20 Ekim 2020 Salı

Bireyin körleşmesinden toplumun cinnetine

Kanaat önderlerinin dillerine pelesenk olmuş bir söz vardır, “İnsan önce kulaktan zehirlenir.

Neden görmek, dokunmak, koklamak, hatta tatmak değil de duymak?

Bu sözün anlamına kafa yormamla, Elias Canetti’nin Körleşme’sini okumam aynı zamanlara tekabül ediyor. Roman, topluma yabancılaşmış aymaz bir aydın tipi olan Kien’ın etrafında şekillenir. Bir antikahraman olan Kien, kitaplardan oluşan krallığına kendini hapseder ve burada yalnızca bilimle uğraşır. Dışardaki gerçekliğe, salınıp duran hayata ve insanlara ihtiyaç duymaz; onun beslendiği ve bir bakıma muhtaç olduğu tek gerçeklik, kitapların vaat ettiği sonlu gerçekliktir. Bu gerçekliğin dışındaki her şeye gözü kapalıdır, üstelik bu kapatış öyle şiddetlidir ki kendisine yöneltilen sorular, bedensel ihtiyaçlar, lüzumsuz konuşmalar, yapılan bir hizmet karşısında alınan paralar tiksindirici şeylerdir. Kien’ın tek kutsalı kitaplar ve bilimdir.

Ancak Kien, sarsılmaz sanılan karakterinin dışına çıkan bir adım atar ve hizmetçisiyle evlenir. Bu, karakterin çözülmesi ve çürümenin ilk adımıdır. Bu safhadan sonra kitleye karşı duran Kien, kitle karşısında acziyet taşıyan birine dönüşür. Karşısına çıkan ve daha önce konuşmaya değer bulmadığı kişiler tarafından kandırılır, aşağılanır ve kimi zaman da şiddete maruz bırakılır. Zaten tanımadığı ve yabancısı olduğu kitleye karşı artık müthiş bir korku taşımaktadır. Bu korkuyu yenmenin ise tek bir yolu vardır: Körleşmek!

Evet, Kien bu kez de zahiren bir körleşmenin içine sokacaktır kendini. Görmek istemediği her şeye gözünü kapatacak ve bu şekilde yaşamaya alışacaktır. Nitekim de öyle yapar: Karısı geldiğinde gözleri kapalıdır, raftan istediği bir kitabı almak için yalnızca parmak uçlarını kullanır, adımlarını çalışma masasına doğru yönlendirirken kendi iradesiyle görme duyusundan yoksun kalır.

Peki ya kulak? Ya duyulanlar? Konuşulanları duymasını engelleyecek bir tıkacı var mıdır? Kien, bunun için çabalasa ve hayali bir tıkaçla kulaklarını tıkasa da beyhudedir, çünkü kulağındaki meşale hep açıktır. Böylece zehirlenmeye; öfkeyle söylenen cümleleri, hakaretleri ve aşağılanmaları duymaya devam eder. Uzandığı yatağından karısının aynı kararlılık ve kızgınlıkla söylediği cümleleri, kapıcının eski yaşamına dair her gün, aynı saatte anlattığı gevezelikleri duymasını engelleyecek hiçbir şey yoktur. Kien’ı çürüten duyduklarıdır.

Canetti, yıllar sonra defterine, “İnsan tek bir insanda tüm dünyanın mutsuzluğunu yakalayabilir ve o insandan vazgeçmediği sürece hiçbir şeyden vazgeçilmiş değildir ve o insan soluk aldığı sürece dünya da soluk alır,” diye not düşer. Bu not, Canetti’nin hayatından otobiyografik izler taşıyan Kien için söylenmiş gibidir. Çünkü Kien’ın mutsuzluğu, bunalımı ve topluma yabancılaşması, tek tek bütün bireylerin mutsuzluğudur. Ve yine onun çabası, soluk alıp vermesi bütün bireylerin soluk alıp vermesidir. Kien’ın topluma karşı körleşmesi, Aydınlanma Çağı sonrası bütün aydınların bilimi kutsaması ve akabinde yalnızlaşmasıdır. Onun ölümü, bütün insanlığın ölümüdür. Belki de bu yüzden, Kien’ın sesiyle başlayan roman, yüksek sesli kahkahası ile son bulur.

Feyza Kartopu

Bulaşıcı bir hastalık gibi travmalar da bulaşıcı mı?

Ana rahmine düştüğümüz ilk andan itibaren, beraberinde yeryüzüne verdiğimiz ilk nefesle birlikte, ailemizden birtakım genetik mirasları da devralıyoruz. Bazı fiziksel özelliklerimizi, bazı ruhsal temellerimizi, bazı hastalıklarımızı hatta bazı düşlerimizi, düşlemlerimizi bile... Peki ya travmaları da devralıyor muyuz? Ailemizin, hatta o kuşakta yaşayan diğer insanların hiçbir zaman söze dökemediği, belki de göremediği o karanlık girdaplar da geçiyor mudur kendi ruhsallığımıza? Bulaşıcı bir hastalık gibi, travmanın da bulaşıcı özelliği var mı? İnsan anlatılmayanı bilebilir mi? Dile dökülmeyenin izini taşıyabilir mi? Nereden geldiğini anlayamadığımız, elimize ayağımıza dolanan çoğu hallerimizin kökeni çok derinlerdeki, hatta bize bile ait olmayan 2. el bir travmaya dayanabilir mi? Peki ya bunu bilmek, çözmeye yeter mi?

Özellikle politik psikoloji ve psikanaliz alanında yaptığı pek kıymetli çalışmalarıyla tanınan, Nobel Barış Ödülü’ne aday gösterilen Kıbrıs doğumlu psikiyatrist Prof. Dr. Vamık D. Volkan, Okuyan Us Yayınları'ndan çıkan Psikanalitik Öyküler serisinin 4. kitabı Hayvan Katili’nde travmanın kuşaklararası aktarımına ilişkin oldukça çarpıcı bir vaka örneği sunuyor.

Kitaptaki takma adı Peter olan analizan, küçük bir bebekken babası tarafından terk ediliyor, anne ve anneannesi tarafından büyütülüyor. Özyönetimine ve özbakımına sürekli müdahalelerde bulunulan, çeşitli baskılara maruz kalan Peter, anne ve anneannesi tarafından sürekli besleniyor ve şişman bir çocuk haline geliyor. Zamanla yediklerini kusmaya başlıyor. Ayrıca kendisine ait bir yatağı olmaması sebebiyle, anneannesiyle uyumaya, İncil hikayeleri dinlemeye ve “iyi” bir çocuk olmaya mecbur bırakılıyor. (Bu sıraladığım anahtar özelliklerin daha sonra yetişkin Peter’ın sosyal, cinsel, dinsel yaşamına nasıl etki ettiğini, o etkilerin buralarla nasıl bağlantılı olduğunu görüyoruz.)

Peter’in annesi, bir süre sonra İkinci Dünya Savaşı sonrasında Japonlara esir düşen, Bataan Ölüm Yürüyüşü’nden kurtulup, O’Donnell Kampı’na bile dayanabilen, inanılmaz zor koşullarda hayatta kalmayı başarabilen, bir adamla yani Gregory’le evleniyor. Bu sayede Peter ve annesi, anneannesiyle paylaştıkları evden ayrılıp, bambaşka bir hayata başlıyorlar. Gregory, küçük bir çocuk olan Peter’ın gelişmekte olan iç dünyasını, iç yapılanmasını, kendi travmalı benlik imgesini aktarabileceği bir depo olarak görüyor. Ve kendi yaşadığı travmaları adeta Peter’ın üzerine yığıyor. Peter, büyüyüp, yetişkin hayatına adım atınca silah sektörünün çok önemli saydığı bir işadamı haline geliyor. Bu dönemlerde Gregory’nin de teşviğiyle, Peter’ın en büyük zevki avcılık oluyor. Kendisi Alaska’ya gidip, helikopterle bir geyik sürüsü üzerinde uçup, tüm sürüyü bir makineli tüfekle nasıl vurduğunu gururla anlatıyor. Peter, hayvanları öldüren, sonra onların içini doldurup, gerçeğe en yakın gözleri- dişleri bulan bir hayvan katiline dönüşüyor. Peter, sahip olduğu abartılmış ve zararlı narsisizm kişilik bozukluğunu, hayvanlar üzerinde iktidar ve zulüm uygulayarak teyit ediyor. Hayvanların ölümü ve yaşamı üzerinde kontrol kurmaya çalışan bir hayvan tanrısı olarak imgeleniyor. İçki ve yeme sorunları yaşayan Peter, bir gün, karısıyla birlikte katıldıkları bir davette çok içki içip valinin üzerine kusunca karısı artık dayanamayıp, Peter’a kesinlikle değişmesini ve bir psikoterapistten yardım alması gerektiğini söylüyor. Ve Peter’ın psikanaliz süreci, Dr. Pine ile tam da bu noktada başlıyor.

