6 Eylül 2021 Pazartesi

Yaşarken karşılaşılan sıkıntılar, geçirilen sarsıntılar

Öyküler vardır, üç dört yaşlarında bir çocukken, geceleri babaannenizin başucunuzda çektiği tesbihin şıkırtısı gibi gelir okudukça. O sarhoşluk verici tesbih şıkırtısı gibi hem uykunuzu getirir hem uyandırır. Dinlendirir, dinlettirir. Uzunca bir yolculuğun üstüne içtiğiniz demli bir çay gibi, tatlı bir acılık bırakır dilinizin ortasında. Güzelliğini Gördükçe Ağlayasım Geliyor, böyle öykülerden oluşan bir kitap işte.

Güzelliğini Gördükçe Ağlayasım Geliyor, Ethem Baran’dan okuduğum ilk öykü kitabı oldu. Kitap, “Boş Geçmeyelim” ve “Baş Dönmesi” olmak üzere iki kısma ayrılıyor. Birinci kısımda iki öykü, ikinci kısımda altı öykü var. Birçok öykü kitabında olduğu gibi, bu kitapta da öyküler arasında incelikli bağlantılar söz konusu olabiliyor bazen. Örneğin “Furkan” öyküsündeki olaylar ile “Nisa” öyküsündeki olaylar, bir cama tırmanma hadisesiyle birbirine bağlanıyor. Öykülerde kullanılan bu tarz teknikler ise okur için öyküleri daha çekici ve etkileyici yapıyor. Kitapta, öykülerin geneline hakim bir konu var ki, o da yaşamak meselesi. Yaşarken karşılaşılan sıkıntılar, geçirilen sarsıntılar anlatılıyor kitapta. Tabi bunların okura aktarımı her zaman çok net olmuyor ve anıştırmalardan faydalanılıyor. Öykülerde kullanılan anıştırmalar, öyküleri daha ucu açık, yaşanan olayları okur açısından tamamlanabilir ve yorumlanabilir hale getiriyor. Karakterlerin bilhassa yaşamlarını, çocukluklarını ve ailelerini sorguladığı paragraflarda, karakterin zihninden geçen olaylar, okurun zihnine isabet ettiğinde bütünlük kazanıyor.

Bomba imha uzmanı olmak istiyorum, var mı diyeceğiniz! Hayatla aramdaki bağ o tel kadar olsun istiyorum. Ama öncesinde geçici bir iş bulmalıyım. Annemin ve babam olacak o pislik herifin dilinden kurtulmalıyım. Sonra şöyle kocaman bir revolver alacağım mutlaka; elimde viski şişesiyle bu bankta oturup şu saksağanları tek tek havaya uçuracağım.

Pek çok psikolog, insanın çözemediği sorunların kaynaklarını bireyin geçmişinde, çocukluğunda arar. Bireyin büyürken yaşadıkları, büyürken ailesinden ve çevresinden gördüğü tavır ve tutumlar kişinin hayatında pek çok şeyi belirleyecektir. Nitekim, imam çocuğu camiden kovar, çocuk hayatı boyunca ezan duyduğu yerden kaçar. Kitaptaki bazı öykülerde, karakterlerin iç çatışmalarının çoğunun çocukluk ve gençlik dönemleriyle olduğu görülüyor. Bu nüans da okura çok önemli bir psikolojik ipucu veriyor, insan dışarıdan nasıl bir tutum görürse, öz benliğine karşı da aynı tutumları geliştiriyor, bir o kadar da çevresinden nefret etmeye başlıyor, böylece insan, olması gerekenden farklı, insanlardan uzak, hayattan kaçan, duygusal olarak zayıf bir birey olarak topluma dahil oluyor.

Annem abimin yanındadır. Onun biricik evladı o. Yoruldun mu oğlum, meyve getireyim mi oğlum, canın ne istiyor, ne pişireyim oğlum? Ee, kolay değil markette kasiyerlik yapmak. Eve para getiriyor tabii. Benim gibi hazır yiyici değil. Beni evden atıp yurda gönderirken, evin kokusuna, odamın duvarlarına, babamın bağırıp çağırmalarına, dik dik bakışlarına bile hasret bırakırken abimi gözünüzün önünden ayırmaya kıyamadınız değil mi? Sorumsuz, serseri, tembel olan benim; çocukluğu kötü geçen, koruyup kollanması, sevilmesi gereken o.

Babam benim için bitmiş görünen ama aslında yarım bir resimdir. Resim derslerini, hiçbir resmi tamamlayamadığım için sevmezdim. Hocamızın verdiği ödevi anlardım anlamasına; yapardım da. Bizden istenen konuyu resmederdim ama sayfanın geri kalanını nasıl dolduracağımı bilemezdim. Konu sayfanın ortasında kalır, gerisini boyayarak doldurmam gerekirdi. Hoşuma gitmezdi sırf sayfayı doldurmak için boş boş boyamak; bir de boyaya yazıktı. Çabuk biterse babam kızıyordu. Sayfanın boş kalan kısımlarını gereksiz yere boyayarak doldurmak babamdan bir kez daha boya istemek demekti. Olacak şey değildi yani.

İnsan bazen bazı metinleri hem şaşırarak hem de kahkahalar atarak okur, kitapta tam da bu tanıma uyacak bir öykü de mevcut ki, o da kitabın son öyküsü olan İthaf. Bu öyküde bahsedilen kişi ve olayların çoğu, kendi hayatımızda da örneklerine sık sık rastlayabileceğimiz kadar doğru, hem de oldukça tebessüm ettirici. İthaf öyküsünde yazar, yazmış olduğu bu öyküyü, günlük hayatta kendisini kızdırmış olan herkese ithaf ediyor, öykün ithaf edildiği kişilerden bazıları şunlar:

yıllardır tıraş olduğum, zorunlu konuşmalar dışında tek kelime etmediğimiz ve bana bir kez bile adımla hitap etmeyen berberime,(…)

en sağ şeritte kendi halimde ve trafiğin belirlediği hız sınırları içinde insan gibi sakin sakin giderken, orta ve sol şerit müsait olduğu halde arkamdan gelip bana selektör yapan hayvan oğlu hayvana;(…)

bankamatikte, cihazı ilk defa görüyormuş ya da o an makineyi yeniden icat ediyormuşçasına düşünüp duran; yıllardır kullandığı menüyü defalarca okurken verilen süreyi kaçırdığı için ek süre isteyeceğine kartını alıp tekrar takan, aynı uzun yolculuğa arkasındaki uyruğa aldırmadan yeniden koyulan ve dayanamayıp kafamı uzattığımda hesap özetini görünce, ona, ben ve benim gibilerin en az iki katı maaş veren kurumuna içimden küfürler yağdırdığım paçavra kılıklı herife;(…)

Güzelliğini Gördükçe Ağlayasım Geliyor’u, bir buçuk saat içinde okudum, ama okurken aldığım keyif bir buçuk saatten fazlasını dolduracak kadardı. Kitapta en sevdiğim öykü, "İthaf" oldu. Hem müstakil olarak öyküleriyle hem de bütün bir kitap olarak feyiz ve keyif alınacak bir eser olduğunu düşünüyorum. Kitabı okuyacak olan herkese, keyifli okumalar diliyorum.

Nida Karakoç
twitter.com/nida_karakoc

5 Eylül 2021 Pazar

Milat öncesinden uzay kolonilerine uzanan bir roman

Harun Candan’ın son romanı üzerine bir yazı yazmayı düşündüğümde bu kitabı henüz okumamıştım. Genelde sevdiğim kitaplar üzerine yazıyorum, Candan’dan da sevmeyeceğim bir kitap gelmeyeceği düşüncesindeydim. Çünkü bundan önceki dört romanı, yazar hakkında belli başlı fikirlerimin oluşmasına neden olmuştu. Yazarın son kitabını okurken ise duygudan duyguya atladım diyebilirim. Sevmekle sevmemek arasında gittim geldim. Sert eleştirilecek yerlerin zayıflığıyla övülecek yerlerin hayranlığı arasında savruldum. En sonunda bu kitap hakkında eleştirel bir yazı yazamayacağıma karar verdim. Şimdiki yazım biraz kitabı tanıtmak ve sevip sevmediğim yerlerin belirtilmesi şeklinde olacak.

