İnsan, farkında olarak ya da farkında olmaksızın etrafına kendini görmek için bakar, kendi hakikatini arar, insan şehadet alemine istikameti kendinden kendine olan bir yolculuk yapmaya gelmiştir. İnsan ucu bucağı yok sandığı bu dünyada bile bir yerden bir yere gideceği vakit, öncesinde ve yol boyunca navigasyon kullanarak yol tarifine, trafik durumuna bakıyorken, bu dünyadan çok daha geniş bir istikamet olan kendi içine doğru yaptığı yolculukta, nasıl olur da gideceği yönün sırrını kulağına fısıldayacak bir yol göstericiye ve haritaya ihtiyaç duymaz? İnsanın istikameti kendinden kendine olan iç yolculuğunun rehberi şüphesiz bir mürşid-i kâmildir. Yûnus’un şiirleri ise, vahdet yolunun yolcusuna gideceği yolun hususiyetlerini tarif eden bir harita.
Mustafa Tatcı, Her Genç Bir Yûnus’ta Yûnus Emre’nin rivayetlerdeki kimliğinden, Tapduk Emre’ye mürid oluşundan, kaynaklarda adı geçen başka Yûnuslardan bahsediyor. Ve devamında Yûnus Emre’nin Türkçe’nin mânâ diliyle, erenler dili ile, kuş dili ile gönüllerimize serptiği 21 şiirinin şerhini yapıyor. Bendeniz de dilim döndüğünce bu eserden edindiğim bilgileri aktarmaya çalışacağım.
Yûnus Emre. Her kime sorsanız adı tanınır Yûnus’un. Yûnus Emre’nin ünü aşkın olduğundan, tarih boyunca onu örnek alan şairler olagelmiş. Bu sebeple Yûnus Emre’yi diğer Yûnus mahlaslı şairlerden ayırt edebilmek için, ona “Bizim Yûnus” demişler. Gerçek şahsiyetini tam olarak bilemediğimiz Yûnus Emre’nin hayatı hakkında kaynaklarda pek çok rivayet olmakla birlikte, onun destânî hayatının anlatıldığı iki ana kaynak bulunuyor. Bunlardan birisi Hacı Bektâş-ı Velî’nin hayatının anlatıldığı Vilayetname, diğeri de İbrahim Has’ın Tezkiretü’l Has adlı eseri. Bu iki mühim rivayeti, anlatmadan geçmeyeyim.
Vilayetname’ye göre, Yûnus Emre, fakir bir kimse olup Sivrihisar’ın yukarısında Sarıköy’de yaşıyormuş. Bir dönem ekininden netice alamayıp zaruret hasıl olunca, Horasan’dan gelip Anadolu’ya yerleşen ve kapısına geleni boş çevirmeyen Hacı Bektâş-ı Velî’ye varmış. Eli boş gitmemek için alıç toplayıp giderken bineğine yüklemiş. Hacı Bektâş-ı Velî huzuruna varıp, “Ben fakîr bir kimseyim, bu yıl ekinimden bir nesne alamadım, ümîddir ki bu yemişi kabul edip karşılığında buğday veresiniz, aşkınıza kifâf edelim(yiyip yetinelim),” demiş. Hacı Bektâş-ı Velî, Yunus Emre’ye buğday mı yoksa nefes mi istediğini sorunca Yunus Emre kendisine buğday gerektiğini, nefesin karın doyurmayacağını söylemiş. Hacı Bektaş bu sefer de Yûnus Emre’ye alıcının her tanesi için iki nefes teklif etmiş. Yûnus, “Ehil-ıyâlim var, nefes karın doyurmaz, lütfederse buğday versinler kifaf edelim,” demiş. Sonrasında Hacı Bektâş-ı Velî her alıç tanesine on nefes teklif edip Yûnus da tekrar buğday talep edince, istediği kadar buğdayı Yûnus Emre’nin bineğine yükleyip yolcu etmişler. Yûnus geri dönüş yolunda bir irşad ehlinin nefes teklifini reddedip buğday istediğine pişman olmuş. Dergaha geri döndüğünde Yûnus Emre’ye niçin geri geldiğini sormuşlar. Yûnus Emre nefes istediğini söyleyince, Hacı Bektâş-ı Velî, “O şimden sonra olmaz, biz o kilidin anahtarını Tapduk Emre’ye verdik, varsın nasibini ondan alsın,” demiş. Yunus Emre, Tapduk tekkesine, her gün dağdan odun getirme hizmetinde bulunmuş. Ancak Yûnus, tekkeye odunun yaşını, eğrisini taşımazmış. “Erenler meydanına eğri yakışmaz,” dermiş.
