bunu başaramayınca şöhrete yönelmiş ve en sonunda dönemin seküler dünya anlayışından ve haz odaklı yaşam felsefesinden etkilenerek kolay yoldan çok para kazanabilmek için yasadışı işlere bulaşmakla burun buruna gelmiştir. Sarhoş vaziyette lüks arabaların bulunduğu bir galerinin önüne gelerek arabaları seyretmesi, banka müdürüne karşı içinden söylediklerini yüzüne karşı söyleyememesi gibi durumlar onun pasif kişiliğini ortaya sererken mutsuzluğunun esas sebebini de ele veriyor. Eşi Arzu’yla olan ilişkileri de yarım yamalak. Adeta toplumsal bir akidenin yerine getirilmesinden ibaret bir evlilik hayatları var: Ruhsuz ve mutsuz. Eşini aldatmadan ona ihanet eden, başka kadınlarla yatmasa da eşinin duygularını anlamaya çalışmayıp başka kadınlarla sohbet eden bir yarı aydın, sevgisizliğin kucağına terk edilmiş bir kadın ve hayatın acımasızlığı karşısında savunmasız bırakılan bir çocuk… Arzu karakteri, Anadolu kadınının değişmeyen kaderini gözler önüne seriyor. Çalışma hayatına girmiş olsa da kendini ev içinde konumlandırıyor ve kendini eviyle birlikte tanımlıyor. Bütün mutluluk hayali eşi ve oğlunun kendisine değer vermesi üzerine planlanmış. Anadolu kadınının yaşanmadan unutulmuş hayallerinin bir numunesi gibi çıkıyor okuyucunun karşısına. Hem Hüseyin Hüsnü Şen hem de Arzu hikayelerinin sonunda kendilerini bir seçimin eşiğinde bulurlar. Hüseyin Hüsnü, İris adlı bir kadınla çalıştığı bankayı soyup yurt dışına kaçma fikriyle baş başa kalırken Arzu, Refik adlı zengin bir adamdan evlilik teklifi alır. Her ikisinin de bu durumda nasıl hareket ettiklerini söylemiyor Mustafa Kutlu. Aslında bu da bir çeşit metafor. Ortalama Türk insanı ya da Anadolu aydını diyebileceğimiz pek çok insanın evliliğinde bu tür geçimsizlikler ve mutsuzluklar maalesef ki var. Bu sosyolojik bir gerçek. Bu evliliklerin neredeyse hepsi bu iki karakterin baş başa kaldıkları ikilemlerle dolu. Anadolu, kaçmak istediği hayata sıkı sıkı sarılan entelektüel yabanlarla dolu.

Özgür; ismiyle uyumsuz bir şekilde şen olamamış bir babayla yine ismiyle çelişir biçimde arzusuna kavuşamamış bir annenin özgürlük delisi çocukları. Kendini zamanın rüzgârına kaptırmış ve en sonunda o da büyük bir seçimle baş başa kalıyor. Ya bu topraklarda kalıp düşe kalka yoluna devam edecek ya da yurt dışına çıkıp voleyi vuracak…

Erhan Çamurcu
erhan.hoca.55@hotmail.com

6 Mart 2023 Pazartesi

Kâinatın zikrinden kâinatın müziğine

İnsanın kâinat üzerine düşünmesi pek çok nimetler barındırır. Evvela kendi acziyetini tanır, sadece kendisinin can taşımadığını fark eder, yeryüzündeki pek çok insanın içinde sürekli beslenmesi ve doldurulması gereken bir boşluk (maneviyat) olduğunu çözer. Bunlar ilk adımda olmasa da sonraki adımlarda ayan beyan ortaya çıkar. Kâinatın özü olan insan, yine kâinata dair düşlerinde ve fikirlerinde bir yardımcıya ihtiyaç duyacaktır. Bu elbette bir insan yahut insan elinden çıkmış başka şeyler olabilir. Bir tuvalden, ebru teknesinden, nefis bir hüsn-i hatla bezenmiş levhadan, aktığı günlere hasret kalan eski asırlara ait bir çeşmeden, bir mezar taşının sır gibi sakladığı sembollerinden olduğu gibi, bir enstrümandan da faydalanabilir insan, kâinatın sırlarını çözebilmek için.

Geçmişten günümüze kadar hukemâdan ulemaya, zahitlerden sûfilere pek çok topluluk, bilhassa zikrin ve mûsıkînin inanç dairesinde ne kadar kıymetli, ne kadar hassas olduğunu anlatabilmek için Kuran-ı Kerim’e, hususen de İsrâ suresinin 44. ayetine başvurmuştur. “Tusebbihu lehus semâvâtus seb’u vel ardu ve men fîhinn, ve in min şey’in illâ yusebbihu bi hamdihî…” buyruğuyla Mevlâ, kullarına bir bilgi verir: Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar, Allah´ı tesbih ederler. O´nu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir varlık yoktur… İnsanın bilgiyle ilk karşılaşma anı, o bilgiyi nasıl kullanıp yorumlayacağına dair de bir şeyler fısıldar. Bu ayeti okuyup hiçbir hayret, şaşkınlık belirtisi göstermeden devam etmek “okuyanların” bir alametidir şüphesiz. Ancak bu ayeti okur okumaz duran, gözbebekleri büyüyen, kulaklarındaki gaflet pamuğunun çıkış istikametine doğru sıvıştığını fark edenler için mesele başka. Hadi onları da “anlayanlar” yahut “anlamaya çalışanlar” diyerek tanımlayalım. İşte onları asıl harekete geçirecek bilgi, ayetin devamında, “ve lâkin lâ tefkahûne tesbîhahum” olarak ikram ediliyor: “Fakat siz, onların tesbihlerini iyi anlamazsınız.