Hayvan Katili kitabında, narsisizm kişilik bozukluğu ve kuşaklararası travma aktarımının içiçe geçmişliğiyle oldukça zor bir vakaya tanık oluyoruz. Kitabın önemli bir özelliği, Vamık D.Volkan bu vakada Peter’in değil, Peter’ın psikanalistinin gözlemcisi yani supervizörü kimliğiyle yer alıyor. Bu sayede bizler de okuyucu olarak psikanalist ve analizandan oluşan bir psikanaliz sürecinin tamamen sahne arkasında, 3. bir göz olarak yer alıyoruz. Analizanın uzandığı divana ve divanın arkasında psikanalistin oturduğu koltuğa kapı aralığından bakıyoruz. Bir psikanalist olan Dr. Pine eşliğinde analizanın iç dünyasına girebildiğimiz gibi aynı zamanda Vamık Volkan eşliğinde de bir psikanalistin travmalarına, hüznüne, bazen de öfkesine dokunuyoruz.

Bir adamın hayvan katilinden, adım adım hayvan özgürleştiricisine doğru nasıl dönüşebildiğini sinematografik bir roman tadında okuyoruz. Bir anlamda kendi kendisinin katilliğinden kurtulup, kendi özgürlüğüne kavuşmasının hikayesine eşlik ediyoruz.

Yıllarca süren psikanalitik bir çalışmanın tüm aşamalarını görebildiğimiz bu kitapta, ağır psikanalitik teknik ve terimlerin olduğu bir jargonla karşılaşmıyoruz. Fakat yine de bazı terimlerin anlaşılamayacağı ve kafa karıştıracağı riskini ortadan kaldırmak için kitabın arkasında her bölüme özgü dipnotlara rastlıyoruz.

Vamık D.Volkan, kitabı yazma amaçlarından birini şöyle ifade ediyor: “Peter’ın vakasında onun sadece hayvanlara karşı sıradışı saldırgan ve ölümcül eylemler durumundaki motivasyonlarına atıf yapılmaktadır ve o vaka bizi, benzer ya da ilgili ama kendine özgü yanları da olan diğer motivasyonlara, yani toplu halde insan öldürenlerin motivasyonlarına yöneltmeye yardımcı olacaktır.

Özellikle son yıllarda, ülkemizin yönetim tarzında narsisizm etkisini yoğun olarak hissettiğimiz söylenebilir. Bunun dolaylı bir sonucu olarak insan öldürme motivasyonunun bu denli yükselmesi, kitaptaki hayvan avcılığını bir metafor olarak düşünüp, kitabı başka bir gözle de yorumlamamızı sağlayabilir. Ancak bu noktada dikkatli olmakta yarar var; çünkü çabucak ulaşılan tekinsiz bir tanıdıklık hissi oldukça can acıtıcı olabiliyor. Bizden önceki kuşakların yaşadığı travmaların bizi nasıl etkilediği yavaş yavaş ortaya dökülürken, travma üstüne travma biriktirdiğimiz şu hazin günlerde, bunların bizden sonraki kuşaklara nasıl bulaşacağı, onları nasıl etkileyeceği ise başka bir yazıda irdelenebilir.

Tuğçe Isıyel
twitter.com/tugceisiyel

14 Ekim 2020 Çarşamba

Yanmakdır efendim biricik çâresi aşkın: Yaman Dede

"Yüz sürdü hâk-i pâyine çok Müslüman dede
Mollay-ı Rûm görmedi senden Yaman Dede."
- Yahya Kemal

Küçük Selimiye Camii'nin kapısını ardınıza alarak Karacaahmet Mezarlığı'na girin ve on beş, belki yirmi adım atın. Hafifçe solunuzda, asırlık bir servi ağacı göreceksiniz. İşte hemen onun altında eşi Hatice Hanım ile beraber yatmaktadır Yaman Dede. Hakk'ın aşkına tutulduğundan beri yanan, çevresini de o aşkla yakan bir zâtın mezarının bu derece ilgisiz -aşksız da denebilir- bırakılmasının bir sebebi var mı? Muhakkak vardır. Fakat o, yaşarken de ilgiden yana başı hoş değildi. Sevenleriyle ve talebeleriyle daha çok mektup yoluyla irtibat kurmayı severdi. Elini kimseye öptürmez, ola ki biri zorla öperse, ancak kamil bir mürşidinin elinin öpülebileceğini çünkü bütün âlemin kıvrandığı bir kişi varsa onun da işte bu kamil mürşid olduğunu hatırlatan bir yüreği vardı. El ele, el Peygamber'e, oradan Hakk'a. Kainat başka ne için kıvranır, yanar? Dedemizin mezar taşında şöyle yazar: Hüvel Bâki. Mevlânâ Aşıkı Yaman Dede. Hakk'a Kavuşmak İçin İrciî Emrine İtaat Etti.

Dervişlik ne ola? İrciî emrine başını uzata. Başka türlüsü mümkün mü ola? Salih Baba, "Günde yetmiş kez hitâb-ı "İrci'î" den bî-haber / "Fedhulî" sırrından agâh olmayan dervîş midir" diye buyurmuş. Sufiler Hakk'ın günde yetmiş deva kulunun kalbine nazar ettiğini söylerler. Nasıl bir nazardır bu? Fecr Suresi'nin 28. ayetindeki "İrciî ilâ rabbiki" nazarı: Rabbine dön. İşte derviş bu bilinçle yaşamayı göze alana denir ki Yaman Dede de öyle yaşamıştır. Daima Hakk'la, her zaman Hakk'la. Ne yalnızken ne kalabalıklar içinde asla unutmadan. Hem kalple hem dille. Fecr Suresi'nin hemen bir sonraki ayetinde ise Salih Baba'nın fedhulî sırrı dediği başka bir neşe, müjde var. Fedhulî fî ibâdî: İyi, salih, seçkin, kullarımın arasına gir. Demek ki hitabı duyan, şifasını buluyor. Nitekim Yaman Dede de bulmuş. 1887'de Kayseri'nin Talas ilçesinde bir Rum Ortodoks olarak başlayan hikâyesi, Farsça hocası İskilipli Osman Efendi’nin verdiği bir ödev (Mesnevî’nin ilk on sekiz beytini okuma) sonrasında çok başka bir dünyaya kapı aralıyor. Hatta bu ödev yerine getirilirken o kapıdan içeriye giriyor dedemiz. Daha fazla ilgilenmeye başlıyor bu bilmediği -aslında bildiği ama unuttuğu- dünyayla. Arapça, Farsça, peşinden divan edebiyatı ve elbette Mevlânâ. Bir yandan da hukuk okuyup ömründe hep bir yük olarak gördüğü avukatlık mesleğini ediniyor. İstanbul'un iki yakasından da besleniyor. Üsküdar'ı "çaresizlerin sığınağı" olarak görürken haftada iki defa gittiği -kendi sözüyle haftalık haccını eda ettiği- Hazreti Hâlid'i -Eyüp Sultan- "başının tacı" yapıyor. Bir yandan Galata Mevlevîhânesi’nin son şeyhi Ahmed Celâleddin Dede'den, diğer yandan Üsküdar Mevlevîhânesi’nin son şeyhi Ahmed Remzi Akyürek Dede'den Mesnevî okuyor. Ahmed Remzi Dede onun mürşidi. Manevi babalık görevini yaparak Diyamandi'yi Yaman Dede'ye çeviren de o.

İrfan geleneğimizin izini sürmeyi ömür gayreti edinmiş yazarlarımızdan Sadık Yalsızuçanlar, Diyamandi'de Yaman Dede'nin aşk ve çile dolu hayatını anlatıyor. Anlatmak derken, bir yazar olarak müthiş bir beceriyle aradan çekiliyor ve bizi Yaman Dede ile baş başa bırakıyor. Onun çevresinden, hayat hikâyesinden, mektuplarından ve yaşamının merkez noktalarından yola çıkarak, bir talebesiyle olan mektuplaşmasında bizi 'yazan' tarafın hayatına çekiveriyor. Sanki dede mektupları yazarken biz de hemen yanı başında, bir iskemlenin üzerinde, sessiz sedasız dinliyoruz, okuyoruz olup biteni. Hakk aşkının aleviyle bir oturup bir kalktığımız zamanlar oluyor böylece. İllallah değil, eyvallah'ı tercih eden dede gibi zatların yanında durmanın elbette büyük sınavları da var. Gözyaşı, keder, hasret gibi. Çünkü insanın olduğu her yerde her şey var. "İnsanlar üç zümredir: Biri incitmediğin halde incitir, diğeri incitirsen incitir. Üçüncüsü incitsen de incitmez." diyor Anadolu'nun kalbi Ebu'l Hasan Harakânî. Bu söz bizim şiirimizde "Cihân bâğında ey âkil budur makbûl-i ins ü cin / ne kimse senden incinsin ne sen kimseden incinsin" dizeleriyle yer bulmuş ve hatta sufilerin yol aydınlatan nasihatlerinden olmuş. İşte Yaman Dede de öyle bir muhterem. Misafirliğe gitmeyi bile başkasına yük olmak gibi görüyor. Hayattan hiçbir şikâyeti yok. Kimsenin ne yaptığıyla meşgul olmuyor. Bugünün insanı için ne uzak bir gönül yüceliği. Başkalarının makamını, malını, mülkünü dert edinmek kişinin kendi hayatından şikayet etmesinin bir kaçamağı aslında. Kimse bilmez kimin gerçekte neye gönül bağladığını. Abdülkâdir Geylânî sultana binekleri ve serveti sorulduğunda şöyle dermiş: "Atlar gönlüme değil, ahıra bağlı."