Sonsuzluğun İlk Günü’nün ilk bölümünü okurken içimden işte Candan’ın en muhteşem romanı diye düşündüm. Bu düşüncem kitabın sonunda yazarın en iyi kitabı hâlâ, ilk kitabı olan Hayalname’dire dönüştü. Peki, neydi fikirsel savruluşumun nedeni?

Bunun için önce kitabı biraz tanıtmakla başlamalıyım. Milattan önce 536 yılında Lidya ülkesinde, Lidya kralı Kroisos’un, yani bizim bildiğimiz Karun’un hükümdarlığında başlıyor roman. 2099 yılında, dünya felakete uğramış, uzayda koloniler kurulmuş ve yeni bir yaratılış, yeni baştan bir başlangıç hikâyesiyle bitiyor. Tabiî hikâye, ilk güne evriliyor, Eve ve Adam’la. Yani Havva ve Adem’le. Aradaki bu 2563 yıldaki olaylar, birbiriyle bir şekilde bağlantılı hâle getirilmeye çalışılmış. Bunu da Kral Kroisos’un madalyonu sayesinde yapmaya çalışmış yazar. Veziri krala zamanında bir madalyon hediye ediyor ve bu madalyon elden ele bir şekilde 2099 yılında, uzayda ve sadece seçkin kişilerin yaşaması için oluşturulmuş kolonilere kadar çıkıyor. Yeri geliyor Akdeniz’de Korsika adasında yeri geliyor Hindistan’da Kalküta’da görüyoruz bu madalyonu. Bu tür romanları severim. Yani bir obje üzerinden yılların izini sürmek bana her zaman gizemli ve efsunlu gelmiştir. Candan da romanını bu gizem üzerine kurmuş ilk üç bölümde. Yani madalyon değişik şekillerde değişik olaylarla dünyanın orasından orasına savruluyor. Her seferinde yeni bir isimle ve yeni bir hikâyeyle. Ve bu ilk üç bölümün dili ve anlatımı da bu gizemden nasibini alıyor. Yeri geliyor bir masal diline çeviriyor yazar üslûbunu. Okuru hikâyenin içine çekiyor ve orada hapis tutuyor neredeyse. Fakat son iki bölümde, yani 2003 ve 2099 tarihlerinin anlatıldığı bölümlerde ne bu efsunlu anlatımdan eser kalıyor ne masal dilinden. Burada şöyle bir ikilimde kaldım. Dünya değişti. Şimdinin diliyle bundan beş yüz yıl öncesinin dili bir değil. Doğal olarak da yazar üslûbunu buna göre uydurmuş. Amerika kıtasında altın peşindeki haydutların diliyle Korsika’da bir şifacının dili aynı olmamalı zaten. Fakat biz dille birlikte madalyonun izini de kaybediyoruz. Yani ilk iki -hadi üç diyelim- bölümün esas kahramanı madalyon, sonraki bölümlerde alelade bir nesne hâline geliyor. Neredeyse bazı bölümlere koymayacakmış da, hadi başladık artık madalyonu bir yerde göstermeliyiz, der gibi bölüm aralarına sıkıştırmış madalyonun hikâyesini ve kimlerin eline geçişini. Hâlbuki başlardaki gizem devam etseydi, okuyucu sırf “bakalım madalyon nereden çıkacak ve bu bölümdeki kişinin eline nasıl geçmiş” diye merak ederek okuyacaktı. İlk iki veya üç bölümün mükemmel, son iki bölümün ise sıradan distopik roman örneğinin verildiği bir roman hâlini almış Sonsuzluğun İlk Günü.

Candan romanını biraz dağıtmış. Yani Lidya’nın Sfard kentinden başlayan hikâye Korsika, Gelibolu, Kalküta, Yeni Zelanda, Yukon, Florida, Kuzey Karolina, Dubai ve Patagonya’ya kadar genişliyor. Beş kıtada geçen bir roman yani bu. Tabiî her olay ana olaya bağlı değil. Bazen yan olaylarla da tutturulmuş birbirine bu hikâye. Zaman zaman gerçek tarihî olaylar kendine yer bulmuş zaman zaman kurgu hikâyeler. Ama inandırıcılık bakımından hiçbir problem oluşturmuyor bu durum. Sık olmamak kaydıyla hikâyenin geçtiği yerlerin dönem özelliklerinden de bahsetmiş Candan. Biraz toplumsal eleştiriler de yok değil. Fakat buna rağmen kitapta açıkta kalan bazı hikâyeler ve olaylar da var (bilinçli de yapılmış olabilir, çünkü ana olayları oluşturmuyor).

Farklı bir roman yazmaya çalışmış yazar. Konusunu zamansal olarak M.Ö.’den alıp uzay çağına çıkarmaya çalışmış ancak bence bu 406 sayfalık bir kitaba uygun değil. Aradaki zamanı birbirine mantıklı bir şekilde bağlayamazsanız bu durum sorun çıkarabilir ki bu kitapta da bu olmuş. İlk iki veya üç bölümün harika son iki bölümün sıradan olduğunu söylememin sebebi de bu: Bölümlerin birbiriyle alakası bir yerde kopuyor. İpin ucu kaçmış yani. Yoksa son bölüm yani Ouroboros (kendini yaratmayı sembolize eden kuyruğunu yutmuş bir yılan şeklidir. Yanar döner gökkuşağı mitleri ile benzerlik gösteren sembol doğanın ebedi döngüsünü ifade etmektedir) adını taşıyan ve 2085 yılında Dubai’de başlayan bölüm ayrı bir distopya romanı olarak geliştirilseydi çok daha farklı şeyler konuşabilirdik. Belki biraz abartarak söylüyorum ama kitap üçüncü bölümün sonunda bitirilseydi çok daha başarılı bir roman olarak kalabilirdi.

Tabiî her şeye rağmen Harun Candan en iyi özelliğini yine göstermiş ve katmanlı bir yapı kurarak hikâyesini anlatmaya çalışmış. Bölümleri kendi içlerinde ayrı ayrı değerlendirdiğimizde olumlu pek çok şey daha söylenebilir de. Yeri geldiğinde Binbir Gece Masalları anlatısına yeri geldiğinde Amerika kıtasının ıssız çöllerinde altın arayan haydutları anlatan bir Jack London anlatısına dönüşebilmiş kitap. Hep bir merak da var kitapta aslında ama gizem kaybolunca merak kuru bir şekilde elimizde kalmış oluyor.

Şunu da söylemek lâzım: Candan, romanlarının ortasına bir cinayet unsurunu mutlaka ekleyen bir yazar. Bu cinayet ana konu olmasa da ana konuyu, başkarakteri ve romanın gidişatını etkileyen bir unsur oluyordu hep diğer kitaplarında. Bu romanın kurgulanışı daha farklı olmuş. Zamansal olarak da tek bir cinayetin etrafında döndürülemezdi zaten hikâye.

Yazarın bundan önceki kitabı Yarınsız’ı önceki diğer kitaplarına göre biraz daha yavan bulmuştum. Bu son kitabı ise Yarınsız’ı nitelik olarak geçse de yazarın en iyi iki kitabı bana göre hâlâ Hayalname ve Yarım Ay. Türk Edebiyatı’nın özgün yazarlarından biri Harun Candan. Her kitabını imkân oldukça okumaya devam edeceğim, bu romanında bazı hayal kırıklıkları yaşasam da.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif13

1 Eylül 2021 Çarşamba

Gönülden çıkan her söz insanın imdadına yetişir

"Âdemi bul âdem ol âlemde âdem gizlidir
Etme tahkîr âdemi âdemde âlem gizlidir."

