27 Ekim 2022 Perşembe

Yaşarken hayaldi, vefatıyla hakikat oldu

Eskiler, her daim talihin yüzüne güldüğüne inandıkları kimselere “Seni validen kadir gecesi mi doğurdu?” diye sorar, günümüz tabiriyle takılırlarmış. Kadir gecesi doğmanın hikmeti, ehline malumdur elbette. Sâmiha Ayverdi, Hancı romanında “Ne mutlu sana ki Kadir Gecesi dünyaya gelmişsin, diyorlar. Onlara nasıl söyleyebilirim ki, seni ilk gördüğüm günün benim için Kadir Gecesi olduğunu… Evet, o gün bu gün, seninle geçen her günüm, her saat Kadir nurları ile ışıklıdır. Bunu da bilen bilir, ammâ bilen de âşikâr etmez, sâdece yaşar vesselâm.” diyor. İşte, maddi hayatı 17 Şubat 1898 Perşembe’yi Cuma’ya bağlayan Kadir Gecesi, İstanbul Haseki’de, Hekimoğlu Ali Paşa Caddesi, Bostanhamamı sırasında 32 nolu evde başlayan Süheyl Ünver de Sâmiha Hanım’ın aktardığım satırlarındaki sırrı aşikar edercesine dilinde hep şu beyti gezdirirmiş: “Benim gönlümdeki yârimle vuslatta zaman olmaz.

Babası Mustafa Enver Bey, Tırnovalıdır. Bölgede pek çok kimse Ahmed Amiş Efendi’nin rahle-i tedrisinden geçmiştir. Enver Bey de Süheyl Ünver henüz iki yaşındayken onu bu büyük mürşide götürür, hayır duasını almak ister. İki cümle söyler Amiş Efendi. Birbirini tamamlayacak nispette iki söz. “Bu çocuk büyür gider beni unutmaz. Bu çocuk hayatta bir gün pişman olmaz” der. Süheyl Bey’in hayatını incelediğimizde bir gün dahi Amiş Efendi’yi unutmadığını, ceketinin cebinde dahi sözlerini taşıdığını, merak edenlere bu sözleri yazdırdığını görebiliyoruz. Annesi, 19. yüzyılın en önemli hattatları arasında gösterilen Mehmed Şevki Efendi’nin kızı Safiye Rukiye Hanım’dır. Bu aile Kastamonu’nun Seyyidîler (Seydiler) köyündendir ve soyları Halvetiyye tarikatının Şemsiyye kolunun kurucusu Şemseddin Sivâsî’ye dayanır. “İnsanın bidayeti nasılsa, nihayeti de odur” denir. Hakikaten Süheyl Bey’in doğduğu semt ve aile iklimi, çok parlak bir hayatın sembolü gibidir. Sembol demişken, doğduğu güne dair bir anı: Safiye Hanım, çocuğuna kavuşacağını hissediyor ve ebe çağrılıyor. Ancak ebenin eve ulaşması için çok zaman bekleniyor, ebe gelmiyor. Ağrısız, sızısız, zahmetsiz bir şekilde kendi hâlinde doğuveriyor çocuk. Böylece ismi de hazır geliyor: Sehil. Sonraları Süheyl Bey şu notu düşmüş o güne dair: “Acele doğdum, hem de başkasının muavenetine lüzum kalmadan. Bütün hayatım boyunca her işimde, kimseye en ufak bir eziyet dahi vermedim. Doğuşum, sembolümdür.

Çocukluğu boyunca yerinde duramayan, yaramazlıklarıyla çevreye nam salan, bazen ailesini de epey zorlayan bir mizacı var Süheyl Ünver’in. Doğumundan itibaren pek çok hastalıkla boğuşmak zorunda kalıyor üstelik. Gözlerinde hafif bir şaşılık, dilinde kekemelik var. Evdeki hizmetkâr kızın kucağında otururken düşüp yere yuvarlanıyor, kolunu kırıyor. Meşhur bir kırıkçı-çıkıkçıya götürülse de ıstırabı artıyor. Nihayet kolunu, Şişli Etfal Hastanesi’nde operatör Raif Bey yerine getiriyor, acılar diniyor. Tüm bu hastalıklar nedeniyle dört yaşına kadar yürüyemiyor. Hareketsizlik ve yatağa bağlı yaşamak ömrünün ilk önemli meşgalesini bulmasına vesile oluyor: elindeki makasla kâğıt kesmek ve onlardan şekiller yapmak. Bu arada, kekemeliğine ise çare Bayram Paşa Türbesi oluyor. Sadrazamın türbesi dolabındaki su dolu tas içinde paslanmış bir Kâbe anahtarı varmış. Paslı sudan şifa niyetine birkaç yudum ve akabinde yavaş yavaş dildeki kekemeliğin düzelmesi. Altı ila dokuz yaşları arasında resim yapmayı ve her şeyi aklında tutmaya çalışmayı da ekliyor meşgaleleri arasına. Özellikle tren, vapur ve bahçe çiçekleri çizmeyi seviyor. Yaramazlıkları bitmek bilmeyince aile Sarıyer’den Cağaloğlu’na taşınmak durumunda kalıyor.

Gelelim Süheyl Bey’in hayatındaki ilk ve en önemli acıya. 26 Mart 1909 günü babası Mustafa Enver Bey’in annesi Lisâne Hanım vefat ediyor. Enver Bey üzüntüsünü saklamaya çalışıyor zira bir korku hissediyor. Bu korkunun ardında annesinin sıkça söylediği “Mustafamın sağ yanında hançer yarası / Mustafa ile üç gündür arası” türküsü varmış. Ne acı ki Mustafa Enver Bey de annesinden üç gün sonra vefat ediyor. Kederi sırtında işinden eve dönmüş, az bir yemekten sonra yatsı namazını eda etmiş ve Sehil’in uyuduğu yatağa girmiş. Uykusunda vefat ettiğinde 48 yaşındaymış. “Sabaha yakın bir çığlıktır koptu. Ben farkında değilim. Beni babamın koynundan çıkardılar” diyor Süheyl Bey. Sonrasındaysa hayatındaki ilk büyük dönüşümün şifrelerini veriyor acıyla da olsa: “Babamın ölmesinden hâlâ müteessirim, ama onun ölmesi benim taazzuvumda, teşekkülümde bir takım değişikliklere sebep oldu. Hayatı anladım ve insanın kendisiyle ilgili hususları ihmal etmemesi gerektiğini öğrendim. Herşeyi benim kendim yapmam lazım geldiğini anladım.

Yaşamı boyunca sürdürdüğü kalp safasının kaynağı da Süheyl Bey’in anıları arasında gizli. Annesinin Beyoğlu’na ve tekkelere gitmek yok öğüdü hep aklında. Beyoğlu onu çekmeye çalışıyor, pir-i fânilere büyük ilgi duyuyor. Nihayet 15-16 yaşlarında bir hadise vuku buluyor, defterinden okuyalım: "Bana arkadaşlarım birgün dedi ki: 'Sen de birini bizim gibi sev'. 'Olmazsa olmaz mı' dedim. 'Olmaz, mecbursun' dediler. Ben de ne yapayım kimi sevebilirim diye düşündüm, bir türlü muvafık birini bulamadım. Bir akşam Haseki'de oturduğum evin önünden bir meczub-u ilahi geçerken 'öyle tek tek başa mı çıkar, herşeyi, hepsini birden sev' dedi. Şimdi herşeyi, her mevzuu istisnasız aynı derece seviyorum. Her mevzu ciddi olduğu nisbette bana saadet veriyor. Sevgide hiçbir şeyi ayırd etmiyorum. Her iyi ve güzel şeyin toptan aşığıyım."

Ünver’in eğitim hayatı ve sonrası için üç büyük hocası olduğunu söyleyebiliriz. İlki, “Tanrı Üsküdar’ı hocamla benim için yaratmış” demesine vesile olan Ressam Ali Rızâ Bey. Bu durak ona zevk-i selim’i tattırıyor. İkinci hocası; gök kubbenin mükemmelliği ile insan bedeninin muhteşemliği arasında bir denge kurmasını sağlayıp, ömrünün sonuna dek sürdüreceği “kalp safası ve beden hafifliği” formülünün şifrelerini veren bir mürşid-i kâmil: Balıkesirli Abdülaziz Mecdi Tolun. Bu durak ona kalb-i selim’i en yüce hislerle ve tecrübelerle tattırıyor. Üçüncü hocasıysa, Ünver’in Paris’te tıp ihtisası alıp hem mesleğinde hem de meşgalesinde derinleşmesine vesile olan, daha sonra asistanlığını da yapacağı Akil Muhtar Özden. Bu durakta akl-ı selim’i kendi terazisine göre tartıp, kullanıyor. “Allah katında talebe, hocadan üstündür” anlayışını koruyan Süheyl Bey, hocalarına karşı son derece vefakâr. Onlarla adeta bir ruh bütünlüğü yaşıyor ve kendi talebelerinden de bunu bekliyor. “Beni cidden seveni, ben cidden severim” anlayışı, yaşarken de vefatından sonra da talebelerinde şu karşılığı bulmuş: “Süheyl Bey’e hizmet eden, himmete uğrar”. Acizane; Süheyl Bey’in vefat ettiği tarihte, onun doğduğu caddede dünyaya gelen bendeniz bu sözü tecrübe etmişimdir. Kendisini hiç görmeseniz, ona talebe olmasanız dahi muhabbetiniz vesilesiyle birtakım gayretler içine girdiğinizde yalnız olmadığınızı hissediyorsunuz. Bu hikmeti bize Süheyl Bey’in kendisi şöyle açıyor: "Zamanımız dünyasında insanın en büyük ihtiyacı rûhî özleyişlerini tatmin etmek veya başka bir deyişle gönül huzuruna sahip olmaktır. Bu hususu kimi insan kendi terbiye, bilgi ve görgüsünde; yahut kendisinden sonra gelecek nesillerin bile gönüllerini tatmin edebilme yaradılışına sahip kimselerin manevi kudretinde bulur."