Yunus Emre Tapduk dergahında otuz yıl hizmet ettikten sonra bir vakit, “bana hakikat sırrı açılmadı, benden derviş olmayacak” düşüncesiyle dergahtan ayrılıp yollara düşmüş. Bu yolculuğunda bir mağarada yedi kişiye denk düşmüş, bu kişilerin her biri bir akşam dua edip, dua ile önlerine yemek gelirmiş. Sıra Yûnus Emre’ye geldiğinde Yûnus Emre mahcup olmuş, onların vakıf olduklarına ben vakıf değilim, düşüncesiyle: “Ya Rabbi, benim yüzümü kara çıkarma. Onlar kimin hürmetine dua ediyorlarsa, Onun hürmetine beni utandırma,” diyerek dua edince bu kez iki sofra yemek gelmiş. Mağaradakiler, Yunus Emre’ye kim hürmetine dua ettiğini sormuşlar, Yûnus Emre “sizler kimin hürmetine ettiyseniz ben de onun hürmetine dua ettim, siz kimin hürmetine dua ettiniz,” diye sormuş. Yanındakiler de Tapduk dergahına otuz yıl odun taşıyan derviş hürmetine dua ettik deyince Yûnus Emre dergaha geri dönüp Ana Bacı’ya sığınmış. Ana bacı, Yûnus’a Tapduk sabah namazına kalkıp abdest almak için çıkacağını, Yûnus’a eşiğe yatmasını söylemiş. Tapduk Yûnus’un üstüne basınca “Bu kimdir?” diye sormuş, “Yûnus” demişler. Tapduk, “Bizim Yûnus mu?” demiş, Yûnus Emre bağışlandığını anlamış.
Tezkiretü’l Has’ta geçen diğer rivayete göre, Yûnus Emre, Tapduk kapısında derviş olmadan önce bilgin bir müftü imiş. Bir gün Tapduk’un dervişlerinden birine bir fetva gerekmiş, derviş, müftüden (Yûnus’tan) fetva almış. Ancak Tapduk, dervişiyle müftüye fetvanın yanlış olduğunu düzeltmesi gerektiği haberini göndermiş. Müftü efendi “Senin şeyhin okuma yazma bilmez, ümmîdir, fetvayı ne bilir? Ben ona gideyim, fetva yanlışdır demek nicedir, görsün!” deyip Tapduk’un tekkesine gelmiş. Tapduk’la görüşünce kendi fetvasının yanlış olduğunu hatırlayıp Tapduk’tan özür dilemiş ve ona mürid olmuş.
