14 Haziran 2022 Salı

Ânı seyir, Hayy'ı zikirdir

“El ele, el Hakk’a; biz sadece nâkiliz.”

Sohbet ve muhabbet; Allah’ın, kuluna kuluyla tecelli edişidir. “Ben gizli bir hazineydim; bilinmeyi sevdim, mahlûkâtı yarattım.” mealindeki kutsî hadis, Cenab-ı Hakk’ın bilinmeyi sevdiğini ve bütün mahlûkâtın bilhassa da akıl melekesine sahip olması hasebiyle insanın esas gayesinin Allah’ı bilmek olduğunu söylüyor bize. Kendini buldurmayı ve bildirmeyi isteyen Allah, kâinata varlığının sırlarını gizlemiştir. Bu sırları çözmenin anahtarı ise kâinatı muhabbetle seyretmektir. “Muhabbetten Muhammed oldu hasıl/ Muhammedsiz muhabbetten ne hasıl” beytinin ışığında şunu da söyleyebiliyoruz ki bu muhabbet, Hz. Muhammed’e (sav) ve onun kutlu yolunun takipçilerine olacaktır. Yunus Emre’nin “Yaradılanı severiz Yaradan’dan ötürü” dizesi, yaratılan her şeye muhabbet nazarıyla bakmamız gerektiğini hatırlatıyor bize. Allah, fuzûlî bir yaratıştan beridir. İyi, kötü, güzel ya da çirkin bütün yaratılmışlar İlâhî bir ahengin parçalarıdır. Hikmetinden sual etmemek icap eder.

Sohbet ettiğimiz, karşılıklı gülüştüğümüz insanlara karşı daha hoşgörülü olur ve bu insanların kusurlarını daha az fark ederiz. Bununla beraber pek fazla sohbet etme şansımız olmayan insanlara dair gördüğümüz ya da duyduğumuz küçük kusurlar bile o insanlar hakkında kötü düşünmemize yetebilir. Muhabbetin bu iyileştirici gücü kâinatın hamurunda muhabbet saklı olmasından ileri gelir. Sadettin Ökten ve Kemal Sayar’ın radyoda gerçekleştirdikleri konuşmalar, üç cilt olarak kitaplaştı ve büyük beğeni topladı. Şiir tadındaki sohbetler kitaplaşırken de şiir gibi isimler aldılar. Serinin ilk kitabı Dünyaya Geldim Gitmeye, Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazrete ait bir şiirden alınırken ikinci kitap Aşk ile Ânı Seyretmek de yine aynı şiirden bir dize. Üçüncü kitabın ismi Âleme Bir Yâr İçin Âh Etmeye Geldik ise Yenişehirli Avni’nin bir şiirinden alıntı. İnsana, hayata, akla, kalbe, sevgiye, aşka, hakikate, medeniyete, şehre, aileye, topluma vs. dair karşılıklı hasbihal şeklinde cereyan eden konuşmalarda aynı dertten mustarip iki yüreğin muhabbeti referans alan serzenişlerini okuyoruz.

İkinci cildin sunuş yazısında Kemal Sayar şunları söylüyor: “Sakin, mütevekkil ve munis bir Müslümanlığın insan yüreğini genişlettiği, yeryüzüne ve gökyüzüne aşina kıldığı bir yaşayış ve düşünüş tarzı bu mübarek topraklarda, ne zaman kayıp gidecek olsak elimizden tutuyor. O yüzden, ‘Bizi bize bırakma,’ diye dua ediyoruz, ‘Ne olur, tut demeden, tut elimizi.’ Bugün belki en fazla bir yaşama adabına muhtacız ancak kadim bilgeliğin müşfik eli başımızı okşadığında kendimize geleceğiz. Bu sohbetlerde ‘kaybettiği âlemden bir gölge gibi dolaşan’ bir bilgenin sözleri değil, o âlemi daima kendi içinde gezdiren ve onu bize taşıyan, o zamanı bugüne ekleyen hatıraların saati var.” Bu ifadeler söz konusu sohbetlerin ve kitabın esas gayesinin ne olduğunu da açıklıyor.

Ne mutlu dünyaya kazık çakma derdinde olmayanlara, ne mutlu dünyanın ahiretin tarlası olduğu müjdesine sarılanlara ne mutlu ibn’ül vakt olanlara, ne mutlu aşk ile anı seyredenlere, ne mutlu hayret makamına erenlere…

Erhan Çamurcu
twitter.com/erhancmrc

13 Haziran 2022 Pazartesi

Şiirle ve türküyle düşünmek

İsmail Bingöl, şair olduğu kadar denemeciliği ile de dikkat çeken bir yazar. Deneme şiirden kopan artık malzemeler olduğu için onu en iyi yerde kullanmasını bilen yine şairlerdir. İsmail Bingöl demek aynı zamanda Erzurum Radyosu demektir. Erzurum'un soğuğu ile 'radyo'nun sıcaklığı birleştiğinde ortaya şiir tadında türküler çıkıyor elbette.