Süheyl Ünver; bugün Topkapı Sarayı’ndaki Kaşıkçı Elması gibi içinde sıfır karbon bulunan nadide bir Türk insanıdır. O bize Allah’ın bir lütfu.” diye ifade ediyor bir konuşmasında Ahmed Güner Sayar, on yedi sene boyunca sohbet ettiğini hocasını. Başka bir konuşmasında ise “Yeryüzüne gelmiş nadide çalışkan insanlardan biridir. Allah onun saatini çalışmak üzerine kurmuş, vefatına kadar hiç bozulmadan devam etmiştir” diyor ve bir anı aktarıyor: Süheyl Bey, muntazaman Süleymaniye Kütüphanesi’ne gider. Her pazartesi saat 11.00’de gelir fakat bir pazartesi gecikir. Muammer Ülker Bey telaşlanır, merak eder zira Ünver’in yaşı da vardır. Yarım saatlik gecikmeden sonra Süheyl Bey görünüyor. Daha kendisine “Neden geç kaldınız, başınıza bir şey mi geldi hocam” demeden Süheyl Bey “Muammer Beyciğim başıma ne geldi biliyor musunuz?” diye soruyor. “Aman hocam ne oldu?” diye sorulunca “Yolda Azrail’e rastladım” diyor. Muammer Bey hayretler içinde bakarken Süheyl Bey devamını getiriyor: “Dedi ki Süheyl, senin canını alacağım ama boş vaktini bulamıyorum.

İlk baskısını 1994’te Eren Yayınları’ndan yapan ve daha sonra Ötüken Neşriyat tarafından okurlara sunulan A. Süheyl Ünver: Hayatı, Şahsiyeti ve Eserleri (1898-1986) için Ahmed Güner Sayar hocaya ne kadar teşekkür etsek az kalır. Bendeniz, acizane fakat halisane bir teşekkür ifadesi olarak, bu nakıs yazımın başlığına kendisinin kitaptaki son cümlesini aldım, kabul buyurula. Sühey Bey’in kalbindeki nur, İstanbul semalarından hiç eksik olmaya. Âmin.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Laleler medeniyetimizin belleğidir

Kültür ve sanat adamı Ord. Prof. Dr. Süheyl Ünver’in (1898-1986) lâleye dair yazıları ve resimlerinde oluşan Lâlezar-ı Süheylî isimli eseri lale zamanında okuyucuyla buluştu. Ömer Faruk Şerifoğlu’nun hazırladığı ve Albaraka Yayınları'ndan çıkan bu sanatsal eser Süheyl Ünver külliyatına zengin bir katkı sunuyor.

Türk çiçek kültürüyle yakından ilgilenen Süheyl Ünver için lâlenin apayrı bir yeri olduğu çeşitli yazılarında ve çizimlerinde göze çarpmaktadır. Ünver’in Ocak 1921’de kaleme almaya başladığı ve “Lalezâr-ı Süheylî” ismini verdiği defterinde yer alan notlarından yola çıkarak Milli Mecmua’da “Tarihimizde Lâle Merakı” adlı laleye dair tefrika yazılar (Mayıs-Kasım 1926) kaleme almıştır. Ünver söz konusu yazılarında lâlenin Anadolu’da 13. yüzyıldan 20. yüzyıla uzanan serüvenini, değişen yetiştirme özelliklerini ve süsleme sanatındaki yerini ayrıntılı olarak ele almaktadır. Lâlezâr-ı Süheyli isimli defterde -tefrikada yer verilmeyen- Süheyl Ünver’in 8 Ocak 1921’de yazdığı önsöz kısmına da yer verilmektedir.

Lâlezâr-ı Süheylî isimli kitapta ayrıca Şükûfenâme-i Ali Çelebi isimli çiçek kitabından Süheyl Ünver’in Mart 1922’de kendi el yazısıyla özetlediği ve kızı Gülbün Mesara’nın koleksiyonunda bulunan defter de ilk defa yayınlanmaktadır.

Lâlenin tarihimizde ve kültürel belleğimizde özel bir yeri vardır. Selçuklu ve Osmanlı’dan günümüze kadar lâle hem çiçek olarak hem de çinilerden mezar taşlarına sebil ve çeşmelerden kumaşlara kadar sanatsal bir motif olarak yaygın bir kullanıma sahiptir. Hatta tarihimizde “Lâle Devri” olarak adlandırılan bir devrin yaşanmış ve lâleye olan düşkünlük zirve noktasına ulaşmıştır.

Kanuni zamanında 1559-1560’da İstanbul’a gelen ve dönüşünde lâle soğanını Avrupa’ya götürüp tanıtan Avusturya elçisi Busbecq, “Türklerin çiçeğe aşırı düşkün olduklarını ceplerindeki bütün parayı çiçek için vermekten geri kalmadıklarını, lâle, sümbül ve nergisin her yerde dikildiğini” kaydetmiştir. Busberq’in Hollanda’ya götürdüğü lâle soğanları beğenilip çoğaltılmış ve Avrupa’ya yayılmıştır.

Osmanlı’da lâle meraklıları bahçelerini renk renk lâlelerle güzelleştirmiş ve elde ettikleri yeni çeşit lâlelere şairane isimler vermişlerdir. Mesela şeyhülislam Ebussuud Efendi, İstanbul’da lâle yetiştirenlerin başında gelmekte ve çiçek mecmualarında yetiştirdiği lâlelerin isimleri zikredilmektedir.

Lâlenin yetiştirilme usulleri çiçek kültürümüzde şifahi olmakla beraber 17. asrın sonlarına doğru lâlelere dair yazılı risâlelelere tesadüf edilmektedir. Şükûfenâme (çiçek kitabı) denilen bu eserlerin bazılarında lâle, gül, sümbül, nergis gibi çiçeklere yer verilmiş bazen de Gonca-i Lâlezâr-ı Kadim, Lâlezâr-ı İstanbul, Takvim-i Lâle, Risâle-i Esami-i Lâle gibi müstakil olarak lâle risaleleri yazılmıştır. Süheyl Ünver, söz konusu yazma eserlerden istifade ederek Osmanlı’da yetiştirilen lâle çeşitlerini, lâlelere verilen isimleri ve yetiştiricileri hakkında çeşitli yazılar kaleme almıştır.

Gerek İstanbul ve Edirne’de gerekse Anadolu’nun dört bir yanında lâlenin pek çok çeşidi yetiştirilmiş edebiyatımızda ve tezyinatımızda da motif olarak sıklıkla kullanılmıştır. Lâlenin tezyini sanatlarda yaygın kullanımı da Süheyl Ünver’in çalışmalarına konu olmuş önemli bir hususiyettir. “Türk Çinilerinde Lâle Tezyinatı” başlıklı makalesinde lâlenin çini sanatımızda çeşitli örnekler ve resimlerle anlatmaktadır. Rüstem Paşa, Piyale Paşa, Takkeci İbrahim, Atik Valide, Yeni Cami çini panolarında kullanılan lâle motiflerini resmetmiştir. Lâlenin kokusuz bir çiçek olduğunu fakat şeklinin güzelliği ile çinilerimizde sıkça kullanıldığı ifade etmektedir.

Bir lâle tutkunu olan Süheyl Ünver sadece lalenin tarihimizde ve kültürümüzde yer alan hususiyetini kaleme almakla kalmamış bahar mevsiminde bahçesinde farklı çeşitlerde lâle soğanları dikmiş ve yetiştirdiği lalelerin özelliklerini, resimlerini defterlerine kaydetmiştir. Mesela 1920’lerde Haseki’deki bahçesine diktiği çeşitli laleler, “Necm-i Suheyl” ismini verdiği sarımtırak lalesi ve başkaca yetiştirdiği lâleler hakkında resimli notları bulunmaktadır.