Sadık Yalsızuçanlar, kitaptaki mektuplaşma kurgusunu 'bir hayatın izini sürme'den çok öteye taşıyor bu kitabında. Yaman Dede'nin kimlerle tanış olduğu, özel hayatındaki sıkıntılar, talebelerine nasihatleri gibi bugüne çok şey söyleyen sayfalar var Diyamandi'de. Bu sebeple Yalsızuçanlar'ın omzundaki yükün hem çok kıymetli hem de zorlu olduğunu düşünüyorum. Tasavvufun bugün bizlere ne söylediği çok perde arkası ediliyor. Halbuki bir gelenekten söz ediyoruz. Bu gelenek, dededen toruna birçok yolla ulaşmış fakat torun o yolları göremiyor. Bir ruh sıkıntısı, bir garabet var. Yollara taş koyanlar olduğu gibi yol fırlamaları da var elbette. Torunlara yardımcı olmak gerekiyor bu durumda. Yüzlerce yıl önce söylenenlerin bugün için bir şey ifade etmesi, hayatın içinde yer almasıyla mümkün. Romanlar bu yüzden çok önemli. Sırf Diyamandi'yi okuyup hazretin mezarına gidip, "Ey güzel Mevlâm, bize de bu aşktan nasip et!" diye dua etmek bile bir eylemdir, çok büyük bir eylemdir. Çünkü bezginlik ve umutsuzluk bataklığı, en inançlı insanları bile kendine çekebiliyor. Zor zamanlar bitmiyor. Kimimiz eskilerin tabiriyle daha genç yaşlarda gün dolduruyoruz, gönül eğlendiriyoruz. Günün de gönlün de ne kadar kıymetli olduğunu hatırlatan her şeyden uzak düştükçe daha da düşüyoruz. Kul dağılır Allah toplar, bunu unutuyoruz. Hatırlatıcılık görevini üstlenenlerle ilgilendiğimizde hemen bir diriliş başlıyor. Baştan kalbe, kalpten ayağa bir diriliş. Yeniden başlayış heyecanı. Oysa bu heyecan her sabah olmalı. Yarı ölüm denen uykudan uyandığımız her anı nimet bilmeli, eyvallah demeli ve çalışmalı. Gönlümüz ezelden yaralı. O yara sesini işitmemiz lâzım. Yaman Dede ne güzel söylüyor: "Büyüklerimiz ulaştığı mertebeye aklın kör kandiliyle değil, gönül kanadıyla yükseldiler. İçinden yaralı bir gönül sesi gelmeyenden kaçıyorum."

Diyamandi'de başka kimler var? İbrahim EthemYûnus Emre, Niyâzî-i MısrîMuhyiddin İbnü’l-ArabîFuzûlî, Osman Kemâlî BabaAbdülkādir-i Belhî, Ömer Hayyam, Annemarie SchimmelLouis MassignonCelâlettin Ökten, Nurettin Topçu, Halil Cibran, Yahya Kemal, Nazım Hikmet, Şefik Can... Hepsi birbirinden farklı, 'biricik' bu kadar ismi bir arada görmek, her şeyi bir ediveriyor. Öte yandan mektuplardan anladığımız kadarıyla Yaman Dede'nin tarihimize olan ilgisi ve sevgisi de epey yoğun. O, özellikle tarihimizin hazin sayfalarını çevirenlerden. Balkan Harbi, Birinci Cihan Harbi, İstiklal Savaşı ve askerlerin anıları, kederli hatıraları. İnsan kitabı bitirdiğinde kederle neşenin nasıl bu kadar iç içe geçebildiği karşısında şaşırıyor. Bir yanda coşkun bir maneviyat, öte yanda gam, gam ve gam... Yaman Dede de mektuplarında hepimizin, yani tüm 'maske'lerin aynı kaynaktan doğduğunu hatırlatıyor: "Benim melek yüzlü evladım, bir gün sen de anlayacaksın. Hayat ve ölüm yok. İki dünya yok. Hiçbir şey yok. Sadece O var. Hayat rüyadan ibaret. Ölüm bir rüya. Ötesi rüya. Sadece iki dünyayı kuşatan nur var. Hayatı, ölümü, dünyayı, öte dünyayı kaplayan görkemli nur... Başka bir şey yok. Azizim bir gün, varlıkla Hakk'ın arası yoktur, buyurmuştu. Allah, göklerin ve yerin nurudur. Bütün varlığı kuşatmıştır. Boşluk yok. Ara yok. Dara yok. Sadece O var. O'nun sonsuz maskelerinden ibaretiz."

Yaman Dede, iki dünya saadetinin anahtarını talebelerine şöyle dağıtıyor: ibadet ve muhabbet. Her ikisinin de ruhunun aşk olduğunu söylemeye gerek var mı? Bu durumda insanların daima kalplerine, kendi kalplerine bakmaları gerekiyor. Ahmed Avni Konuk'un "Sen başkalarını beğenmiyor ve onların gidişatını eğri görüp teessüfler ediyorsun; biraz otur da kendi hâline ağla ve teessüf et!" nasihati burada mühim ama bir anekdot daha var. Şems-i Tebrîzî, zahirî ilimlerle meşgul olan bir meclise uğradığında talebelere şöyle demiş: "Yaptığınız şey çok büyük, çok güzel ama ne zaman siz 'Kalbim Rabbimden rivayet etti' diyeceksiniz?"

Yetmiş beş senelik ömrümün hülasası şudur evladım, diyor Yaman Dede: Aşk imiş her ne var âlemde... O, Mevlânâ dizeleriyle tanıştığı gün yanmaya başlamış, başka bir âleme gözlerini açmış. Sadık Yalsızuçanlar'ın harikulade eseri Diyamandi'de okuyanın ayaklarını yerden kesecek biçimde anlatılmaya çalışılan 'o âlem'den bizlere bir nefes getirir belki diye, Yaman Dede'nin yazdığı "Yak Sînemi Âteşlere Efgânıma Bakma" kasidesini merhum Emin Işık hocamızdan dinlemenizi istirham ederim. Ne güzel demiş hazret: "Yaşlar akarak belki uçar zerresi aşkın / ateşle yaşar yaşla değil yâresi aşkın."

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

13 Ekim 2020 Salı

Bir çöküşün romanı: Osman

Ayfer Tunç’un son romanı Osman eylül ayında okuyucusuyla buluştu. Can Yayınları'ndan çıkan kitap 504 sayfadan oluşuyor, yazar her zamanki gibi güzel bir kurgu ve üslupla size bu sayfaları hızlıca okutuyor.

Kitabın adı, romanda da bahsi geçen ana karakterimiz elbette: Osman. Öyle güçlü bir karakter ki kitaba tek başına ismini verebiliyor. Bu da yazarın yarattığı karaktere ne denli güvendiğinin göstergesi. Elbette anlatı boyunca tek bir karakteri, onun iç dünyasını, yaşamın farklı zamanlarındaki gelişimini göstermesi de bu isimde önemli bir etken. Öte yandan Ayfer Tunç kitaplarının en sevdiğim tarafı, anlatıyı 3-5 karakterle sınırlandırmaması, ana karaktere dokunan herkesi anlatının bir parçası haline getirmesi. Üstelik bunu öyle büyük bir ustalıkla yapıyor ki siz o yan karakterleri de unutmuyorsunuz. Yol boyunca aklınızda kalıyor, kitabın ilerleyen sayfalarında tekrar karşınıza çıktığında daha ilk sayfalarda okuduğunuz o karakteri hatırlıyorsunuz. Hatta yarattığı tüm bu karakterlere de öyle değer veriyor ve özeniyor ki istense o karakterlerin bile ayrı ayrı öyküleri, romanları yazılabilir.