Bizim Yûnus, şiirleriyle hakikat yolcusuna seyrini anlatıyor, varlıkta durdukça gönül darlığından kurtulmanın imkansızlığını, bir seven ve bir sevilen olduğu sürece, aşık maşukta yok olmadığı sürece varlığın sahibiyle hemhal olunamayacağını, aşıkın alametinin gözyaşı olduğunu, zahiri ve kitabı bilginin hakikat denizine atılmadan hakiki manaya kavuşamayacağını, aşk pazarında can bedeli karşılığında canan alınacağını, arı bir Türkçe ile anlatıyor. Aşıka aşk haberinden daha şirin bir kelam olmayacağını fısıldıyor. Yûnus’un mânâ deryası elbet saymakla bitmez, o sebepten eserde geçen şerhlerden birkaçını şöyle sıralayayım:
“Aşk bâzirgânı sermaye cânı
Bahadır gördüm câna kıyanı”
“Aşk sırrını satan kişinin sermayesi cânıdır. Ben aşk için câna kıyan âşıkı bahadır / merd-i Hüdâ gördüm. Erenler “aşk söyletir, dert ağlatır” yahut "âşık söylemezse, arif söylerse çatlar.” Buyurmuşlardır. Bu beyitteki nükte de aşk makamının söyletmesiyle alakalıdır. Bâzirgân tüccar demektir. Yani alıp satan kişi. Aşk alınıp satılan bir şey değildir. Onun sırrını paylaşmanın bedeli vardır. Nasıl ki bir metânın bedeli varsa aşk sırrının bedeli de candır. Ağızdan çıkan aşk sırrının bedeli âşıkın cânıdır. Ne var ki bunu bildikleri halde ne Hallâc, ne de Yûnus sırrını saklayabilmiştir. Onlar gerçek yiğitler, gerçek fetâlardır. Zîra arkdan gelenler bu “yol göstericiler” sayesinde Hakk’a adres bulmuşlardır. Ki zaten aşk gelince gönüldeki hal kelâma dökülür. Yûnus’un “Sevdiğimi söylemezsem sevmek derdi beni boğar” demesi bundandır. Hâsılı âşıkın taliplere: "Aşıklara ne diyem aşk haberinden şirin / aşk ile dinleyene eydeyin birin birin" demesi kolaydır ama bedeli candır. Aşk şehitleri o bedeli de seve seve öderler.”
“Senin aşkın beni benden alıpdır
Ne şîrin derd bu dermandan içerü”
“Ey dost! Senin sevgin beni benden aldı. Bu dert ne tatlı bir derttir ki dermânı içindedir. Dert de derman da aşktır. Aşkın âşıkı alması bir alıcı kuşun avını yutmasına benzer. Aşıkın istediği de budur zaten. Aslında yok olmak, onun tek arzusudur. Aşk insanı aslına dönüştüren bir ilahi kuvvedir. Daha da ötesi Hakk’ın kendi zatındandır aşk.”
“Vücudun cübbesin aşk ile çâk et
Dalagör ana kim umman-ı aşkdır”
“Vücudun elbisesini yani benliği aşk ile yırt, bu benlikten soyunup kurtul! Ki aşk denizine ancak benlikten soyunarak dalabilirsin. Deniz aşkın, Hakk’ın birliğinin (vahdet) ve zatının sembolüdür. Vücudun elbisesi kin, kibir, riya, şirk gibi nefsimize ve benliğimize ait özelliklerdir. Aşk ikilik kabul etmez. Bu sebeple maşuk aşıkının elbisesinden soyunup kendisine çıplak bir gerçek yani benliksiz olarak gelmesini ister. Tasavvuf ehli bu benliksizlik makamının “melâmet” diye tabir etmişlerdir. Melâmet, benlik duvarının yıkıldığı yerdir “cübbeyi çâk etmek, hırkayı suya atmak” gibi deyimler, delilik ve aşk alametlerindendir."
Yûnus Emre, insanlığı suretten manaya, zahirden hakikate, taklitten tahkike doğru çekiyor, Mustafa Hoca’nın deyimiyle, “dünya ambarındaki buğday”ı bırakıp, nefese talip olmaya çağırıyor. Şüphesiz hem kitabın başındaki menkıbelerden, hem de Yûnus Emre’nin Yûnusça şiirlerinden alınacak tükenmez hazineler olduğu gerçek. Mustafa Hoca’nın Aşktan Söyler Bu Dilim’de de söylediği gibi, “İnsanlığın kemâlinin zirvelerinde dolaşan bu zat okundukça hiç şüpheniz olmasın insanlar kendi gerçekleriyle yüz yüze geleceklerdir.”
Nida Karakoç
twitter.com/nida_karakoc