Anadolu’nun çeşitli şehirlerine (Ankara, Antalya, Edirne) ve Avrupa’ya (Hollanda, Paris, İtalya, Londra) yaptığı seyahatlerinde tesadüf ettiği lâle çeşitleri de resmederek defterlerine kaydetmiştir. İstanbul’da yazma kütüphanelerde bulunan çiçek mecmualarındaki lâleleri ve çiçek buketlerini resmettiği gibi kendisi de özgün tasarımlar yapmıştır.

Süheyl Ünver, lâle çiçeğini sevmek ve yetiştirmekle birlikte öğrencilerini de her baharda lâle seyrine çıkardığı ve lâle konulu tabiattan sanatsal çalışmalar yaptırmıştır. Bu çalışmalarla birçok kez sergiler tertip etmiştir. Bunlardan birisi 1965 yılının Mayıs ayında İstanbul Üniversitesi Tıp Tarihi Enstitüsü’nde “Lâle Resimleri Sergisi” adıyla açılmıştır. Söz konusu sergiye ait kendisinin tuttuğu defterinde sergiden fotoğraflar ve davetiye görülmektedir. Hatta lâle sergisinde bir anı defteri de açılmış ziyaretçiler duygu ve düşüncelerini kaydetmiştir. Uzun yıllar lâle üzerine yazmaya ve çizmeye devam eden Süheyl Ünver, 1960’da yazdığı bir makalesinde “40 senedir biz de lâle tarihi ile meşgul olmakta ve tarihte çini, kumaş, taş, tahta, tezhipler üzerinde bulduğumuz örnekleri tamamen toplamakta hâlen berdevamız” demektedir. Lâlezâr-ı Süheylî isimli eserle Süheyl Ünver’in 1920’lerden 1960’lara resmettiği çok çeşitli lâle resimleri ve motifleri ile lâleye dair yazıları bir araya getirilerek Süheyl Ünver’in arzu ettiği lâle kitabı görünür hâle gelmiştir.

Ruveyda Okumuş
twitter.com/ruveyda_okumus
* Bu yazı daha evvel Yenişafak'ta yayınlanmıştır.

17 Ekim 2022 Pazartesi

Bir bahçeden konuşuyor gibi

II. Yeni ile birlikte modernliğin şiirdeki yansıması farklı şekillerde algılanıp değişik biçimler almaya başladı. Yer yer şiirin konuşan dilinin bağlanıp anlamı boğan bir karmaşaya kurban edilişine tanık olduk. Elbette bunda modern insanın içinde yaşadığı iklimi ve çağı tanımlayıp bir yere oturtmakta çektiği sıkıntının da rolü vardı. Modern şiirin çağdaş insanın açmazlarını ve de çıkmazlarını karşılayıp yaşadığı anla ilişkisini yeniden belirlemesi bir taraftan gelenekle arasına mesafe koymasına sebep olurken diğer taraftan mevcut zamanın dışında başka bir zaman arayışını doğurdu. Yalın ve sadelikten uzak durmak, imge yoğunluğu ile şiiri nefessiz bırakmak sanki moderniteye ait problemleri modern bir biçim ve biçimle ifade etmenin değişmez kuralı gibi görülüyor. Çoktan beridir yalınlık ve sadelik şiirimizi terk etmişse sebebini biraz da burada aramalı. Halbuki yalınlığın da sade söyleyişin de bir gücü ve orijinalitesi vardır.

Günümüz şiirinde yalınlığı özensizlik, sadeliği basitlik zannedip vasatın üzerine çıkamayan örnekler bir tarafa, gerçekten modern şiirde yalın, sade ve gereksiz süsleme ve betimlemelerden kendini koruyabilmiş şairlerimiz de yok değil. İlk şiir kitabı’ (Dünyaya Sarkıtılan İpler)ndan bu yana her kitabında bu yalınlığı hep doğada aramış ve onu hikayesinin tamamına ortak edebilme ustalığı göstermiş bir şair olarak Ömer Erdem kuşkusuz bu şairlere en güzel örnektir. Onun şiirinin doğasını oluşturan en önemli unsurlardan biri doğa ise diğerleri mekân, tarih ve medeniyettir. Diğer üç unsur Ömer Erdem şiirinde doğanın hakimiyet alanı içerisindedir. Özellikle bunu şairin yakın zaman önce çıkan Güneş Kalır Bir Başına isimli 11. şiir kitabında yakından görüyoruz.

Neredeyse kitabın bütün şiirlerinde “güneş” kesif bir imge olarak tüm dizeleri ısıtıyor. (“gökte güneş kararmış portakal”, “gençlik bir gökkaldıran portakalı” (s.9) “güneş gözünde şimdi balıkların” (s.10)) Mevsimler mekanik sayılarla uygun adım yürüyen yılların önüne geçmiş. Mevsimler yeryüzü ve hayat üzerinde doğanın canlı etkisinin bir tezahürdür. Ağaçlar, bitkiler, meyveler ve her türlü hayvanat şairin hem şimdiye hem geriye hem de ileriye işleyen saati gibidir. Bütün saatlerin, mevsimlerin ve de tabiat denen devingen organizmanın merkezinde güneş vardır. Şair bunu kendisiyle yapılan bir söyleşide, öğle uykusundan uyandığı bir vakitte yaşadığı bir görsel tecrübeye dayandırıyor. Karşı apartmanların göründüğü yere kadar ağaçlarla kaplı olan penceresinin camından gökyüzüne doğru baktığında gözlerinde bir tuhaflık sezer şairimiz. Güneş kendi formunu kaybetmiş ve binlerce buğday başağına dönüşür. Birbirine karışan görüntülerle başaklar arasından mavi gökyüzünde birden uçak gibi bir metal geçer. Fakat bu geçen uçağa benzeyen mavi metal aygıt göğe değil de şairin beynine, beyninin uzayına doğru yol alıp sonra orada kaybolur. Bu gizemli olay şairin hayatındaki başka olayların habercisi olur ve şair doğaya karşı yeni bir bilinç geliştirmeye başlar. Ömer Erdem bu süreci şöyle özetler: “Doğa bende bir bilgi olmaktan kurtulmak istiyordu, diyordu ki artık benim bilincim ol ve duyarlılığında bunu taşı.

Burada basit, yalın ve göz önünde olan bir şeyi daha önce hiç görülmeyen tarafından bir görebilme tecrübesi var. İnsan tabiata nesne olarak yaklaştığında ondaki asli melekeleri ve doğal refleksleri görememektedir. Şairlerin doğaya sadece bir güzellik unsuru gibi bir pastoral öğe olarak yaklaşması belki şiire çok çarpıcı tablolar armağan edebilir ama şiirin yakına dair imkânlarını geliştiremez. Oysa doğa şaire en yakın pozisyondadır ve kendisi kadar yakındır. Doğanın reflekslerini ancak onunla arasına bir duyuş mesafesi koyabilenler fark edebilirler. Bu duyuşun beraberinde şairin göğsüne yükledikleri şaşkınlık, hayranlık, dinginlik ve büyülenmedir. Ömer Erdem şiirinde bu dört duyuş biçimini de görebiliyoruz. Şu cümleyi dize yapan dünyaya isterseniz bir duyuş aralığından bakalım: “üzüm salkımları iri iri güneşin alnında” (peşi sıra-s. 15) Burada bir tabiat tablosu mu var yoksa doğaya ait bir refleks mi? Zahirde olduğu gibi çıplak gözle güneşe bakanlar orada hiçbir şey göremeyeceklerdir, görünen sadece “iri üzüm salkımları”dır. Şair tabiatı bir tuval olarak kullanmadığı için okuyucusuna da bir görsel şölen vaat etmemektedir. Güneş etkilenerek etkiliyor. Güneşin ısı ve ışığını üzümün iri salkımında arayanlara özgü bir tasvir yok burada. Saadetin en küçüğünde de güneşin payı vardır: “ekim güneşi duvara abanmış/ önümde bir lokmacık çay” (bir lokma çay-s. 20) Çayın katık edildiği yerde saadet vardır. Ve her zaman güneş mutluluğa tanıklık etmek için oradadır. Güneş yukarıdan aşağıya doğru uzanan el gibi sırtları sıvazlar, omuzlara dokunur ve sönmüş bir gülümsemeyi tutuşturur. Yağmur, fırtına, devrilmiş ağaçlar, japon elması, çürük akasya, kayalıklardaki kediler, kargalar, dip balıkları ve daha o saatte orada olması gereken daha birçok şey güneşin organize ettiği bir festivalde bir araya gelecekler. Yine güneş çekip çevirmenin merkezindedir: “bu sabah güneşe çok iş düşecek/ ısıtıp ışıtmak için karmaşık her şeyi.” (s.21), “kadından erkeğe akan ılık ışık/bu güneşten” (güneş ağacı-s.10)