- Yozgatlı Mehmed Said (Fennî)

Güzelliğin, hayrın ve iyiliğin üzerimize yağmur gibi yağmasına ihtiyacımız var. Bu yağmurdan muradımız ne kendimizin ne de tabiatın serinlemesi. Tam aksine, varlığın ihtişamıyla ısınmak istiyoruz. Bir güzel insana, bir hayır duasına, hiçbir karşılık talebinde olmayan iyi bir davranışa özlemimiz bundan. Dört bir yanı soru işaretleriyle dolu bir virüs, yine dört bir yanı keşfedilemeyen insanla karşı karşıya geldi. İnsanlar evlerine çekildi. Virüs, avını bekleyen bir avcı misali bekliyor. Her kafadan bir ses çıkıyor. Hakikat, nurlandırıp şenlendireceği gönüllülerini arıyor. O gönüllüler ise bu karmaşadan olsa gerek gönüllerinden bihaber. İşte böyle zamanlarda bir bilenin, hem dinlemesini hem de söylemesini bilenin elimizden tutması gerekiyor. O tutuş mümkündür ki insanın kalbiyle rabıtasını kuvvetlendirme noktasında bir yakıt olacaktır.

Yaşı ve tecrübesi ne olursa olsun her insan bir bastona ihtiyaç duyar. Kiminin bastonu müziktir, kiminin okumak ve yazmak, bir başkasının bastonu tabiatla kucaklaşmakken ötekinde derin bir sükûnet bu vazifeyi üstlenir. Çağımızın hasret kalınan münevverlerinden Sadettin Ökten, birçok bastonu varlığında kuşatmış, farkında olarak ya da olmayarak o bastonları bölüşüp başkalarına da sunan bir ehl-i gönül. Son dönemde onu hem dinleme hem de okuma imkânına vesile olan ise bir ruh tabibi, Kemal Sayar. Gönülsüz ruh olmadığı gibi ruhsuz gönül de olmadığı için her yönüyle iç ferahlatan, gönül genişleten, sözü zenginleştiren bir buluşma. Daha evvel Dünyaya Geldim Gitmeye ve Aşk ile Ânı Seyretmek ciltleriyle tanık olduğumuz bu buluşma, Âleme Bir Yâr İçin Âh Etmeye Geldik cildiyle çemberini gittikçe derinleştiriyor. Kimsenin bir şey talep etmediği, talip olanın çok şeyler alabileceği, engin bir muhabbet ocağı diyebiliriz bu üç cilt için de. Çerağı yakanın Hakk olduğuna imanımız tam zira yapan da O'dur çatan da. Ama şuna da inanırız ki Hakk kuluna, kuluyla tecelli eder. İnsanın insana umut oluşu, yurt oluşu bundandır şüphesiz.

"Bir mevsim-i bahârına geldik ki âlemin / bülbül hamûş havz tehî gülsitân harâb" demiş Keçecizâde İzzet Molla. Ömrün bize düşen bu sayfasında, yani baharda, bülbüller suskun, havuz boş, gül bahçesi harap. Oysa mevsim baharsa madem, kainat muhakkak güzelliklerini açmış, sunmuştur insanlığa. Aklın çizdiği çerçevenin dışına çıkamayınca göz de körleşiyor gönül de. Akıl bize hırslı olmayı, kazanmayı, tüketmeyi, yarışmayı telkin ediyor. Bizi son sürat giden bir trenin içine atıyor ve ardımızdan sinsi sinsi gülüyor. Durma imkânı olmadığı için görme imkânı da olmuyor. Hissetmek ve yaşamak romantik bir eyleme dönüşüyor. Ökten hoca tam da bu konu için uygun bir anısını anlatıyor: "Yıl 2008, Amerika'dayız ve oraya üçüncü gidişim. Hayat çok hızlanmış, çok sertleşmiş, çok sıkışmış... Kızımın orada evi var, ben de ziyaretine gittim. Temmuz aylarındayız, akşamüstü günbatımını izlemek için bahçeye indim. Orta katta da akademisyen bir hanım oturuyor. Kadın bahçeye geldi, ben de ona dönerek, "Ne kadar güzel bir bahçe" dedim. O da "Evet, çok hoş" dedi. "Gelin oturun, beraber seyredelim" dedim. "Benim işim var, bilgisayarda bir makale yazmam lazım, maalesef gitmek zorundayım" dedi. Ben de içimden dedim ki, nasip meselesi. O makaleyi bir başkası da yazacak mutlaka; ama sen bu güneşi her zaman göremeyeceksin... "Böyle dingin kalırsak, tabiatı dinlersek ne olacak?" diye bana soruyorlar, diyorum ki, "Yüzünüzden tebessüm, sesinizden şevk eksik olmayacak."

Yenişehirli Avnî'nin "Sanman taleb-i devlet ü câh etmeye geldik / biz âleme bir yâr için âh etmeye geldik" dizeleri kitaba isim olmuş. "Biz bu dünyaya makam elde etmeye, mevki kazanmaya gelmedik, bir yâr için âh etmeye geldik." diyor o. Bugünün insanı için pek havalı, bir o kadar da romantik gibi görünen dizelerde büyük bir hikâye gizli oysa. Ökten hoca şöyle açıklıyor: "Yenişehirli Avnî'nin yâr dediği Cenab-ı Allah'tır. Ve "âh", Allah ism-i Celâl'inin son hecesidir. Bu sebeple "âh" etmek, Allah demektir. Âh etmeden O'na varmak mümkün değil. Âh etmemizin sebebi elest bezmindeki vuslat anlarını hatırlamamızdır. Tekrar o deme dönmek istiyoruz, özlüyoruz ve derinden bir âh ediyoruz."

Musiki ve şiir insan hayatının merkezinde olunca, yani insan, ömrünü muhabbet merkezli kurunca, istikameti de hakikatli oluyor. Ökten hoca doğup büyüdüğü ev, gördüğü tahsil, meşgaleleri, yetiştiği çevre, hevesleri, duyuşları ve yaşayışları nedeniyle, tabir-i caizse bir kilim gibi. Nerede dursa orayı güzelleştiren, değerli kılan bir hâli var. Bu hâlde birçok büyüğün, gönül insanının dokunuşları var. O kilimi incelerken bunu görüp hissediyorsunuz. Bugün hâlâ kendisine "Ben bu dünyaya neden geldim? Yaşamımın bir anlamı var mı? Etrafıma bir faydam oluyor mu?" sorularına soramayan, dolayısıyla da sürekli sıkılan, türlü gelgitlerle yaşamak zorunda kalan kimselerle iç içe yaşıyoruz. İstikamet kazanamamış ruhlar, bedenlerin içinde çırpınıp duruyor. Batıda da doğuda da görülmekte olan bu hâle dindirebilmekle çocukluğumuz arasında büyük irtibat var. Bir çocuğa sadece çocuk nazarıyla bakmamak, onun içinde meyve verecek tohumları ekmek, iyi dinlemek ve sohbet etmek gerekiyor. Kitaptan dinleyelim: "Ben manevi hayat yaşayan bir evde doğdum; ama daha da ötesinde ben bir medeniyetin içine doğdum. Hayatın anlamına dair hiçbir sorum olmadı; çünkü zaten o medeniyet bana o soruların cevabını hem teorik hem de pratik olarak vermişti. Şöyle söyleyeyim; şimdi hayatımın bu ileri yaşlarında bir üniversitede verdiğim derslerde de bu gündeme geliyor. Medeniyet tasavvuru dediğimiz hadisenin içerisinde, hayatın anlamı ve gayesi de vardır. Medeniyet tasavvuru muhtevası içerisinde o da geçer. Çok az insan, doğrudan bu soruyu sorabilir. Mesela Tolstoy bu soruyu kendine sormuş. Birçok insan da bu sorunun cevabını yaşadığı toplumsal yapıdan almıştır. İnsanın zihni ve gönlü çok diri olmadığı zaman, toplumsal yapıdan aldığı cevap onu tatmin eder ve böyle yaşamaya devam eder."

