17 Haziran 2022 Cuma

Kanayan bir ırmak nereye akar?

Usta şair Cengizhan Orakçı’nın yeni şiir kitabı göksel bir aydınlık gibi masama düştü. Kitaptaki şiirlerin büyük bir kısmına dergilerden aşina olsam da şiirin önü ve arkasını iki kapak arasında temaşa edip okumak daha başka oluyor. Kitap deyip geçmemek lazım. Nasıl iki dizenin diz dize oturup bir beyitte buluşmasından “beyit-beyt” ev hali doğuyorsa bir kitabı meydana getiren şiirler de görkemli bir evi oluşturabiliyorlar.

Cengizhan Orakçı şiirini yakın takibe almış birisi olarak şunu ifade etmeliyim ki özellikle son iki kitabında (Fotoğrafta Çirkin Çıkan, Kanayınca Irmak) daha uzun soluklu ve gür sedalı bir şairle karşılaşıyoruz. Kanayınca Irmak kitabında yer alan şiirler bu söylediğim şeyin belki de zirve noktası. Baştan sona doğru sesini ritmik biçimde hızla artıran bu şiirler şairin şiirdeki devinim halinin nasıl olması gerektiği ile ilgili de bir tür örneklik teşkil ediyor. 

O halde sondan başlayalım:

Alıp sana geldim bütün kızların dans eden ritimlerini / alıp sana geldim ırmakların bütün ezgilerini”. “Sana” derken şair neyi kastetmiş onu bilemesem de benim anladığım, şiirin kendisinden başkası değildir. Evet, şairimizin şiirinde dans eden kızların ritimleri ve ırmakların ezgileriyle buluşmuş bir “ben” var. “Şair beni” tabiatın ve de yaratılmış olan hayvanat, nebatat ve de cemadatın ses, ahenk ve salınımı ile doludur. Konuştukça konudan sapan değil konuştukça coşan, coştukça kelimelerin deruni miracına ulaşan bir şair tavrıyla karşılaşıyoruz. Okuyucu bir noktadan sonra kendisini okuduğu metinden ve metnin sahibinden ayırt edemez hale geliyor. Öyleyse devam edelim:

Ben çoktan hazırım Loreena bilenmiş bir kalp ile / Karanlığın içindeki ışığı gördüm bir kere Loreena”. Zihnim, “Kim bu Loreena?” diyor önce, şiirin tadını çıkarması gereken zihnim soru soruyor. Yoksa şu Kanadalı vokalist, piyanistten mi bahsediyor şair? Bu soruların sonu yok. Değil mi ki, “Şiir şairin batnındadır” diye bir gerçek var. O halde boş yere sözü yormayalım. Muhayyel şiir kızı Loreena, deyip geçelim. Zira Loreena da bu kanayan ırmağın çağıltısına dahil bir isim. Üstelik bir dizenin neresinde bulunursa bulunsun hep şarkı söylüyor. Galata ve Kız Kulesi’ni Loreena ile bakıştırabilmek de sahici bir şair hüneri olsa gerektir.

Görüntünün de bir müziği olmalı. Orakçı’nın şiirlerini ne zaman okusam böyle düşünürüm. Bu kez Kanayan Irmak konağının 115 numaralı odasında yaldızlı ince işlemeli tavana gözlerimi dikip bakarken kulağıma konan böyle bir musiki ile irkildim. Görüntü şöyle söylüyordu: “Loreena biz dünyanın kısık sesleri biz kalbinin içinde dönen dervişler / Kalbinin atlarıyla kardeş olan biz bütün geceler içinde dörtnala.” Yukarıda “deruni miraç” ifadesiyle söylemek istediğim belki de tam buydu. Yunus’un, “Bana rahmet yerden yağar” dediği gibi. “Kalbinin içinde dönen”, “kalbin atları”, “zaman kaçakları”, “yıldız nöbetçileri”, “meleklerin şarkısı” …gibi şiirin soyut görselleri Cengizhan Orakçı şiirinin müstahkem mevkilerini oluşturuyor. Söz, ses ve ahengin meydana getirdiği tinsel koroya yer yer mimari de eşlik ediyor: “Şehri şairler söyler mimarlardan önce / temelinde mısralar ışır üstünde taş”. (Şehri Suya Yazmak-s. 110)

Bir şairin yaşadığı çağa direnişi nasıl olur? Kuşları ve de gökyüzünü ürkütmeden elbette. Bağırmak kuşları ürkütmektir. Cengizhan Orakçı bu konuda son derece rikkatli: “Müzik evrenseldir diyorlar herkesin yarasına sargı / Hangi şarkıyı alsak koynumuza sabaha kanıyor Gabriel / Dünyanın duvarları çok soğuk kuş ölüsü bütün sokaklar / Bize şimdi çocukların gözlerini kapatacak bantlar lazım.” (Gabriel’le Bir Konuşma-s. 90)