Güneş her zaman o sizin bildiğiniz güneş değildir. Sürprizler yapar, tabloyu hiç bilmediğiniz renklere de boyar. Şairin muhayyilesi güneşin dünya etrafındaki dönüşüyle uyumludur: “kar gibi güneş yağıyor ocak ayında/ kuzey rüzgârı tembel bir telde terliyor/ duvarlar çiçek açmış çoktan” (yanlış tabiat-s.38) Güneş sadece tabiatın devingen eli değil aynı zamanda insanlık normlarının hatırlatıcı imgesidir: “güneşten habersiz olanların zulmü/ gecenin torbasını doldursa da/ yaşayamaz ışıksız hiçbir karanlık/ yakındır yıkılışı sonunda” (karanlığın yıkılışı-s.36) Çok uzakta hiç kimsenin bilmediği bir rengi, kimsenin gitmediği bir ülkeyi ya da bir şehri gösteriyor Ömer Erdem, kendini onlardan uzak kılan insanlara kendi bakışını yaklaştırıyor. Tabiata ait olanı insanlaştırırken insanı tabiata yaklaştırıyor. Bir bahçeden konuşuyor gibi. (“uğradığın yollar mürdüm tadında” (gibi-s.14) Kimi zaman bir ormandan, bir ağaçtan, bir insandan ve bir hayvandan konuşuyor. (“ne çok tat karışmış hayata dutlardan” (s.27) Söylemenin imkânlarını artırmak için kasti anlamı kırmaktan çekinmiyor: “sakla gibi bir ormanı” (gibi-s.14)

Güneş Kalır Bir Başına'da son dokuz şiir “kısa halk şiiri ölçüsüz” adıyla kitabın ikinci bölümünü oluşturuyor. Bu şiirler sosyal meselelere ince dokunuş ve eleştiri özelliği taşıması noktasında diğerlerinden belirgin şekilde ayrılıyor. “Sert sözler”, “Rahat yeri bulmak” ve “bakkal önünde üç kapıcıdan birinin marşı evdekal” şiirlerini de ses ve söylem itibariyle ayrı bir yere yerleştirmek nasıl olur bilmiyorum. Ortada farkını tabiat kadar sadelik ve doğallığının yanı sıra ustalığından almış şiirler varken, herhalde en iyisi hepsini aynı güneşin altında toplamaktır.

Hüseyin Akın
twitter.com/huseyinakin_

Bizi gerçekten insan kılacak o vakitler

Momo, her ne kadar çocuklar için yazılmış bir kitap olsa da aslında yetişkinlere de hitap eden bir kitap. Zira yazar Michael Ende Hikayelerimi içimdeki çocuğa yazıyorum. Benim kitaplarım 8 yaşından 80 yaşındaki tüm çocuklar içindir.” diyor.

Peki, Momo bizlere ne anlatıyor? Zamanın sırrını mı yoksa zamanın insanlar için önemini mi? Aslında ikisine de cevap veriyor fakat çoğunlukla insani ilişkilerin üzerinde duruyor. Öyle ki bu küçük kız kendisinden yaşça büyük insanlara yardım ediyor ve birçok problemleri çözüyor. Bunu ise dinleyerek yapıyor. Evet, sadece dinleyerek yapıyor.

Öyküsü ise eski bir tiyatro harabesinde başlıyor. Zaman geçtikçe de büyük bir aileye sahip oluyor. Temizlik görevlisi ihtiyar Beppo’yu ve genç turist rehberi Gigi’yi çok seviyor. Günlerini çoğunlukla ya onlarla ya da çocuklarla geçiriyor. Fakat bir zaman sonra tuhaf şeyler olmaya başlıyor. Hiç kimsenin daha önce görmediği “Duman Adamlar” ortaya çıkıyor. Bu kişiler aslında varla yok arasındadır. Hatta insan bile değildir. Hora Usta, onları bir hiç olarak tanımlar. Yüzlerinin kül renginde olması, sürekli sigara içmeleri ve en çok da etraflarına soğuk hava yaymaları tuhaf özelliklerinden birkaçıdır.

Görevleri ise zaman tasarrufu adı altında insanların kıymetli zamanlarını çalmak. Onları insani duygulardan yoksun bırakmak ve sadece maddeperest bir hâle getirmektir ki zaman içinde bunu maalesef başarırlar ve insanlara bir sözleşme imzalatarak dediklerini yaptırırlar. Öyle ki bu küçük kasaba gibi bir yerde insanların ne eskisi gibi neşeleri ne huzurları ne de birbirlerine olan sevgileri, bağı kalır. Varsa yoksa tek dertleri zengin olmak olur. Bir zaman sonra da kurdukları hayallere kavuşurlar.

Ancak çocuklar bu durumdan hiç memnun değillerdir. Çünkü onların zengin olma gibi bir dertleri yoktur. Sadece oyun oynamak ve aileleriyle güzel vakitler geçirmek isterler fakat annelerini, babalarını sürekli çalışırken gördükleri için giderek mutsuzlaşırlar. Tabii bu hâlden Momo, Gigi ve Beppo’da hiç memnun değildir. Özellikle Momo, madem insanlar bana artık gelmiyor ben de onların yanına giderim diyerek bu kötü havayı biraz olsun dağıtır ve başarır da. Fakat duman adamların bu hiç işine gelmez. Kurdukları düzenin bozulmasından çok korkarlar, rahatsız olurlar.

Bir gün Momo ise kulübesinin yakınında konuşan oyuncak bir bebek görür ve onu çok sever ancak bir süre sonra tekrar edilen sözler canını sıkmaya başlar. Farklı şeyler duymak ister. Ama gelgelelim değişen bir şey olmaz ve tam bu sırada yanına duman adamlardan biri gelir. Ona diğer arkadaşlarından uzak durması karşılığında çeşitli oyuncaklar verir. Fakat Momo, karşısında sevgiden yoksun kalmış bu duman adama sorular sordukça adam ister istemez sırlarını ortaya dökmüş gibi olur ve apar topar oyuncakları alarak uzaklaşıp gider...

Bundan sonra da duman adamlar, Momo’yu gerçek bir tehdit olarak görmeye başlarlar ve türlü planlar yaparlar. Konuşmaları duyan ihtiyar Beppo ise küçük kızı kurtarmak için telaşla yanına gider fakat Momo bu sırada Kassiopeia adında bir kaplumbağanın peşine takılır. Onunla “Hiçbir Zaman Sokağı” yazan bir sokağa gider. Ardından “Hiçbir Yerde Evi” adlı bir evin önünde kendini bulur. İçeriye girdiğinde çok farklı bir manzara ile karşılaşır. Nitekim çeşitli yemekler, tatlılar ve pek çok saatler görür. Her şeyden önemlisi Hora Usta ile tanışır. Onunla uzun bir sohbete dalar. Duman Adamlar hakkındaki gizemi öğrenir. Sonrasında hayatında daha önce görmediği güzellikte çiçekler görmeye başlar. Tabii bu çiçekler sıradan çiçekler değildir. Zamanla ilgilidir.

Romanın bu kısmından sonra Momo, Hora Usta’nın yanından evine döner ama hiçbir şeyi eskisi gibi bulamaz. Ne dostlarından ihtiyar Beppo vardır ne de Gigi, çocuklar... Sanki hepsi sır olup kaybolmuştur. Momo ise birkaç yere sorup soruşturmakla nihayet haklarında ip ucu yakalar ama öğrendikleriyle ve gördükleriyle de hayal kırıklığına uğrar. Öyle ki dostları eskisi gibi değildir.

Ve bu duruma bir son vermek için Hora Usta akıllıca bir plan yapar. Momo da ona yardım eder. Zaman çiçekleriyle birlikte nihayet duman adamların sonu gelir. Her şey tıpkı eski günlerdeki gibi olur. Dostlar sevinç ile bir araya gelir...

Ezcümle olarak kitabın bizlere verdiği en önemli mesaj: Mühim olanın zaman değil bizim onu nasıl değerlendirdiğimiz. Hayata nasıl baktığımız. Sevdiklerimize gösterdiğimiz ilgi ve konuşmalarımızdır. Zira bunların olmayışı bize ne hayır getirebilir ki? İstediğimiz kadar zengin olalım, lüks evlerde oturalım, lük otomobillere binelim, en güzel kıyafetleri giyinelim ya da yemekleri yiyelim eğer sevdiklerimiz yanımızda değilse bunların ne anlamı kalır. Hem unutmamak gerekir ki gökyüzüne, yıldızlara, denize ve daha birçok güzelliğe bakmak asla boş vakit geçirmek değildir belki en dolu vakitlerimiz o vakitlerdir... Zira bizi gerçekten insan kılacak o vakitler... Kitaptan sevdiğim birkaç alıntı:

"Bir insanın çok dostu olabilir ama insan, onların içinden bazılarını kendine daha yakın bulur ve onları daha çok sever."