Harakani sultana "En güzel derviş kimdir?" diye sormuşlar. "Kapının eşiğinde bekleyen, varlığı yokluğu belli olmayan, dikkat çekmeye çabalamayan" demiş. Şimdi büyük öğüt sahibinin şu sözlerini hatırlamamak mümkün olmasa gerek: "Yeryüzünde sanki bir garib veya bir yolcu gibi ol.". Varlık yeterince ağırken bir de ona benlik eşlik edince, yaşam içinden çıkılmaz bir hâl oluyor. Daha rikkatli, daha sakin, daha vicdanlı olmalıyız. İyi kitaplarla iyi fikirleri yan yana koyup, yaşamımızı daha anlamlı getirmeye çabalarken çevremize hem ayna hem de ışık olmalıyız. Başkalarında kusur arayan değil, kendinde kusur bulan bir anlayışı tercih etmeliyiz. Farkında oluruz ya da olmayız, bu hayatı daha güzel kılacaktır. Kaderimizi sevmemiz gerekiyor. "İnsan, ömrüne biçilmiş olan elbiseyi, yani kaderini sevmedikçe mutsuz yaşar. Madden çok büyük kuvveti olanların manen sürekli çırpınma hâlinde olmalarının ve sürekli şikayet etmelerinin sebebi, ömürlerine yeni kader arayıp durmalarıdır. Kader sevildikçe, varlığın kederi hafifler." demiştim bir paylaşımımda. Sonra bazı kitap alıntı sitelerinde, bu cümlelerin kitaba yakıştırıldığını gördüm. Ne mutlu deyip, kendime çok sevdiğim iki hocam arasında bir yer bulmuş oldum. Çünkü onlar en çok da şunu hatırlatıyor bizlere: Korunuyorsunuz, bunu hissedin.

Sadettin Ökten: "İstikameti bozmamaya çalışırsanız korunduğunuzu hissediyorsunuz. Allah, kullarına koruyucu meleklerle beraber insanı koruyacak kollayacak insanlar da gönderiyor. Siz o insanlara, babam, ağabeyim, annem, kardeşim, arkadaşım diyorsunuz; ama onlar, bu özelliklerinin haricinde koruyorlar. Onlar da bunu farkında olarak yapmıyorlar; ama sizi koruyorlar, besliyorlar, büyütüyorlar, geliştiriyorlar. Bu, bazen bir sükûtla, bazen bir sözle, bazen de bir eylemle oluyor. İnsan hayır ve şer arasında muallakta durur; ama Allah'a iltica ederse huzuru bulur."

Kemal Sayar: "Dün bir danışanım geldi; ağır bir depresyon geçiriyor. Daha tedavinin başlarında; tedaviye kısmen cevap veriyor, fakat hâlâ arada bir gelgitler oluyor. Yine o gelgitleri yaşadığı bir anda alıp başını sahile gitmiş. Hayattan bezgin, bıkkın bir hâlde sahilde hüngür hüngür ağlamış. Bir delikanlı arabasıyla geçerken onun ağladığını fark etmiş. Hanımefendi de delikanlının ona doğru baktığını anlamış. Delikanlı gitmemiş ve orada beklemiş. Göz ucuyla annesi yaşındaki hanımefendiyi bir taraftan gözetlemiş. Danışanım bu olayı anlatırken, "Benim yanlış bir şey yapacağımdan endişelendi ve ben orada ağlarken belli bir mesafede durarak sürekli beni izledi, ben ayrılana kadar da gitmedi" dedi. Bu genci, bu hanımefendinin karşısına birisi çıkardı. Hakk onu muhafaza etmek için o genci gönderdi."

Yaşamanın yavaş yavaş doğmak olduğunu anlatan, şükretmek için ne büyük nimetlerin olduğunu hatırlatan bir kitap var artık elimizde. Okudukça gönlümüzü açması temennisiyle...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

28 Ağustos 2021 Cumartesi

Gündelik hayatın edebiyatı - II

Hayatı o denli hızlı, yoğun ve ciddi ve yaşıyoruz ki, adeta yaşamayı ıskalıyoruz. Hepsi, ‘bize göre’ olan derin analizler, kocaman anlamlar, tumturaklı gerekçeler arasında boğuluyoruz. Oysa hayat, onu cazip kılan, güzelleştiren hatta rehabilite eden ‘basit’ detaylarla dolu. İncelik, nahiflik, letafet çoğu zaman o basit detaylarda gizli. Onları görmek, hissetmek, hayatın içine katmak için ne yapmak gerekir tam olarak bilemiyorum fakat, genelde sanatın ama özellikle edebiyatın bu konuda önemli bir işleve sahip olduğunu düşünüyorum.

Gündelik hayat içindi yaşadığımız lakin fark edemediğimiz detayları bir şiir, öykü ya da romanda görmek, hissetmek, anlamak iyi geliyor. Her ne kadar fıtrî eğilimimiz gereği algıda seçicilik yaşadığımız gerçekliğin yıkıcı ve yakıcı yönlerini öne çıkarsa da, görmekten imtina ettiğimiz hayatı yaşanabilir kılan güzellikler orada; hayatımızın içinde.

Edebiyat, yaşamın sıkışıklığı içinde hayatı yavaşlatan, soğutan, hafifleten detaylara açılan bir kapı oluyor. Kendi hâlinde bir okur olarak kurgudan ziyade kuram kitaplarıyla haşır neşir oluyorum lakin kurgu kitapları olmayınca okuma serüveninin yavanlaştığını, tatsızlaştığını hissediyorum. O sebeple arada kaçıp bir roman, öykü ya da şiir kitabıyla yola devam ediyorum. Öyle ki, elime aldığım meselesini kendi hâlinde anlatan asude bir kitapsa verdiği dinginlik bir başka oluyor.

Emre Şahin’in Hurdacı Lirası onlardan biri. Benzer yaşanmışlıklar nedeniyle beni alıp maziye götürdü lafı hafif kalır. Dolayısıyla daha fazlasını verdi diyebilirim. Şule Yayınları’ndan çıkan yüz üç sayfalık eser yukarıda değinilen o ‘basit’ detaylar üzerine inşa ediliyor. Bu durum arka kapak yazısında, “Gözün değil sezginin yakalayabileceği sahnelerdi bunlar.” şeklinde ifade edilmiş. Şahsen, o sahneleri -ya da detayları- yakalamak için sezgi kadar gören gözün ve düşünen zihnin de elzem olduğu kanaatindeyim. Emre Şahin iyi bir gözlemci.