İrfan sahiplerine göre gözler ve kulaklar, hakikatin bedende kendine yer bulabildiği ve dolayısıyla hakikatin ruhu hakimiyeti altına aldığı en önemli uzuvlardır. İmâm Gazzâlî, “Göz ve kulak, kalbin yoludur” der. Bu yolda bariyer, emniyet şeridi, elektronik denetim sistemi yoktur. Her şey ilahî cezbenin etkisinde, dolayısıyla muhabbetli ve şiddetlidir. İşitme bahsinde bir misal olarak; Muhyiddin İbnü’l-Arabî, semânın “Kainattaki bütün varlıkların Allah’ı tesbih ettiğini, bütün bir ruhla işitmek” manasına geldiğini söylemiştir. Hak ve hakikat, gözlerden ve kulaklardan naklolarak ancak selim bir kalple anlaşılır. Bunun için İsrâ suresinde herkesin değil ancak idrak sahiplerinin bu anlayışa sahip olabileceği vurgulanmıştır. Bu da “okuyan” kuldan “anlayan” kula, oradan da “yaşayan” kula geçmekle mümkündür. Zaten semâ da ancak idrak sahibi kimselerin, kalbiyle akledebilenlerin, yani anlayıp yaşayanların ibadetidir. Diğer türlüsünün turistik, belki entelektüel bir faaliyet olduğu da bilhassa günümüzde apaçık ortadadır.

Mûsıkî, gördüğümüz/yaşadığımız dünya ile görünmeyen/yaşanmayan hakikat arasındaki dengeyi kurması sebebiyle, insanı ahenk noktasında bilinçlendirir. Bu kâinatın mükemmel bir ahengi olduğunu, insanın bu ahenge bütün ruhuyla, farkında olarak katıldığında, idrak sahibi olmaya bir adım daha yaklaştığını fark ettiren hem rehber hem de yoldaş bir sanattır mûsıkî. Bu yüksek sanatın hikmet sahibi (hukemâ) ve irfan sahibi (ârif) temsilcileri, hep bir noktaya dikkatleri çekmişlerdir: Kalple akletmek, duyularla idrak arasında sağlam bir köprü inşa eder. Göz her nereye baksa Allah’ı görür, kulak her neyi duysa Allah’ı işitir. Böylece “Ve lillâhil meşriku vel magribu fe eynemâ tuvellû fe semme vechullâh” (Bakara, 115) ayetinin sırrını tadar, yaşar: “Doğu da Batı da Allah’ındır. Nereye dönerseniz Allah’ın yüzü işte oradadır.

Yazdığı hemen her kitapta mûsıkî geçmişimize değinirken bu yüksek sanatın aynı zamanda kâinatı daha iyi anlamak, insanın sırını çözmek, yeryüzünde oluşumuza bir mana verebilmek açısından ne kadar zengin olduğunu anlatan Yalçın Çetinkaya’nın, Kasım 2022 itibariyle Ketebe Yayınları’ndan bir çalışması daha sunuldu: Kozmik Müzik. Bu çalışmasında Çetinkaya, hangi dinden ya da milletten olursa olsun insanlığın kadim bir tespite sahip olduğunu hatırlatıyor. Bu tespit, kâinatta eşsiz ve mükemmel bir ahengin, uyumun, harmoninin olmasıdır. Ahengin duyulmadığı için kabul edilmemesi, insanın, bilhassa da modern zamanların insanının sorunudur: “İnsan kulağının işitme kabiliyet ve kapasitesi ancak on altı ilâ yirmi hertz ile on altı bin ilâ yirmi bin hertz arasında sınırlı. İnsan bir sesi duyamıyor veya bir nesneyi göremiyor diye, duyamadığı sesin ve göremediği nesnenin olmadığını söyleyemeyiz. Fakat özellikle modern insan ve modern akıl için gerçeklik ölçüsü bir sesi duyuyor veya bir nesneyi görüyor olmakla ilgili. Dolayısıyla, Pythagoras gibi bir filozofun ‘Gezegenlerin dönerken nağmeler çıkardığını işitiyorum’ demesi başta Aristoteles olmak üzere bütün modern akılcılar için oldukça fantastik ve inanılması mümkün olmayan bir şey.

Allah-âlem-insan arasında güçlü bir bağlantı kurabilmek, dolayısıyla varlığın, varoluşun manasını çözebilmek için Yalçın Çetinkaya pek çok isme ve kaynağa müracaat ediyor. Hermes (İdris), Pythagoras, Aziz Boethisus, Ya’kub el-Kındî, İbnü’l Heysem, Fârâbî, İhvân-ı Safâ, Copernicus, Kepler… Ona göre bugün insanların büyük kısmı hâlâ mûsıkînin mikrokozmik (insanî) görüntüsünü yakalamakla meşgul. Halbuki mûsıkînin bu görüntüsünün dışında çok daha güçlü, hikmetli, sırlı makrokozmik (evrensel) bir özellik gizli. Bu gizli hazineye işaret edenler ve bu gizli hazineden yararlananlar da ancak hikmet sahibi kimseler, yani hükemâ. Çünkü onlar, “Dünyaya nasıl geldim?” sorusundan ziyade “Dünyaya neden geldim?” sorusunun cevabına merak duymuşlar, böylece kendilerini aşmakla, sezgilerini güçlendirmekle meşgul olmuşlar. “Âleme yükseliş, insanın kendisine ait bilgiye vakıf olmasıyla gerçekleşebilir” diyor Çetinkaya ve “İnsanların kitap okumaları, mûsıkî dinlemeleri, eğlenmek istemenin ötesinde birtakım arayışlardan kaynaklanmaktadır.” sözüyle gözden kaçan hayati bir noktaya temas ederek Ernst Fischer’ın Sanatın Gerekliliği kitabından bir söze dikkat çekiyor: “Belki de kendini aşmak istiyor insan. Tüm bir insan olmak istiyor, istiyor ki ‘benliğinden’ ötede, kendi dışında ama gene de kendi için vazgeçilmez bir şeyin parçası olsun.