"Zengin olmak marifet değil, derdi Momo’ya. Her isteyen zengin olabilir. Birazcık zenginlik için hayatlarını ve ruhlarını satanların hâline bir baksana ne hale gelmişler! Yok. Ben onlar gibi olmak istemem. Varsın bazen cebimde kahve param olmasın."

"Herkes çok iyi bilir ki bazen bir saatlik süre insana ömür kadar uzun gelirken, bazen de göz açıp kapayıncaya kadar geçip gider. Zamanın bu garip kısalığı ve uzunluğu, o saat içinde yaşanan olaylara bağlıdır. Zaman içinde günler, geceler, aylar ve yıllar boyunca geriye doğru giden aslında sen kendinsin. Bir gün çıkıp geldiğin o sihirli kapıya doğru yaşamın boyunca geri gidiyorsun ve sonunda da yine oradan çıkıp gideceksin. İnsanlar ölümün ne olduğunu bilselerdi ondan hiç korkmazlardı. Korkmayınca da kimse onların yaşam zamanını çalamazdı."

Fatma Saldıran
twitter.com/Fatmasldrn_

29 Eylül 2022 Perşembe

İyilik üzerine yeniden düşünmek

Donald Winnicott 1970'te, "Akıl sağlığının bir işareti de insanın başka birinin duygularını, düşüncelerini, umutlarını ve korkularını zihnen ve tam manasıyla görebilmesi ve aynı zamanda karşısındakinin de bunu yapmasına izin vermesidir" diye yazmış. Modern çağın en korkutucu özelliklerinden biri bu fikrin tam karşısında duruyor: Sadece kendine değer var, kendini kurtarmaya bak, dünyayı bugünden daha iyisine getiremezsin, sürekli kazanan taraf ol ve bununla yetinmeyip başkalarının da kaybetmesini sağla. Utanmanın ve vicdan azabının çağın gerisinde kaldığını unutma. Kıyamet kopmadan malı götürmeye bak. Sana ne başkasının derdinden. Gibi.

Şahane kitapların yazarı Britanyalı psikoterapist Adam Phillips, bu kez tarih bilimci Barbara Taylor ile iyiliğin kökenlerine götürüyor okuru. Yolculuk, iyilik karşıtlığı konusuyla başlıyor. "Günümüzde pek çok insan, içten içe iyiliğin kaybedenlere özgü bir erdem olduğuna inanarak büyüyor. Fakat insanları kazananlar ve kaybedenler diye ikiye ayırma söylemi iyilik fobisinin, çağımızda iyiliğe karşı duyulan dehşetin yol açtığı sakınmanın getirisi" deniyor ve şöyle devam ediliyor: "Çünkü iyilik düşmanlarının, ki artık bu düşman hepimizin içine işlemiş durumda, kendilerine sormadığı şeylerden biri de böyle bir şeyi neden hissettiğimiz. Neden, öyle veya böyle, başkalarına, hele ki kendimize, iyilik etmek gibi bir ihtiyaç duyuyoruz? İyiliği niye dert ediyoruz?"

Bu oldukça önemli soruların cevabı daha çok ebeveyn-çocuk ilişkisiyle yorumlanmaya çalışılıyor günümüzde. En doğru ve iyi ilişkinin anneyle çocuk arasında sürdüğü, sürmesi gerektiği ifade ediliyor. Sanki iyilik, sadece çocuk yetiştirmede gündem olması gereken bir konuymuş gibi değerlendiriliyor. İnsanın sadece çocukluk döneminde değil, esasında hayatın pek çok döneminde savunmasız olduğu unutuluyor. Neyi ne kadar garanti edebiliriz ve hayatı bütünüyle mutlu, saadetli yaşamamızın bir kesinliği var mı? Ne garanti ne kesinlik, iyiliğin çok dışında oysa. Zorlukların üstesinden gelmek hepimiz için bir kesinlik, tek kesinlik de bu. Bu kesinliği hayat içinde işlerken, olabildiğine başkalarının da zorlukları yenebilmesine katkıda bulunmanın adı iyilik midir? Bu da ayrı bir muamma ama genel olarak evet, iyiliktir. Bir omuz vermek, yapılması gerekeni yapmak ve sonra da kenara çekilmek, iyiliğin alametidir. Günümüzde, sosyal medya sağ olsun, iyiliğin yapıldığı ve denize atıldığı zamanlar geride kaldı. Herkes her eylemini paylaşıyor ve bunu da "başkalarının teşvik etmek için" yaptığını ifade söylüyor. Gerçek olan, iyiliğin gerçekten de teşvik edilmesi gerektiği. Yoksa sadece olağanüstü durumların ya da pedagojinin bir konusu olarak kalacak iyilik.

Felsefeden yararlanırken özellikle Stoacılara işaret ediliyor. Müstakil yaşamayı benimsemiş olan Stoacılar her ne kadar benliğe bel bağlamış olsalar da bu benliği tekil değil müşterek olarak tanımlıyorlardı. Stoacı imparator Marcus Aurelius'a göre dünya, karşılıklı sevginin ve iyiliğin olmadığı bir durumda yaşanılamaz bir yere dönüşürdü. "Bir insan için gerçek haz, yaradılışına uygun davranmaktır. İnsan, hemcinslerine iyi niyet göstermek için yaratılmıştır" demiş Aurelius. Çok sonraları, Jean-Jacques Rousseau gibi müstakil olmaya düşkün, kendi derdini önceleyen ve iyilik elçiliği yapması beklenmeyen biri bile yıllar süren hayal kırıklıklarının, ıstıraplarının ardından "İnsan, yanında başkası yoksa bir türlü iyi vakit geçiremiyor" demişti. Önemli eserlerinden biri olan Emile'de ergenlik dönemine geçerken bir çocuğun duygusal dünyası için iyiliğin önemine doğru bir işaret gösterilir: "Başkalarının ne hissettiğini tahayyül etmeyen çocuk kendi derdinden başka dert bilmez ama duyuları gelişmeye başlayıp hayal gücünü ateşleyince kendisini başkalarında duyumsamaya, başkalarının yakarışlarından etkilenmeye ve dertlerinden mustarip olmaya başlar. İşte o vakit, ıstırap çeken insanlığın hazin manzarası, deneyimlediği ilk şefkat duygusunu yüreğinde yeşertmelidir.". Romanın sonlarına doğru bilhassa gençliğin günümüzdeki hâlini yakalayan bir söylem var. Bugün iyiliğin bu kadar zarar görmesinde elbette bu vurdumduymazlık ve bencillik de önemli bir yer kaplıyor: "Kendilerini sevmekten bihaberler; tek bildikleri kendileri dışındaki şeylerden nefret etmek."

Kitap, iyiliğin psikanaliz tarafından nasıl ele alındığıyla devam ediyor. Neden anneler ve çocuklar birbirlerine, başka insanlardan daha iyi davranır sorusu, bu alanın derinliğini ifade ediyor aslında. Freud'un hem hayatını hem de psikoloji bilimine katkılarını oldukça iyi çözümleyen Phillips burada da boş durmuyor elbette. Fazla duygusallığın yıpratıcılığı ve gerçeklikten kopuk bir hayal gücünün hiçbir işe yaramayacağı, aksine daha fazla hırpalayacağı yorumu şaşırtmıyor, ziyadesiyle haklı. Birlikte okuyalım: "İyiliği romantikleştiren ve ona yalnızca doğaüstü iyilikte insanların erişebileceği, ulaşılması son derece güç bir erdem muamelesi yapan toplumlar da insanların gerçek ve sıradan iyiliğe inancını oradan kaldırır. Her şeyin güllük gülistanlık, herkesin mutlu olmasını sağlaması beklenen sihirli iyilik, insanların gerçekten ihtiyaç duyduğu gerçeklerle örtüşen ilgi ve güvenceyi sağlayamaz. Sihirli iyilik yalancı bir vaattir."

Çağımızda iyiliğin ne durumda olduğunu sorgulayarak bitiyor kitap. Şu hatırlatmalar son derece önemli: insanlar kazananlar ve kaybedenler olarak ikiye ayrıldıkça ve rekabet körüklendikçe, iyilik bir pastadan başka bir şey olmayacak, görsel şov. İnsanlar çelişik duygulara ve dünyalara sahip varlıklar. İyilik tabiatımızda var ama kötülük, şiddet, saldırganlık ve nefret de var. Baskı herkesi rahatsız eder ve sağlıklı ilişki kurmasını engeller, böylece iyiliğe uzanmak da giderek zorlaşır. Phillips yine hünerini konuşturarak zihnimizi zorluyor tam da burada: "Hayatımız iki dolaysız soru vasıtasıyla anlamlandırılabilir: Neyi kabul etmek, neyi kovmak istiyoruz? Hayatımıza neyi dahil etmek, kimi zarar veremeyeceği uzaklıkta tutmak istiyoruz? Sevgi kabul ettiğimiz, nefret ise kovmak dediğimiz. Dolayısıyla, nefret duygumuz garip bir şekilde ayakta ve hayatta kalmamızı sağlıyor."