Şayet bir kitapta kelimeler sözcük olup göç yolları arar gibi gök boşluğunda konacak bir yer arıyorsa, bilin ki orada, ortada yeni yazılmış bir Cengizhan Orakçı şiiri vardır. Muhtemelen şairimiz aldığı nefesini okuyucusuna da vermek için çırpınıyordur. Ben söylemeyim şair söylesin o zaman:

Durup durup dünya kuşluk olsun derim ezbere
Bir kuş sesi yeter hatırlamaya hayatı ve aşkı
Seher nasıl kuş demekse, kelimeler hep uçup gökte
Nasıl konacak bir kalp ararsa öyledir bu iş biraz.
” (Ölmeden Bir Kuşu Öpünüz-s. 86)

Son not: Cengizhan Orakçı’nın Kanayınca Irmak isimli şiir evi üç oda ve bir salondan oluşuyor (3+1) ve bu ev çok geniş bir sokağa ve oradan da uçsuz bucaksız bir dünyaya açılıyor. Sevgili okur, malum, konut fiyatları ve kiralar cep yakıyor. İyisi mi dünyanızı bir şairin evinden tutun, hiç olmazsa cebiniz değil yüreğiniz yansın. Hem şu sorunun cevabını da bulmuş olursunuz: Kanayan bir ırmak nereye akar?

Hüseyin Akın
twitter.com/huseyinakin_

Öğrenme aşkımız ölmesin

İnsanı hayatta canlı tutan nedir? “Konfor bizi öldürüyor ve gücümüzün farkında olmadığımız için depresyona giriyoruz." diyor Sinan Canan. Yeni bir şey öğrenme gayretinde olmayan, böyle gelmiş böyle gider, boş vermişliği içerisinde yaşayan insanlar hayattan umduklarını bulamadan vadesini doldurunca çekip gidiyor. Çekip gitmeden önce ise yüzünde bir memnuniyetsizlik asılı kalıyor. Ancak insanın merak duygusu canlıysa ve başkalarından çok kendiyle ilgiliyse o zaman iş değişiyor. Evet, insan kendine ve evrene dair öğrendiği her yeni bilgiyle canlanıyor ve hayata daha sıkı tutunuyor.

Yıllarca radyo programları yapan iletişim uzmanı Tuğba Akbey İnan kendi dil hocası Semih Uçar’la beraber öğrenme yolculuğu üzerine bir kitap yazdı. Kitapta neden yeni bir şeyler öğrenmeliyiz, öğrenmemizin önüne çıkan engeller nelerdir, soruları irdeleniyor. Klasik tavsiyelerle dolu kişisel gelişim kitaplarının aksine her iki yazar da kendi öğrenme yolculuğundan yola çıkarak yeni bir şey öğrenme yolculuğunda hevesimizi kırabilecek tüm ayrıntıların üzerinde tek tek duruyor.

On iki dil bilen bir poliglot olan Semih Uçar kendi dil öğrenme metodlarını anlatırken alışagelmiş olduğumuz bir sınıfın içerisinde gramer yüklü dil öğretimini eleştiriyor. Yazara göre günümüzde yabancı bir dil internet aracılığıyla ve düzenli bir çalışmayla evde kendi kendine öğrenilebilir. Size iddialı gelebilir ama yazar öğrenememek için öne sürebileceğiniz tüm bahaneleri de çürütmeye çalışıyor. Dilin her yaşta öğrenilebileceğini, dil öğrenmek için çok yetenekli ya da zeki olmak gerekmediğini, günlük az bir zaman ayırarak da dil öğrenilebileceğini savunuyor. Siz burada dil öğrenmenin yerine başka bir şey koyabilirsiniz. Nitelikli yazı yazmayı öğrenmek, sağlıklı bir iletişim kurmayı öğrenmek kitapta bahsi geçen diğer örneklerden.