Bir okur; öyküden ya da romandan, genel olarak bir kurgudan ne bekler, ne beklemeli? Hurdacı Lirası’nı okurken zihnimde sık sık bu soru belirdi. Ayrıca yukarıda değinilen konunun, yani hayatı yaşanabilir kılan detay ve onların ortaya çıkmasına vesile olanların dışında nostalji meselesine de düşündürdü. Belirli bir yaşa gelen birey istemese bile nostaljiye duçar oluyor. Muhtemelen çocukluk ya da ilk gençlikteki pek sorumluluk gerektirmeyen dönem özleniyor. Eskiler yad edilerek yaşanılan günle karşılaştırma yapılıyor. Sonucunda ise geçmişteki yaşam daha mutlu ve daha huzurlu bulunarak şimdiye kem gözle bakılıyor. Çocukluğun ya da gençliğin serde, bütün sorumluluğun elde olduğu zamanı yücelten nostaljiyi kim sevmez? Oysa, bir yetişkin bugünü ne kadar yaşanılmaz görüyorsa, geçmişte de aynı düşünceye sahip yetişkinler bulunmaktaydı. Zira o ân’a kem bakan yetişkin de kendi çocukluk ve gençliğine özlem duyar. İlginçtir, Hurdacı Lirası bunu yapmıyor. Evet, alttan alta melankolik bir esinti geliyor lakin ‘nerede o eski…’ dedirtmeyen nostaljik bir rüzgâr bu. Hasılı, Emre Şahin geçmişi nostaljik bakışla yad ediyor fakat kesinlikle ne idealize ne de romantize ediyor. İnsan için yaşanan her ân’ın kendine ait güzelliği var dedirtiyor.

Hurdacı Lirası, Anadolu’dan İstanbul’a göçüp kentleşme duvarına çarpan taşralıyı anlatıyor. Her ne kadar öyküler birey özelinde ele alınsa da, hiçbir zaman kentli olamayan ama köylü de kalamayan bir toplumsal gerçeklik göze çarpıyor. Bu bağlamda öykülerin genelinde -belirli bir dönemin- mahalle kültürünü görmek mümkün.

Birey demişken, öykülerdeki asıl önemli nokta, toplumda öne çıkan figürler yerine gündelik hayatın gölgede kalmış karakterlerinin boy göstermesi denilebilir. Okurken, toplumun o ‘önemsiz’ üyesinin çekingenliğini, tedirginliğini, burukluğunu hissediyorsunuz. Yazar o anlarda, günlük hayatı yaşarken aklımıza gelen ama kendimize bile söylemekten imtina ettiğimiz şeyleri söyleyebilen bir iç ses oluyor. Yüzleşme de diyebileceğimiz bu durum, dışına taşıp geri yatağına dönen bir anlatımla karşı karşıya bırakıyor. Tüm bunların yanında, öykülere sirayet ederek genel çerçeveyi belirleyen en önemli unsurun din olduğunu söyleyebiliriz.

Emre Şahin, Hurdacı Lirası’nda çocukluk ve gençlik döneminde biriktirdiği görüntüleri edebi bir üslupla (ve yazdığı ân’ın ruhuyla) seslendiriyor. Bazen iç ses olup kendiyle konuşurken, bazen cansız varlıklara kişilik kazandırıp konuşturuyor. İçinde yaşadığı kültürü, sosyal ortamı, zamanı ve mekânı sündürmeden aktarıyor. Nihayetinde anlatımını nahif bir mizahla birleştirerek keyifli bir okuma sunuyor. Kurguyu hayatın gerçeklerine yaklaştıran bu üslubun ortaya çıkardığı ironi tebessüm ettirirken düşündürüyor. Hurdacı Lirası’nda hayatın içindeki detayları damıtarak aktaran ince bir ruh var.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

Bir mürşidin içimizi ısıtan mektupları

"Seni kaybeden neyi bulmuş, seni bulan da neyi kaybetmiştir?"
- Atâullah el-İskenderî, Hikem-i Atâiyye

Ten kafesine giren insan, göğsündeki ateşin ocağını harlayıp yangınların içinden geçmek pahasına özündeki cevheri de bulabilir, kafesin demir parmaklıklarına kafasını vura vura kendini helâk da edebilir. Kulun imtihanı bu seçimle başlar. Gönlünde İlâhî bir nur olduğunu idrak eden insan, bu nurun kaynağını aramaya başlar. Bu arama ve bulma yolculuğunda mürid ve mürşid ilişkisi oldukça mühimdir. Bu hususta tasavvuf büyükleri, “Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır.” buyurarak menzile varmanın rehbersiz olamayacağını vurgulamışlardır. Bir mürşidin kapısına varmak, nasibince o kapıdan feyz ve bereket almak, bir mürşidin sözlerine kulak misafiri olmak ve yine nasibince o sözlerden ibret almak gönüllerdeki aşk ateşinin harlanmasına vesile olur.

Şeyh el-Arabî ed-Darkavî’nin eşitli vesilelerle kendisine sorulan sorulara dair cevapları ve izahı istenen konularla ilgili açıklamalarını bir araya getiren Bir Mürşidin Mektupları adlı kitap İnsan Yayınları arasından çıkmış. İlk baskısı 1996’da yapılan kitap 2020’de yedinci baskıya ulaşmış. Açık ve anlaşılır bir dille çevrilmiş olan eser, taliplilerine nice sırları açacak derin bir anlama sahip sanatlı bir dile de sahip. Takdir olunmalıdır ki mektup dahi niyete göre okunur. Niyeti salih olanın gönlüne aydınlık dolar. Kitaptaki mektupların bir nevi sarhoşluk hâli içinde okunması, mektuplardan alınacak lezzeti artıracaktır. Kuşeyrî Risalesi’nde sarhoşlukla ilgili yapılan şu açıklama ne demek istediğimizi daha iyi açıklar: “Kul, sarhoşluk durumunda hâli, uyanıklık durumunda ise bilgiyi müşâhede eder. Dolayısıyla sarhoşluk, manevî halin kişiye tamamen hâkim olması, onu bütünüyle ele geçirmesidir.” Manevî sırlara vakıf olmak isteyen kişinin iradesini Allah’ın iradesine teslim etmesi gerekir. Bu konuya dair Darkavî şunları söylüyor: “Kim Allah’ın olursa Allah da onun olur. Ne mutlu ona ki o Allah’ın, Allah da onun olmuştur.” Burada “Allah’ın olmak” ifadesiyle kastedilen, iradesini Allah’ın iradesine teslim etmektir. Ayrıca Sîdî Atâullah’tan yaptığı bir alıntıda şu ifadelere yer veriyor: “Allah’ın kendisini arzularından kurtaracağını ve gafletten uzaklaştıracağını uzak gören kişi, ilâhî kudreti küçük görmüş olur; Allah ise her şeye muktedirdir.” Darkavî bir başka örnekte Ebu’l-Abbas el-Mersî’nin şöyle dua ettiğini belirtiyor: “Allah’ım! Basiretimizi aç, sırlarımızı aydınlat, bizi bizden geçir, bizi kendinle baki kıl, bizimle değil.” Mektupların bu idrak ile okunması okuyucuda da nice sırların açılmasına vesile olacaktır.

Tasavvuf ehli zikre ayrı bir ehemmiyet vermiş ve sohbet halkalarını, ilim halkalarını ve zikir halkalarını daima canlı tutmuştur. Mürşidin sohbeti ustanın çekiç darbesi gibi tatlı ama kararlı bir biçimde çivinin tahtaya sabitlenmesi gibi sırrın dervişin gönlüne sabitlenmesini sağlar. Bir kutsi hadiste Cenab-ı Hakk, “Ben, beni zikredenin dostuyum.” buyuruyor. Darkavî de mektuplarda sıklıkla Allah’ı zikretmenin ehemmiyetine değiniyor. Sufilerin şöyle söylediğini belirtiyor Darkavî: “Sen sadece tek kapıyı çal, sana kapılar açılır! Tek bir efendiye boyun eğ, sana bütün boyunlar eğilecektir!