İsmail Bingöl’ün 2014 yılında “Ey Kelime… Ve Ey Ses…” adıyla Ülke Edebiyat Yayınları’ndan çıkan deneme kitabını bir kez daha okudum. Merhum üstat Sezai Karakoç’un “Gelin gülle başlayalım şiire, atalara uyarak” dizesinde dile gelen duyarlığa yakışır biçimde gül ile başlamış kitabına İsmail Bey. Ümmi Sinan’ın mısraları ile önce bir gül kokusu salmış sayfaları: “Gül alırlar gül satarlar / Gülden terazi tutarlar / Gülü gül ile tartarlar / Çarşı pazar güldür gül.

Şiirdeki gül türkülerdeki gülle nasıl tartılır? İşte böyle: “Gül açılır yaz olur / Güzellerde naz olur / Ben yârime gül demem / Gülün ömrü az olur.” Şiir ile türkü harmanlanmışsa bir yürekte boşluğa fırlatılan sorular mahsule durur. Eşrefoğlu Rumi de bu kitapta şiirini türkü yakar gibi söyleyenlerden: “Aşkın odu yüreğimi / Yaka geldi yaka gider / Garip başın bu sevdayı, çeke geldi çeke gider.

İsmail Bingöl’ün Ey Kelime… Ey Ses… kitabını okurken Edip Cansever’in “Yalnız buna inanırım” dediği “şiirle düşünmek” geldi aklıma. Yazarımız bu kitapta sadece şiirle düşünmüyor, kelimelerine kadar sinen türkü ile de düşünüyor.

İsmail Bingöl şiirleriyle, denemeleriyle okunmalı. Sesi ile, sedası ile dinlenip kulak verilmeli. Özellikle “Türkülerde Yaşayan Şehir: Erzurum” kitabı okunmadan Erzurum gezilmemelidir. “Atalar Mirası Gönül Yarası Türküler” (2014) ismiyle yayımlanan türkülerin şiirini ve hikâyesini içeren denemeler ise alıp okumak için asla ihmal edilmemelidir.

Sevgili okur, bir gün yolun kitapçıya uğrarsa İsmail Bingöl şiir ve deneme kitaplarını sormayı unutma. Bir kitabı sormak, bir yazarın halini hatırını sormak gibidir.

Hüseyin Akın

Bizim evimiz nerede?

Yıllardır her gün, altı vesait kullanarak Anadolu yakası ile Avrupa yakası arasında gidip gelirim. Ne yalan söyleyeyim, bu yolculuklarımın maddi, manevi, fiziki sıkıntıları çoktur. Ancak beni rahatlatan, diri tutan yönlerini de inkar edemem. Mesela şehirde nelerden konuşulduğunu, nelerden şikayetçi olunduğunu ben hep otobüslerde, vapurlarda, metrolarda duyar, öğrenirim. Hem de neredeyse anında.

Aylardır toplum taşıma araçlarında, sokaklarda, duraklarda, iskelelerde, marketlerde, pazarlarda sadece iki mesele konuşuluyor, tartışılıyor. Bunlardan birisi EV!

Son haftalarda ise bayağı açık ara ile önde koşuyor ‘ev meselesi’. Günlerdir tanıdık, tanımadık pek çok kiracının derdine kulak misafiri oluyorum. Türlü cambazlıklarla evden çıkartılan kiracılardan tutun da, elli yıldır semtinden dışarı çıkmamış yaşlı insanların şehrin uzaklarına göç edecek olmalarının üzüntüsüne, tedirginliğine şahit oluyorum.

Planında programında veyahut hayalinde bile yokken bir ailenin alıştığı, sevdiği semtten hatta ilçesinden, ilinden uzaklaşması ne kadar da zordur diye düşünürken…

Bir yandan da, bu zamanların şiiri, romanı, hikayesi nasıl olurdu acaba diye merak etmekten de kendimi alamıyorum.

Düşünsenize bir, son günlerde başta İstanbul olmak üzere pek çok şehrimizde olağan dışı bir hareketlilik yaşanıyor. Merkezde güç bela ocaklarına tüttürmeye çalışan orta gelirlilerden pes edenler ötelere kent çeperlerine sığınıyor. Merkezde tutunamayıp taşınanların yerleri de, ilginçtir ki hemen doluveriyor. Hiç bitmeyecekmiş gibi görünen bir taşınma döngüsü içindeyiz anlayacağınız. İflah olmaz bir hikaye meraklısı olarak, bu ‘büyük taşınma hareketi’ nin muhtemel sonuçlarını da çok merak ediyorum ben. Sosyal, kültürel ve demografik anlamda kim bilir neler, neler olacak, bu yer değişikliklerinin sonunda.

Haftalardır ‘EV’ meselesi ile oturup kalkınca, ev konulu kitapları arandım durdum. Derken yıllar evvel okuduğum Mutlu Ev kitabı çıktı karşıma. Aslında uzunca bir alt başlığı var kitabın. Tabiatla Uyum İçinde Yaşamak İçin Mutlu EV: Evinizi Kurarken Kur’an’ın Öğütlediği 9 Prensip, yazıyor kitabın kapağında. Hayy Kitap yayınları arasında 2012’de çıkan kitabın yazarı ise mimar Semih Akşeker.