Osman’da da yine karşımıza çok fazla karakterle geliyor Ayfer Tunç. Her biri de romanın akışında vazgeçilemez unsurlar gibi, birini çekseniz o kurgu yıkılacak sanki, her biri Osman’a öyle güçlü bağlı. Bu karakterlerden biri de Şebnem. Şebnem’i biz, yazarın daha önce yayınlanmış Kapak Kızı ve Yeşil Peri Gecesi kitaplarından tanıyoruz. Osman’ı da öyle aslında. Daha önce Şebnem’in kocası olarak görmüştük, burada onun dünyasının derinliklerine iniyoruz. Bu bahsedilen kitaplar bir üçleme gibi okunabilir ama hepsinin birbirine bağlı olduğunu da düşünmemek gerekir. Kurgusal anlamda bir devam söz konusu değil. Her biri bağımsız olarak da ayrı ayrı okunabilir kitaplar. Hatta Ayfer Tunç bir söyleşisinde önce Osman’ı ardından Yeşil Gece Perisi’ni okumanın, Osman’ı tanımak ve içinde bulunduğu koşullarda değerlendirebilmek için faydalı olabileceğini söylüyor. Ben, yazımın genelinde Osman’ı bağımsız bir kitap gibi değerlendirmeye başladım, öyle de devam edeceğimi belirteyim.

Bir romandan beklediğimiz şey, klasik anlamda bir giriş bölümü, ardından olayların zirve yaptığı bir düğüm bölümü ve okuyucuya oh dedirten bir sonuç bölümüdür. Ayfer Tunç, Osman’da bu yapıya da kafa tutuyor gibi. Zira anlatı boyunca belirgin bir zirve bölümü söz konusu değil. Bilakis anlatının tonu kitap boyunca aynı seyirde devam ediyor. Yazar, buna rağmen okuyucusunu kitaba tam anlamıyla bağlıyor. Merak duygusunu zirvede tutmayı başarıyor. Üstelik sadece ana karakterimiz Osman’ı değil, kimi zaman Gazi’yi, kimi zaman Gün ve Kubilay’ı, kimi zaman babası Necmi Bey’i de merak ederken buluyorsunuz kendinizi.

Yapısal olarak da farkları var bu kitabın. Örneğin belirgin bir anlatıcı yok kitapta. Osman’ın günlüklerini okuyoruz. Haliyle üslubun ağır olduğunu söyleyemiyoruz. Aksine, bir insan günlüğüne yazarken nasıl sanat yapma güdüsünden uzak, samimi ve içtense, bu kitap da öyle. Ben anlatıcının olması ve günlük gibi bir aracın kullanılması, Osman’ı önyargısız, olduğu gibi ve bazen de empati kurarak tanımamızı sağlıyor. Günlük dışında bir de röportajlar var. Osman’ın ölümünün ardından onun hayatına değmiş herkese dokunan bir gazeteci. Osman’ın öyküsünü yazabilmek için çıkmış bu yola. Dolayısıyla bizler, kendi dilinden Osman’ı dinlerken, çevresindekilerin de ona nasıl baktığını görebiliyoruz. Böylece Osman’ı kendi günlüklerinden tarafsızca dinlerken, etrafındakilerin bakış açısıyla karakteri derinleştirebiliyor, eleştirebiliyoruz.

Yapısal anlamda Osman’a değindikten sonra biraz da içeriğine değinmek istiyorum. Edebiyatın ana konularından biri olan erkek çocuğun babayı öldürmesi ya da babanın altında yok olması sorunu bu kitapta da karşımıza çıkıyor. Osman, babası Necmi Bey’i, Necmi Bey de kendi babasını öldürmeye çalışıyor anlatıda. Necmi Bey bunu içten içe belki de utandığı babasına yeni bir öykü yaratarak yapıyordu:

Senin öyküne göre Kastamonulu, köklü bir ailenin tek erkek evladı olan baban dönümlerce çiftin çubuğun başına geçmesini isteyen dedene, ben burada kalıp körelmek değil, önemli işler başarmak istiyorum diye isyan ederek İstanbul’a gelmiş, bir Yahudi dostunun önayak olmasıyla ayakkabı işine girmiş ve küçük bir imalathaneden büyük bir deri işleme fabrikası yaratarak memleket sanayisine çok önemli katkılarda bulunmuş, değerli bir adamdı. Oysa anne tarafımın sitem ve nefret karışık bir tonla anlattıklarına göre yoksul bir köy çocuğuydu senin baban. Kurtuluş Savaşı sırasında yaşıtları cephede çarpışırlarken samanlıklarda saklanan bir asker kaçağıydı.” (syf. 186)

Osman ise babasını defalarca mecazen öldürmeye, en sonunda ise farkında olmadan da olsa gerçekten öldürmeye sebep olsa da o, babasını yenememiş, onun gölgesi altında sürekli ezilmiş bir adam. Annesini kaybettiğinde yaptığı ilk iş mirastan kendine düşen payı alarak baba evinden ayrılmak oluyor. Babasına ilk okutunu atıyor böylece ama aslında bu oku atan Osman değil. Osman’ın avukat olan bir akrabası zira Osman’ın böyle bir adım atmayı göze alacak cesaretinin olmadığını anlatı boyunca görüyoruz. Bunun gibi restleşmeler devam ediyor ancak asıl öldürme daha sonra gerçekleşiyor. Babası hasta olduğu bir gece Teoman’a (Osman’ın kardeşi, babasının aramalarda ilk tercihi) ulaşamayınca Osman’ı arıyor. Osman ise uykusuz ve yorgun, biraz uyuyup giderim, ne olabilir ki diye düşünüp uykuya dalıyor. Sabah bir telefonla uyanıyor, babasının ölüm haberi geliyor. Bu ölüm karşısında son derece duygusuz, bu hali kitapta şöyle ifade ediyor:

Aslında vicdan azabı duymak istiyorum baba, gerçekten. Seni öldürmüş sayılırım çünkü. Ama öyle garip ki sözcükler, BABA, VİCDAN, ÖLÜM, hepsi ANLAMSIZ sesler gibi geliyor.” (syf. 200)

Tabi aslında Osman’ın babasını (hatta hiç kimseyi) öldürecek cesareti de yok. Bu olay tamamen tesadüften ibaret. Ancak Osman, babasını hiç sevmediği ve belki de içten içe bu cinayeti istediği için katil rolünü bir hırka gibi kolayca üstüne giyiyor. Bu ölüme rağmen babasından kurtulamıyor insan. Bir insanın öldükten sonra bile etkisi devam ediyorsa, kişi iç dünyasında hala hesaplaşıyorsa, iç sesinde onun sözlerini tekrar ediyorsa, o babaya ölmüş denebilir mi?

Bir başka noktadan Osman romanı, bir entelektüelin çöküşü ve bir ağustos böceğinin anlatısı gibi de okunabilir. Osman, son derece varlıklı bir ailenin içine doğmuş, hayatı boyunca bir şeyi alabilmek için parayı dert etmemiş. Aslında kitabın ilk yarısında karşımıza çıkan arkadaş çevresi de böyle. Biri yalıda doğmuş, ünlü bir cerrahın oğlu, bir diğeri başarılı bir mühendisin çocuğu gibi. Ancak burada bahsedilen babaların yaptığı bir şey var: bu parayı elde edebilmek için çalışmak. Osman ise annesinin ölümü ile birlikte kendi payına düşen parayı alarak, kendi hayatını kurmak, kendi ayakları üzerinde durmak isteyen bir mirasyedi. Ataların sözü tecelli ediyor Osman’ın yaşamında: hazıra kar dayanmıyor. Öyle ki karısı Şebnem’in başka bir adamla olma şüphesini bile göz ardı edebilecek duruma geliyor çünkü artık meteliğe kurşun atıyor, artık çaresiz. Böylesine edilgen ve işe yaramaz bir eş karşısında romanda bombayı patlatan da Şebnem oluyor ve böylece Osman’ın çöküşü ivme kazanıyor. (Şebnem’in hikayesini merak edenler için tekrar edelim, Yeşil Peri Gecesi kitabını okuyabilirsiniz.) Osman aslında başarılı olabilirdi, iyi okullarda okumuştu, network’ü ailesi sayesinde oldukça genişti, iyi bir üniversitede eğitim alıyordu, dil biliyordu, sanattan anlıyordu, babası onu iyi bir şirkete yerleştirmişti ve CEO’dan torpilliydi. Günümüzde bunlar sıradan nitelikler olabilir ancak anlatının geçtiği yıllarda her biri insana müthiş bir başarı ve varlık getirebilecek özellikler. Ancak Osman bunları kullanmayı bilmiyor, bunlardan faydalanmıyor, bir besteci, müzisyen olmak istiyor. Bu hayali için de çabaladığını göremiyoruz Osman’ın ne yazık ki… İsteği bir hayal olarak kalıyor. Her şeyin hız kazandığı günümüze doğru gelirken de Osman’ın saydığımız nitelikleri artık değerini yitiriyor. Onun sevdiği sanat, popüler kültür altında eziliyor, Osman ise çağa ayak uyduramıyor. Yok oluyor Osman.