Kitabın iki yazarı da tüm öğrenmelerin sihirli anahtarının aynı olduğunu söylüyor: Her gün az da olsa o işe zaman ayırmak. “Başarılı insanlar yapması kolay olan o önemli işi yaparlar, her gün yaparlar.” diyor Uçar. Tuğba Hanım ise önceliklerimizin on yıl sonra bizim kim olacağımızı belirleyecek kadar mühim olduğunun altını çiziyor. Bunun için de günü planlamak devreye giriyor. Kitabın sonunda bu amaçla hazırlanmış 100 günlük bir takvim bulunuyor. Yüz gün boyunca bir konuya emek harcadığımız zaman onu öğrenmenin gerçekleşmesinin kaçınılmaz olacağı vurgulanıyor. Olur da o her gün emek vermemiz gereken önemli işimizi aksatırsak kendimize şefkat göstermemiz ve vazgeçmeyip ertesi gün kaldığımız yerden devam etmemiz gerektiği de belirtiliyor. Kitabı okuyunca sabah saatlerinin tüm öğrenmeler için altın zaman olduğunu da bir kez daha anlıyoruz. Tertemiz bir zihinle yeni bir bilgi öğrenmeye çalışmak elbette işimizi kolaylaştırıyor.

Tuğba Akbey İnan kitapta kendi yolculuğundaki ilerlemeyi okuduklarını ve dinlediklerini önceki öğrenmeleriyle ilişkilendirerek bağlantılar kurmaya borçlu olduğunu söylüyor. Yazara göre böylece yeni bir öğrenmeyle önceki öğrenmelerimiz arasında kuracağımız bağ bizi canlandırıyor ve geliştiriyor. Uygulamaya geçiremediğimiz kuru bilgi ise sırtımıza adeta bir yük gibi biniyor ve bizi daha da yoruyor. Yazar son olarak bir çocuk gibi öğrenebilmenin önemine dikkat çekiyor. Çocuk gibi derken azimle, bir şeyler denemekten çekinmeyerek, risk alarak, hata yaptığında gülüp geçerek ve kaldığın yerden devam ederek içindeki öğrenme aşkını daima canlı tutabilmekten söz ediyor. Kitap yeni bir dil öğrenmek, planlı yaşamak ya da bir konuda uzmanlaşmak isteyenlere ışık tutuyor.

Zeynep Odabaş
twitter.com/zeynneppakyol

14 Haziran 2022 Salı

Bir manevî bahçeler gezintisi

Okuduğumuz kitaplar bizi ruhen çok başka diyarlara, dünyalara götürür. Farklı iklimleri yaşamamıza ve hayatımıza yeni pencereler açmamıza vesile olur. Nitekim Allah dostlarının hayatlarını okumak benim için yemyeşil, rengarenk güllerle dolu bir bahçeye girmek gibidir. Öyle ki bu güllerin şahı Sevgili Peygamber Efendimiz ve Allah’ın dostlarıdır. Rabbim bizi bu manevî bahçeden uzak eylemesin. Her bir gülün kokusunu ömrümüzün sonuna dek ruhumuza, gönlümüze sinmesini nasip eylesin.

Bundan birkaç yıl önce Semerkand TV’de yayınlanan Derviş Çeyizi adında bir program izliyordum. Programın sunucuları Emrah Yardımcı ve Adem Topal birçok türbeleri ziyaret edip, Allah'ın veli dostlarıyla ilgili sohbet ediyorlardı. Öyle feyizli bir programdı ki izlerken hep etkilenirdim. Bu etkilenme kitabı okurken de oldu. Tıpkı oradaki manevî lezzeti tekrar almış gibi oldum.

Okuduğumuz her kitap bizi farklı yolculuklara çıkarır. Farklı iklimler yaşatır. Gül Alırım Gül Satarım ise bizi tasavvufi bir yolculuğa çıkarıyor, Allah dostlarının hayatlarına misafir ediyor. Bölüm olarak da ikiye ayrılıyor. Birinci bölüm Gül Alırım, ikinci bölüm Gül Satarım. İlk bölümde okumakla ilgili önemli yazılarla karşılaşırken Sâmiha Ayverdi Hanımefendinin kendisi ve eserleri hakkında birçok bilgi veriliyor. Özellikle fikir ve düşüncelerinin üzerinde önemle duruluyor. Özellikle alıntılanan bazı kıssaların üzerinde çok düşündüm, tefekkür ettim. Diğer sayfalara bir türlü geçemedim. Tavsiye edilen kitapları tek tek okuma listeme ekledim. Kitap bu açıdan gerçekten çok zengin. Zira Yağız Gönüler, tavsiye ettiği her kitabı en ince ayrıntısına kadar büyük bir emekle yazmış. Ayrıca yazarlar hakkında da ayrıntılı olarak bilgiler vermiş. Özellikle Samiha Ayverdi ve Sadık Yalsızuçanlar’ın üzerinde bilhassa durmuş. Eserlerini ve fikirlerini geniş bir çerçevede ele almış. Daha sonra kıymetli şahsiyetlerden biri olan Sadettin Ökten hakkında da derinlemesine bir anlatımda bulunmuş. Hayatı, eserleri ve dünyaya bakış açılarından bahsetmiş. Burada şunu belirtmek istersem, kitabın en güzel yanlarından biri, beni hiç bilmediğim kitaplara götürmesiydi ki bu yönden çok mutlu ve nasipli olduğumu düşünüyorum. Tabii kitap sadece eserler hakkında değil birçok Allah dostlarının kabirlerinden de bahsediyor. Ancak üzerinde en çok durulan Allah dostlarının hayatı oluyor. Örneğin; Aziz Mahmud Hüdayi Hazretleri, Abdülkadir Geylani Hazretleri, Mevlânâ Hazretleri, Yunus Emre Hazretleri, Yahya Efendi, Muzaffer Ozak Efendi ve adını yazmayacağım daha birçok evliyaların hayatları önemle gözler önüne seriliyor.