Din, değerler ve medeniyet üzerinden gerçekleştirilecek bir mimari anlayışı konu edinen Mutlu Ev kitabı, günümüz şehirciliğinin çıkmazlarından nasıl kurtulabileceğinin bir nevi formülünü de veriyor. Mimari ve şehir meselelerine sadece dünyevi hedefler noktasından değil dini (evrensel) değerler ekseninden bakmakla çözüm bulunabileceğini söylüyor.

Semih Akşeker, İslam mimarisini meydana getiren değerleri ise şöyle sıralıyor:

Adalet, tevazu, sadelik, güzellik, fanilik şuuru, mahremiyet, özgünlük, iktisat, hüsn-ü muhafaza.

Dekorasyonun aslında bir tuzak olduğunu söyleyen yazar, modern insanı da eşyaların esiri olarak tanımlıyor. Sanılanın aksine büyük evlerin, akıllı binaların da fıtratımıza uygun olmadığını iddia ediyor.

Kitabın en çok ilgimi çeken konuları da şunlar: Apartman niçin yanlış tercihtir? Yüksek yapılarda psikolojik ve sosyal problemler ile müstakil evde oturmak hayal mi? Gece gündüz ev fiyatlarını konuştuğumuz, kiralık ev aradığımız şu tuhaf günlerde, derdimize bir çare belki de Mutlu Ev de olabilir…

Gülçin Durman
* Bu yazı daha evvel Yenişafak Kitap'ta yayınlanmıştır.

6 Haziran 2022 Pazartesi

Cioran’ın ana dilindeki son eseri: Avare Düşünceler

Cioran’ın ana dilini, yani Romence’yi terk etmeden önce yazdığı, bu dildeki en çarpıcı kitabı kuşkusuz Gözyaşları ve Azizler’dir. Zaten, Romence’de az eser bırakmıştır yazar. Bunlardan biri de, muhtemelen 1945 yılında kaleme aldığı ve Romence yazdığı son eser Avare Düşünceler’dir. Muhtemelen 1945 diyorum, çünkü bu eser el yazması halinde bırakılmıştır ve elimizdeki baskısında Fransızca çevirmenin ön sözde yazdığına göre Paris’teki Jacques-Doucet Edebiyat Kütüphanesi’nde saklanan yüz kadar sayfadan ibarettir. Cioran bu metinden sonra tamamen Fransızcaya dönmüş ve ana dilini terk etmiştir.

Sel Yayınları’ndan yayımlandı Avare Düşünceler. (Bu da demektir ki Cioran’ın Türkiye’deki yayımcıları gitgide genişliyor.) 94 sayfadan oluşuyor kitap ancak bu 94 sayfanın tamamı mezkûr kitaptan oluşmuyor. Kitabın sonunda yine Avare Düşünceler isminde 7-8 sayfalık kısa bir bölüm daha bulunuyor. Bu bölüm, 1949 yılında, sürgündeki Romenlerin dergisi olan ve Mircea Eliade’nin kurduğu Luceafarul’da yayımlanan bölümdür. Fakat Cioran bu bölümü muhtemelen, kendisinin ve yakınlarının ülkedeki Stalinci görüşün baskısından etkilenmemesi için Z.P. şeklinde imzalamıştır. Ayrıca bu kitap Fransız çevirmene göre Cioran’ın en ünlü eseri Çürümenin Kitabı’nın temelini oluşturan düşünceleri içerir.

Aforizma tarzında yazılmış bir kitap elimizdeki. Yazara yabancı olmayanlar için bilindik bir şey bu. Çünkü Cioran çoğu kitabını bu şekilde yazmıştır. Tabiî daha uzun bölümler halinde yazdığı kitaplar olsa da bu kitabı bazen kısa bazen uzun şekilde oluşturulan aforizmalardan oluşmuştur. Ancak bu aforizmalar arasında belli konular arasına gidip gelmiştir. Tamamen birbirinden bağımsız değildir yani: Zaman, birey, tarih, bilinç, ölüm kitapta en çok didiklenen konu ve kavramlardır. Ayrıca Cioran kendisinin nihilist olduğunu kabul etmese de kitapta buram buram nihilizm kokan pasajlar oldukça baskındır: “Burada, kederli ama göze alınmış bir tecrit içinde, sadece benliğin salı üzerinde hiçlik boyunca yapılan bir yolculuk söz konusudur.