Kitabı üçlüden bağımsız bir roman gibi okuduğumuzda, açık kalan bazı noktalar var. Osman’ın intihar mı ettiğini yoksa doğal olarak mı öldüğünü öğrenemiyoruz. Şebnem’in her şeyi daha da kötü hale getiren bombanın pimini neden çektiğini ve şu an nerede, ne yaptığını hatta yaşayıp yaşamadığını bile bilmiyoruz. Ancak bu açık kalan bu noktalar, özellikle tanrısal bir anlatıcının olmaması nedeniyle bizi asla rahatsız etmiyor. Aksine anlatıya güç katan, inandırıcılığını arttıran bir etki bırakıyor muhatabın zihninde.

Osman, Ayfer Tunç’un hem yapısal anlamda hem de içerik anlamında başarısına başarı kattığı bir eser. Son derece sade bir günlük dili ile, bir röportaj ile bizi nasıl kurguya bağlayabileceğinin ispatı. İçeriğin katman katman, bambaşka perspektiflerden nasıl okunabileceğinin göstergesi. Geçmişten günümüze farklı sosyal çevrelerin yaşantılarına konuk olabileceğimiz, biraz Nişantaşı camiasının biraz da Türkiye’nin durumunu gözlemleyebileceğimiz, içinde hem gündelik yaşamların hem sanatın ve sanat çevresinin hem siyasetin ve iktidarın yer aldığı muazzam bir eser.

Feyza Gönüler
twitter.com/FeyzaGonuler

Medeniyet ruhumuzun acı kaybı: Bursa

Bursa dendiğinde gönlümüze hangi kelimeler düşer? Osman Gazi, Orhan Gazi, Ulu Cami, Türk evleri, dergâhlar, mezar taşları, mahalleler, bayırlar, kaldırımlar ve yeşil. Yaşadığı coğrafyaya ve geçmişe kendini uzak tutmamış bir insanın evvela bu kelimeleri düşlemesi elzemdir. Coğrafyamızın ruhaniyeti, maneviyatı, insaniyeti en yoğun şehirlerinden biri olan Bursa, herkesin malumudur ki betonlaşmadan kendine düşen payı aldı.

Üslubuyla, estetiğiyle, ahengiyle yalnız bizim için değil batıdan doğuya şehirle ilgilenen herkes için bir ilham kaynağı olan Bursa'nın bozguna uğraması çok yeni değil. Bozgun, tekkelerin kapatılmasıyla başladı. Asırlarca insanımız için güzellik terazisi işlevi görmüş tekkeler ya farklı işler için kullandı, ya kaderine bırakıldı ya da yıkıldı. Bu vaziyetin hemen peşinden asırlık asalet ve zarafet timsali eserlerimiz de göz göre toprak oldu. Ancak nice şehrimizde olduğu gibi Bursa'da da bir gönül eri canını dişine taktı, birçok eserin kaybını önledi ve hatta fiilen tamirinde bulundu. Eşrefoğlu Rûmî Hazretleri'nin torunlarından Mehmed Safiyüddîn Erhan Beyefendi, Bursa'daki 'eser kurtarma' gayretlerinin tümünü bir kitapta topladı: Bir Zamanlar Bursa'ydı.

Sufi Kitap tarafından Mart 2016'da neşredilen eser ciltli, fotoğraflı ve evladiyelik cinsten. 272 sayfalık bu eser tabir-i caizse can acıtıyor. Televizyon dizilerinden reklam panolarına, belediyelerin kültür faaliyetlerinden futbol takımlarına kadar geçmişini her fırsatta ululayan bizler, nasıl oluyor da koskoca bir payitahtın vedasına göz yummuşuz? Neler yitip gitmiş ve neler son anda kurtarılmış? İlk sayfasından son sayfasına insanın göğüs kafesini zorlayan, üstelik bunu yaparken de o asırlık iklimin dilini, üslubunu ve şahsiyetini kalemiyle, fotoğraflarıyla bizlere hatırlatan büyük gönül eri Mehmed Safiyüddîn Erhan Beyefendi'ye borcumuzun ne olduğunun ispatıdır bu kitap. Maalesef bu borç, ödenebilecek bir borç da değildir. Biraz utanabiliyorsak, biraz vicdanımız sızlıyorsa ne âlâ...

Safiyüddîn Erhan Beyefendi, Bursa'nın en eski ahşap tekkelerinden birinde yetişmiş. Pederi, Tarîk-i Kâdiriyye'nin Eşrefiyye kolunun son postnişini. Dolayısıyla kendileri de nesiller boyu Türk tasavvuf ve vakıf geleneğini sürdürmüş Numaniyye Dergâhı'nın son temsilcisi. Düşünün ki bir restoratör bu iklimde yetişiyor. O kadar nadirattan bir durum ki işte kitap aslında muazzam tahsilin neticelerini anlatıyor. Elbette Safiyüddîn Erhan Beyefendi'nin yaşadığı zorlukları, çaresizlikleri ve yenilgileri de. Peki nerelerde emekleriyle iz bırakmış, nerelerin bedbaht vaziyetine şahitlik etmiş? Birkaçı şöyle: Yeşil Camii, Ulu Camii, Şihabüddin Lâla Şahin Paşa Külliyesi, Deveciler Kabristanı, Emir Sultan Külliyesi, Seyyid Usûl Dergâhı, İznik Eşrefzâde Âsitanesi, Üftâde Hazretleri Külliyesi, Bursa Mevlevihanesi, Niyâzî-i Mısrî Asitânesi, İsmail Hakkı Bursevî Dergâhı ve Hikmetîzâde Tekkesi, Karabaş Dergâhı, Şabanî Dergâhı, Nakkaş Ali Paşa Zaviyesi, Selâmi Dergâhı, Karagâdi Dergâhı, Pars Bey Türbe ve Zaviyesi, İlâhizâde Zâviyesi, Süleyman Çelebi Hazretleri Türbesi.

Bina edilmiş her şeye zevk-i selimlerini nakşetmiş eskiler şüphesiz ki taştan ahşaba kadar hiçbir eseri cansız bir varlık olarak görmemiş, onların sesini ve nefesini hayatlarına bir ahenk unsuru olarak işlemişlerdi. Bu sebeple yaptıkları her eser benzersiz bir estetiğe, üsluba sahipti. Onlara bakan bir daha bakmak ister, yanlarına ve çevrelerine bu nispeti bozmayacak yenilerini eklerlerdi. Anlatmaya gayret ettiğim bu ortam kendini en güzel biçimde Bursa'da insanlığa sunmuştur. Bunun için Abdülbaki Gölpınarlı, Bursa'yı "tarihi dile getiren, bir devleti kuran, derdini dermanıyla beraber bağışlayan, varlığı yıkayan, arıtan" bir şehir olarak görür. Bunun için Hasan Ali Yücel, Yaradan ve insanın birbirine en çok ve en derinden karıştığı yer için Bursa der. Ona göre Bursa'nın ölüleri insana diri gelir. Sadece onun için değil, Bursa'nın manevi lezzetini tatmış herkes için. Peki Bursa denince akla muhakkak gelmesi gereken bilge mimarımız Turgut Cansever ne der? Buyurun: "Bursa, narinliğin yanında vakarın ve yüceliğin yaşandığı şehirdi, insanlığa Osmanlılar tarafından hediye edilmiş cennetti."

Mehmed Safiyüddîn Erhan Beyefendi, Bir Zamanlar Bursa'ydı kitabında ne bu sütuna ne de sayfalara, kitaplara sığdırılamayacak bir büyük hikâyeyi anlatıyor. Bursa'nın nereden gelip nereye gittiğine hepimizi tanık tutuyor, herkesin bu dertten nasiplenmesini istiyor, iyinin ve güzelliğin kaybı karşısındaki endişesine bizi de ortak kılıyor. Kitabın medhal yazısındaki şu sözler, hepimizin durup silkelenmesine vesile olmalıdır, pür dikkatle okuyalım lütfen: "Üslûp ve asaletinden zevk aldığımız değerlerimizden gelecek nesillerin de bozulmamış asli örneklerini görerek istifade edebilmelerine ilavede bulunabilmek için en güzel senelerimizi bu eserlerin tamirinde fiilen çalışarak değerlendirme gayreti içinde olduk. (...) Bu kabil çalışma ve takiplere dinî ve millî hislere sahip bütün sanatseverleri davet ederek içerisinde bulunduğumuz vahim gidişâtı tespitle tarihe mal ediyoruz."