Pek çok sufi, mûsıkiden bahsederken Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî‘nin Mesnevî’sindeki “Hikmet sahibi kimseler ‘Bu mûsıkî nağmelerini (makâmları) feleklerin (gezegenlerin) dönüşünden aldık’ derler. Halkın tanburla çaldığı, sesle söylediği ezgiler, gökyüzünün dönüşünün sesidir.” sözüne başvuruyor. Demek ki üzerinde durulması gereken esas mesele, Yalçın Çetinkaya’nın kitabında açıkladığı gibi evvela kâinatın bir zikri olduğuna inanmak, sonra da kâinatın mûsıkîsini işitmek.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

28 Şubat 2023 Salı

Rüyalar bize neler söyler?

İnsanın yeryüzündeki hayatının, tabir edilmesi güç bir rüya olduğunu idrak edenlerdendi Annemarie Schimmel. Dünya bir köprüydü ve köprüye ev yapılamazdı. Günün birinde herkes o köprüden geçecek, hakikat yüzünü gösterecekti. Buna derinden inanmış olmalı ki mezar taşına "İnsanlar uykudadır, öldüklerinde uyanırlar” hadisinin yazılmasını istemişti. 2003 yılında dünya ömrünü tamamladı ve bilhassa bizim topraklarda Cemile Bacı ismiyle de gönüllere kazındı.

Schimmel, şarka ve İslam kültürüne olan merakıyla en çetrefilli konulara dalıp, hâlâ kaynak nisbetinde görülen eserlere imza attı. Sayılardan kedilere, sufilerden rüyalara kadar pek çok alanı derinlemesine sorguladı. Halifenin Rüyaları, İslam kültüründe rüya ve tabir konusunu irdeliyor. Bu kalın kitap Tûba Erkmen tarafından pek güzel çevrildi ve zevkle okunuyor. Herkesin aynı rüyayı görebileceği fakat herkes için farklı tabirler çıkabileceği unutulmadan okunmalı. Belki de en önemlisi rüyaları işin ehli, güvenilir ve hakkımızda daima iyi düşünecek insanlar dışında kimseye anlatmama konusu. Zira sufiler tarafından "Rüya, anlatılmadığı müddetçe bir kuşun ayağında takılı vaziyette duran mektuba benzer. Anlatılacak olursa mektup düşer, tabir edilirse mektup açılır" denir. Edebiyat eleştirmeni Roger Caillois de buna benzer şeyler söylüyor: "Rüyalar; gerçeği, meydana gelmesi gereken şekliyle kesinleştirirler. Gelecek; bilinmeyen, her an değişebilen, belirsiz bir şeydir; ama bir kez rüyada görüldü mü, değiştirilemez hâle gelir."

Jung, Rüyalar kitabında "Hayatımızı arzularımızın farkına varmak için mücadele ederek geçiririz: Yaptığımız her şey bir şeylerin olmasını ya da olmamasını istememizden kaynaklanır." diyor. Bazı rüyalarımızda böyledir. Ya gerçekleşmesini istediğimiz şeyleri görürüz ya da gerçekleşmesini istemediğimiz şeyler bir endişe, kaygı veya uyarı olarak dönüverir gece yürüyüşümüz olan rüyalarımızda. İnsan gördüğü rüyaya o anda müdahale edemeyeceği için ancak seyredebilir belki de. Uyandığında mutlaka gördüklerine bir anlam vermek isteyebilir, çoğu zaman da veremez. Bu yüzden geçmişten bu yana rüya tabiri hep çok ilgi görmüştür. İnsanlar gördüklerinin anlamsız olduğunu düşünmez, buna inanmak istemez. Bu yüzden de gördüğü simgenin ne anlama geldiğini merak eder. Ya kitaplara yönelir ya da bildiğine inandığı bir insana anlatır rüyasını. Schimmel, işte insanların bu anlama ve anlatma, onay ya da yorum ihtiyacını kitap boyunca hatırlatıyor. Bu bir siyasetçi için de bir sufi için de değişmiyor. Gördüğü rüyasının kimi zaman neşe kimi zaman da ıstırap veren yapısını insan çözmek istiyor. Rüyalar, hayatın düğümlerini çözmek, belki de kendini yeniden gözden geçirmek, hatta yargılamak için de bir imkân. Buna tarihimizden bilinen bir örneği verebiliriz:

Sultan I. Ahmed, bir "muhabbet-i Muhammediyye" gayretiyle Mısır'da, Sultan Kayıtbay Türbesi’nde bulunan kadem-i şerifi, yani Hz. Peygamber'in ayak izini İstanbul'a getirtir. Önce Eyüp Sultan Camii'ne, ardından inşası tamamlanan Sultan Ahmed Camii'ne naklettirir. Nakil işlerinin tamamlandığı gece I. Ahmed bir rüya görür. Âlimlerden ve ulemadan pek çok zatın bulunduğu, pâdişâhların da toplandığı yüce bir dîvan kurulmuştur. Divanda kadılık görevi Hz. Peygamber'dedir ve aynı zamanda I. Ahmed'den davacıdır. Sebebi, kadem-i şerifin nakledilmesidir. Dava sonucunda I. Ahmed suçlu bulunur ve kadei şerifin tekrar Mısır'a, yani esas yerine nakledilmesi gerektiği işaret edilir. Kan ter içinde, titreyerek uyanan padişah, rüyadan gereken mesajı alsa da işin ehline müracaat etmek ister ve padişahlara padişahlık etmiş gönül tabibi Aziz Mahmud Hüdâyî'ye gider. Hüdayi Hazretleri, emânetin derhâl yerine gönderilmesi gerektiğini söyler. Bunun üzerine yapılacak şey bellidir fakat bir peygamber âşığı olan I. Ahmed'in gönlü yanmaktadır. Hemen kadem-i şerif şeklinde bir sorguç yaptırır ki bayramlarda sarığına takabilsin. Ayrıca yine kadem-i şerifin benzerini yaptırıp kenarlarına da bir şiirini nakşettirerek Hüdâyî dergahına gönderir. Buhurizâde Itri Efendi tarafından pençgah makamında ve tevşîh formunda bestelenmiş bu şiir şöyledir: "Nola tacım gibi başımda götürsem daim /  Kadem-i nakşını ol Hazret-i Şâh-ı Rusûlün / Gül-i gülzâr-ı Nübüvvet o kadem sahibidir / Ahmedî durma yüzün sür Kademine o Gülün."

Schimmel, "rüya-ı sâdıka" olarak bilinen salih ve hayırlı rüyalara insanların çok önem verdiklerini anlatıyor. Kimileri rüyalarında gördüklerini hiç kimseye anlatmadan aynen uyguluyor, tatbik ediyor. Kimileri mutmain olmak için bir büyüğe danışıyor, ona göre istikamet belirliyor. Kitapta, rüyalarda karşılaşılan hayvanların, doğanın, eşyanın da hikmeti üzerine özellikle velilerin yorumlarına başvuruluyor. Mesela, rüyasında uçsuz bucaksız bir deniz ve ulu bir ağaç gören birine Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, "O nihayetsiz deniz, Tanrı'nın azametidir; o ulu ağaç, Muhammed Mustafa'nın mübarek vücududur; o ağacın dalları, peygamberlerin dereceleri ve velilerin makamlarıdır. O büyük kuşlar da onların ruhlarıdır. Kuşların çıkardıkları muhtelif sesler ise, onların dilinin lugatı, sırları ve manalarıdır." yorumunu yapıyor. Burada elbette rüyayı görenin manevi makamı da önem arz ediyor. Şüphe yok ki rüyasında her deniz ve ağaç gören için aynı tabir çıkmıyor. "Rüya, görenindir" sözü burada önem kazanıyor. Tarihin köşelerine doğru gitmeye devam edersek, 11. yüzyıldan bir rüya örneği buluyoruz yine kitapta. Astronomi, matematik, fizik, tıp, coğrafya, tarih ve dinler tarihi başta olmak üzere pek çok alanda fevkalade önemli eserler veren, Türk-İslâm ve dünya tarihinin en tanınmış ilim adamlarından Bîrûnî, 61. yaşını doldurduğu gece bir rüya görür. Rüyasında bir astronomi simgesiyle karşılaşıyor. Bu simge İslâm'daki ay takvimine göre her ayın başlangıcını gösteren yeni aya benziyor. Bîrûnî düşünmeye devam ederken bir ses işitiyor. Bu ses ona, "Yeni ayı bırak. Sen onun oğlusun, 191 kere." diyor. Bîrûnî uyanır uyanmaz bu rüyayı, hicri takvime göre daha 191 ay, yani on altı yıl daha yaşayacağı şeklinde yorumladı. Tam 190 ay bittikten sonra ise vefat etti. Burada peşinden gidilesi iki soru ortaya çıkıyor: Bîrûnî rüyasını bu şekilde yorumladığı için mi 'tam vaktinde' vefat etti? Eğer rüyasını hiç yorumlamasaydı bir şeyler değişebilir miydi? Schimmel burada 'kehanet' kavramına temas ediyor. Kişi kendi rüyasını yorumladığı an, rüya, silahtan çıkmaya hazır bir mermi konumuna geliyor. Eskilerin şüpheye düştüğünüz ya da korktuğunuz rüyaları suya anlatın ki aksın gitsin sözleri boşa olmasa gerek. Kişi rüyasını kendi de tabir edebilir, hissiyatıyla ilgilidir bu. Fakat herkese anlatma konusu her zaman tehlikelidir. Ola ki yanlış bir tabir bile rüyayı etkileyebilir, yönlendirebilir. Bu hususta Muzaffer Ozak Efendi'nin cümlelerini okuyalım: "Herkesin harcı değildir rüyâ tabir etmek. Çünkü rüyâlar herkese de söylenmez. Eğer herkese söylenecek olursa, bunların hep misâlleri var, hepsini birer birer veririz, herkese söylenecek olursa, öyle bir hâlolur ki, bazı zevâtın tabiri üzere, yanlış yapdığı tabir üzere rüyâ tecellî eder."