Hayatımızdan memnun olmaya, öyle veya böyle güzel yaşamaya çalışmak tek başına halledilecek bir mesele değil. Çocuk masumiyeti burada devreye giriyor belki de. Çünkü onlar herkes mutlu olsun istiyor. O masumiyete dönmek mümkün olmayabilir ama hatırlamak çok şey kazandırabilir. Üstelik bu kazanç, kimseyi bir kayba da uğratmaz.

Yağız Gönüler

28 Eylül 2022 Çarşamba

Tanrısız ahlak mümkün mü?

Amerika’da görev yapan ateist felsefe profesörü Walter Sinnott Armstrong, din felsefesi, felsefe kategorilerinde eserler yazmış, Tanrısız Ahlak kitabının yazarıdır. Yazar’a göre yalnızca yalın ahlâk vardır ve bu kitabın yazılış amacı da Tanrısız ahlâk konusunun bir sorun olmadığını göstermektir. Armstrong’un ifadesiyle teistler, hangi nedenle olursa olsun, ahlâkın dine bağlı olduğunu düşündükleri için teisttir ve öte yandan çoğu teist ve agnostik de dini ahlâkla özdeşleştirir; dini terk ettiklerinde ahlâkı -en azından nesnel ahlâkı- da terk ederler. Örneğin Richard Taylor, “ahlâki yükümlülük kavramı Tanrı fikrinden ayrı tutulduğunda muğlaktır” ifadesini kullanır.

Tanrısız Ahlâk terkibini bir bütün olarak ele almadan önce “ahlâk” kavramını ve doğru bir ahlâk öğretisinin ne olduğu konusunu Ahlâk Felsefesi kapsamında incelemek daha doğru görünüyor. Çünkü antik çağdan beri tüm felsefeciler ahlâkı felsefenin alt dalı olarak görmüşler. Modern dönemlerde de ahlâk, felsefenin dört temel dalından biridir. Ahlâk felsefesi disiplininde ise temelde üç öğretinin öne çıkmakta olduğunu söyleyebiliriz. İlki, en yüksek iyinin mutluluk olduğunu söyleyen ve bundan dolayı “mutluluk ahlâkı” olarak nitelendirilen Aristoteles’in görüşüdür. Aristoteles, éthike kelimesini ahlakı ifade eden temel kavram haline getirmiş filozof olarak, ahlakın değişebilir olduğuna dair bir yaklaşım sergilemiştir. Éthike kavramı, kelime köken olarak ethos, yani alışkanlık kelimesinden türetilmiştir. Alışkanlıklarımız doğuştan değildir, dünya hayatında sayısız kez tekrarladığımız davranışlarımızın bizde yerleşik hale gelmesidir. Aristo’ya göre mutluluk ve ahlâk arasında sıkı bir ilişki vardır ve insanların nihai amacı mutluluktur. Mutluluğun ise üç özelliği vardır: Mutluluk, bizatihi kendisi bir amaçtır, kendinden başka hiçbir şeye ihtiyaç duymaz ve akla uygun erdemli faaliyetin belirlediği bir hayattır. Aristo’nun ahlâk felsefesine göre erdemli olmak zordur ve bunun da bazı koşulları vardır. Her şeyden önce zorla, bilgisizce yapılan bir iş erdemli değildir. Erdem, insanın kendi iradesini ortaya koyabileceği özgür ortamın varlığında söz konusu olabilir ki, istek ve tercih aynı şey değildir. Erdem, isteğin düşünülüp tercihe dönüşmesi ile ilgilidir. Bilinçli tercihler, tekrar eden eylemlerle pekiştiğinde asıl erdeme dönüşürler. İslam filozofu Farabi de Aristotelesçi bir yaklaşım sergilemektedir. Ahlak felsefesinde öne çıkan ikinci öğreti Epikür’ün hazcı ahlak felsefesidir. Ona göre ahlak, “insanın acılardan kaçınması ve hazlara yönelmesidir.” Epikür ahlâk söz konusu olduğunda hazzı kriter olarak ele almaktadır ve bizim açımızdan bu durum hazza yüklediği anlamı dikkate almayı gerekli kılmaktadır. Epikür, haz derken yalnızca maddi değil, manevi hazları da kastetmektedir. Örneğin insanın muhtaç kimselere yardım etmesi ona manevi bir haz veriyorsa bu ahlâki bir eylemdir. Aristo gibi Epikür de mutluluğa ulaşmayı en yüksek iyi olarak görmektedir. Bu alandaki en önemli üçüncü ve aynı zamanda Epikür ahlak anlayışıyla çelişen görüş Kant’ın ‘vazife ahlakı’dır. Kant için, iyi olan yatkınlıklardan değil, vazife duygusuyla yapılan şeylerdendir. Salt kendi eğilimlerinden dolayı, haz amaçlı bir eylemi yapmak erdem değildir ve bundan dolayı bu eylem mutluluğa da ulaştırmaz kişiyi. Kant’ın ahlâk felsefesinde yüksek bir vazife duygusu ahlâkın temelini oluşturmaktadır. Görüldüğü gibi tarih boyu ahlâk konusunda farklı görüşler ortaya konulmuş, Antik ve Ortaçağ’da ahlâki norm özne dışında aranmış ve kendi başına iyi olan -doğa ya da Tanrı yasası- bir kaynağa dayandırılmıştır.

Özgürlük, ahlâkın gerçekleşmesinin en önemli koşullarından birisidir. Ahlâki eylemin ideal ortamı, iyi ve kötü olanın beraber bulunduğu bir ortamda iyi olanı özgür irade ile seçmektir. Her türlü zorunluluk, seçme eylemini ortadan kaldırdığı için insan eylemi özgürlük olmaksızın anlamlı olmaktan da çıkmaktadır. Bizde var olan, ama bizim tarafımızdan seçilmiş olmayan her durum, her irade, her istek ve her eğilim, bir belirleyiciliğin/cebrin ürünüdür. İnsan eylemini zorunlu hale getiren tarihsel, coğrafi, toplumsal ve kişisel biçimler vardır.

Özgürlüğün ve dolayısıyla ahlâkın Tanrı veya dine dayanması sonucunda tüm ateistlerin ahlâken kötü olduğu, -ateist ve agnostiklerle dolu- seküler toplumların yoz ve ahlâksız olmaya sürüklendiği, nesnel ahlâkın herhangi bir mantığının olmadığı, ateistlerin ahlâklı olacak kadar akıllı olmadıkları veya Tanrı’nın, dini kurumların ve kutsal kitapların rehberliği olmaksızın ateistlerin ahlâken neyin doğru-yanlış olduğunu bilemeyecek oldukları sonucu ortaya çıkmaktadır. Peki, ateistlerin ahlâken kötü olduklarına dair empirik iddia doğru mudur? Esas sorun, sadece ateistlerin ahlâksızlığa meyyal olup olmadıkları değil, diğer seküler teist ve agnostik insanların da ahlâksız olabileceği ihtimalidir. Ahlâklı ateistler bir Hristiyan kültürü içinde büyüdükleri, yani o kültürü özümsedikleri için ateist olmalarına rağmen iyi birer insan olabilirler. Dolayısıyla bir ateistin ahlâklı olmasının sebebi doğrudan olmasa bile dolaylı olarak geçmişte kalmış bir dinin tortularıdır, çünkü yeni kuşakların sadece ideolojileri vardır, fakat dinlerin tarihi ideolojilerden eskidir. Aynı şekilde dindar kimliğe sahip fakat dini kültürü özümsememiş bir insan ahlâksız olabilir.

Armstrong, ahlâkın özünün Tanrı’ya bağlı olmadığını ve bundan dolayı temel ahlâkı kabul edip anlamak için herhangi bir dini kabul etmeye ya da Tanrı’ya inanmaya gerek olmadığını iddia etmektedir. Bir ahlaki önermenin nesnel olduğu iddiası, onun doğruluk değerinin toplumun ahlaki görüşünden bağımsız olduğu anlamına gelmektedir. Ahlaki realizm ise ahlaki önermelerden en az bir tanesinin doğru ya da yanlış olduğunu iddia eden felsefi bir görüştür. Ahlâki realizm savunucularına göre, ahlâki önermelerin doğruluk değeri toplumun ahlâk teorisinden bağımsızdır. İster teist, ister ateist ya da agnostik olsun tecavüz ahlâken yanlıştır. Çünkü kurban özgürlüğünü kaybederek aşağılanmış olur, onurunu kaybederek acı çeker ve kalıcı pek çok hasara maruz bırakılır. İnsanları – hiçbir haklı neden yokken- öldürmek ahlaken neden yanlıştır? Çünkü yaşam hakkı elinden alınır. İnsanlara verilen sözü tutmamak ve yalan söylemek ahlaken neden yanlıştır? Çünkü bu durum onları incitir ve size olan güvenlerini kaybetmelerine neden olabilir. Armstrong’un iddia ettiği gibi Tanrısız bir evrende nesnel ahlâki ilkelerin varlığından söz edebilir miyiz?