Cioran’ın bundan önceki -yanlış hatırlamıyorsam Parçalanma- eserinde yazarın derin bir melankoli hâlinde Tanrı düşüncesine yöneldiğini fark etmiştim. Tabiî bu Tanrı düşüncesi salt İslam veya başka bir inançtaki Tanrı düşüncesi gibi değil, Cioranvari bir düşünceydi. Yazar zaman zaman tanrıtanımazlığını öne sürse de aslında bir tasavvufçu gibi konuşuyordu. Bu kitapta da derin yabancılığının ve melankoli hâlinin yansımasının onu yine bu tür düşüncelere götürdüğünü görüyoruz. Her ne kadar var olmak ve keder kavramlarını deşse de ve ideal hayatın sapkınlığına ve havada bir tüy gibi salınmanın hiçliğine ve realitesine inansa da dizginlenemez benliğini bir yere bağlama ihtiyacı duyuyor belli ki. Tabiî kendine has ironisiyle: “Madde Tanrı’dan ayrıldığına keder duyduğunda ve biz de Tanrı’ya geri dönmeyi beceremeyişimize onunla birlikte ağlarız… Hayat ancak hayatı aşan şeye bağlı olarak mümkündür; gücümüz kaynağını düşlerimizden alır ve bütün düşlerimizin kaynağı, bütün hayal kırıklıklarımızın kandırmaca içinde kendilerin inkâr etmeye varana dek yöneldiği ilk hortlak olan Tanrı’dadır”.

Yazarın son yayımlanan dört beş kitabına göre daha ağır bir kitap Avare Düşünceler. Kısa pasajlardan oluşması okuru yanıltmasın, sessiz bir mesai gerektiriyor anlayarak okumak. Cioran’ın ciddi kitaplarından, öyle ki yazarın kendine has ironisi, mizah yeteneği bile diğer kitaplarına göre çok ön plana çıkmıyor.

Genel olarak Cioran okumak biraz da kendimizle ilgili bir durum. Kendiyle ve ruhuyla ilgili bir şeyleri deşme ihtiyacı duyanlar yazarın yan sandalyesine ilişebilir. Huzuru oldukça yerinde olanlara çok da fazla önermiyorum. Çünkü Cioran huzur kaçırır.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif13

2 Haziran 2022 Perşembe

Edepsiz yol yürünür mü?

“Bizim uğrumuzda çaba sarf edenlere,
b
iz yollarımızı açarız.”
- Ankebût, 29/69

Dünya hayatı en çok bir yolculuğa benzetilir ki iki kapılı bir han misali, doğumla birlikte çıktığımız bu yolculuğu ölümle nihayete erdiririz. Ancak, burada dikkat edilmesi gereken husus şudur ki sona eren yolculuğun kendisi değil, “dünya hayatı” olarak adlandırılan kısmıdır. Şüphe yok ki insanın yolu, ezel ve ebet sınırının ötesinde olan Allah’tan başlayıp yine O’na yönelir. Bu yolculuk nihayetsizdir. Rahman suresinin 29. ayetinde buyurulduğu üzere, “Allah, her an yeni bir yaratma halindedir.

Cenâb-ı Hakk, kendisine halife olmak üzere yarattığı insanı, elest bezminde aldığı sözle birlikte yeryüzüne indirmiştir. Bu arada Şeytan, Cenâb-ı Hakk’tan aldığı izinle insanoğlunu Rabb’ine verdiği sözden döndürmek için onun peşinden yeryüzüne inmiş, merhameti çok olan Allah, insanoğluna dosdoğru yolu hatırlatmak için peygamberlerini göndermiştir. Peygamberlerin devirlerine erişememiş olanlar içinse Cenâb-ı Hakk, veli kullarını birer rahmet vesilesi kılmıştır. Peygamber Efendimizin (sav), “Ashabım yıldızlar gibidir. Hangisine tâbi olsanız hidayete erersiniz.” ve “Alimler, peygamberlerin varisleridir.” meallerindeki hadisleri birlikte düşünüldüğünde günümüz insanının hidayete ermek için izlemesi gereken yol Allah’ın sevgili kullarının ahlâkıyla ahlâklanmaktır. Zira Peygamber Efendimiz (sav), Veda Hutbesi'nde şöyle buyuruyor: “Size iki şey bırakıyorum. Bunlara tutunursanız asla delalete düşmezsiniz: Allah’ın kitabı ve sünnetim.” Peygamber Efendimizin (sav) bir başka hadis-i şeriflerinde “Ben, ancak güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.” buyurmaları onun en büyük mirasının “güzel ahlâk” olduğunu gösteriyor.