Gerek İstanbul gerek başka şehirlerde bulunan türbelerden. Bunların birkaçını ziyaret etmek için şimdiden notlar aldım. Rabbim inşallah gidip, görmemi de nasip eder. Nitekim onlar öyle bir manevî sultanlar ki haklarında yazılmış yazıları okurken dahi gönlümün, sadrımın genişlediğini, huzur bulduğumu ve giderek daha da kötüleşen bu dünyadan uzaklaştığımı hissettim. Yazıların çoğunda belirtildiği gibi kabirlerin ruha şifa olduğuna bir kere daha inandım. Belki bu bazı insanlara garip gelebilir. Fakat o, manevî sultanların ne zaman kapısına gidilecek olsa her hayrın ve güzelliğin kapısı açılır. Zira onları edeple ve hürmetle ziyaret edenlerin ellerinin hiç boş döndüğünü bilmem. Bu bağlamda kitapta geçen şu kısım beni çok etkiledi. Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretlerinin duası:

Yâ Rabbî! Kıyâmete kadar bizim yolumuzda bulunanlar, bizi sevenler ve ömründe bir kerre türbemize gelip rûhumuza Fâtiha okuyanlar bizimdir. Bize mensup olanlar, denizde boğulmasınlar; âhir ömürlerinde fakirlik görmesinler; îmânlarını kurtarmadıkça ölmesinler; öleceklerini bilsinler ve haber versinler ve de ölümleri denizde boğularak olmasın.

Dilerim ki Rabbim bu duadan nasiplenmiş kullarından eyler bizi. Ve Aziz Mahmud Hüdayi Hazretlerinin aziz ruhaniyetleri bizi kabul etmiş olur. Diğer kısımlardan da kısaca bahsedecek olursam aralarda verilen mesajlar, kitap ve okumakla ilgili olduğunu belirtebilirim. Zira Yağız Gönüler’in şu sözleri bir okuyucu olarak çok hoşuma gitti. “Konuşurken arka plana kitaplığını alan kimselerle alay etmek, her sıkışıldığında başvurulan 'bana edebiyat yapma' söyleminin değişik bir türü. Oysa ev bile dayanır kitaba. İnsan güç alır kitaptan, nefes alır. Yaşam için anlam arar. Lezzet işidir kitap. Tatmayan ne bilsin.

Ayaklarımızda takat kalmadığında, yaşamın ağırlığı altında ezildiğimizde, yorgun düştüğümüzde, ister maddi ister manevî olsun bir çıkmaza girdiğimizde bizi kendimize getiren kitaplar can yoldaşından da ötedir.

Kitabın sonlarına doğru ise bizi ikinci bölüm olarak Gül Satırım karşılar. Bu kısımda Yağız Gönüler'in yazılarını ve yaşadığı anılarını okuyoruz. Kısa kısa yazılmış olsa da insanın üzerinde uzun bir tesir bıraktığını söyleyebilirim.

Çağımızın yaralarından biri olan sürekli övülmeye ve takdir görülme sevdasına dair şu sözleri ise her şeyi özetler nitelikte: “Dedim: Hep alkış, takdir, ödül bekliyorlar. Dedi: Sonunda bir top beyaz beze sarıyorlar.

Bir gönül insanın kalemini okumak, kalbinden geçen yansımalara şahit bulunmak benim için büyük bir nasipti. Rabbim Yağız Gönüler’in kalemine zeval vermesin. Kuvvet versin ve daha nice kitaplarını okuyabilmemizi bize nasip eylesin.

Kitaptan sevdiğim birkaç alıntı:

"Nâmütenâhî: Nihayeti olmayan. Sonsuz. Uçsuz bucaksız. İnsanı en güzel anlatan kelimelerden. Çünkü insanın da nihayeti yok, sonu yok, ucu bucağı yok. Nefes alıp verdikçe gidip geliyor, varlığı ve yokluğu bir arada yaşıyor, kimi zaman düşüyor, bazen kalkıyor. İnsan, nâmütenâhî."