İslam Kelamı tarihinde ahlâki bilginin nesnelliği ya da öznelliğine ilişkin bir tartışma yaşanmıştır. Kur’an’dan hareketle evrensel bir ahlak teorisi inşa etmeyi amaçlayan Mu’tezililer, ahlaki hükümlerin nesnel varlığını ve ayrıca bu hükümlerin de akılla bilinebileceğini iddia eder. Yani ahlaki ilkeler, insan aklının bilmek ve donanmak zorunda olduğu şeylerdir. Mu’tezile’ye göre ahlakın peygamberden bağımsız kavranabilen ontolojik ve epistemolojik boyutu evrensel, dolayısıyla nesneldir. Nesnel olan ahlaki değerler insan varlığından bağımsız ve aşkın olduğu için tüm insanlar ahlaki olanı akılla bilebilirler. Mu’tezile’nin ahlaki nesnelliğine karşı Eş’ariler ahlakın ilahi iradeyle belirlendiğini, ahlaki değerlerin belirleyicisinin Tanrı olduğunu, iyilik ve kötülüğün bilgisinin nesnel olmayıp yalnızca peygamber tebliğiyle bilinebileceğini öne sürmüşlerdir. Zira bu gruba göre ahlakın akli nesnelliğinden ziyade vahyi bağlayıcılığı önemlidir.

Armstrong, insanın kendisine zarar vermesini akıldışı bulup bu durumu ahlâkdışı bulmamaktadır. Oysa aklın gayri insani bulduğu her şeyi din, gayriahlaki bulur. İmam Mâturidi, ahlakın din, dinin rasyonelite olduğunu söylerken, aklen doğru bulduğumuz şeylerin ahlaken olumsuzlanan şeyler olduğunu ifade etektedir.

Modern dönemin ateist felsefecileri olan Jean Paul Sartre, F. Nietzche, B. Russell ve R. Dawkins Tanrısız bir evrende nesnel ahlaki önermelerin olamayacağını ileri sürmüşlerdir. Sartre’a göre Tanrı olmadığı için insanın içsel değeri yoktur ve ahlak dâhil tüm değerleri insanın kendisi yaratır. Nietzsche, Tanrı’yı öldürmekle ahlakın öleceğini ve ahlakın gerçekliğini Tanrı’nın gerçekliğiyle özdeş olduğunu ileri sürer. Russell biraz ileri giderek ahlakın, bireyin üstündeki toplumsal baskıdan kaynaklandığını ve bundan dolayı Tanrı’nın da nesnel ahlaki önermeler gibi var olmadığını savunur. Armstrong ateist felsefecilerin aksine “insanlar genel anlamda neyin doğru neyin yanlış olduğunu bilme yetisine sahiptir.” “Ahlak, Tanrı’ya bağlı değildir, ahlaki yanlışlık, Tanrısız var olabilir.” görüşünü ileri sürmektedir. Ahlaki realizm tüm bu iddiaları doğrular mı? Ateist ya da teist olsun tüm insanların inandığı en az bir tane nesnel ahlaki önerme vardır, örneğin yalan söylemenin kötü bir şey olduğuna dair hepimiz nesnel bir inanç taşırız. Üstelik ahlaki realizmi reddetmek için rasyonel argümanlar ileri sürülmelidir, aksi halde ahlakın doğası hakkında agnostik bir tavır takınmamız gerekmektedir. Kürtajın ahlakiliği tartışmaları özelinde farklı kültür ve toplumların bazı ahlaki konuların göreceli olduğunu ileri sürerek ahlaki realizme karşı yükseltilen itirazlar vardır. Fakat bu eleştiriler bizim ontolojik görüşlerimizin ve toplumsal algılarımızın ahlaki yargılarımızı ciddi şekilde etkilediği gerçeğinden uzak bir yargıdır. Naziler soykırımı haklı çıkarmak için Yahudilerin olmadığı bir dünyanın daha iyi olacağına dair ahlaki bir önerme ileri sürmüştür. Bu demektir ki toplum, bizim ahlaki yargılarımızı etkileyebilir, fakat aynı toplum ahlaki yargılarımızın doğruluk değerinin nesnel olup olmadığı konusunda görüş ileri süremez. Ali Şeriati, İnsanın Dört Zindanı’nda insanın özgürlüğü ve ahlaki eylemleri önündeki engellerden söz etmektedir. Çünkü insan, günlük yaşantısında çoğunlukla içinde doğup büyüdüğü toplumdaki kültürel, geleneksel, tarihsel değerlerin güdümündedir. “Ben” dediğimiz, toplumun, tarihin, coğrafyanın bir meyvesidir. İnançlarımızı, aidiyetlerimizi, düşünce kalıplarımızı, korkularımızı kısaca sahip olduğumuz her şeyi bize içinde yetiştiğimiz toplum yükler. İnsan, toplumun olduğu kadar kendi benliğinin de esiridir ve en güçlü, aşılması zor olan bu insanı Şeriati “ego” olarak nitelendirir. Eleştirel düşünce yoluyla tabiat, tarih ve toplum zindanından çıkmayı başarabilen insanın benlik zindanından kurtulması oldukça zordur. İnsanda yerleşmiş bulunan güdüler, eğilimler, arzular Kur’an’da Heva olarak nitelenir. İnsan, seçimlerinin kendi dürtülerinden bağımsız olduğunu düşünmesine rağmen, tercihlerini kendi nefsinin arzularına göre yapmaktadır. Kontrolsüz arzularına esir olan insan, ancak kendini yıkmak, kendine isyan etmek suretiyle özgürlüğünü elde edebilir. Şeriati’ye göre diğer üç zindandan kurtulmak için lazım olan akli değerlendirme kendine isyan etme söz konusu olduğunda işe yaramaz, kendi zindanından kurtulmak isteyen insanın mantık dışı bir güce ihtiyacı vardır: “din”. İnsan tabiatının iyiliği-kötülüğü meselesini antik yunanda ilk olarak ele alan Platon, beden hapishanesinden çıkmanın ancak nefsin kanatlarıyla mümkün olduğunu, Tanrı’nın bu yetkiyi kanatlara verdiğini söylemektedir.

Ahlak felsefesi, felsefenin alt dallarından biridir ve bundan ötürü felsefenin temel özelliklerini taşımaktadır. Buradan hareketle ahlak felsefesinin de felsefe gibi nesnel doğrular üretme çabası vardır. Yani ahlak felsefesi de nesnel olarak doğru-yanlış önermeler üretebilir ve bu durum nesnel ahlaki ilkelerin varlığını göstermektedir. Bu demektir ki, iyi ve kötünün bilgisini akıl içerir ve İslam, Hz. Âdem’den itibaren insanlığa bu evrensel değerleri hatırlatır. Gündelik hayatta ateist, agnostik birçok ahlaklı insanın varlığı ahlakiliğin bir dine bağlı olmadan da gelişebileceğini gösterir. Ahlâkın nesnelliğinden dolayı bir toplumdaki din farklılıklarına rağmen ortak ahlaki ilkeler ortaya konulabilir. Fakat dini ve seküler ahlaki önermelerde bazı farklılıklar vardır, çünkü din ve ahlak arasında özel bir ilişki vardır. Özellikle dinin metafizik boyutları sebebiyle ahlaki emirleri meşruiyet kaynağı haline getirdiği gözlemlenmektedir. İnsan aklı tabii olarak iyi, doğru ve estetik olanı bulmak ve ona meyletmek zorundadır, bu durum ahlaki bir aklın gereğidir fakat din, iyi ve doğru olanı bilen akıl sahibi insanın iradesini harekete geçirerek onun iyi ve doğru olanı yapmasını zorunlu kılar. Bu noktadan hareketle ahlaklı ateistten söz edilebilir, fakat ahlâklı ateizmden söz edilemez, çünkü aklın bir şeyin kötü olduğunu bilmesi insanı zorunlu olarak o şeyden uzak durması gibi bir sonucu doğurmayacağı gibi; nesnel iyiliğin bilgisine sahip akıl, insanı sürekli iyi olanı yapmaya yöneltecek kadar güçlü bir kuvve değildir.