Tasavvuf, Peygamber Efendimizden (sav) miras kalan güzel ahlâkı toplum hayatına yansıtmayı amaçlayan bir yoldur ve kendince belirli esaslarla teşekkül etmiş tasavvufî sistemlere de yol anlamına gelen “tarikat” ismi verilmiştir. Tarikata girmek dahi bir adaba bağlanmış, her önüne gelen derviş olarak kabul edilmemiştir. En nihayetinde talep etmeyene talim verilmez. Hicrî beşinci yüzyılın önemli mutasavvıflarından biri olan Sülemî, bu yola girmeye niyet edenlere yol göstermesi açısından sûfîlerin ahlâkını şöyle tarif ediyor: “Sûfîlerin ahlâkı; yumuşak huyluluk, alçak gönüllülük, cömertlik, dünyaya gönül bağlamamak, dost ve ahbaba edepte örnek olmak, insanların erdemlerini, kendisininse kusurlarını görmek, herkese saygılı olmak, onlar için servetini ve kendisini feda etmek"tir. Sufi Kitap’tan Cemal Aydın çevirisiyle yayımlanan Sûfîlerin Edepleri adlı kitapta Sülemî, tasavvuf ehli olanların örnek teşkil eden güzel ahlâklarını derlemiş. Nispeten kısa ama oldukça derinlikli bir metin. Her yolun kaçak yolcuları olduğu gibi tasavvuf yolunun da kaçakları, sahtekârları vardır. Sabîhî’nin ifadesiyle hakiki velileri ayırt etmenin yolu şöyledir: “Velilerin dışa yansıyan üç davranışı olur: Dini buyruklara uymada titizlik, güzel ahlâk ve ibadet.” Her kimde bu üç haslet yoksa o kişi iddiasında yalancıdır.

Yumuşak huylu olmak ve hoş görmek sûfîlerin en zor ve en mühim özelliklerinden biridir. Al-i İmran suresinde Cenab-ı Hakk peygamberine hitaben şöyle buyuruyor: “Eğer onlara karşı kırıcı ve sert olsaydın doğrusu senden koparlardı.Cüneyd-i Bağdâdî şöyle diyor: “Arifler baktılar ki Allah ile kendileri arasında dünyadan başka perde yoktur, hemen onu yırtıp attılar.Harîrî de şunları söylüyor: “Size şu beş şeyi tavsiye ediyorum: Zulme uğradığınızda zulmetmeyin, övüldüğünüzde sevinmeyin, yerildiğinizde üzülmeyin, yalanlandığınızda kızmayın, hıyanete uğradığınızda hıyanet etmeyin.” Bu ifadeler, elbette Allah tarafından ahlâklanmış olan Peygamber Efendimizin (sav) ahlâkının yansımalarıdır. Cebrail Aleyhisselam kendisine “Üstün ahlâk nedir?” diye soran Efendimize (sav) şöyle cevap veriyor: “Sana haksızlık edeni senin affetmen, sana gelmeyene senin gitmen, sana cahillikle kusur edene aldırmaman, sana kötülük edene iyilik etmendir.” Peygamber Efendimizin (sav) hayatı incelendiğinde; amcasının katili Vahşi’yi affetmesi, kendisine zulmeden müşriklere karşı Allah’tan hidayet dilemesi, merhum eşi Hz. Hatice’nin akrabalarını dahi ziyarete ehemmiyet göstermesi gibi pek çok güzel davranış bu üstün ahlâk kıstaslarına örnek olarak görülür.

Tasavvuf yolunun en mühim azığı tevekküldür. Sûfî, tevekkül etmelidir ama nimete, sebeplere ya da kullara değil; bizzat Allah’a tevekkül etmelidir. Maide suresinde “Eğer mü’minlerseniz yalnızca Allah’a tevekkül edin.” buyruluyor. Burada hassas bir dengenin olduğunu idrak etmek gerek. Allah elbette ilmini, kudretini sebeplere gizler ancak rızkı veren sebepler değil bizzat Allah’tır. Rızkı vermeyi dilediğinde sebepleri yaratması O’nun için mesele değildir. Yola çıkan yolcunun heybesindeki ekmeğe değil, rızkın sahibi olan Allah’a güvenerek yola çıkması gerekir. Bu ifadelerden miskinlik yapmak değil, rızık garantisiyle çalışmak ve azı çok bilmek anlaşılmalıdır. İsrâ suresinde buyrulduğu üzere, “Kim bu geçici hayatın (hazları) peşinde koşmak isterse bu istediğinden dilediğimiz kadar, gerekli gördüğümüz kimseye hemen veririz, sonra da onun payına cehennem düşer ki orada kınanmış ve kovulmuş olarak kalır.” Tasavvuf, dünya ehli olanların inkar ettiği, ahiret ehli olanların hayret ettiği, Allah ehli olanların hayran olduğu bir edep yoludur.

Erhan Çamurcu
twitter.com/erhancmrc

30 Mayıs 2022 Pazartesi

Her yaşam bir yol denemesidir

Bazı yazarlar, hiç tanışmasak da sıkı dostumuzdur. Bizi anladıklarını biliriz. Bu anlayış içinde kelimelerle ifade etmesi biraz güç hâller vardır. Çünkü modern zamanların insanları için anlaşılmak, bir başkasının “seni anlıyorum” demesinden ibarettir. Oysa seni anlıyorum lafı, giderek plastikleşiyor, önemini yitiriyor, hakikatini kaybediyor. Çağlar önce bu dünyadan göçmüş kimseler, bizlere “seni anlıyorum” demeden, nasıl anlaşılabileceğini gösteriyor. Şu çıldırasıya yaşanan günlerde, kaygan zeminlerde, kendimize "nasılsın?” diye sormaktan neredeyse utandığımız bir çağda, anlaştığımız yazarlara sımsıkı tutunmamız gerekiyor.