Rüyalarda 'pazarlık' bile söz konusu, ancak muhakkak bir bilenin nezdinde. Bu meseleye uygun düşen ve Muzaffer Efendi'nin anlattığı bir rüyayı, Schimmel de kitabına almış. Bir çingene, sık sık bir şeyhe uğrarmış. Şeyh ona genellikle ufak bir sadaka verip gönderirmiş. Bir gün bu çingene, şeyhe onu çok şaşırtan bir rüyasını anlatmış. Tam bu zamanlarda, yüksek mevkide bulunan bir memurun genç oğlu da şeyhe uğrarmış, şeyh ona haftalık bir harçlık verirmiş. Şeyh bir gün bu gence "Haftalık harçlığınla bir çingenenin rüyasını satın almak ister misin?" diye sormuş. Genç meseleyi idrak edemese de şeyhe olan güveninden ve sevgisinden dolayı kabul etmiş. Peki çingene rüyasında ne görmüş? Sadrazam olduğunu... Rüyayı şeyhin işaretiyle 'satın alan' genç, bir müddet sonra sadrazam olmuş. Bu genç, II. Abdülhamid’in meşhur sadrazamlarından Said Paşa’dır. 

Sâmiha Ayverdi, Mabette Bir Gece adlı kitabında "Nasıl ki rüyâ gören insan gözünü açmakla rüyâsı nihâyet bulursa, hayat rüyâsının tamam olması da gözlerini hayâta yummakla tamam olur. İnsana hayat verilmesi, hoş bir rüyâ görmesi içindir. Onu korkulu ve kâbuslu yapan, bu kısacık yolculuğu, hayâtın mânâsını bozup kirleten ihtiraslarla doldurmaktan ibârettir." der. Güzel ve hayırlı rüyalar görmenin bir yolu yok mu? Pek çok yolu var ancak bu yollardan ilki insanın önce ve daima kendi kapısının önünü süpürmesi. Başkalarıyla uğraşmamak, kimsenin ayıbını ve kusurunu ortaya sermemek, insana, hayvana, eşyaya, tabiata karşı merhametli olmak, elinin emeğiyle kazanmak ve bu kazandığından paylaşmak, gizlice gözyaşı silenlerden olmak...

Halifenin Rüyaları, İslâm kültüründe rüyalara, tabirlere ve bunların hayata yansıyan yönlerine dair Annemarie Schimmel'in meraklı kaleminden çıkmış bir başucu kitabı.

Yağız Gönüler

23 Şubat 2023 Perşembe

Gönül cerrahı Safer Efendi’nin sohbetleri

Türkiye bir muhabbet ülkesiydi. Asırlarca bu toprakların insanını, hayvanını, bitkisini, meyvesini, sebzesini, evini, barkını, müziğini, şiirini olgunlaştıran yegâne unsur muhabbetti. Gladstone’un “Türklerin elinden Kur’an’larını almadıkça onları mağlup edemeyiz” sözü 30 Kasım 1925 tarihinde yürürlüğe girdi, “Tekke ve Zaviyelerin Kapatılmasına Dair Kanun” ile birlikte Türkiye muhabbetten koparıldı. Oysa muhabbet aşk idi. Aşksız kalan talip (talebe), hocasını da kaybetmiş ve bir öğrenci olmuş; öğretmeninin peşinden muhabbetsiz, estetiksiz, ritimsiz, kalpsiz ve dolayısıyla imansız kalma tehlikesiyle, ruhunu Allah’a emanet etti. Oysa Türkiye; şiiriyle ve musikisiyle kaynağını evvela tekkelerden alan, yolda yürürken ayağı taşa takılsa bir tekkenin kapısına düşen insanların ülkesiydi. Türkiye hakiki manada, eksiksiz bir şeyhler, dervişler, müridler, meczuplar memleketiydi. Muhabbet bitti; yerini gökdelenler, arabalar, beyaz eşya kampanyaları, her sokak başında zuhur eden bankalar, sosyal medya vızıltıları, birbirine yemek için sabırsızlıkla bekleyen kalem erbabları aldı. Şimdilerde bir gönül harekatına ihtiyacımız var. Tıpkı yüzyıllar önce olduğu gibi yeniden muhabbete, erler demine durmak için, hayırlara yakın şerlere uzak durmak için, adam (âdem) olmak için hû demeye ihtiyacımız var. Hayy’dan Hû’ya gideceğimizi bilerek, bildirerek muhabbete ihtiyacımız var.

Hicrî 1089/1678 senesinde İstanbul Cerrahpaşa’da dünyaya teşrif eden Hz. Pîr Nûreddîn Cerrahî ile birlikte 17. yüzyılın sonlarına doğru ülkemize köklerini salan tarikatın adıdır Cerrahîyye. Hz. Pîr’in silsile-i şerifi, pederi tarafından Hz. Ubeyde bin Cerrah’a (r.a)'a, validesi tarafından ise İmam-ı Hüseyin Efendimiz’e ulaşmaktadır. Kendisinin mürşidi olan Köstendilli Âli Alaeddin el-Halvetî’dir. Âli Alaeddin Efendi, hicrî 1133/1720 senesinde irtihal eden öğrencisi Hz. Pîr’in cenaze namazını kıldırmıştır. Kaynaklarda tekkenin kapısından Fatih Camii'ne kadar Hz. Pîr’in tabutunun elden ele taşındığı ve cenaze namazından sonra aynı şekilde tekkeye geri götürüldüğü yazmaktadır.