Bu yazıya nasıl bir son vermem gerektiğini düşünürken bir Bursalı olarak çok zorlandığımı belirtmek isterim, tıpkı yazıya konu ettiğim kitabı bitirirken olduğu gibi. Baktım ki gönlüm ve dilim işin içinden çıkamıyor, Hasan Ali Yücel'in Bursa'yı kendince anlattığı, Bir Zamanlar Bursa'ydı kitabının fakir için en sarsıcı metninden bir paragraf imdadıma yetişti. Mehmed Safiyüddîn Erhan Beyefendi'ye en içten selâmlarımı ve hürmetlerimi sunar, sizleri şu nefis cümlelerle baş başa bırakırım: "Bursa benim için bir "dış" değil bir "iç"tir. Zevksiz eller ona kıyabildiği kadar kıysın, gözümde ve gönlümde hiçbir değeri değişmez. Bu yurt bucağı, bu vatan köşesi, her vakit yüreğimdedir. Bursa, hakikati hayal yapan kutsal bir diyardır. Bursa, bir coğrafya gerçeği olmaktan çok bir tarih, hattâ tarih olmaktan da ileri bir şeydir. Bursa, Türklüğün, Konya gibi, beşiklerinden biridir. Her Türk, biraz Bursa'da doğar, onun için Bursalı olmayan Türk yoktur; diyebiliriz."

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

9 Ekim 2020 Cuma

Acıdan ve hüzünden korkmadan bağımsız ve bilgece bir huzura kavuşmak

Her görüş değerlidir. Bize en kabul edilemez gelen ya da sınırlarımızı fazlasıyla zorlayanlar da dahil olmak üzere bütün görüşler, insanın karşı konulamaz zihinsel işleyişinin zorunlu sonuçlarıdır. Bize değersiz ya da hassasiyetlerimize saldırı gibi gelen görüş ve düşüncelerse aslında çoğu zaman henüz düşünce haline gelememiş, üzerinde yeterince düşünülmemiş, öfkesine yenik düşmüş duyguların düşünce gibi gösterilmesi ya da görülmesinden kaynaklanır.

Yeterince iyi işlendiğinde, yeterli zihinsel emek ve çaba sarf edildiğinde her görüş ve düşünce, içeriği ne olursa olsun aynileşir çünkü; bizi kızdırmaktan ve öfkelendirmekten önce düşündürür. Diğer bir ifadeyle, herhangi bir düşünce ya da görüş bizi üzerine düşünmekten önce kızdırıyor ya da öfkelendiriyorsa henüz düşünce katına ulaşamamış demektir. Ya da biz henüz zihinsel bir üretimi, gereği gibi alıp işleyecek düzeyde değilizdir.

Gerçek bir düşüncenin, bizi düşündürdükten sonra kızdırıp öfkelendirmesinde ise hiçbir sakınca yoktur. Bu bizim, henüz o düşünce ya da görüşle baş edecek bir yetkinliğe ya da donanıma sahip olmadığımız anlamına gelir. Gerçek bir düşünceyle karşılaşmak sevebileceğimiz yeni biriyle karşılaşmak gibidir çünkü ve buradaki öfke, birini sevmemek için kendimize engel olmaya çalışmak türü bir çatışmanın tezahürüdür. Hayranlık karşı konulamaz bir duygudur ve en çok düşünce, hayranlık uyandırıcıdır. Açığa çıktığı yerde hayranlık da kaçınılmazdır.

Bunları düşünmemin sebebi, André Comte-Sponville’in yakın zamanda İletişim Yayınları’ndan çıkan Hayat Yaşamaya Değer kitabındaki görüşleri, tarzı ve kendi düşüncelerine olan sevgisi. François L’Yvonnet ile yapılan söyleşilerin toplamından oluşan kitap, özellikle bizim gibi ülkelerde tartışılamaz addedilen ne varsa tartışılabileceğini ve her fikrin neden ve nasıl değerli olabileceğini göstermesi bakımından derslerle dolu. Özellikle de bizdeki temel sorunlardan birinin ötekinin duygu ve düşüncelerini anlamak yerine hiçe saymak ve en ufak bir çaba sarf etmeden kolayca alt etmek için karikatürize ederek değersizleştirmek olduğu düşünüldüğünde, Comte-Sponville’in kitabı, Müslüman mahallesinde salyangoz satılamayışının yarattığı eksikliği anlamamız açısından hayli kritik bir önem taşıyor. İnsana keşke satılsaydı dedirtiyor!

Hayat Yaşamaya Değer, felsefe yapmanın gerçekte ne olduğunu da çok iyi anlatan bir kitap. Bu derslerin en çarpıcıları ise herhalde ateizm, materyalizm ve komünizm üzerine olanları. Gerçi pek çok başka başlıkta oldukça çarpıcı ve bir an duraklamadan anlayamayacağınız derinlikte çok değerli görüşleri var. Örneğin, ‘Filozof Olmak’ başlıklı ilk bölümde nasıl filozof olduğunu anlatırken Malraux’un “Resim yapmak müzelerde öğrenilir.” sözüne atıfla kendisinin de felsefeyi felsefe kitaplarından öğrendiğini yazar; “Büyük filozofları okuyarak, tekrar tekrar okuyarak ve onlar üzerine derin derin düşünerek…” (s.9). Filozof olmak için düşüncelerle karşılaşmak ve onlara hayran olmak, tutkuyla bağlanmak gerekir.

Bu cevap üzerine, L’Yvonnet’in “Ancak herkes felsefe okumuyor…Kişisel olarak sizi felsefeye iten neydi?” sorusuna verdiği cevap bütün kişisel hikâyesinin özeti gibidir: “Yaşamdaki zorluklar, düşünme tutkusu…” (s.9). Ne kadar da evrensel bir cevap! Yaşamdaki zorluklarla baş etmeye çalışmadan ve düşünme tutkusu olmadan düşüncenin de olamayacağını da anlıyoruz buradan. En azından ben öyle anlıyorum. Kolay yaşamlardan düşünce de çıkmıyor tutku da.

Kolay yaşam nedir peki? Kolay yaşamın en basit tarifi, sizin hayatınız üzerinde başkalarının belirleyici olmasına izin vererek yaşamak. Kolay yaşam! Bırakın sizin yerinize başkaları düşünsün, başkaları üretsin ve başkaları belirlesin. Uyun ve itaat edin! Herkes gibi olun! Geleneklere bağlı kalın, söyleneni yapın, en bilindik yollardan gidin ve size benzeyenlerle birlikte hareket edin. Ne kolay yaşam! Zorlukları (ve tabii ki tutkuları da!) alınmış bir kolay yaşam cemaati…Kısaca, kendisini düşünce adamı yapanın böyle bir yaşamda olmayan iki şey olduğunu söylüyor Comte-Sponville: zorluklar ve tutku (bunlar aynı zamanda bizim gibi ülkelerde gençlere tavsiyeler vermeyi pek seven kitaplarda da en az bulunan şeylerden değil midir?).

Comte-Sponville, bugünkü düşüncelerdense bugünü var eden geçmişin düşüncelerine gitmeyi tercih eder. Klasikleri ve “büyükleri” yeğler. Düşüncenin, yenilikten çok birikim olduğunu ima eder. Kendi ülkesini ve dünyanın pek çok yerini teslim almış bir “şimdiciliğe” karşı çıkar. “Düşünme tek başına gerçekleşemez ya da bomboş bir levhadan hareketle de mümkün değildir. Başkalarıyla ve başkalarına karşı düşünürüz ve bunların çoğu, örneğin büyük yazarlar, uzun zaman önce bu dünyadan göçmüştür. Bu bize çağdaşlarımızla tartışmalardan, küçük ego uyuşmazlıklarından kurtulma imkânı da verir! Aristoteles veya Epikuros’tan, Montaigne ve Pascal’dan, Spinoza ve Kant’tan alıntı yapmak, bugünün düşünce çalışmasının içine uzun erimli bir ruhu dahil etmektir. Bu şimdiki modanın, daima yenilik arayışının, ‘şimdiciliğin’ tam tersidir; ki bunların entelektüel ve sanatsal hayatımıza çok zararı dokunmuştur.” (s.22).

Biraz “eski kafalı” bir adamdır Comte-Sponville. Sinemayı büyük sanat olarak görmez. Hatta, “küçük sanat” diye niteler. Sinemanın haksız ve abartılı bir statüye sahip olduğunu belirtir ve “Ben sanatta kendini tek başına ve yalnız ifade edenleri severim” diyerek noktayı koyar. Bu kadar açık ve net konuştuğu için de özür dileyerek “mış gibi yapamadığını” söyler. Düşünce, mış gibi bir şey değildir çünkü. Ya, tam olarak düşünce haline gelmiştir ya da gelmemiştir. Arası ve birazı olmayan bir üretim biçimidir. Bu netlik, sertlik de getirir beraberinde. Sözünü sakınmaz. Örneğin, bizde de epeyce rağbet gören bir “düşünür” olan Cioran için, “Parlak bir yazardır, ama filozof tarafı yok denecek kadar azdır. Kavramlardan ziyade kelimelerle çalışır.” (s.41) deyiverir.