Edebiyat araştırmacısı Adolf Musch yolda giderken benzinciye uğruyor. Görevli, Hermann Hesse'nin bir kitabına dalmış vaziyette, neredeyse Musch’ü görmüyor bile. Musch dayanamıyor ve biraz da mesleki merakı sebebiyle "Neden o yazarı okuyorsun?" diye soruyor. Benzin istasyonundaki görevlinin cevabı hem çok sıradan hem de oldukça büyüleyici. Onun ve çoğumuzun okumaktan başka bir muradı yok zira. Şöyle diyor görevli: "Çünkü Hesse beni seviyor."

Ben de böyle hissetmişimdir hep. Hermann Hesse’nin Siddharta, Demian, Bozkırkurdu, Boncuk Oyunu romanları hayatımda hep birer köşe taşı olmuştur. Öldürmeyeceksin kitabı bambaşka kapılar açmıştır. Jung ile dostlukları hep ilgimi çekmiştir. Profil Kitap tarafından yakın zamanda yepyeni bir Hesse çevirisi neşredildi. Kendini Keşfet isimli kitap, bir şahsiyetin nasıl inşa edileceğinin de formüllerini fısıldıyor. Kendi yolunu inşa edip bu yolda yürüyenlere kuvvet verecek cinsten metinler içeriyor. İnsan bu tür metinlerin, hele ki Hesse gibi bir kalemden çıkıyorsa, çok daha uzun olmasını istiyor çünkü doymak pek mümkün olmuyor.

"Her insanın yaşamı, onu kendine götüren bir yoldur, bir yol denemesi, bir yol taslağıdır. Her birimiz kendi amacımıza varmak için çabalarız. Birbirimizi anlayabiliriz ama kendimizi ancak kendimiz açıklayıp yorumlayabiliriz." diyor Hesse. Dik başlı olmayı övüyor. Onun dik başlılık düşüncesinin temelini erdemler oluşturuyor. Bir insan erdemlerine ömrü boyunca ne kadar dikkat eder de onları geliştirebilirse, kendi iç yasasını ne derece ciddi oluşturursa, o kadar anlamlı bir hayat yaşayabilir. Bunun için de en yakınımızdan en uzağımıza kadar insanların bizden bekledikleriyle ilgilenmememiz gerekiyor. Biz; ailemize, toplumumuza ve insanlığa ne verebiliriz, onunla ilgilenmeliyiz. Dolayısıyla içsesimiz, iç çocuğumuz ve hayat karşısında tutunduğumuz dertlerimiz, meşgalelerimiz hayati birer boyut kazanıyor.

Bir düzine yaşamı değil de, kendi biricik yaşamınızı sürmek için doğduysanız, sizi kendi kişiliğinize ve kendi yaşamınıza götürecek yolu her ne kadar çetin de olsa bulacaksınız. Bunun için kararlı değilseniz, gücünüz yetmiyorsa, bu durumda er ya da geç vazgeçmek zorunda kalacak ve toplumun ahlakı, zevkleri ve törelerine bağlanacaksınız.

Kendimizi keşfetme noktasında meşgalelerimiz yol göstericidir. Elbette bunun için insanın kendi zevklerini de iyi bilmesi gerekiyor. Elimize geçen ya da imkan bulduğumuz her şeyi bir meşgale olarak kabul edemeyiz. Meşgalenin, ruhumuzu ayağa kaldıran ve hayatı anlamlandıran bir yanı vardır. Hatta bu yanı, onu vazgeçilmez yapar. Alışkanlık ya da tutku değildir meşgale, ikisinden de başkadır. Kendine mahsus bir zamanı vardır, kendine ait bir mekanı vardır, ruh hali vardır. Her durumda yürümez, her durumda şifa vermez. Hermann Hesse de hayatı boyunca meşgalelerine eğilmiş, pek çok romanında anlattığı kimselerin işleri dışındaki hayatlarını da önümüze sermiştir. Tam burada aklıma bir hatıra geliyor. Süheyl Ünver hoca bir gün kızı Gülbün Mesara'ya “İçinde gizli bir yer olsun, oraya hiç üzüntü, sıkıntı sokma. Orası sana ait olsun!” demiş. Orası meşgalenin merkezi. Dünyaya tutunduğumuz, gönlümüzü zenginleştirdiğimiz, insanlara hizmet ettiğimiz yer. Orası kadarız belki de.