Bir kutsal emir ahlak teorisinin iddiasına göre, ahlakdışı eylemleri ahlakdışı yapan şey, onları yapmamamızı bize Tanrı’nın emretmiş olmasıdır.” Armstrong, bu düşünce özelinde teistik ahlaki ilkelerin Tanrı’nın keyfi seçimleri sonucu oluşturulduğu kanaatine ulaşıyor. Ona göre Tanrı bir şeyi yapmamamızı emrediyorsa bu şey her ne olursa olsun, onu yapmamak zorundayız, ayni şekilde bir şeyi yapmamızı emrediyorsa o şeyi yapmak zorundayız; o şey ne olursa olsun. Armstrong’un bu iddiası İslam Kelamının merkezi tartışma konularından birini içeriyor. Ahlaki davranışların Tanrı tarafından emredildiği için ahlaki olduğu iddiası İslam Felsefesinde başta Gazali olmak üzere Eş’ari kelamcıları tarafından, Evangelik Hristiyan düşüncesinde ise Ochham tarafından savunulmuştur. Bu iddiaya göre Tanrı fikrini değiştirip tecavüzü ahlâklı görürse, tecavüz ahlâklı olacaktır. Fakat bu durum ateistlere göre kabul edilebilir değildir, üstelik böyle bir iddia söz konusu olduğunda ahlâkın nesnelliği değil Tanrı’dan kaynaklı teistik ahlakın keyfiliği yargısı oluşabilir. Eşari tarzdaki bu ahlâk yaklaşımı bizi septisizme götürür. Keyfi bir Tanrı tasavvuru, adaletsiz ve güvenilmez bir Tanrı tasavvurunu da beraberinde getirir. Örneğin her ne kadar kutsal metinde dürüst olduğunu söylese de keyfi davranışlar sergileyen bir Tanrı, iyi olanları da kötülerle birlikte cehenneme atabilir. Görüldüğü gibi bu yaklaşım, Tanrı’nın reddi için makul bir gerekçe sunmaktadır.

Ahlâki davranışlar ahlâki olduğu için Tanrı tarafından emrediliyor olabilirler mi? Bu düşünceye göre de ahlâk Tanrı’dan bağımsız olacaktır ve ahlâk Tanrı’dan bağımsızsa, Tanrı olmasa bile ahlâk var olabilir. Konu hakkındaki üçüncü ve Augustine, Anselm, Aquinas gibi teistik felsefecilerinde savunduğu en doğru yargı, merhamet, adalet gibi temel ahlâki özelliklerin Tanrı’nın doğasının parçası olduğudur. Bu görüşe göre ahlâki değerlerin standardı Tanrı’nın doğasıdır. Tanrı, merhametli, adil ve iyidir; bu sıfatlar onda temel ve zorunlu olarak vardır. Yani Tanrı, merhamet, adalet gibi ahlâki özellikleri herhangi bir kaynaktan almaz, o mutlak olarak ahlâklıdır. Tanrının ahlâkiliği metafiziksel bir zorunluluk olduğu için ateistler tarafından kavramsal olarak algılanamamaktadır.

Sevil Türkyılmaz
twitter.com/arzhal_

15 Eylül 2022 Perşembe

Sahi, ayrılık diye bir şey var mıydı?

Size sadece bir oturuşta okuyabileceğiniz ama tadı damağınızda kalacağı için başa dönüp tekrar okuyacağınız, bazen gülümseyeceğiniz, bazen acıyı derinden hissedeceğiniz, bazen sorgulayacağınız ve nihayetinde acılarından kendince çıkan, iyileşen ve hatta çiçeklenen bir kadını seyredeceğiniz bir roman önerisiyle geldim.

Bu Hikâye Senden Uzun Osman, Aylin Balboa’nın İletişim Yayınları’ndan raflara uzanan üçüncü ve son kitabı. Kısaca özetleyecek olursam, yaşadığı bir ayrılığın ardından sevdiği adama (adamımız Osman elbette) karşılıksız mektuplar yazarak (bu mektupların gönderilip gönderilmediği bir muamma) aşkını, yaşadığı acıları, düşüncelerini, dünyasını ve nihayetinde iyileşmesini anlatan bir kadının öyküsü.

Bu ilişki beni çok yıprattı, ben ayrılmak istiyorum Osman." diyerek başlıyor. Ayrılığın ardından ise bir süre uğraştığı, kopamadığı, başa sardığı Osman’a yazıyor anlatıcı. Kitapta Osman yok, hiç yok hem de… Öte yandan kitapta Osman var, her satırında üstelik. Hayatımızdan bir sebeple iyi ya da kötü, tercihen ya da mecburi gidenler de nasılsa öyle işte. Osman var, olmasa da var. Osman’la yaşananlar var, Osman’ın sebep olduğu duygular, düşünceler ve acılar öyle gerçek ki… Tüm bu gerçeklikte görüyoruz yazarın ruh halini, iyileşme çabalarını, içine düştüğü kör kuyulardan çıkacağı halatı kendi başına ilmek ilmek işlediğini… Ve elbette, zamanın da şifa olduğunu…

Candan Erçetin’in “Bitti, buraya kadarmış dedim, unuttum bile dedim, avuttum kendimi sözde” diye bir şarkısı vardı. Atilla İlhan’ın “Ayrılık da sevdaya dahil / çünkü ayrılanlar hala sevgili” diye bir şiiri… Eminim, şimdi düşünsek, bu minvalde birçok eser gelir geçer aklımızdan. İşte aşk ile harmanlanmış bir ayrılığın tam da bu süreçlerine bir bir şahit oluyoruz kitapta Ayrılmalıyız Osman, Barışalım mı Osman, Senin Canın Sağ Olsun Osman, Ben Burada Bekliyorum Osman, Senden Ayrılmaktan Bıktım Osman, Oturdum, Geçmesini Bekliyorum Osman, İyi ki Doğdum be Osman, Astalavista Osman gibi birçok öykü başlığı ile. Öte yandan paylaştığım son iki öykü başlığından da anlaşılacağı üzere ayrılıklar da aşklar da yaşanan her türlü iyi ve kötü deneyim de bir vedalaşma anına gebe. Burada ise devreye “Bu da geçer ya hu” anlayışı hakim oluyor. Halihazırda bu iyileşmenin başlangıcına kitaptaki bir öyküde de şahit oluyoruz:

Bir de şey hikâyesi var hani, İran şahı mı Hint imparatoru mu ne işte, Asya’da bir yerlerde biri sadrazamına demiş ki, ‘Bana kederli olduğumda sevineceğim, sevinçli olduğumda kederleneceğim bir cümle yaz.’ Sadrazam da şey yazmış işte: ‘Bu vakit geçip gidecek.’ Bu kıssayı ne zaman hatırlasam gerçekliği karşısında dehşete kapılıyorum. Bu vakit geçip gidecek, biliyorum, artık bunu bilmekten de nefret ediyorum Osman.

Bu vakit geçip gidecek muhakkak ama nasıl? Ne yaparak? Ne deneyimleyerek?

Benim en çok sevdiğim tarafıysa tüm çıplaklığıyla insan olmanın hallerini görüyoruz biraz da bu anlatıda. Kendiyle, yaşadığı dünyayla derdi olan bir kadını… İyileşmesinde rol oynayan ilkyardım çantasındaki aletlerden biri olan kendilik sorgulamasını:

Kendimizi sabit, katı, değişmez bir şey sanıyoruz. Kim olduğumuzla ilgili fikirlerimiz ve kararlarımız var. Nelerden korktuğumuzu, neleri istediğimizi, neleri sevdiğimizi, neleri sevmediğimizi belirlemişiz. Bu sınırların dışına çıkarsak yanlış bir şey yapacakmışız gibi hissediyoruz. Kendimize "Ben" adında bir hapishane yapmışız, bir türlü tahliye olamıyoruz Osman."

Kitabın yapısal özelliklerine değinecek olursak, üzerinde öykü diye belirtilmiş ancak aynı anda birçok türü içinde harmanlamış bir anlatı diye düşünebiliriz: öykü, mektup, novella… İçinde Osman’a yazılmış yirmi farklı mektup var, anlatıcının hangi süreçten geçtiğini bizlere gösteren yirmi farklı öykü barındırıyor bu mektuplar. Nasıl geliyorsa içinden öylece yazmış yazar, bu nedenle son derece samimi bir üslup hakim metne. Bölümlerin her biri aslında ayrı ayrı okunmaya müsait, aralarında ise Aylin Balboa’nın bu mektuplardaki bazı detayları temsil eden kendi çizimleri yer alıyor. Tüm bu bağımsız okunabilecek mektuplar bir araya geldiğinde ayrılıkla başlayan ve iyileşmeye doğru uzanan akışı görebildiğimiz, anlatıcı karakterin hayatının bir dönemini okuyucuya yansıtan sağlam bir novella duruyor karşımızda.

Kimi zaman hüzünle, kimi zaman muzip bir tebessümle okuyabileceğiniz Bu Hikaye Senden Uzun Osman’daki son mektup "Gezegenin bir yerlerinde olduğunu bilmek benim için her zaman güzel." diyerek bitiyor ve yazar yine de not düşüyor son satırlarına: Astalavista Osman!

Sahi, ayrılık diye bir şey var mıydı?

Feyza Gönüler
twitter.com/FeyzaGonuler