Hayran olduğu Montaigne’in Denemeler’i için söyledikleriyse onun ölümsüzlüğünün sırrını verir: “Denemeler’in yarısı felsefe, yarısı edebiyat değildir. Şayet böyle olsaydı Montaigne’in vasat bir filozof ve kötü bir edebiyatçı olmasından korkulurdu. Hayır, Denemeler’in tamamı felsefedir, tamamı edebiyattır…” (s.45). Üç büyük hayran olduğu isim, Montaigne, Pascal ve Spinoza’dır.

Asıl onu ilginç ve önemli hale getiren düşüncelerine gelirsek, örneğin materyalizmle ilgili söyledikleri fazla bilindik gibi gelse de son derece önemli ve derindir. Her iyi fikir gibi bilindik zannederken düşündükçe farklılaşan anlamları içkindir. Materyalizmi işte böyle tartışmak gerekir dedirten türdendir söyledikleri: “Felsefi anlamda materyalist olmak, her şeyin madde ya da maddenin bir ürünü olduğunu, maddi olmayan hiçbir gerçeğin (ne ruh, ne akıl, ne de fikirler) olmadığını düşünmek demektir. Açıkçası bu durum, düşünce diye bir şeyin var olmadığını (materyalizm bir düşüncedir) veya ideallerimizden vazgeçmemiz gerektiğini…ima etmez; lakin fikirlerin ve ideallerin ancak ikincil ve belirlenmiş bir gerçekliğe sahip olduklarını düşünmeye zorlar. Örneğin adalet, ‘kendi kendine bir şey değildir’ der Epikuros; o bizim şekillendirdiğimiz bir fikir, amaçladığımız bir ideal, bazen başımıza gelen bir deneyimdir (sık sık olumsuz olsa da). Dolayısıyla bir varlık ya da mutlak değil, bir düşünce ya da arzunun bağıntısıdır -oluşumunun biyolojik, sosyal, tarihsel…koşullarıyla bağlıdır…yalnızca bireyler gerçektir; genellikler ya da soyutlamaların ancak ikincil bir mevcudiyeti vardır -ancak dil sayesinde ve dilde vücut bulurlar” (s.60).

Felsefi anlamda madde ise, düşüncenin dışında ve ondan bağımsız olan her şeydir. Diğer bir deyişle, var olması için düşünmek zorunda olmadığımız her şey. Materyalist olmak, pratikte imkânsız olsa bile fiziğin her şeyi açıklayabilir olduğunu düşünmektir. Adalet, eşitlik ve özgürlüğü iyi ve yüce değerler oldukları için arzulamayız, arzuladığımız için iyi ve yüce olurlar. Hakikat, geçerli olmak için bize ihtiyaç duyar. Rasyonalist olmak, irrasyonel olanın var olmadığını düşünmektir. Yani, aklın her şeyi açıklayabilir olduğunu kabul etmektir.

Comte-Sponville’ye göre hayatta yaşadığımız acıların ve mutsuzluğumuzun başlıca kaynağı ummaktır. Ummak, elimizde olmayan koşullardan medet ummaktır ve her zaman acı vericidir. Genellikle zaaflardan ve zayıflıklardan kaynaklandığı için güçlendirici de değildir. O nedenle, bilgeliğe giden yol, ummamaktan geçer. Ummamak Budizm’deki arzusuzluk da değildir. Arzu vardır ama meçhul bir geleceğin dışımızdaki koşullarına değil elimizdeki imkânlara bağlanmıştır. Acı, üzüntü ve hüzün ise zannedildiği kadar kötü ve mutsuzluk verici değildir. “Gerçek bir üzüntü, sahte bir sevinçten iyidir. Belki de ‘felsefeyi ‘kişisel gelişim’den ayıran budur; bu ikisi bazen birbirine karıştırılıyor…hoş olmayan veya kaygı verici olabilecek her şeyden kaçma söz konusu olmadığı gibi en kısa yoldan mutluluğa ulaşmak da söz konusu olamaz. Felsefe ne teskin edici ne de mutluluk veren bir şeydir.” (s.147).

Ateizm ve komünizm üzerine görüşlerine kısaca değinmeden küçük bir parantez açarak, evcil hayvanlarla olan ilişkimize dair görüşlerine yer vermezsek çok eksik kalabilir. Onun için evcil hayvanlarla ilişki kurmama, “farklı bir sevgi deneyimi eksikliği, radikal öteki ile yaşama eksikliği”dir (s.87). Söylemek lazım ki radikal ötekiyle yaşama eksikliği ise pek çok başka toplumsal eksikliğin kökündeki neden olduğundan, hayvan sevgisi aslında bize hiç benzemeyeni sevebilmenin eşsiz bir deneyimidir ve en çok insanlar için gereklidir.

Ateizmle ilgili görüşlerinin ise en kısa özeti, ummamak ve ümit duymamaktır. Gelecekten ve bilinmezliklerden ümide kapılmama, dünyanın acılarını dünyada bırakma, insanlara yani kanlı canlı maddi olarak var olan bireylere tutunarak yaşamadır. Bununla birlikte, hümanizm onun için bir din değil bir ahlaktır. Ateizm ona göre insanın korkularından kurtulmadır çünkü ümit etmek her zaman için korkuyla karışık bir beklenti halidir. Comte-sponville için “Dikkatten, odaklanmadan başka ibadet yoktur.” (s.113).

Komünizmle ilgili görüşlerini, oldukça yakınında bulunduğu Louis Althusser’le olan bir konuşmasından hareketle anlatır. Hayli güzel ve anlamlı bir konuşmadır bu. Şöyledir: “Bir gün, siyasetten söz ederken, ‘komünizm’ kelimesini telaffuz ettiğini duydum. Partiyi [Fransız Kominist Partisi] birkaç yıl önce terk etmiştim. ‘Hâlâ inanıyor musun?’ diye sordum. ‘Ben inanmıyorum, Louis, o hikâye artık bitti…’ dedim. Bana verdiği yanıtı asla unutmayacağım: ‘Komünizm sosyal ya da politik bir sistem olarak, evet, elbette bitti. Ama sadece o değil ki! Temelde, komünizm nedir? Tüm ticari ilişkilerden kurtulmuş insan ilişkileridir. Bak, seninle benim aramda: Bana satacak veya benden satın alacak hiçbir şeyin yok, benim de senden satın alacağım ne de sana satacağım bir şeyim yok. Seninle benim aramda komünizm burada ve şimdi!’

Bu dura dura, sindire sindire zevkle okunan kitap, en sevmediğimiz fikir ve görüşlerin neden ve nasıl sevilebilir olduğunu anlamak açısından çok değerli geliyor bana. Ötekiyle kuramadığımız ilişkilerimizi anlamak, kolay hayatlardan vazgeçip acıdan ve hüzünden korkmadan, bağımsız ve bilgece bir huzura kavuşmak açısından da bulunmaz düşüncelerle dolu.

Hayatı yaşamaya değer yapan şeyin tam da korkularımızdan kurtularak hakikate kendimizi açmak ve bunu yaparken en büyük yardımcımızın en karşı olduğumuz düşüncelerden öğrendiklerimiz olduğunu bilmek için zorunlu bir okuma.

A. Erkan Koca
twitter.com/ahmeterkankoca

8 Ekim 2020 Perşembe

Onat Kutlar bir şenliktir

Yeniden giriyorum yazıya. Ülkeme, çocukluğumun kentine döner gibiyim. Kâğıtların ak denizine, esinlerle ürperen çayırına harflerin, anlamın derin vadilerine, kitapların kalabalık sokaklarına… Doyulmaz bir rahatlık, güven. Kendi dilimi konuşuyorum çünkü. Küçük bir kaygı yok değil. Müsrif oğlunu nasıl karşılayacak yazının pîri?

Tam on yedi yıl sonra, İshak’ın ikinci basımının ön sözüne böyle yazmış Onat Kutlar. One For The Road şiirinin son mısralarında ise “Hiçbir şey yazmaksızın, nicedir / geliştirilemeyen bir şiir / yaşam tutkusu” diye dillendirmiş yazıya verdiği uzun soluklu molaları. Zaman zaman yazıya küsse de dostlarının teşvik edici tutumu, aradan geçen onca yıla rağmen, kaleme kâğıda aynı hevesle sarılmasına vesile olmuş. Yazıdan uzak kaldığı dönemlerde ise yazdıklarını yayımlatma düşüncesinde olmadığını yine kendi ifadelerinden öğrenmekteyiz. İshak’ın Ülkü Tamer’in ısrarlı teşvik ve gayretleri neticesinde tekrar okurla buluştuğunu bilmek, yayımlatma konusundaki isteksizliği bir kez daha göstermesi açısından önemlidir.