Mektuplar, hem kişinin iç dünyasını hem de sosyal ilişkilerini şekillendirebileceği öğütleri barındırıyor. Bir mektupta şunları söylüyor: “Düşmana gerçekten düşmanlık etmek, dostun sevgisiyle meşgul olmakla olur. Eğer sen düşmanına düşmanlık etmekle uğraşırsan o seninle ilgili muradına ermiş, sen de dostun sevgisinden mahrum olmuş olursun.” Bir başka mektupta ise Tâceddin b. Atâullah’a ait şu ifadelere yer veriyor: “Allah’ın halkın eliyle sana ezâ ettirmesi senin onlarla oturup kalkmaman içindir. Seni her şeyin rahatsız etmesini istiyor, ta ki hiçbir şey seni meşgul edip ondan alıkoymasın.” Dünyanın bir imtihan yeri olduğunu akıldan bir an bile çıkarmamak gerek. Bir anlık gaflet, gönülde bir şüphe tohumunun filizlenmesine neden olur ki bu filiz büyür ve kökleşir. Bir bahçıvan titizliğiyle bu filiz gönül bahçesinden temizlenmezse zamanla bütün bahçeyi mahveder. Darkavî bir mektubunda dünya sevgisine dair şunları söylüyor: “Kalbinden dünya sevgisini atmadıkça hiç kimse, geceleri namaz kılsa, gündüzleri oruç tutsa, dediğimiz gibi, yine de dosdoğru olamaz.

İnsanın manevî sırlara ermesi benliğinden sıyrılmasıyla mümkün olabilir, bu da nefsi öldürmeyi gerektirir. Hikem-i Atâiyye’den şöyle bir alıntı yapıyor Darkavî: “Vücudunu bir tek araziye göm! Gömülmeyenden bir şey yetişmez ve sonuç alınmaz.” Sahabilerden bazılarının şöyle dediğini belirtiyor Darkavî: “Bütün amelleri izledik, ahiret işi için dünyadan zühd etmek kadar tesirli olanını görmedik.” Dünyadan el ekmek, nasibini Allah’tan istemek olacağı için Allah böyle kullarına kendi sırlarının kapılarını açacaktır. Sîdî Bûsrî’nin şu dizeleri de nefse karşı koymanın ehemmiyetini gösteriyor: “Nefsine, isteklerini mübah gören / hevasını ilahlaştırmış olur.

Her cübbe giyip sarık saran derviş olamayacağı gibi her öğüt de dinleyene ya da okuyana tesir etmez. Darkavî’nin mektuplarının manevi gücü sözün sahibinin gönül paklığından geliyor. Atâullah el-İskenderî, Hikem-i Atâiyye’de şöyle söylüyor: “Söylenen her sözün üzerinde içinden çıktığı kalbin kisvesi, elbisesi vardır.” Nitekim tasavvuf büyüklerinin de şöyle söylediğini belirtiyor Darkavî: “Zahirine itina göstereni gördün mü? Anla ki bâtını haraptır.” Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (sav) Kur’an ahlâkıyla ahlâklanmış ve “Ben güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim.” buyurmuştur. Kulluk imtihanından geçmenin yolu da Muhammedî bir ahlâka sahip olmaktır. Hikem-i Atâiyye’de, “Kim ilâhî rahmetle ahlâklanmadan kulların sırlarına muttali olursa bu bilgisi onun için bir fitne ve vebal kazanma sebebi olur.” denilmektedir. Kulların sırlarına dahi ilâhî bir ahlâka sahip olmadan erişilmemesi gerekirken ilâhî sırlara mazhar olmak için nasıl bir ahlâka sahip olunması gerekir, iyice bir düşünmek lazım.

Mektupların özünde, Hikem-i Atâiyye’den alıntılanan şu ifadelerinin yer aldığını söylemek mümkün: “Seni kaybeden neyi bulmuş, seni bulan da neyi kaybetmiştir? Senin dışındaki bir şeye razı olan kesin kaybetmiş, senin yerine başka bir şey isteyen de kesin hüsrana uğramıştır.

Allah kaybedenlerden değil, bulanlardan eylesin cümlemizi.

Erhan Çamurcu
twitter.com/erhancmrc

22 Ağustos 2021 Pazar

Derdimiz hayat mıydı? Hayatımız ders miydi?

"Gelsin, hayat bildiği gibi gelsin
İşimiz bu, yaşamak
Unuttum bildiğimi doğarken
Umudum, ölmeden hatırlamak."
- Sezen Aksu

İnsanoğlu, yaşı kaç olursa olsun önünde hep uzun bir yol olduğunu düşünür. Bilhassa gençler için bu yol tarifi mümkün olmayan yerlere ulaşacak kadar uzun, geniş ve parlaktır. Oysa hayat, içinde barındırdığı dertlerle insanı karşılar. Ta en başından bu böyledir. Doğarız ve sanki nice dertlerle çevrili bir hayat dairesinin içinde hapsoluruz. Başımıza gelenler karşısında şaşkınlığa uğramamız hep bundandır. Halbuki biraz kalp gözüyle bakıp da görebilsek, bu dert denen şeylerin bizi olgunlaştırmak, yürüdüğümüz yol boyunca istikametimizi korumak için verilmiş birer fener olduğunu yakalayabiliriz. Böylece sürekli şikayet etmek yerine şaşırmanın vadisinde biraz dinlenip, kendimize hayat dersleri çıkarabiliriz. Hani Sâmiha Ayverdi, Ateş Ağacı'nda "Hayatta olan şeylere 'neden' diyen kimse acemidir" diyor ya, eh, durum biraz böyle bizler için. Çoğu zaman dersimizi hayatın ta kendisinden alıyoruz.

Belki de en çok ihtiyaç duyduğumuz şey soru sormak. Çünkü sormadıkça, birilerinin bizim adımıza çoktan hazırlayıp sunduğu cevapların üzerine düşüveriyoruz. Ancak hazır cevaplarla ayağa kalkabilen kimseler olduğumuzda düşeceğimiz bir sonraki istasyon da hazır biçimde bizi bekliyor. Oldukça velud bir yazar olarak oldukça düşündüğü her hâlinden belli olan Necdet Subaşı, Derdimiz Hayat'ta kendisinin uzun yıllar evvel sorduğu besbelli olan sorulara şimdiki tecrübesiyle cevaplar veriyor. "Anladık ki ağlamadıkça bize bir şey vermiyorlar, anladık ki sızlamadıkça bizi gören yok; ama işin gerçek fasıllarını kavramak için yaşımızın bir hayli ilerlemesi gerekiyormuş" demesi de bundan olsa gerek. "Sosyolojiye ilgim vardı, psikolojiye uzak değildim, dinî inançlarım tartışma dışıydı, pazarlığa tabi olmayacak kabullerim, kimseye ödünç verilmeyecek hayallerim ve henüz bir Allah'ın kuluna açılmamış itiraflarım vardı. Sırtımda binbir meşakkatle taşıdığım yüklerin semeresi hayatın denklerini çözmeye yetiyor muydu?" sorusu, okurları henüz ilk sayfalardan itibaren 'tebessümünü koruyan bir ciddiyet' halkası içine alırken, onunla hemdert olacağını da belli ediyor. Zira Subaşı'nın kendisini yaktığını söylediği soru, bu kitapla buluşan tüm okurlar için de önemli bir başlangıç istasyonu: "Derdimiz hayat mıydı? Hayatımız ders miydi?"