"İnsana hizmet; en güzel ibadet. İlahi aşk; en büyük sevgi. Tebessüm; en kıymetli paylaşım."

"Selamet, insanın kendi kalbini keşfedebileceği şeyler okumasındandır diye düşünüyorum. Kalbini keşfetmeyen bir insanın gördüğü sadece gördüğüdür."

"Konuştuğumuzda gözümüzün içine bakan bir çift göz şifaya vesiledir. Önce dinlenilmek ister insan. 'İnsanda dinlenmek' budur belki de..."

"İnsan yaş aldığına ne yuva kurmakla, ne ana-baba olmakla, ne çevre genişliği ne de maddi kuvvet elde etmekle ayân olur. Hatalarının farkına varıyorsan, hâlâ yüzün kızarıyorsa büyüyorsundur. Kıymetini bilmek gerek her şeyin."

"Hiçbir vakit oturup da bir çay içmediğimiz insanlar vardır ve biz onları çok severiz. Bunun "kalbî" olması dışında bir açıklaması yoktur. Ruhlar birbirini çeker. Böyle ilişkilerde vefa bile aranmaz. Karşılıksız, alışverişsiz, beklentisiz bir dostluktur. Sevilir ve kenara çekilir."

"Yaşı ve tecrübesi ne olursa olsun her insan bir bastona ihtiyaç duyar. Kiminin bastonu müziktir, kiminin okumak ve yazmak, bir başkasının bastonu tabiatla kucaklaşmakken ötekinde derin bir sükûnet bu vazifeyi üstlenir."

Fatma Saldıran
twitter.com/Fatmasldrn_

Ânı seyir, Hayy'ı zikirdir

“El ele, el Hakk’a; biz sadece nâkiliz.”

Sohbet ve muhabbet; Allah’ın, kuluna kuluyla tecelli edişidir. “Ben gizli bir hazineydim; bilinmeyi sevdim, mahlûkâtı yarattım.” mealindeki kutsî hadis, Cenab-ı Hakk’ın bilinmeyi sevdiğini ve bütün mahlûkâtın bilhassa da akıl melekesine sahip olması hasebiyle insanın esas gayesinin Allah’ı bilmek olduğunu söylüyor bize. Kendini buldurmayı ve bildirmeyi isteyen Allah, kâinata varlığının sırlarını gizlemiştir. Bu sırları çözmenin anahtarı ise kâinatı muhabbetle seyretmektir. “Muhabbetten Muhammed oldu hasıl/ Muhammedsiz muhabbetten ne hasıl” beytinin ışığında şunu da söyleyebiliyoruz ki bu muhabbet, Hz. Muhammed’e (sav) ve onun kutlu yolunun takipçilerine olacaktır. Yunus Emre’nin “Yaradılanı severiz Yaradan’dan ötürü” dizesi, yaratılan her şeye muhabbet nazarıyla bakmamız gerektiğini hatırlatıyor bize. Allah, fuzûlî bir yaratıştan beridir. İyi, kötü, güzel ya da çirkin bütün yaratılmışlar İlâhî bir ahengin parçalarıdır. Hikmetinden sual etmemek icap eder.

Sohbet ettiğimiz, karşılıklı gülüştüğümüz insanlara karşı daha hoşgörülü olur ve bu insanların kusurlarını daha az fark ederiz. Bununla beraber pek fazla sohbet etme şansımız olmayan insanlara dair gördüğümüz ya da duyduğumuz küçük kusurlar bile o insanlar hakkında kötü düşünmemize yetebilir. Muhabbetin bu iyileştirici gücü kâinatın hamurunda muhabbet saklı olmasından ileri gelir. Sadettin Ökten ve Kemal Sayar’ın radyoda gerçekleştirdikleri konuşmalar, üç cilt olarak kitaplaştı ve büyük beğeni topladı. Şiir tadındaki sohbetler kitaplaşırken de şiir gibi isimler aldılar. Serinin ilk kitabı Dünyaya Geldim Gitmeye, Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazrete ait bir şiirden alınırken ikinci kitap Aşk ile Ânı Seyretmek de yine aynı şiirden bir dize. Üçüncü kitabın ismi Âleme Bir Yâr İçin Âh Etmeye Geldik ise Yenişehirli Avni’nin bir şiirinden alıntı. İnsana, hayata, akla, kalbe, sevgiye, aşka, hakikate, medeniyete, şehre, aileye, topluma vs. dair karşılıklı hasbihal şeklinde cereyan eden konuşmalarda aynı dertten mustarip iki yüreğin muhabbeti referans alan serzenişlerini okuyoruz.