1925 yılına kadar İstanbul’da başta Karagümrük’teki asitane olmak üzere Eyüp, Üsküdar ve Edirnekapı dâhil birçok semtte Cerrahî tekkesi bulunmaktaydı. 20 Ağustos 1926 Cuma günü İstanbul Eğrikapı'da dünyaya teşrif eden Safer Dal Efendi, Cerrâhi tarikinin 20. postnişinidir. Safer Dal Efendi, 1984 yılında pirdaşı (İbrahim Fahreddîn Efendi) Muzaffer Ozak Efendi’nin irtihaliyle birlikte İstanbul Karagümrük Nûreddîn Cerrahî Asitanesi postnişinliğini devralmış ve 21 Şubat 1999 Pazar günü irtihaline kadar İslâm’a hizmet etmiştir. Bilhassa şiir ve musiki aşkı, hem dervişlerinin hem de sohbetinde bulunanların gönlünü yumuşatmış, göğsünü genişletmiştir. "Muhibbî" mahlasını kullanarak yazdığı şiirlerinden bir kısmı bestelenmiştir. Sami Savni Özer mürşidi Safer Dal için “Bugün dünyada tasavvuf musîkisinin sebeb-i hikmeti Sefer Dal hazretleridir” demiştir. Anılarından öğrendiğimize göre bir zamanların meşhur koca Grundig teypleriyle bestekârlardan kayıtlar yapıp arşiv hazırlamıştır, hem kendisi hem de ihvanından musikişinaslar bestelere imza atmıştır.

Safer Dal Efendi’nin sohbetlerinden, tıpkı pirdaşı Muzaffer Ozak Efendi gibi nüktedan, hoşsohbet bir mizaca sahip olduğunu okuyabiliyoruz. Dönemin şeyhlerinin ve dervişlerin uğrak yeri olan, Uşşaki dervişi Mehmet Efendi’nin kahvesinde daha sonra dervişi olacağı Fahreddîn Efendi’yi tanımış. İntisabını ise şöyle anlatıyor:

Gönül trafiğimiz karışık tabii, bir türlü karar veremiyoruz derken, bir gün, Fahreddin Efendim bizi davet etti. Biz aldırmadık önce. Sonra, Şeyh Raşid Efendi’nin babasının cenazesi münasebetiyle Sünbül Efendi’ye gitmiştik. Oradan, kabristandan dönerken ben Fahreddin Efendimin koluna girdim, yaşlı tabii: "Ben sizi davet ettim. Niye gelmediniz?" diye sordu. "Geliriz inşallah efendim!" dedim. "Öyle geliriz-melirizle olmaz! Bu Cuma gecesi boy abdesti al gel, arkadaşını da al gel!" dedi, gittik, intisab ettik, Kemal Baba ile birlikte. Sonradan, Fahreddin Efendimin evladlığı -manevi kızı- bana anlattı. Bizim, Fahreddin Efendimi tanıdığımız fakat henüz bağlanmadığımız günlerde Valide Sultan’a: "Yahu hatun Allah bize bir ikiz evlad verecek ama bakalım ne zaman?" der dururmuş. Sonra siz çıkageldiniz, Kemal Baba ile birlikte!" diye anlattı, Fahreddin Efendimin vefatından sonra.

Daha evvel Kaknüs Yayınları’ndan çıkan Muhibbî Dîvânı kitabını hazırlamış olan Adalet Çakır, bu kez de Dergâh Yayınları’ndan Geydim Hırkayı adıyla Safer Dal Efendi’nin ağırlıklı olarak 1996-1997 yılları arasındaki sohbetlerini bir araya getirmiş. Kitap evvela Safer Dal Efendi’nin hayatının kısa bir özetiyle açılıyor. Daha sonra mürşidi İbrâhim Fahreddin Efendi’nin irtihalinin sene-i devriyesi üzerine îrad ettikleri 1387/1967 tarihli konuşma okuyucuya sunuluyor. 1992 tarihli sohbetlerinde ise efendi hazretleri ülkemizin adeta şu günlerini özetliyor: “Allah cümleye iyilik versin bizlere de. Vatanımıza da milletimize de selâmet ihsân etsin. Türk’ün dostu yok, Allah dost olsun.

Aile hayatından dünyanın hâline, musikiden şiire çok kuvvetli bir hafızaya sahip olduğu hemen anlaşılan Safer Dal Efendi’nin 1994 tarihli sohbetlerinde ise karı-koca ilişkilerine dair kısa ama çok tesirli bir tesbiti yer alıyor: “İnsan hanım köylü olmalı geçinmek için. Baktın evde hava bozuk, kaç. Kahveye kaç, bir arkadaşına kaç. Biraz soğut işi. Şeytan bakıyormuş böyle, işi düşman bir yastıkta nasıl yaşıyorlar, demiş. Şeytanın bile aklı ermiyor. Hanımlar buraya merakla geliyorlar, buyursunlar. Bazen böyle.

Okuyucunun bu kitabı hasetle okuması anlayışla karşılanmalıdır zira sohbetlerin her birinde ayrı bir irfan şelalesi akmaktadır. Fakir gibi henüz otuzlarına yeni gelmiş olan ve gönüllerinde böyle meclislerin aşkıyla kavrulanlar için okumak kafi gelmeyebilir. Bu sebeple kitapta ismi geçen büyük şahsiyetlerin hayatları öğrenilmeli, muhakkak kitapta okunan sayfalara fasıla verildikten sonra bir Fatiha okunmalı, yine kitapta geçen ilahi ve şiirler tatbik edilmelidir. Safer Efendi’nin sohbetlerinde tarih, coğrafya, sosyoloji, psikoloji her şey var. Arayana, bulana, arayıp da bulamayana, bulup da hâlâ arayana. Mesela: “Turistler gelmişler Hazret-i Halid Câmii'ni ziyaret ediyorlar, yani turistik yerleri geziyorlar. Birkaç tane ihtiyar -câminin içine de girmişler- öğlenden sonra ikindi namazını bekliyorlar. Tesbih çekiyorlar, derviş galibâ. Şimdi sormuş öteki; "Ne yapıyor bunlar tık tık?". "Bunlar Türk milleti, ihtiyar olduğuna bakma, yarın bir muhârebe olursa [diye] egzersiz yapıyor" diyormuş, silah çekmek için. Egzersiz yapıyorlar parmağınla!