Necdet Subaşı, Derdimiz Hayat'taki her makalesine sıradan bir konu başlığı değil, hayatımıza yön veren ve dolayısıyla bizim de sık sık yönümüzü belirleyen meseleleri seçmiş. İmtihan, zaman, coğrafya, masumiyet, fıtrat, irade, ruh, nefis ve beden, kalp, idrak, anne, cinsiyet, dil, din, zamanın ruhu, kökler, kültür, tarih, göç, kabile, kuşak, gelenek, ahlak, düzenlilik, yetişme süreçleri, müfredat, muhit, güvenlik, anlam arayışı, bilme biçimleri gibi meseleler; farkında olarak ya da olmayarak hayata bıraktığımız izi belirlerken aynı zamanda bizde iz bırakmış meseleler. Subaşı belki de bu başlıkların sık sık yapıldığı gibi birbirinden ayrı olarak değil, yekpare biçimde değerlendirilmesi gerektiğini ortaya koyuyor. Kendi fıtratımızdan bahsederken üzerinde doğup büyüdüğümüz coğrafyadan bahsetmemek mümkün mü? Ailemizden bahsederken köklerimize, oradan da kültür ve tarih mirasımıza değinmemek olur mu? Bir düzenlilik arıyorsak bu aynı zamanda güvenlik ve muhit arayışımızla da ilgili değil mi? Ruh, nefis ve beden; kalpten ayrı düşünülebilir mi? Zamanın ruhunu anlayabilmek için tarihle ilgilenmemiz gerekmiyor mu? İşte tüm bu soruların peşine düşüyor Subaşı. Derdi bir cevap aramak, net bir sonuca ulaşmak değil. Ne kestirme ifadeler ne de buyurgan bir dile yanaşıyor. O, okuyucuyu bir dost bilerek, oldukça dostane dille ve "iki keklik bir derede su içer / dertli de keklik dertsizlere dert açar" misali bir anlam çemberi kuruyor.

Yaşı kaç olursa olsun, nasıl bir geçmişe ya da geleceğe sahip olursa olsun insanların sık sık başladığı yere döndüğü bazı kavramlar vardır. Bu kavramlar gün olur hayatımıza coşku, tutku, neşe, huzur ve kuvvet katar, gün olur; durgunluk, bezginlik, yorgunluk, anlamsızlık, bedbahtlık verir. İki arada bir derede kaldığımız gibi iki ileri bir geri gidişimiz de hayatın en olağan hâlidir. Asıl mesele şekilden ziyade derttedir. Mesele durmak değil, neden durulduğudur. Gitmek değil, neden gidildiğidir. Anlam boşluğuna düşmek herkes için mümkündür ama bu boşlukta olduğunu dahi bilmemek büyük gaflettir. Feraset, yediğini içtiğini bildiğin kadar kendini ve hatta çevreni de iyi gözlemlemektir. İnsan bir şey bilecekse eğer bu her şeyin kendinde dağıldığı ve kendinde toplandığı olmalı. Anlam peşine düşmek kadar anlam boşluğuna düşmek de değerlidir ama mesele nereye düştüğünü bilmektir. Yeryüzü kaymak gibi yollar, manzaralı köprüler ve tertemiz konaklama yerlerinden ibaret değildir. Bataklıklar da vardır yokuşlar da, kuyular da vardır karanlıklar da. Dimdik durup dümdüz yürümek her insan için erdemli yahut havalı görünebilir ama her şey göründüğü gibi değildir. Hayat derdi içinde yeniden ayağa kalkıp daha isabetli fikirler edinmek, güzeli ve iyiyi tespit edip kuyudan su çıkarmak, bir çeşmede yüz yıkayabilmek için eğilmek de vardır, düşmek de, yuvarlanmak da. Nihayetinde "insan acizdir muhtaçtır fazla artistlik yapmamalıdır". Şair sözüdür ve elhak doğrudur.

"Bir anlam arayışının içinde doğarız ve ömrümüz bizi mütemadiyen tatmin edecek güçlü bir açıklama trafiğinin peşinde geçer. Hayat, bizi bulan sorularla ve bunları karşılayacak cevaplarla her dem yeni bir anlam kazanır" diyor Subaşı. Çoğu zaman insan, varoluşunu fiziki ve maddi yapısıyla kurduğunu, sürdürdüğünü düşünür. Oysa manevi yapı her şeydir. Din, ahlak, kalp günümüzde her ne kadar burun kıvrılan, dudak bükülen, 'bu çağa bir şey söyleyemeyen' duruma indirilse de insan için evet, her şeydir. Fakat bu her şey olan meseleler kolay cevaplanabilir sorular sunmaz. Samimiyet ister. Kimileri felsefeyle kimileri dinle "ben neden varım?" sorusunu cevaplamaya çalışır. Bir yandan da ahlak gelir, "gel de bana bir anlam ver ve hayatında bir yere koy!" der. Zordur ama şarttır bu kavramlarla dost olmak. Bir de kalp vardır ki o bozulunca her şey bozulur. Bu yüzden bir kalp taşıdığının bilincinde olmak ne kadar kıymetliyse o kalbi korumaya çalışmak da o kadar kıymetlidir:

"Kalbi kararmış bir dünyada değerli kalabilmek önemlidir ve aklı başında olan biri için iyi bir kalbe sahip olmaktan daha önemli bir şey yoktur. Kalbimiz varsa insanızdır, ondan yana rahatsak ancak o zaman hakiki bir öze ve sahici bir cevhere sahip olduğumuzu düşünüp kendimizi mutlu hissedebiliriz. Onu taşımakla yüreklenir, onu korumakla kendimizi mutlu ve huzurlu hissederiz" diyor Subaşı ve bu önemli konuyu şöyle derinleştiriyor: "İyi, güzel ve doğru olana erişmek ve bütün bunları varlığımızla bütünleştirmek için sahip olmamız gereken tek şey sağlam ve canlı bir kalbe sahip olmaktır. Aklımız bize yol gösterir, gönlümüz bir şeylere meyleder, vicdanımız bizi adil kılar ama bunlarla bir ömür yol alabilmenin ön koşulu sağlam ve diri bir kalbe sahip olmaktan geçer. Kalbi kara olanın da kalbi fesat olanın da insan için iyi gelecek hiçbir yanı yoktur. Rezillikler orada pompalanır, bilumum kargaşalar onunla hayat bulur. Kötü kalp kendini dışarı vurduğunda ortada sadece fitne ve fesada bir yol bulunur. Oysa temiz ve hassas bir kalple biz, insanlığımızın her daim sınandığı bir imtihan alanında kendimizi bulmanın, fıtratımıza yönelmenin imkân ve ihtimallerini sürekli yoklar, iyi, doğru ve güzele karşı her daim hareket hâlinde olan bir duyarlılıkla hayatta yerimizi alırız."

COVID-19 pandemisiyle birlikte yediden yetmişe büyük bir boşluğun içine düştük. Cinsiyet, dil, din, ırk gözetmeden insanları ölümle burun buruna getiren ve sırf bu yüzden en insani, en demokratik virüs olarak gösterilen koronavirüs bazı şeyleri gözden geçirmek, yeniden değerlendirmek için belki de bir imkân yarattı. Yine hepimiz; dinle, felsefeyle, kişisel gelişimle, psikolojiyle bir şeylere cevap aramaya başladık. Derdimiz Hayat, bana derdimizin her zaman hayat olacağını yeniden hatırlattı. Kitabı okurken, 'herkes bin bir şey yazıp söyledi şu süreçte, esas böyle kitaplar üzerinde durulmalı' diye düşündüm. Bunca zaman okuduğum binlerce kitap arasında çok ayrı bir yere koydum. Tıpkı Engin Geçtan'ın İnsan Olmak'ı, Hermann Hesse'nin Siddhartha'sı, Kuşeyrî'nin Risâle'si gibi. Özellikle hayata böyle farklı gözlüklerle bakmayı sevenler için bu örnekleri veriyorum. Derdimiz Hayat, Necdet Subaşı'nın bu coğrafya insanına ve bilhassa gençlere çıkardığı, günlük yaşamla iç içe geçmiş, oldukça samimi bir harita. Bir haritayla hayatın anlamına kavuşulmaz ama güzel bir hikâye kurulabilir. Tıpkı tam tersinin de olabileceği gibi.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