İkinci cildin sunuş yazısında Kemal Sayar şunları söylüyor: “Sakin, mütevekkil ve munis bir Müslümanlığın insan yüreğini genişlettiği, yeryüzüne ve gökyüzüne aşina kıldığı bir yaşayış ve düşünüş tarzı bu mübarek topraklarda, ne zaman kayıp gidecek olsak elimizden tutuyor. O yüzden, ‘Bizi bize bırakma,’ diye dua ediyoruz, ‘Ne olur, tut demeden, tut elimizi.’ Bugün belki en fazla bir yaşama adabına muhtacız ancak kadim bilgeliğin müşfik eli başımızı okşadığında kendimize geleceğiz. Bu sohbetlerde ‘kaybettiği âlemden bir gölge gibi dolaşan’ bir bilgenin sözleri değil, o âlemi daima kendi içinde gezdiren ve onu bize taşıyan, o zamanı bugüne ekleyen hatıraların saati var.” Bu ifadeler söz konusu sohbetlerin ve kitabın esas gayesinin ne olduğunu da açıklıyor.

Ne mutlu dünyaya kazık çakma derdinde olmayanlara, ne mutlu dünyanın ahiretin tarlası olduğu müjdesine sarılanlara ne mutlu ibn’ül vakt olanlara, ne mutlu aşk ile anı seyredenlere, ne mutlu hayret makamına erenlere…

Erhan Çamurcu
twitter.com/erhancmrc

13 Haziran 2022 Pazartesi

Şiirle ve türküyle düşünmek

İsmail Bingöl, şair olduğu kadar denemeciliği ile de dikkat çeken bir yazar. Deneme şiirden kopan artık malzemeler olduğu için onu en iyi yerde kullanmasını bilen yine şairlerdir. İsmail Bingöl demek aynı zamanda Erzurum Radyosu demektir. Erzurum'un soğuğu ile 'radyo'nun sıcaklığı birleştiğinde ortaya şiir tadında türküler çıkıyor elbette.

İsmail Bingöl’ün 2014 yılında “Ey Kelime… Ve Ey Ses…” adıyla Ülke Edebiyat Yayınları’ndan çıkan deneme kitabını bir kez daha okudum. Merhum üstat Sezai Karakoç’un “Gelin gülle başlayalım şiire, atalara uyarak” dizesinde dile gelen duyarlığa yakışır biçimde gül ile başlamış kitabına İsmail Bey. Ümmi Sinan’ın mısraları ile önce bir gül kokusu salmış sayfaları: “Gül alırlar gül satarlar / Gülden terazi tutarlar / Gülü gül ile tartarlar / Çarşı pazar güldür gül.

Şiirdeki gül türkülerdeki gülle nasıl tartılır? İşte böyle: “Gül açılır yaz olur / Güzellerde naz olur / Ben yârime gül demem / Gülün ömrü az olur.” Şiir ile türkü harmanlanmışsa bir yürekte boşluğa fırlatılan sorular mahsule durur. Eşrefoğlu Rumi de bu kitapta şiirini türkü yakar gibi söyleyenlerden: “Aşkın odu yüreğimi / Yaka geldi yaka gider / Garip başın bu sevdayı, çeke geldi çeke gider.

İsmail Bingöl’ün Ey Kelime… Ey Ses… kitabını okurken Edip Cansever’in “Yalnız buna inanırım” dediği “şiirle düşünmek” geldi aklıma. Yazarımız bu kitapta sadece şiirle düşünmüyor, kelimelerine kadar sinen türkü ile de düşünüyor.

İsmail Bingöl şiirleriyle, denemeleriyle okunmalı. Sesi ile, sedası ile dinlenip kulak verilmeli. Özellikle “Türkülerde Yaşayan Şehir: Erzurum” kitabı okunmadan Erzurum gezilmemelidir. “Atalar Mirası Gönül Yarası Türküler” (2014) ismiyle yayımlanan türkülerin şiirini ve hikâyesini içeren denemeler ise alıp okumak için asla ihmal edilmemelidir.

Sevgili okur, bir gün yolun kitapçıya uğrarsa İsmail Bingöl şiir ve deneme kitaplarını sormayı unutma. Bir kitabı sormak, bir yazarın halini hatırını sormak gibidir.

Hüseyin Akın

Bizim evimiz nerede?