Kendi hâlinde, kendi bildiğince, hiç kimsenin dediğine ve ettiğine bakmadan yolunda yürüyebilmek büyük nimettir. Bu yolun derdi tasası hiç bitmez ama şikayet etmeyip şükredene her an tecelli eder derman. Tattığım ve yaşadığım için yazıyorum, âcizane ama hâlisâne. El âlem ne der diye yaşamanın faturası acımasızdır. Bu acı faturayla geç yaşlarda karşılaşmamak için Hesse’nin yazdıkları önemini giderek artırıyor. Zira: “Bir karaktere dönüşmek herkese kısmet olmaz, insanların çoğu suretler olarak kalır.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Pozitivist yaşam, santimantalist intihar

Türk edebiyat tarihinin en sallantılı dönemlerini liseden beri hep yeni edebiyat yılları olarak anlatırlar, gerçi divan edebiyatında şairlerin birbirleriyle atışmaları, nazirelerle birbirlerine laf sokmaları, koskoca paşaları, sadrazamları hicveden cesur kasideler yazmaları da az şey değildir. Ancak şu toplumsallık meselesi, en belirgin şekilde edebiyatın, edebiyatın kendisini tartışmak için kullanıldığı yıllar yeni edebiyatın başladığı yıllara rastlar. Tanzimat, Servet-i Fünun, ve devamındaki edebiyatçı nesiller… Tanzimat fermanı ilan edilir, edebiyatta etkileri yirmi yıl sonra görülmeye başlar. Bir Şinasi çıkar meydana, edebiyatı toplumsallaştırmaya çalışır, Namık Kemal, Ahmed Midhat Efendi gibi arkasından gelenlere birinci örneği teşkil eder. Evet, bu yeni edebiyatçıların -Tanzimat edebiyatçıları ve sonrasındaki nesilleri kast ediyorum- edebiyatı toplumsallaştırmak, “Sanat toplum içindir” anlayışını yaymak, daha pozitivist bir kafayla edebiyat yapmak gibi amaçları olmuştur hep ama, hiçbiri edebiyatı santiamantallikten tamamen soyutlamak gibi bir amacın peşinden koşturmamıştır. En azından ben böyle düşünüyorum. Peki böyle bir amacı kendine ilke edinen, sonra da üzerine son derece santimantal yorumlar yapılacak derecede melankolik şekilde intihar eden o edebiyatçı? İşte o Beşir Fuad’ın ta kendisi.

Yazının başından beri bahsettiğim o yeniciler, Tanzimatçılar, hatta içlilik ve dekadanlıkla suçlanan Servet-i Fünûncular bile pozitivizmi savunuyordu bir miktar. Ama Orhan Okay, yazdığı Beşir Fuad biyografisinde Beşir Fuad’ı “ilk pozitivist, ilk natüralist” olarak değerlendiriyor Türk edebiyatında. Gerçekten de çok haklı bir tez. Çünkü pozitivizmi savunmakla pozitivist olmak, ya da natüralizmi savunmakla natüralist olmak farklı şeyler olmalı. Beşir Fuad, tam bir pozitivist, tam bir natüralist. Hem de Victor Hugo gibi koskoca bir yazarı romantik olduğu gerekçesiyle yerin dibine sokacak kadar. Beşir Fuad’ın kırmızı çizgilerle işaretlenecek kadar keskin pozitivist anlayışını çok iyi yansıtan paragraflar var Menemenlizade ile Gayret’te yaptığı hayaliyyun-hakikiyyun münazarasında:

Asıl şehvet-engiz olan asârı aşkı bir ma’bed haline koyan hayaliyyunun mahsul-i fikrinde aramalıdır. ‘Bir beytin tesir-i mealiyle millet batırmak, devlet çıkarmak mağlub bir orduyu galib etmek gibi netice-i havarık-ı vukuat meydana getirilmiştir’, buyuruyorsunuz. Evvela hükemâ_yı hazıranın ittifâk-ı ârâsına mazhar bir kaide vardır ki o da her bir hareket ve vak’anın bir müddetten beri teselsül ve tevâlî etmekte olan birtakım harekât ve vukuatın netice-i tabiiyesi olduğudur. Binaenaleyh bir söz o gibi inkılabâtı yalnız başına tevlîd edemez. Delili Hugo’nun mukavemet için ahaliye hitaben neşreylediği beyannamenin Almanları harekât-ı muzafferanelerinden men’ edememesidir. Halbuki gerek Dördüncü Henri gerek Birinci Napoleon bir iki söze fiiliyatı zamm ederek dediğiniz neticeleri istihsal edebilmişlerdir. Demek oluyor ki tesir sözden ziyade fiil ve icradadır.bir şey icra olunabilmek için daire-i imkanda bulunmak ve binaenaleyh bir hayal-i muhal olmamak lazım gelir.” (İnci,2019, s.184)

Beşir Fuad’ın roman türü ve edebiyat üzerine fikirlerini açık seçik yansıtan cümleler… Onun hayatında beni etkileyen iki büyük şey var. Roman türü üzerine çok fazla yorum ve eleştiri yazısı yazıp hiç roman yazmamış olması, bir de hayatı boyunca pozitivist, sathî ve bilimsel hareket edip çok duygusal sebeplerden ötürü intihar etmesi. İlkinden başlayayım, Beşir Fuad, hayatı boyunca roman yazmıyor. Bir edebiyat eleştirmeni, roman eleştirmeni anlayacağımız. Biraz bizim bir romanı okuyup o roman üzerine düşüncelerimizi yazıp yayınlamamız gibi ama daha keskin ve daha yön verici şekilde. Bazı insanlar vardır, gerek bireysel, gerek toplumsal hayatta, tam olarak işin içinde değildirler, ama o işi inşa ederler, yön verirler. İşte Beşir Fuad, roman yazmamış olsa da, Türk edebiyatında roman türünün natüralizme yaklaşmasına en çok sebep olan adamdır belki de.