Çocukluğunu Gaziantep’te geçiren Kutlar için bu şehir önemlidir. Şehri tanıma ve şehrin insanını anlamaya uğraşı, öykülerine hem tema hem de dil yönüyle yansır. Bilhassa İshak’taki öykülere bu minvalde bakılması, Antep’in, dahası Anadolu’nun bir fotoğrafı olması yönüyle önemlidir. Sofrada ezanı bekleyen oruçlular, akan bir çatı ve kiremitli suyun doldurduğu çanak çömlekler, sedirler, duvarlara gerilen küçük halılar, kahveler, at cambazları, sele karışan buğdaylar, ölümler, ölümün düştüğü evler… Hep bir Anadolu fotoğrafı sunar okuyucusuna. Bu yönüyle Kutlar’ın burnunun ucundaki gerçekliği anlatan bir yazar olduğunu söyleyebiliriz. Ancak bu, tıpkı büyülü gerçekçilikte olduğu gibi, değiştirilmiş bir gerçekliktir. Günlük hayatın realitesine ait bir anlatı okurken birdenbire gerçekliği yansıtmayan, hayal gücü ve imgeyle sıradan gerçekliğe farklı bir boyut getirerek okuyucuyu reelin içinde düşle bırakan bir anlatı evrenine gireriz. İshak’taki bazı öyküler işte bu havayı içinde barındıran metinlerdir.

Türk edebiyatının önemli eleştirmenlerinden Fethi Naci'ye göre de İshak, dünya edebiyatında büyülü gerçekçilik akımının ilk örneklerinden biri olarak değerlendirilmelidir. Gerçekten de öykülerdeki realite, nesnelliğin değiştirilmesiyle büyülü gerçekçiliğe yaklaşan bir havaya bürünmüştür. Kediler isimli öyküsü bu akımın izlerinin en net hissedildiği öykülerden biridir.

Karakter ve yer isimlendirmelerinin yapılmadığı Kediler öyküsü, İshak’ın en muğlak ve en rahatsız edici öykülerden biri. Üstelik biçim ve zamanın işlenişi yönüyle okura kusursuz bir iskelet sunuyor, desek abartmış sayılmayız. Zamanlar arasındaki geliş gidişler öyle hissettirilmeden ve öyle yumuşak bir şekilde yapılmış ki öykü, tek bir anın içindeymiş hissi uyandırıyor.

Bir sürü ölmüş kedi ile bir arada yaşamayı seven o eski dostumuzu uzun uzun hatırlatmakta ne yarar var,” cümlesiyle birlikte büyülü gerçekçiliğin ayak seslerini ilk andan itibaren hissedebiliyoruz. Okuma sürdürüldüğüneyse, gerçeğin değiştirilmiş hali büsbütün açığa çıkıyor. Uda gömülen ölü kediler, bakınca dağılan, tavanda garip şekiller çizerek uçan kediler, yıllardır güneş yüzü görmeden yaşamış ve hınçla bilenmiş kediler… Esasında bu tuhaflıklar, dokuz yıldır uysallıkla gittiği memuriyetine o sabah gitmek istemeyen birini ve onun ölmüş kedilerle birlikte yaşayan dostunu anlatmak için kurgulanmış detaylar olarak görülmelidir. Hemen soralım: Gerçekten böyle mi görülmelidir? Öykülerde özellikle işaret edilen belli bir nokta var mıdır?

Onat Kutlar’ın öykülerini izah etmeye çalışmak ve görünenin altında farklı bir gerçeklik aramak, yalnızca okuru yanıltmış olmakla kalmaz; öykülerindeki imgesel dilden ve var olan gerçeklikten de okurunu uzaklaştırır. Kutlar’ın öyküleri imgenin, dilin, metaforun öyküleridir ve bunlar, öykülerde tek gerçekliğe dönüşmüştür. Okunan üst metinler, aslında onun öykülerinde var olandır. Bunun altında farklı alt akışlar arama uğraşı, Onat Kutlar öykülerinden uzaklaşmak anlamına geleceği için beyhude bir çabadan ibarettir.

Kediler öyküsündeki isimsiz karakter, her gün alışılmış düzen içinde işine gidip gelirken bir gün bir şey olur ve dostunun evinde yaşamaya başlar. Bu yeni hayata çok çabuk adapte olur ve bu kez de oradan ayrılmak istemez, başka bir düzene uyum sağlar. Kahraman artık farklı bir mekân ve başka başka alışkanlıklar içindedir. Öykünün finalinde ise kahramanı yine farklı bir mekânda görürüz, bir kır kahvesinde. Onu peyderpey bitirecek bir bekleyişin ve alışkanlıkların ağındadır. Kaçıp kurtulmayacak hatta denemeyecektir bile. Böylece kurmaca, farklı mekânlarda farklı gerçeklik boyutları yaratan bir sanata dönüştürülür. Öyküdeki udcunun tutkuyla bağlandığı kedilerinin ölmesiyle birlikte kendisinin de ölüşü, Gogol’ün meşhur kahramanı Akaki Akakiyeviç’i ve onun tutkuyla bağlandığı paltosunu anımsattığı; yer yer Kafka’nın Gregor Samsa’sına göz kırptığı düşünülse de Kutlar’ın buna cevabı net, “Alabeyi’nin udcusunu Kafka’nın Prag’ından, Horozlar’ın büyükannesini Mansfield’nin Yeni Zelanda’sından, Hacıköprü’nün çiftçisini Camus’nün Oran’ından getirilmiş sandılar. Ne kadar kötü okuyorlar Yunus’u; Orhan Kemal’i Yaşar’ı…

ABD’deki Grand Street dergisinde de yayımlanan Yunus’ta ise karanlık ve uyku imgelerinin içine yerleştirilmiş ölüm, daha ilk satırlardan itibaren kendini hissettirir. Ay ışığı, uykulu iki kürek, uyku cinlerinin uçuştuğu mermer denizlik ve ölüm kuşları… Hepsi ölümün ayak seslerinin doldurduğu bir evi ve dört insanı anlatmak için yan yana getirilmiş imgelerdir. Bunu, “Yunus amcam hâlâ öksürüyordu. Uzun donunu çekerek kalktı. Tam lamba düğmesine uzanırken gözümü kapadım. Açtığımda o tuhaf sınır geçilmiş, sabah başlamıştı. İşte ölümü gömdük,” sözlerinden anlayabilmekteyiz. Öykünün sonuna doğru ölen amca, sabahın ölümü gizleyen ışıklarından hemen önce, karanlıkta ölür. “Mum eriyip sonuna kadar yandı,” diye ifade eder Kutlar ışığın uzağındaki ölümü. Okur, kısacık anlarına şahit olduğu kahramanlara ve onların hikâyelerine dair sorularla başbaşa kalır. Belirsizlikler, sorular, imgeler, yanılsamalar, kırılmış gerçeklikler Onat Kutlar öykülerinin kimliğidir bir bakıma.

Öykülerinin yanında yazdığı denemeler ve mektuplarla da anmak gerek Onat Kutlar’ı. 1982’den itibaren yazdığı mektup ve denemeler, bir ozanın gözünden doğuya, içinde bulunduğu çağın gerçeklerine bakışı yansıtan metinlerdir. Ancak okur; umudu, mücadeleyi, sinemayı, yoksulluğu, hayatı ve edebiyatı ihtiva eden bu yazıları özümseyebilmek için yoğun ve katmanlı bir dilin kapılarını aralamalıdır ilkin. Kısa cümleler, nesrin içindeki şiir, sözcüklerle çizilen resim hep bu kapının ardındadır. Kutlar, dilin merdivenlerine tırmanabildiği kadar tırmanmış ve ne yazdıysa şair kimliğinin içinde, şiire yaslanarak yazmıştır. Hadiselere bir ozan gözüyle bakış onun metinlerinin birincil özelliğidir. Yusuf ile Kenan, Hakkâri'de Bir Mevsim, Deli Kan ve Hazal isimli filmlerin senaryolarını yazan ve pek çok ödüle layık görülen Kutlar’ın sinemaya dair yazıları Sinema Bir Şenliktir’de toplanmıştır. Ancak yukarıda da belirtildiği gibi sinemaya bakışı da yazdığı senaryolar da şiirinden ve şair kimliğinden parçalar taşır. Kutlar’a göre yaşamın gizlerine bile şiirle ulaşılır, “Unutulmuş ozanlara ulaşmanın şiirden başka yolu yoktur. Herhangi bir şiirden. Çünkü her şiirde biraz aşk vardır ve biraz isyan. Kim bilir, belki bir gün biri, şiirler okuya okuya, unutulmuş on iki ozana ulaşır. Hatta yaşamın gizlerine bile.