Yıllardır her gün, altı vesait kullanarak Anadolu yakası ile Avrupa yakası arasında gidip gelirim. Ne yalan söyleyeyim, bu yolculuklarımın maddi, manevi, fiziki sıkıntıları çoktur. Ancak beni rahatlatan, diri tutan yönlerini de inkar edemem. Mesela şehirde nelerden konuşulduğunu, nelerden şikayetçi olunduğunu ben hep otobüslerde, vapurlarda, metrolarda duyar, öğrenirim. Hem de neredeyse anında.

Aylardır toplum taşıma araçlarında, sokaklarda, duraklarda, iskelelerde, marketlerde, pazarlarda sadece iki mesele konuşuluyor, tartışılıyor. Bunlardan birisi EV!

Son haftalarda ise bayağı açık ara ile önde koşuyor ‘ev meselesi’. Günlerdir tanıdık, tanımadık pek çok kiracının derdine kulak misafiri oluyorum. Türlü cambazlıklarla evden çıkartılan kiracılardan tutun da, elli yıldır semtinden dışarı çıkmamış yaşlı insanların şehrin uzaklarına göç edecek olmalarının üzüntüsüne, tedirginliğine şahit oluyorum.

Planında programında veyahut hayalinde bile yokken bir ailenin alıştığı, sevdiği semtten hatta ilçesinden, ilinden uzaklaşması ne kadar da zordur diye düşünürken…

Bir yandan da, bu zamanların şiiri, romanı, hikayesi nasıl olurdu acaba diye merak etmekten de kendimi alamıyorum.

Düşünsenize bir, son günlerde başta İstanbul olmak üzere pek çok şehrimizde olağan dışı bir hareketlilik yaşanıyor. Merkezde güç bela ocaklarına tüttürmeye çalışan orta gelirlilerden pes edenler ötelere kent çeperlerine sığınıyor. Merkezde tutunamayıp taşınanların yerleri de, ilginçtir ki hemen doluveriyor. Hiç bitmeyecekmiş gibi görünen bir taşınma döngüsü içindeyiz anlayacağınız. İflah olmaz bir hikaye meraklısı olarak, bu ‘büyük taşınma hareketi’ nin muhtemel sonuçlarını da çok merak ediyorum ben. Sosyal, kültürel ve demografik anlamda kim bilir neler, neler olacak, bu yer değişikliklerinin sonunda.

Haftalardır ‘EV’ meselesi ile oturup kalkınca, ev konulu kitapları arandım durdum. Derken yıllar evvel okuduğum Mutlu Ev kitabı çıktı karşıma. Aslında uzunca bir alt başlığı var kitabın. Tabiatla Uyum İçinde Yaşamak İçin Mutlu EV: Evinizi Kurarken Kur’an’ın Öğütlediği 9 Prensip, yazıyor kitabın kapağında. Hayy Kitap yayınları arasında 2012’de çıkan kitabın yazarı ise mimar Semih Akşeker.

Din, değerler ve medeniyet üzerinden gerçekleştirilecek bir mimari anlayışı konu edinen Mutlu Ev kitabı, günümüz şehirciliğinin çıkmazlarından nasıl kurtulabileceğinin bir nevi formülünü de veriyor. Mimari ve şehir meselelerine sadece dünyevi hedefler noktasından değil dini (evrensel) değerler ekseninden bakmakla çözüm bulunabileceğini söylüyor.

Semih Akşeker, İslam mimarisini meydana getiren değerleri ise şöyle sıralıyor:

Adalet, tevazu, sadelik, güzellik, fanilik şuuru, mahremiyet, özgünlük, iktisat, hüsn-ü muhafaza.

Dekorasyonun aslında bir tuzak olduğunu söyleyen yazar, modern insanı da eşyaların esiri olarak tanımlıyor. Sanılanın aksine büyük evlerin, akıllı binaların da fıtratımıza uygun olmadığını iddia ediyor.

Kitabın en çok ilgimi çeken konuları da şunlar: Apartman niçin yanlış tercihtir? Yüksek yapılarda psikolojik ve sosyal problemler ile müstakil evde oturmak hayal mi? Gece gündüz ev fiyatlarını konuştuğumuz, kiralık ev aradığımız şu tuhaf günlerde, derdimize bir çare belki de Mutlu Ev de olabilir…

Gülçin Durman
* Bu yazı daha evvel Yenişafak Kitap'ta yayınlanmıştır.

6 Haziran 2022 Pazartesi

Cioran’ın ana dilindeki son eseri: Avare Düşünceler

Cioran’ın ana dilini, yani Romence’yi terk etmeden önce yazdığı, bu dildeki en çarpıcı kitabı kuşkusuz Gözyaşları ve Azizler’dir. Zaten, Romence’de az eser bırakmıştır yazar. Bunlardan biri de, muhtemelen 1945 yılında kaleme aldığı ve Romence yazdığı son eser Avare Düşünceler’dir. Muhtemelen 1945 diyorum, çünkü bu eser el yazması halinde bırakılmıştır ve elimizdeki baskısında Fransızca çevirmenin ön sözde yazdığına göre Paris’teki Jacques-Doucet Edebiyat Kütüphanesi’nde saklanan yüz kadar sayfadan ibarettir. Cioran bu metinden sonra tamamen Fransızcaya dönmüş ve ana dilini terk etmiştir.