Orhan Okay’ın kitabını okurken sadece bir insanın hayatını okumuyorsunuz. O insanın okuduğu kitapları, yönelimlerini, yetiştiği okulların fikrî yapısına etkisini, hatta annesinden genetik bir miras olarak aldığı manie depressive hastalığının onun intiharında etkili olabilme ihtimaline bile dikkat çekiyor Orhan Okay. Şöyle dedim kendi kendime, ağacın yaşken eğildiği büyük bir gerçek. Herkes sıbyan mektebine giderken Beşir Fuad Fatih Rüşdiyesi’ne gidiyor, tamamen pozitif bilimler ve sathî bilimler düzeyinde eğitim veren Cizvit mekteplerinde eğitim alıyor, Avrupalı yazarların bilimsel kitaplarını okuyor ve ortaya İlk Türk Pozitivist ve Naturalisti çıkıyor. Böyle bir edebiyatçının en mühim gördüğü romancılardan biri ise bir natüralist olması sebebiyle Emilé Zola oluyor.

Ancak her yaşam tablosunda olduğu gibi çok ilginç bir nokta var onun hayatında. İntiharı, ve intihar etme sebebi. Orhan Okay, annesinden Beşir Fuad’a geçmiş olan psikolojik hastalık, manie depressive yüzünden intihar etmiş olabileceğini söylerken, Beşir Fuad’ın intihar fikri üzerine kendi cümlelerini de es geçmiyor.

İntihar niyeti bende iki seneyi mütecaviz oluyor ki mevcuttur. Yalnız vakt-i merhumuna talik etmiş idim. Ancak şairlerin tarizatını cevapsız bırakmamak için bir hafta daha tehirine mecbur oldum. Gerçi bazı tarizat daha varsa da onları şayan-ı ehemmiyet görmediğim için niyetimi kuvveden fiile çıkarıp daha ziyade tecil etmeyi münasip görmedim.

Servetimin kaffesini itlaf etmedim. Bin beş yüz lira kıymetinde akar olarak malım var. Bunu dörde taksim ettim. Birini zevceme, ikisini iki oğluma ve dördüncüsünü metres,mden olan kızıma devr ettim. Bu parayı ben nihayet iki senede bitirebilirdim. Sonra çocuklarım açıkta kalacaktı. Bunlar için müşteri arkasından koşmaya tenezzül etmedim. Giresun’daki han için bazı müşteriler başvurdular. Ancak ucuza kapatmak istediler. Ben de razı olmadım. Bundan başka iki tarafın ağlaması da beni bîzar etti. İntihar vasıtasıyla kendimi bu halden kurtardım. İşte telef-i nefs etmekliğim bundan neş’et etti.

Yukarıdaki cümlelerde görüldüğü üzere, Beşir Fuad’ın ailesine karşı duyduğu sorumluluk duygusu ve maişet kaygısı da onu intihara sürükleyen sebepler arasında. Ancak bu kadar mantığını ön plana alıp yaşayan bir insanın hayatın kendisine getirdiği imtihanlara intihar ederek cevap vermesi okura büyük bir ibret de veriyor. Bu intiharın en dikkat çekici olan yanlarından bir diğeri ise, Beşir Fuad’ın intiharından bile bilimi kârlı çıkarma çabası, ölürken hissettiklerini yazıya dökmesi, nâşını tıp mektebine bağışlaması.

(…) Vücudumu teşrih için Mekteb-i Tıbbiye’ye teberruan bahşettim. Cenaze oraya nakl olunmalıdır. Beşir Fuad.

Ameliyatımı icra ettim, hiçbir ağrı duymadım. Kan aktıkça biraz sızlıyor. Kanım akarken baldızım aşağıya indi. Yazı yazıyorum, kapıyı kapadım, diyerek geriye savdım. Bereket versin içeri girmedi. Bundan tatlı bir ölüm tasavvur edemiyorum. Kan aksın diye hiddetle kolumu kaldırdım. Baygınlık gelmeye başladı.

Beşir Fuad’ın bu intiharı onun hayatında en çok dikkatimi çeken detaylardan biri oldu. Tamamen pozitivist olarak yaşamış bir insanın, duygusal bir buhran sebebiyle intihar etmesi, insana şaşırtıcı ve düşündürücü geliyor. Orhan Okay’ın Beşir Fuad: İlk Türk Pozitivist ve Naturalisti adlı kitabını, geçtiğimiz güz döneminden beri kendimden azat edemedim. Elimden bunca vakit düşüremediğim bu kitap hakkında bir yazı kaleme almanın güzel olacağını düşündüm. Yazımı ve kitabı okuyacak olan herkese keyifli okumalar diliyorum.

Nida Karakoç
twitter.com/nida_karakoc