Kitabın sadece “İçindekiler” bölümündeki başlıkların peş peşe okunması dahi okuyucunun idrakini açacaktır, onu küçültecektir. Tıpkı Safer Dal Efendi’nin buyurmuş olduğu gibi: “Hiç kibirli olmayın, büyüklük taslamayın. İnsan küçüldükçe büyür. İnsanın kendini büyük görmesi şeytan fiilidir. Şeytana benzersin. Küçülürsen peygamber ahlâkı o, büyürsün.

Vakit iltica vakti. Rızâ-yı Bâri, şefaat-i Resûl, himmet-i Ricâl için. Kitaplar da işte böyle vakitlerde en güzel vesile, en güzel yardımcı. Düşünmek ve tutunmak gerek...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Süleyman Uludağ'ın tasavvuf dersleri notları

“Şeriat, tarikat yoldur varana
Hakikat, marifet andan içeru.”
- Yûnus Emre

Ne olduğu kadar, ne olmadığı da önemlidir bazı şeylerin. Her yolun kendince yolcuları olduğu gibi yol kesicileri de vardır. Bu nedenle yolun ve yolcuların doğru tarif edilmesi gerekir ki yolda rastlanılan yol kesicilere aldanılmasın. Tasavvuf; insanın Allah’la ilişkisini düzenlemenin yanında insanlar arası sosyal ilişkileri de düzenleyen, toplumsal barışa katkı sağlayan, kişinin ruhsal huzura erdiren bir yol olması nedeniyle oldukça ilgi gören bir yoldur ve bu yolun da yol kesicileri elbette olmuştur. Pek çok kişi, kurum hatta devlet, bu yol aracılığıyla kötü emellerine masum insanları alet etmek istemişlerdir. Nasıl ki eşkıyaların kestiği yolu kaldırıp atmak yerine yoldaki eşkıyaları tepelemek gerekirse tasavvufu kendi çıkarlarına alet eden maneviyat eşkıyaları yüzünden bu yolu kapatmak yerine yolun ve yolcuların selameti için yol güvenliği alınmalı ve yol eşkıyalardan temizlenmelidir. Yolun temizlenebilmesi için de yolu bilenlerden istifade edilmelidir. Süleyman Uludağ, yolu bilenlerden olması itibariyle uzun yıllar üniversitelerde tasavvuf dersleri vermiş ve tasavvuf ve sufiler hakkında ilmî çalışmalar yapmış bir isim. Hocamızın Tasavvuf Dersleri adıyla yayımlanan kitabı da yine üniversitelerde okuttuğu ders notlarının toplamından müteşekkil kıymetli bilgiler içeriyor. Aynı alanın bir diğer kıymetli ismi Mustafa Kara’nın, Süleyman Uludağ’a dair söylediği şu sözler hocamızın çalışmasının kıymetini ifade etmesi açısından oldukça güze: “Süleyman Uludağ’ın yazdığı ve konuştuklarının temel özelliği bütün İslamî ilimlerden beslenen geniş bir ufuktur. Tefsir, hadis, fıkıh, kelam, tasavvuf, felsefe, İslam tarihi gibi ilimlerin verilerine vukufu sebebiyle meselelere daha geniş açıdan bakar…

Tasavvuf tarihinin konusunu şu şekilde açıklıyor hocamız: “… sufiyane hayatın menşeini, zuhurunu ve tekâmülünü tarihî seyri içinde incelemek, tasavvufun sistemli bir düşünüş şekli haline gelişini göstermek, büyük mutasavvıfları, bunların fikirlerini, tarikat kurucularını ve tesis ettikleri tarikatların özelliklerini tetkik etmektir.” Her şeyden önce tasavvufa, “eskinin masalları” gözüyle bakmanın ya da tasavvufu sırf menkıbe ve keramet eksenli düşünmenin yanlışlığını göstermesi açısından bu tarif mühim. Tasavvufun ne olduğuna dair ileri sürülen bir kavram da “İslamî felsefi” ifadesidir. Hocamız felsefe ve iman arasındaki şu farkı izah ederken aslında tasavvufla felsefe arasındaki farkı da göstermiş oluyor: “Dinde düşünmek imana, felsefede iman düşünceye tabidir. Dindar evvela inanır, sonra düşünür. Filozof evvela düşünür, sonra inanır.” Bu karşılaştırmadan farklı değerlendirmeler çıkarabiliyoruz. Mü’min için inanmak esas olmakla birlikte tahkik edilmemiş bir imanın da pek faydası yoktur. Mü’min inandığı şeylere dair tefekkür ederek ibadetlerinin gerisindeki hakikati idrak edebilir ve varlığının sırrına erebilir. Bu nedenle düşünmeyen Mü’min makul değildir. Öbür taraftan düşünmek kişiyi imana götürmüyorsa o düşünce de o düşünür de makbul değildir. Düşünme yoluyla inanma eylemi tümevarımdır; parçalardan bütüne, sebeplerden müsebbibe ulaşmaya çalışılır. Bütün parçalar bulunamazsa ya da bütün sebepler fark edilemezse bütün görülemez, müsebbip bulunamaz ya da yanlış bulunur. İnandıktan sonra düşünmekse tümdengelimdir. Hakikat zaten verilidir, şifre anahtarı kişinin elindedir. Ancak anahtar tek başına kişiyi odaya sokmaz, kilidi bulmalı ve kilidin adabını da bilmelidir. En nihayetinde her kilit her kapıyı açmayacağı gibi kilidin ağzına doğru yerleştirilmeyen anahtar da kilidi açmaz. Kapı size açılmış olsa da içeri girmenize izin verilmeyebilir, içeride olmanın da bir adabı vardır. İşte tasavvuf, içeride olmanın adaplarının sistematiğini verir kişiye. Süleyman Uludağ, diğer İslami ilimlerle tasavvufu kıyaslarken şöyle söylüyor: “Kelam ve fıkıhta dinin zahiri ahkâmının üstünlüğü, tasavvufta ise batıni ahkâmının üstünlüğü kabul edilmiştir. Tasavvuf, dini his, vicdan ve ahlak olarak ele almış; onun içtimai ve dünyevi yönü ile hiç meşgul olmamış veya pek az meşgul olmuştur.” Mutasavvıflar “Din güzel ahlaktır.” mealindeki hadisi referans almışlar; dünyaya meyletmemişler, mal mülk ve evlat sevgisine düşmemişler, makam, mevki ve şöhretten kaçmışlar, bulduklarını bölüşmüşler, bulmayınca sabretmişler, insanla beraber diğer canlılara da merhamet etmişler ve ibadetlerin zahiri yönüyle birlikte batıni boyutunu da öncelemişlerdir.

Tasavvufun halk eğitiminde de önemli bir işlevi vardır. “Tekke, asılardır Müslümanların ve özellikle her yaştaki Türklerin terbiye gördüğü yerdi. Halk tarafından ve halk için kurulmuş manevi ve ahlaki terbiye sahalarında faydalı hizmetler ifa etmişlerdi…” diyerek bu kurumların halkın eğitilmesinde taşıdığı rolü de gösteriyor Süleyman Uludağ. Tasavvufi hayatın mahiyetine dair bilgi almak isteyenler genellikle kitaplara başvurur ama kitaplarla öğrenilecek bir bilgi değildir bu. Ömründe hiç kar görmemiş bir Afrikalı çocuğa kardan adam yapmanın zevkini anlatamazsınız. Hocamız bu durumu şu sözlerle anlatıyor: “Tasavvuf bir yaşama şekli ve hayat tarzıdır. Bu öyle bir yaşama şeklidir ki dışarıdan bakmakla bilinemez ve dışarıda olanlara tanıtılamaz. Tasavvufi hayatı yaşayanlarla bu hayatın haricinde bulunan kimseler arasında kalın bir perde çekilmiştir. Bu perdenin tarifle ortadan kalkmasına imkân ve ihtimal yoktur.” Tasavvufun ne olduğuna dair yapılan tanımların birbirinden farklı olması tanımların mahiyetleriyle ilgilidir. Genellikle sufiler kendi kemal derecelerine göre tanımlar yaparken bazen de muhatabın sorusuna ve ihtiyacına yönelik tarifler de yapılmıştır. Her ne kadar giydikleri “suf” adı verilen yün giysilerden ötürü sufi olarak nitelendirilseler de bu kişiler tasavvufu şekilden ziyade gönül saflığı olarak tanımlamışlardır. Yûnus EmreDervişlik dedikleri hırka ile tac değil / Gönlün derviş eyleyen hırkaya muhtaç değil” bu durumu ifade etmiştir.

Tarikat ve şeriatın birbirine düşman olduğuna dair yanlış bir kanı bulunmasına rağmen bunlar birbirini besleyen unsurlar olarak İslam toplumunu teşkil etmişlerdir. Süleyman Uludağ “İslam toplumunun aklı kelam, kalbi ise tasavvuf olmuştur. Kelâmsız İslam cemiyeti akılsız, tasavvufsuz İslam cemiyeti kalpsiz ve ruhsuz fertlerden müteşekkil demektir.” diyerek bu durumu izah eder. Tasavvufun menşeine dair yapılan değerlendirmeleri de ele alan Uludağ, Hristiyanlık, Budizm ve Hint dinlerinin etkilerini tek tek ele aldıktan sonra tasavvufun bunların herhangi birinden etkilenmek suretiyle ortaya çıkmış olmaktan ziyade Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in (sav) hadisleri ve Kur’an ayetlerinin yorumlanması suretiyle oluşturulan İslam ahlakının toplumsal hayattaki karşılığı şeklinde oluştuğunu belirtir. Uludağ, tasavvufun tanımı, menşei, tarihi gelişimi ve yansımalarını verdikten sonra zühd kavramına dair Hasan Basri ve Rabia el Adeviyye’den örnekler veriyor. Hasan Basri’deki zühtün Allah korkusuna, Rabia el Adeviyye’deki zühtün ise Allah sevgisine dayandığını ifade ediyor. Rabia el Adeviyye’nin şu duası Allah sevgisini ifade etmesi açısından ne güzel bir örnek: “İlâhî! Eğer ben sana cehennem korkusuyla ibadet ediyorsam beni cehennem ateşinde yak! Eğer cennet ümidiyle sana kullukta bulunuyorsam beni ondan mahrum et! Eğer sana olan sevgimden dolayı sana ibadet ediyorsam o zaman senin ezelî cemâlinden beni mahrum etme!

Allah insana akıl vermiş ve insan aklını kullanmak suretiyle Allah’a giden yolu bulabilir. Bu değerlendirmeden yola çıkılarak tasavvufa dair yapılan en mühim eleştiri insanın aklını bir başkasına ipotek ettiği yönündedir. Oysa Ebu Dekkak bu eleştiri şu şekilde cevaplıyor: “Bir kimse tarafından yetiştirilmeyen ve kendi kendine biten ağaçlar yaprak açar lakin meyve vermez. Tıpkı bunun gibi kendisinden edep ve terbiye öğrenilen bir üstada sahip olmayan bir müritten de hayır gelmez.

Erhan Çamurcu
erhan.hoca.55@hotmail.com