İstanbul’u İstanbul yapan izler

İstanbul’u müşahede etmek, çoğu zaman İstanbul’un yerlisine, meskûnuna bile nasip olmuyor ne yazık ki ama, İstanbul’u müşahede eden, gezen de sadece seyre kanmıyor, sayfalar, satırlar arasında arıyor bir nazlı sevgili edasındaki İstanbul’u. Şimdi yıllar içinde pek değişmiş olan İstanbul’un geçmişini, İstanbul’u İstanbul yapan izleri merak ediyor insan bu şehrin civcivli caddelerinde dolaştıkça. Bebek’ten birinci köprüye doğru aheste yürürken, ekleme yolun iç tarafında kalan yalıların kirli pencerelerinden içeriyi görmeye çalışan, o yalılarda yaşamış eski insanları merak eden bir tek ben değilimdir herhalde. Bir mimari eseri olan yalıya bakınca bile insanları merak ediyorsak, şehre bakınca neyi merak ederiz? Şehri şehir yapan pek çok şey olsa da, şüphesiz bir şehrin temel taşlarını o şehrin insanları oluşturur. Sadece eski değil, şimdiki İstanbul’da da semtler arasındaki farkı yaratan insanlardır. Sahil kesiminde yaşayan insanlar ile Fatih’te yaşayan insanlar arasında, Üsküdar’da yaşayan insanlar ile, Şişli’de yaşayan insanlar arasında bazı keskin ayrımlar vardır. Bu ayrımlar da, semt ile değil, insanlar ile oluşur. Sâmiha Ayverdi, kendi deyişiyle de, İstanbul’u sıralı bir şekilde gezdirmiyor okura bu kitapta, ya da bir İstanbul tarihi kaleme almıyor. İstanbul’u İstanbul yapanlardan, İstanbul’un insanlarından bahsediyor en çok. İstanbul’un zaman değirmeni içinde dönerken kaybettiklerinden de...

Burnumuza bir koku çalınır, hoş bir anımız zihnimizde bu kokuyla kayıtlıdır ve o kokuyu her duyduğumuzda zihnimizde mevcut olan o anıyı tekrar yaşamış gibi oluruz. Şehirler ve semtler de böyle. Bir Eyüp Sultanlı olarak, Eyüp Sultan’a her gittiğimde çocukluğumu hatırlar, yeniden çocuk olurum. Samiha Ayverdi de, kendi hâtıratındaki İstanbul’u anlatıyor okura. Kitabın sayfaları arasında çıktığınız yolculukta bazen hayranlığa, bazen de sitemkar cümlelere rastlayabiliyorsunuz:

Sanki İstanbullu, kış yaz çiçeklenen bir ağaçtı da, gün geçmez her bir dalında bir başka ahenk,bir başka revnak ve taravet suret bulurdu. Böylece de o, güzelliğine güzellik kata kata elinden, dilinden taşan zevk ve san’at kudretini daha üstünü olmayan bir hadde ulaştırdı.

Beyoğlu’nun kırk sene evvelki halini yazmaya ne diye özenmeli? O, eskiden de bizim değildi; şimdi de öyle. O, eskiden de havasını alıp suyunu içtiği bu toprağı küçümserdi; şimdi de öyle. O,eskiden de adetleri, zevkleri, görüşleri, görünüşleri, hulâsa bir sıra hayat icapları ile bize benzemezdi; şimdi de öyle.(…)

İstanbul Geceleri’nin bazı satırlarını okurken, bugünden bakıldığında hemen hemen yüz yıl gibi çok uzun denemeyecek bir zaman dilimi içinde İstanbul’un ve insanının ne kadar çok değişime uğradığı görülüyor:

Eski İstanbul’un eski insanının bahâ biçilmez bir hususiyeti de, yolu üstünde rast geldiği bir yabancıyı, bir dost bir âşina kabul ettiren selamlaşmak âdeti idi. O kimse, kan ve din birliğinin insanlık duygusuna kattığı hasbî bir muhabbet ve âşinalık ile, karşıdan gelen, yanından geçen sîmaya cömert bir yakınlıkla bakar ve “selamün aleyküm” derdi. Mimarisi ne basit, esâsı ve örgüsü ne sağlam bir köprü… Topun da tüfengin de yıkıp sarsamayacağı, gönülden gönüle atılan bir kement…

Kitapla anlatılan eski İstanbul insanını bu denli kıymetli meziyetlerle donatan, yazarının da belirttiği gibi şüphesiz eski insanların sevgiye, sevmeye şimdikinden daha vakıf olmasıydı. Hamuru sevgiyle yoğurulmuştu eski İstanbul insanının. Toplum içindeki küçükten büyüğe tüm aksaklıkların el birliğiyle ve muhabbetle bertaraf edildiği bir şehirdi İstanbul. Hatta öyle ki, vaktini geçiren misafire gitme vaktini hatırlatma işinin bile kahve ikramıyla, muhabbetle yapıldığı bir şehirdi. Şimdinin insanı hep bardağın boş tarafını görmeye meyyal olsa da, eski İstanbul’un insanı beşikteki günahsız bir çocuk gibiydi. İnsanlar arasında dostluk, samimiyet, yardımlaşma hakimken, bu aşa soğuk su katıldı ve toplum bu pek kıymetli hususiyetlerini zamanla kaybetti.

O zamanlar bir zamandı ki,ne makineler insan vazifesini görüyor, ne insanlar makineye benziyordu. Henüz kasnaklar ve gergefler duvarlarından inmemiş, ninelerimizin maharetli kolları tezgah çözmekten usanmamış, güneşte pişirilen ilaçlar dolaplardan eksilmemiş, dostluk, saffet ve samimiyet aşına soğuk su katılmamıştı.

İstanbul Geceleri’nin sayfaları arasında dolaştıkça okur, şimdi elinde olmayan, şimdi ya da belki hiç şahit olamadığı bu çeşitli toplumsal meziyetlere özlem duyacaktır. Çünkü şehir ve şehrin insanı zamanla maddeselleşti, üstün alışkanlıklarını kaybetti, çekirdekten zara doğru neredeyse tamamen değişime uğradı. Yazarın da belirttiği gibi şüphesiz eskiden “ruh hijyeni”ne sarfedilen bir enerji, bu temizliği elde etmek için gösterilen bir çaba vardı. Bu tezkiye boşverildikçe ruh kirlendi, kirlendi, ve en sonunda kaskatı bir nesneye dönüştü. Sâmiha Ayverdi, bu bağlamda çok mühim bir meseleye değiniyor: Batı medeniyeti, maddecilikle efendilik kesbetti. Bununla birlikte taassup içerisine düşmüş olan doğu ise, içinde bulunduğu taassuptan kurtulması gerektiği halde, tasavvufu geri plana itti. Yanlışlıklar içerisinde çırpınırken, iyiyle kötüyü birbirinden ayırt etmeyi unuttu.

Beri tarafta taassup ninnisi ile sersemletilerek uyutulan şark ise, kan gövdeyi götüren yirminci asır medeniyetinin patırtısı ile gözlerini ovuştura ovuştura uyanmaya çabalarken, taassup, bu defa da yalancı şahit dinletmekte tereddüt etmeyen bir iki yüzlülükle, suçlunun kendisi değil de, tasavvuf olduğunu yüzü kızarmadan iddia etti. Çeşnisini bilmeyen için şeker kamışı ile, talaştan ibaret adi kamışı ayırt etmek ne mümkün?

İstanbul Geceleri, sadece İstanbul değil, Türk insanına ve toplumuna kendi medeniyet güzelliklerinden kaybettiklerini hatırlatan ve özleten bir kitap. Sadece gezmekle İstanbul’a doymayan, satırlarla ve anılarıyla da İstanbul’u dolaşmak isteyenlerin İstanbul Geceleri’ni çok seveceğini umuyor, okuyacak olan herkese keyifli okumalar diliyorum.

Nida Karakoç
twitter.com/nida_karakoc