Sel Yayınları’ndan yayımlandı Avare Düşünceler. (Bu da demektir ki Cioran’ın Türkiye’deki yayımcıları gitgide genişliyor.) 94 sayfadan oluşuyor kitap ancak bu 94 sayfanın tamamı mezkûr kitaptan oluşmuyor. Kitabın sonunda yine Avare Düşünceler isminde 7-8 sayfalık kısa bir bölüm daha bulunuyor. Bu bölüm, 1949 yılında, sürgündeki Romenlerin dergisi olan ve Mircea Eliade’nin kurduğu Luceafarul’da yayımlanan bölümdür. Fakat Cioran bu bölümü muhtemelen, kendisinin ve yakınlarının ülkedeki Stalinci görüşün baskısından etkilenmemesi için Z.P. şeklinde imzalamıştır. Ayrıca bu kitap Fransız çevirmene göre Cioran’ın en ünlü eseri Çürümenin Kitabı’nın temelini oluşturan düşünceleri içerir.

Aforizma tarzında yazılmış bir kitap elimizdeki. Yazara yabancı olmayanlar için bilindik bir şey bu. Çünkü Cioran çoğu kitabını bu şekilde yazmıştır. Tabiî daha uzun bölümler halinde yazdığı kitaplar olsa da bu kitabı bazen kısa bazen uzun şekilde oluşturulan aforizmalardan oluşmuştur. Ancak bu aforizmalar arasında belli konular arasına gidip gelmiştir. Tamamen birbirinden bağımsız değildir yani: Zaman, birey, tarih, bilinç, ölüm kitapta en çok didiklenen konu ve kavramlardır. Ayrıca Cioran kendisinin nihilist olduğunu kabul etmese de kitapta buram buram nihilizm kokan pasajlar oldukça baskındır: “Burada, kederli ama göze alınmış bir tecrit içinde, sadece benliğin salı üzerinde hiçlik boyunca yapılan bir yolculuk söz konusudur.

Cioran’ın bundan önceki -yanlış hatırlamıyorsam Parçalanma- eserinde yazarın derin bir melankoli hâlinde Tanrı düşüncesine yöneldiğini fark etmiştim. Tabiî bu Tanrı düşüncesi salt İslam veya başka bir inançtaki Tanrı düşüncesi gibi değil, Cioranvari bir düşünceydi. Yazar zaman zaman tanrıtanımazlığını öne sürse de aslında bir tasavvufçu gibi konuşuyordu. Bu kitapta da derin yabancılığının ve melankoli hâlinin yansımasının onu yine bu tür düşüncelere götürdüğünü görüyoruz. Her ne kadar var olmak ve keder kavramlarını deşse de ve ideal hayatın sapkınlığına ve havada bir tüy gibi salınmanın hiçliğine ve realitesine inansa da dizginlenemez benliğini bir yere bağlama ihtiyacı duyuyor belli ki. Tabiî kendine has ironisiyle: “Madde Tanrı’dan ayrıldığına keder duyduğunda ve biz de Tanrı’ya geri dönmeyi beceremeyişimize onunla birlikte ağlarız… Hayat ancak hayatı aşan şeye bağlı olarak mümkündür; gücümüz kaynağını düşlerimizden alır ve bütün düşlerimizin kaynağı, bütün hayal kırıklıklarımızın kandırmaca içinde kendilerin inkâr etmeye varana dek yöneldiği ilk hortlak olan Tanrı’dadır”.

Yazarın son yayımlanan dört beş kitabına göre daha ağır bir kitap Avare Düşünceler. Kısa pasajlardan oluşması okuru yanıltmasın, sessiz bir mesai gerektiriyor anlayarak okumak. Cioran’ın ciddi kitaplarından, öyle ki yazarın kendine has ironisi, mizah yeteneği bile diğer kitaplarına göre çok ön plana çıkmıyor.

Genel olarak Cioran okumak biraz da kendimizle ilgili bir durum. Kendiyle ve ruhuyla ilgili bir şeyleri deşme ihtiyacı duyanlar yazarın yan sandalyesine ilişebilir. Huzuru oldukça yerinde olanlara çok da fazla önermiyorum. Çünkü Cioran huzur kaçırır.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif13