18 Ağustos 2020 Salı

Tarihçiler ve tarih dersleri neden sıkıcıdır?

Müstesna tarihçilerimiz var elbette ama bunlar hemen her alanda olduğu gibi ilk akla gelenler değil. İlk akla gelenlerse, kolayca tahmin edilebileceği gibi ekran yüzü görmüş, insanların duymak istedikleriyle iktidarların olmasını istedikleri arasındaki açığı tarihten örneklerle kapatma işini iyi becerebilmiş, basiti karmaşık karmaşığı basitleştirerek ilgi çekmeyi başarabilmiş kimseler.

Konu ne olursa olsun ve de tarihi gerçeklik ne derse desin asla boşa düşmeyen, diğer bir deyişle yaş tahtaya basmayan ve bütün bunlar için tarihin engin derinliklerinde her durum için sayısız olay bulup her koşulda kendi konumlarını güçlendiren bir tarihe inanan, bugünün eksikliklerini tarihle kapatan, “geçmiş satıcısı”, mahir ticaret erbabı.

Bu kişiler, bugüne tarihten bakmak, bulanık olana ışık tutmak ya da geçmişin bugünkü yeniden şekillenişini aydınlatmak yerine tarihi bugüne uyduran, güncel tartışmaların dışına çıkmayarak bu tartışmalara derinlik kazandırmak için tarihi bütünüyle araçsallaştırırken bir yandan da tarihsel olayları ve isimleri kullanarak kendi görüşlerine otorite kazandırma hünerine sahip kimseler. Toplumun tarih eksikliğini kapatırken bu arada kendi eksiklerini de tarihle kapatan hünerli eller. Tarihten bugüne gelmek yerine bizi tarihe götürerek istedikleri gibi bir geçmişi birlikte üretmemiz için popüler hale getirerek hem bugünü hem de geçmişi kurtaran kahramanlar ya da!

Benim tarih hocalarım hep sıkıcı kimselerdi. Bu ülkede bunun bana özgü bir kötü şans olmadığını da gayet iyi biliyorum. Tarihin çok önemli ve tekerrürden ibaret olduğunu, ondan ders almak gerektiğini (hiç ders alınsaydı tekerrür eder miydi tarih!), tarih bilincimizin çok ama çok eksik olduğunu oysa bizim gibi büyük tarihten gelen milletlerin herkesten çok tarih bilmesi gerektiğini ve buradan hareketle, bugün olamayan, yapılamayan, ters giden, başa çıkılamayan ne varsa bunun ana nedeninin tarihimizi iyi bilmemek ve ona sahip çıkamamakla ilgili olduğunu hamasi bir içerikle söyleyen, yaşadığı hayata karşı heyecansız ve hatta öfkeli insanlardı çoğunluğu. Bir çoğu dalga konusu olur, öğrenci sohbetlerinin aranan mizah malzemelerini sağlarlardı.

Biraz da bu hocaların söylediğinin tersinin daha doğru olabileceğine dair içimde beliren sezginin etkisiyle, kişisel olarak bu yaygın, toplumun tarih bilincinin “eksikliği” klişesine hep temkinli yaklaşmayı seçtim. Bu toplum, tarihi bilinçli bir şekilde bilinç dışına atıyor olabilir mi diye düşünüp hep. Geçmişe gidip bugünkü meselelerin cevabını orada aramaktan ve bugünü tarihin doğrusal bir uzantısı saymaktansa onu bugünde yeniden şekillendirip canlı ve yaşanır kıldığını ama bunu açıklayamadığını, tahrif etmeksizin dönüştürdüğünü ama bunun anlatısını yapamadığını çünkü yeterli edebi ve felsefi derinliğe ulaşamadığını düşündüm ve de. En büyük eksikliğinse iktisat tarihi, savaş tarihi, gündelik hayatın tarihi ve hatta siyasi tarihten çok düşünce tarihi alt başlığında olduğunu hissettim. Bizde en az olan tarihçi türünün düşünce tarihçisi olduğunu gördüm zaman içerisinde (Gerçekten de bizde düşünce tarihçisi diye biri var mı?)

Birkaç gün önce, başka bir nedenle Stefan Zweig’ın Geleceğe Güven kitabını karıştırıyordum ki bu sorularımın pek çoğunu cevaplayan “Tarih, Bir Yazardır” yazısıyla karşılaştım. “Tarihle ilk karşılaşmamız okulda olmuştu” diye başlayıp, “Okul çağındaki çocuğa ilk ve en önemli dersi verme görevi hep tarihe düşer” diye devam eden bu yazı bizde tarih bilincinin neden olmadığını açıklıyordu. Okullarda okutulması gereken şey, basmakalıp bilgilerle ve klişelerle dolu sıkıcı oldu-bittiler değil insanlığın “en bilge yazarı” olan tarihin heyecan verici anlatımı ve her an yeniden şekillenen bugünün tarihle buluşması olmalıydı.

Zweig, okul yıllarındaki asık suratlı ve sıkıcı tarih öğretmenlerinin anlattığı tarihi hiç sevmediğini, hepimiz gibi sırf zorunlu olduğu için durumu idare ettiğini, “Tüm kaosu düzene sokup güzel bir şeymiş gibi önümüze koymuştu” dediği derslerin tarihine ısınamadığını anlatırken bir yerde şöyle der:

Fakat arada sırada öyle olaylar vardı ki, serüvenleri andırdıkları için kitabımızın sayfalarını hızlı hızlı çevirerek coşkuyla okumuş, hayal gücümüzü zorlamış, anlatılanları gözümüzün önüne getirmiş, hayran kaldığımız kişileri kahramanlaştırmış, hatta onların rolünü üstlenmiştik. Kendimizi kimi zaman Konradin, İskender, Sezar veya Alkibiadis gibi hissetmiştik.” (s.170).

Bu gayet normaldir ona göre. Genç insanları heyecanlandıran, gözlerinde büyük kahramanlar yapan o isimlerin tarihte elde ettikleri zaferlerle ünlenmiş kişilerdir. Başka bir ifadeyle, gençlik, zaferden, büyük kahramanlıklardan ve başarılardan hoşlanır. Gençlik tam da böyle bir şeydir oysa belki de tarih bunun tam tersidir! (Buradan bakınca tarihçiliğimiz hep genç!)

Zweig için tarih bir yazar gibidir; yaratıcı ve bunaltıcı, üretken ve verimsiz, sıra dışı ve çok olağan: “Bizler için önceleri bir öğretmen olan tarih, ileriki yıllarda acımasız bir kronikçi, hatta bazı anlarda bir yazar oluverir. Evet, her zaman değil, sadece bazı anlarda. Her yazarın yaşamının her anında, yirmi dört saatinin her dakikasında sürekli yazar olmadığı gibi.” (s.171)

Tıpkı bir yazarın yazabilmesi için sayısız verimsiz gün geçirmesi, uzun durağanlıklardan geçmesi ve güç kazanmasının gerekmesi gibi yani. “Goethe’nin ‘Tanrı’nın gizemli atölyesi’ dediği tarihten [de] her zaman büyük, heyecan verici, sarsıcı ve etkileyici olaylar yaratıp kahramanlar çıkarmasını talep etmek de çok anlamsızdır. Hayır, tarih de sürekli olağanüstü insanlar, insanüstü büyük kişiler çıkaramaz. Onun da yaratıcılığı sınırlıdır, ara vermesi gereken süreçler vardır. Tarihi, sürekli kurşunlar sıkılan, gerilimi yüksek, her sayfası heyecan dolu bir polisiye roman sananlar onu yanlış tanımışlardır.” (s.171).

Zweig’a göre, tarih zaman zaman tekrarlanıyormuş gibi görünse de gerçekte kendini hiç tekrarlamaz: “O kimi zaman benzerliklerle oynar. Çünkü, elinde o kadar çok malzeme vardır ki, gerektiğinde bu tükenmez kaynaktan istediğini seçer ve yeni durumlar yaratır. Evet, tarih hiçbir zaman ve hiçbir yerde kendini tekrarlamaz. O sadece iletir, değiştirir, aynı melodiyi başka tonda çalan bir müzisyen gibi çalışır. Tabii arada sırada yaşanan kimi benzerliklerle bizleri şaşırtır. Fakat sadece şaşırtır. Tarihin bu üstünkörü oyunlarına aldanan ve tarihteki benzeri örneklere güvenerek kararlar veren politikacılarla devlet adamlarına acımak gerekir.” (s.175).

Zweig için tarih tekrarlanamadığı veya tekrardan ibaret olmadığı gibi -ya da tam da bu nedenle- geleceğin tarihinde olup bitecekleri önceden görmek de mümkün değildir. İlerde ne olacağını kimse hesaplayamaz bu yüzden. O tıpkı bir tiyatro eseri veya romandaki beklenmedik sonlara benzer şekilde sürprizlerle doludur. Hatta, belki de esas işlevi insanı şaşırtmak ve bu dünyanın yaratıcısı ve belirleyicisinin o olmadığını anlatmaktır. “Bu nedenle bizler hiçbir zaman geleceği belirleyemeyeceğiz” dedikten sonra bir kez daha Goethe’ye başvurarak şöyle der Zweig:

‘Hasretini çekeceğimiz bir geçmiş yoktur’ der Goethe. ‘Geçmişin unsurlarından oluşmuş sürekli bir yeni vardır.’ Tarih tekrarlanamaz, o sadece başarılı bir sanatçı gibi benzerliklerle oynar, hiçbir zaman eskileri tekrarlamaz, hep yeni şeyler yaratır. Yaratıcılığı için ona gerekli olan ve hiç tükenmeyen tek madde dünyadır. Tanrı da ona bütün özgürlükleri vermiştir. Her şeyin kurallar ve sınırlar içinde olduğu dünyada özgür ve egemen olan odur. Tarih bu özgürlüğünden çok akıllıca bir biçimde yararlanır. Evet, erişemeyeceğimiz bu yazarın karşısında saygıyla eğilelim! O hep ustamız olacak.” (s.176).

Zweig için tarih, “Hem coşkulu hem de dokunaklı anlatımı çok başarılı kullanan bir yazar, bir sanatçıdır. O kibirli değildir, sadece büyük olayları ele almaz. Başarılı bir polisiye veya dedektif romanı yazmaktan da hiç çekinmez…Dünya tarihi [tıpkı kendi tarihimiz gibi] çok kapsamlı, bütün sayfaları dolu dolu, baştan sona okunabilecek devasa bir kitap değildir. Yüzlerce sayfası ya boştur ya da okunamayacak şekilde bozulmuştur. Oralar ancak kimi bağlantılar ve düşlemlerle doldurulabilir. Tabii tarihteki bütün bu gizemli bölümler, ‘boşluklar’, onları doldurmak isteyen hayal gücü yüksek bir yazar için çok çekicidir. Tarihi olayların eksik yerlerini, bazı bağlantıları da kullanarak kendi düşüncesine göre yorumlar…tarihte tek ve zorunlu bir gerçek yoktur. O, en ufak bir olayda bile önümüze birbirinden çok değişik gerçeği, görüşü ve iletiyi koyar.” (s.177-181).

Başa dönersek, bizim gibi ülkelerdeki ana tarih sorunu, bu alanın belki en yüksek yaratıcılığa ve hayal gücüne ihtiyaç duyması ama buna karşın en sıkıcıların bu alanı doldurmasıdır. Belki de bu yüzden hayal gücü ve yaratıcılığı hayli gelişmiş bir toplum olarak bizdeki durum, tarihin reddinden çok tarihçilerin reddi ve kendi hikayesini kendi yazma arzusu, bugünü tarihe değil tarihi bugüne uydurmama çabası ve bir gün yazacağı eseri için verimsiz gibi görünen bir güç toplama zamanlarıdır.

Erkan Koca
twitter.com/ahmeterkankoca

17 Ağustos 2020 Pazartesi

Canı çıkarken can veren karakterler

"Yanımızdan vasiyetler geçiyordu: gömülecek yer, anne babaya ödenecek tazminat, başımıza dikilecek ağaç, taşımıza yazılacak yazı."
- Kemal Varol, Haw

İstanbul'un ister Anadolu ister Avrupa yakası olsun, sevdiğimiz bir kuytusunda kaybolurken aniden öfkeleniriz. İnsanlar, teknolojiler ve zaman bizden bir şeyleri götürdü. Hem de geri vermemecesine. Asla kelimesi insanı çok bunaltır ya hani, İstanbul'a bakınca kocaman bir asla görüyoruz uzun yıllardır... İstanbul'da doğdum ve büyüdüm, İstanbul'da ölüyorum, ama çocukluğuma dair hiçbir şey göremiyorum.

Her şey ya çoktan silinip gitti ya da gözlerimizin önünde bize bir elveda demeden gidiyor. Gerçi ben de çocukluğuma böyle veda etmiştim. Bir sabah nakliye kamyonu evimizin önüne yanaştı ve arkadaşlarımla vedalaşmadan çocukluğuma dair her şeyi orada bırakıp geldim. Nereye geldim? Galiba cehennemin dibine. Ve hepimiz biraz öyle.

Bazen kitabın ilk sayfasından ya da ortasından hiç konuşmadan, sonundan başlamak istiyor insan. Çünkü Kesekli Tarla'da okunan öyküler yazarın annesinin bir sorusuna çok şey borçlu: "Tarla mı kesekli yoksa biz mi yürümeyi bilemedik?"

Kesek, bizim gibi köysüz büyümüş şehir çocuklarının pek aşina olduğu bir kelime değil. "Bel, çapa veya sabanın topraktan kaldırdığı iri parça" demiş TDK. Tezek diye okumak da mümkün ancak ben daha çok yük diye okuyorum. Hani bazı yollar vardır sizi hızlı ve güvenli biçimde ulaştırır gideceğiniz yere. Bazı yollar da vardır kumlu taşlı, çok hırpalar, çok yorar, ulaştığınız yere vardığınızda derin bir oh çekersiniz. Şunu da unutmamalı: bir yol yoruyorsa, orada olgun meyveler çoktur. Maalesef koca bir ülke olarak ergenlikten çıkamıyoruz. Ya biz büyümek istemiyoruz ya da geçmişten kalan ve kapanmamış çok hesap var. Figen Şakacı güldürürken ürküten bir kadın. Kesekli Tarla'da özellikle karakterler bu yönden okunduğunda çok ilginç bir hâl alıyor. Çoğunun canı çıkıyor, canını çıkarıyorlar, ama sanki o can çıkarken bir öğüt bırakıyor geriye, bir teselli, bir yaşam amacı. Dolayısıyla can veriyor.

Bazı öykü kitaplarına dair yazarken kitabın çok dışına çıktığımı fark edip duraksıyorum. Sonra, demek ki bu öyküler anıları, hatıraları, kayıpları, yasları tetiklemiş ki bunlardan bahsetmek istiyorum diye düşünüyorum. Aileden başlayan, çocukluğa inen, artık maalesef ki yaşamın merkezinde olan adaletsizlik, şiddet, yoksulluk gibi durumların işlendiği öyküleri bu yüzden çok değerli buluyorum. Sadece bunlardan bahsedersek edebiyattan çok uzaklaşırız ama alıp bunları edebiyatın içine yerleştirirsek işte o çok kuvvetli oluyor. Nasıl bir kuvvet bu? Edebiyatçının tarihçi oluverdiği, zaman zaman terapistliğe büründüğü ama her zaman okuyana kapı komşusu gibi yakın olan bir kuvvet. İşin tuhafı; tarihçiler de terapistler de kapı komşuları da çoğu zaman ürkütücüdür. Ne çok yanaşmak istersin ne çok uzaklaşmak. Hepimiz "çok parçalı biriyim ben; gözlerimin ta içine bak da tamam olayım" demek isteriz çünkü çoğu zaman. Açığımız boldur, kapatılsın isteriz, bilmeyiz ki tamam olmak diye bir şey yoktur.

"Kim konuşursa konuşsun daha ilk cümle ilgimi çekmiyorsa sağır kesilirdim" demez miyiz kendimizi kendimize anlatırken? Çünkü bu başkasına söylenmez. Ukala oluveririz. Dürüstlüğün ukalalık, haysiyetin kibir, varoluşun sancı olduğu zamanlarda bir kanepe rahatlığı arıyoruz hepimiz: "Kanepede uyuyakalanlara has bir yalnızlığın koynunda sabahın olmasını, sonra akşamın inmesini, gecelerin mümkünse fazla uzamamasını, zamanımın dolmasını bekliyorum."

Başımız ağrıyorsa ekrana çok bakmaktan değildir belki de. Bir kaygı yükleniyordur kafatasımıza mesela. Şu omuz ağrısı, acaba geçmişe duyulan öfkeyle ilgili olabilir mi? "Kambur dediğin yaşantı yüküdür; ha deyince sırtında bitmez insanın" çünkü. Banyodan bir türlü çıkmayanlar vardır hani, yaşanmış kirli bir tanıklık suyla olan ilişkiyi şekillendirir. Suyun altına gir ve her şeyi unut, çocukluğa sığın: "Her pazar günü evimize bir evliya geliyor sanıyordum. Adı Hacı Şakir'di. Onun elinin değdiği her şey kutsaldı."

Öykülerin arasındaki bağı kavramak -belki de koparmak- okuyucu için eğlenceli olabilir. Aygül, Fidan, Suat, Ömer gibi bazı karakterler farklı öykülerde görünebiliyor. Düştüğü yerden kalkmak için arkadaşlarıyla ortak bir 'çöküş' romanı yazmak isteyen İrfan, yüzündeki çocukluk ve ellerindeki yorgunlukla karısının duygularını kanırtan Samet, yaşaya yaşaya iyi bir bekleyici olmuş Âdem, kazandığı ödülü "hepinizden daha çok emeği var üzerimde" diyerek Bakkal Hüsnü'ye vermek isteyen beyaz yakalı, hemen hepsi içimizde bir yerlere bağdaş kuruyor. Çünkü biliyoruz ki içimizde bir düzen kuramadıkça dışarıda hep dağınık olacağız, dağınık kalacağız. Karakterlerin yaşamları bu sebeple içimize işliyor. Oradan kendimize bir yol çıkarmaya çalışıyoruz, bir iş, bir gaye, amaç, anlam.

"İçim tıkış tepiş, içim tıknefesti. Kendime dar ettiğim bu dünyayı anca içimi genişletirsem, oraya her şeyi yerli yerine gelecek şekilde yerleştirirsem rahat edecekmişim inancına nasıl ermiştim, vallahi de billahi de bilmiyordum."

Bir kitabı anlatmaya yaşadığımız şehirden ve çocukluğumuzdan başlıyorsak, o kitabı dolduran öyküler içimizdeki bir şeyleri yerinden oynatmıştır. Yol mu sahiden zordu yoksa biz mi yürümeyi beceremedik? Kim bilir...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

12 Ağustos 2020 Çarşamba

Cehaletin sözde masumiyeti

“Söz; öyle büyük bir güçtür ki küçücük, görünmez gövdesiyle korkuyu dindirmek, acıyı yok etmek, neşeyi arttırmak, merhamet uyandırmak gibi büyük işler başarır.”

Dilimizin sınırlarının dünyamızın sınırları olduğunu iddia eden Wittgenstein ile tanıştığım günden beri dil üzerine kafa yoruyorum. Gündelik dildeki dönüşüm, bireylerin düşüncelerine ve yaşam biçimlerine hızla yansıyor. Birlik de yansıyor, nefret de… Bunu çoktan fark eden hükümetler, markalar, kültür inşacıları, algımızı, tercihlerimizi, yaşantımızı değiştirmek için sık sık dil üzerinden bizi istedikleri yöne sürüklüyorlar.

İktidarlar, varlıklarını sürdürmek için kendilerine daima “radikal şık”lar yaratır. Mevcudiyetlerinin devam etmesinin tek yolu, birilerini ötede göstererek yeni düşmanlıklar yaratmaktır. Hedef değişebilir ancak sonuç aynıdır. Radikal Şıkların Sayımı, Esma Fethiye Güçlü’nün çevirisiyle okuduğumuz bir roman. Beyazperdedeki, “Bu romandaki bütün kurumlar ve kişiler hayal ürünüdür.” ibaresi gibi burada da kitabın “kurgu” türünde olması yazara gerçekleri işaret etmek için bir konfor alanı sağlıyor. Anlatılanlar, hayali bir İtalya’yı işaret etse de romanı okurken fark edeceksiniz ki her şey gerçekle oldukça uyumlu ve anlatılanlar, sadece İtalyanlar ile sınırlı değil.

Radikal Şıkların Sayımı’nda işler ne zaman çığırından çıkıyor, emin değilim. Ancak, “entelektüel” yerine “radikal şık” sözcüğünün kullanılmaya başlaması ile bilgili insan olmak bir nefret nesnesine dönüştürülüyor. O andan sonra artık kitap okumak bile radikal bir eylem. Halkı aşağılama aracı. Masum cahillerin entelektüeller yüzünden acı çektiği dünyaya hoş geldiniz! Cehaletin keyfini çıkarın yoksa ölürsünüz.

Gündüz kuşağı programında Spinoza’dan alıntı yaparak adeta ölüm fermanını imzalayan Profesör Giovanni Prospero’nun cesedi, hemen o akşam evinde bulunur ve roman, tanınan bir radikal şıkkın elenmesi ile açılır. Bu ünlü akademisyenin ölümü, hükümetin istediği ortamı hazırlar ve radikal şıkların güvenlikleri için kayıt altına alınmaları gerektiği ile ilgili bir çalışma başlatılır. Prospero’nun kızı Olivia, tüm bu yaşananları mantıksız bulur ve babasının öldürülmesine yol açan şeyleri araştırmaya başlar. Bir kadının, kendisine verilenle yetinmeyip sistemle kavgaya tutuşması bir tesadüf mü, sanmıyorum. Gerçek hayatta da sıklıkla kadınların isyanlarına ve kendilerine biçilen rollerle yetinmemelerine şahit oluyoruz. Size söylemiştim: Bu tam anlamıyla gerçeğin parçalarından oluşturulan bir kurgu. Bu kurguda, dili dönüştürme görevi İtalyan Dilini Sadeleştirme Kurumu’na veriliyor. Kurum, bu sadeleştirme sürecini o kadar dikkatle yürütüyor ki, elimizdeki kitap da kurumun sıra dayağından kurtulamıyor. Sözde daha kolay anlaşabilmek için sadeleştirilen dil, entelektüeller ve kültür için zehirle yıkanmış bir hançere dönüşür.

Prospero’nun kızı adalet mücadelesinde birçok kişinin kapısını çalar. Kimi eskiden tanıdığı kişilerdir, kimileriyle ilk kez karşılaşır ancak diyalogları hep aynı şekilde sonuçlanır: Babası, ne kadar bilgili olduğunu göstererek halkı aşağılamıştır. Ona, “Babanız ölmeyi hak etti” diyemezler ama “Peşinde düşülecek bir şey yok, önümüzdeki döneme odaklanalım” derler. O dönem gücün kimin elindeyse, adaletin anlamını da o kişiler kendilerince inşa eder. Bu yeni anlamı kabullenmemek, genellikle ölüm ile cezalandırılır.

Yazar Giacoma Papi, tüm politik mesajlarını metnin bir yerlerine iliştirmiş ancak hiçbiri slogan vari, “ben buradayım” diye bağıran mesajlar değil. Radikal şıkların bir arada hareket etmeye yanaşmaması, günümüz entelektüellerinin dünyada yaşanan bu talan ve yıkıma karşı bir araya gelememesiyle paralel okunabilir. Sürüden ayrılanı kurt kapar masalı çoktan unutuldu, artık güçlenmiş ve bilinçlenmiş bireyler dünyasında yaşıyoruz ancak şunu da hatırlamak gerekir: “Asla yalnız yürümeyeceksin.

Özge Uysal
twitter.com/ozgelerinuysal

11 Ağustos 2020 Salı

Tel örgülere asılı yaralar

Asıl adı Feyyaz Fergar olan Feyyaz Kayacan, iki dünya savaşını da görmüş bir yazar. Buna rağmen Türk edebiyatının şen kirpisi olarak anılıyor. Kayacan savaşın edebiyatını yaparken kara mizah anlatımını tercih ediyor. İkinci öykü kitabı olan ve 1962 yılında basılan Sığınak Hikâyeleri’nde II. Dünya Savaşı esnasında yaşanan bombardıman günlerini anlatıyor. Kitapta altı öykü var ama giriş, gelişme ve sonuç bağlamında çerçeve öyküler olarak oluşturulmuş. İlk yayımlandığında 1963 yılı Türk Dil Kurumu Hikâye Ödülünü kazanan bu kitapta her öykü Henry Moore’un sığınak desenleriyle başlıyor. Henry Moore, 1940-42 yıllarını resmettiği eserlerinde II. Dünya Savaşı sonrası sığınaklarda yaşayan insan hallerini tasvir ediyor. II. Dünya Savaşı’nda Fransa ve İngiltere’de olan Kayacan da savaşı ve savaşın insan üzerindeki etkilerini, dilin olanaklarını sonuna kadar kullanarak öykülerinde işliyor.

Sığınak Hikâyeleri’ndeki öyküler için Necip Tosun, "Feyyaz Kayacan: Erken Bir Postmodern" eleştiri yazısında “insan sevgisi, savaş karşıtlığı üzerine oturan ve ölüme karşı hayatı, nefrete karşı sevgiyi yücelten bu yeni ses, kuşağının yazarlarını da derinden etkiler” demiştir.

Sığınak Hikâyeleri’nde, bombardıman esnasında çalan bir düdükle, insanların sığınaklara girişinden sonraki zaman dilimi anlatılıyor. Kayacan odaklandığı birkaç insanı, anılarını anlatır gibi okuyucuya anlatıyor ve onların yaşamlarına dahil ediyor bizi. Mr. Ellis’in bahçesi ve cebinde taşıdığı tohumlarla konuşması; Mrs. Valley’in ölüme karşı diklenişi; şair Alvin’in uzun uzun yazdığı şiirlerini ilham perisinin saçlarına benzetmesi derken son derece soyut kavramlarla harikulade betimlemeler yapıyor. Savaş sahnelerini anlattığı cümlelerini gerçeküstü öğelerle donatıyor:

Yüreği ağzına gelen toprağın sarası tutunca tava devrildi.

Savaşın tüm yıkıcılığı içinde Şen Kirpi, üstü örtülü ironiler yapmaktan da çekinmiyor.

Tüfeğin içindeki kedi yerde sürünen askerin içindeki fare ile oynuyor.

Kayacan, öykülerinde savaşa da toprağa da tarihe de kızıyor. Tarihi, kinlerin hazinesi olmakla suçluyor ama “unutmak ölmektir” demeden de kitabını bitiremiyor. Sığınağı tüm öykü boyunca ıslak ve karanlık olarak tasvir ediyor. Uçan bombalar için çalan uyarı düdüğüne canavar düdüğü diyor. Bu sesi işitenler sığınaklara doluşuyor ve Kayacan da onları izliyor. Kayacan izliyor diyorum çünkü kahramanımızın adı geçmiyor. Ben anlatıcı olarak ona dair öğrendiğimiz ilk şey Forrest Hill’de oturuyor olması ve eşinin ise York’ta kalıyor olmasıdır. Sığınak hikâyeleri olsa da zamanda geriye giderek hayatlarını anlattığı insanlarla ilk tanıştığı anlardan da bahsediyor. Tütüncü Gareth’in dükkanına gidince yaptığı sohbette Türk olduğunu seve seve söylüyor. İş o ki Gareth de Çanakkale Savaşı gazisi çıkıyor. Tütüncü dükkanında gerçekleşen bu konuşma sonunda kahramanımız kendini yeni geldiği o ülkeye daha ait hissediyor. Sığınak içinde insanları izleyip, onların hayatlarını anlatırken bir satır aralıkta memleket özlemini de dile getiriyor: “İstanbul’u düşündükçe içi minarelenen, içi kandil fenerleri gibi renklenen, donanan ben varım ben.

Kayacan, şair Alvin’in ağzından yazdığı satırlarda da Postacı Kızı Vera’nın güzelliğini anlatmak için kurduğu cümlelerde de öykülerine şiirsel bir dil kazandırıyor. Dille uğraşan Kayacan, açıkça bir öyküsünü dille oynayarak yazıyor. Öykünün bu kısmında Mrs. Valley ondan Türkçe öğrenmek istiyor ama tek şartının gramer kurallarını es geçmek olduğunu söylüyor. Sığınakta vakit geçirmek için ona kelimeler öğretirken bıçak gibi sözleri, sözlerin en kalın kemiklilerini, en dayanıklılarını tercih ediyor. Mrs. Valley duyduğu kelimelere kendi anlamlarını yüklüyor. Her dili böyle azar azar öğrenen Mrs. Valley, daha sonra sığınakta yaptığı bir konuşmada bunları kullanıyor: “…om mani hop hop padme hop open open Upanishad blood and sesame ölüm and death taboo and tabut…

Çok anlamsız gibi görünen bu manifestoda, “om mani padme hum”u Asaf Halet Çelebi’nin şiiri ile birleştirince kelimelerin ağaçlarla alakasını kavrıyorsunuz. Öykünün merkezinde olmasa da her öyküde karşımıza çıkan Mr. Ellis’in bahçesi ve ağacının ölümle kurulmaya çalışılan felsefi bakış açısı da ortaya çıkıyor. Metinde geçen Upanişadlar'a göre de her şeyin özünde Atman vardır. Bu Atman bir ağacın özünde de olabilir. Atman bu ağacı terk ederse ağaç ölür ama o öz ölmez. Bu felsefeden direkt olarak bahsetmek niyeti var mıydı bilemiyorum ancak öykülerdeki ağacımız hakkında şöyle diyor Kayacan:

Mr. Ellis sığınağa gelmişti o gün. Elma ağacı yemiş vermiyor ölümün yolunu siz gösterdiniz bana, ölümü ben sizden öğrendim, elmalarımı ben artık salt karanlığa yuvarlayacağım ben size yemişimin bir çekirdeğini olsun yedirmeyeceğim diyor demişti Mr. Ellis ve ben kızmıştım topunuzu birden yanıma alıp ağacın köküne okumaya gitmiştim neler neler okumuştum sonra?

Bu şekilde dille oynamasının yanı sıra öykülerinde kullandığı nesiçlenme, löngöz, mostralık, dekteş, perende, anlak gibi kelimeler de kendine has bir dil oluşturmuş olduğunu gösteriyor.

Soğuk savaş günlerinin başlangıcı ile bitişi arasında bir sığınakta bir arada yaşamak zorunda kalan insanların ruhsal durumlarını anlatan bu öyküleri özetleyen en güzel cümleyi de yine Kayacan kuruyor:

Bütün yolların ucunda tel örgülere asılı yaralar sallanıyor.

Büşra Yıldırım
twitter.com/busraylldrrm

Anadolu'da tasavvuf, şiir ve irşad

İki cihan serveri kutlu nebi Hz. Muhammed (sav) hiç şüphe yok ki Cenab-ı Hakk’ın son peygamberidir. Bu vesileyle tek bir kavme değil bütün bir insanlığa gönderilmiştir ve yalnızca çağının değil çağlar ötesinin de müjdecisidir. Bilim insanları hem Kuran-ı Kerim’in hem de hadislerin binlerce yıl öncesinden bildirdiği nice hakikatleri bugün yeni yeni keşfediyor. Bu sebeple Kuran ayetleri ve hadisler tek yönlü okunamayacak kadar güçlü metinlerdir çünkü her çağa ve her zümreye ayrı ayrı mesajlar verir. “Şüphe yok ki bunda düşünenlere ibretler vardır.” ve “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Doğrusu ancak akıl iz’an sahipleri bunu anlar.” ayetleri bu hakikati ifade eder. Bununla beraber bir rivayete göre peygamber efendimiz bir hadisinde; “Âlimler benim varislerimdir” buyurmuştur. Bu hadis ışığında Müslümanlar ilme ve ilimle uğraşanlara büyük bir ehemmiyet vermişler, âlimler de peygamber efendimizin ahlakıyla ahlaklanmayı ve insanları irşad etmeyi kendilerine görev saymışlardır. İşte bu irşad vazifesi içerisinde tasavvuf ve şiir büyük bir önem taşımış Horasan’dan Balkanlar’a, Arabistan’dan Endülüs’e kadar geniş bir coğrafyada şeyhler, müritler, dervişler ve şairler; gönüllerinde aşk, dillerinde şiirle halkı irşad etmişlerdir. Hoca Ahmet Yesevi, Hacı Bektaş Veli, Mevlana, Yunus Emre, İbn-i Arabi, Niyazi-i Mısri, Şeyh Galip, Şeyh Hamid-i Veli (Somuncu Baba), Es Seyyid Osman Hulusi Efendi gibi pek çok sufi şair hem kâinatın sırrını haykırmış hem de halkı irşad etmiştir.

Anadolu, alelade bir yer değildir, tasavvuf ağacının nadide meyvelerini verdiği yerdir. Kılıçla fethedilen topraklarda halkın gönlünü Allah aşkıyla, hoşgörü, merhamet ve tatlı dille ve tabi şiirle fetheden Allah dostları bu toprakları İslam yurdu haline dönüştürmüştür. Yunus Emre’nin şu dizelerindeki rahmet ve koşulsuz sevgi nice aşılmaz kaleleri aşmış, geçilmez köprüleri geçmiştir.

Elif okuduk ötürü
Pazar eyledik götürü
Yaratılanı hoş gördük
Yaratandan ötürü.

İşte bu ahlak üzere kurulan Devlet-i Al-i Osman altı yüz yılı aşkın bir süre üç kıtaya adaletle hükmetmiş, İslam ahlakını hâkim kılmış ve sancağını diktiğini topraklarda pek çok kutlu hatıra bırakmıştır. Anadolu coğrafyası binlerce maddi hatıranın yanında daha çok manevi hatırayı da taşır bağrında. Hangi beldesine, bucağına, iline, ilçesine gitseniz bir mübarek sizi maneviyatıyla sarar.

Malatya’nın bir ilçesi olan Darende de Es Seyyid Osman Hulusi Efendi’nin rayihasını saklıyor bağrında. Sadık Yalsızuçanlar’ın Âşıkların Sırrı kitabına konu ettiği gazeller bu mübarek zata ait. Yalsızuçanlar’ın şerh ettiği gazeller Yunus Emre’nin, Mevlana’nın içtenliğiyle; İbn-i Arabi’nin sırrıyla haykırıyor. Yirminci yüzyılda yaşamış olan bu mübarek, şiirle irşad geleneğinin hala yaşadığını göstermesi itibariyle oldukça mühimdir. Bütün hayatını ilime, yoksullara yardıma adamış olan Osman Hulusi Efendi, şiirlerinde vahdet-i vücut anlayışını, Allah aşkını, insan sevgisini lirik bir biçimde işlemiş.

Osman Hulusi Efendi’nin soyu Somuncu Baba olarak da bilinen Şeyh Hamid-i Veli’ye dayanıyor. Kitapta Yalsızuçanlar Somuncu Baba’ya ait iki şiirin de şerhini yapıyor. Raziye Sağlam’a ait Osman Hulusi Efendi’nin hayatını anlatan Gül Kokusu adlı romandan söz ediyor, ayrıca Hacı Bektaş Veli’nin hayatından söz ediyor ve Niyazi-i Mısri ‘nin bir gazelini de şerh ediyor. Yazar, gazel şerhleri yaparken Fuzuli, Yunus Emre ve İbn-i Arabi’nin şiir ve sözlerine de yer veriyor. Kitabın son bölümünde Sadık Yalsızuçanlar’la yapılan bir röportaja da yer verilmiş. Bu röportajda yazarın sufiyane tavrını ve samimiyetini görmek mümkün.

Birkaç örnekle Osman Hulusi Efendi’nin şiir dünyasına biz de girmeye çalışalım:

Kapında devletim kullukta daim olmadır ey dost
Şükür matlubu senden gayrı ihsan olmamış gönlüm.

Cenab-ı Hakk, cennetle müjdelediği salih amel sahiplerine bir de “Onlara Rabbleri katından bir selam vardır” mealindeki ayetiyle asıl mükâfatın kendisi olduğunu bildirir. Şair de kullukta sebat etmekten daha büyük servet tanımamakta ve asıl isteğinin Allah’ın rızası olduğunu ifade etmektedir. Aynı ahlaki tavır Yunus Emre’de, “Cennet cennet dedikleri / birkaç köşkle birkaç huri / isteyene vergil anı / bana seni gerek seni” dizeleriyle kendini bulur.

Demiyledir devranımız
Dost yüzüdür seyranımız
Çekilüben kervanımız
Semt-i yara doğru gider.

Bu dizelerde Hakk dostunun her an Allah’la birlikte olduğu, baktığı her yerde onu gördüğü ve “Allah’tan geldik, dönüşümüz ancak O’nadır.” ayetinin sırrı ifade ediliyor.

Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (sav) Mekkeli müşrikler tarafından şairlikle suçlanırken Kuran-ı Kerim’in şiirsel dili onun Allah katından olduğunun en büyük delillerinden biri olmuştur. Cenab-ı Hakk gerçeği gizleyen ve insanları sapkınlığa sürükleyen şairlere karşı Müslümanları uyarırken iman edip iyi işler yapanları ve Hakk’ı gözetenleri müstesna tutmuştur. Müslümanlar sözün kudretine inanmışlar ve şiiri zulme karşı bir silah olarak kullanmışlar. Geçtikleri yerleri yakıp yıkan Moğollar, Haçlılar geldi geçti; yeryüzünde kibirle yürüyen zorba hükümdarlar, zalim komutanlar toprak oldu ama Yunus’un “Ölürse ten ölür / canlar ölesi değil” muştusu hala içimizi ısıtmaya devam ediyor.

Erhan Çamurcu
erhan.hoca.55@hotmail.com

9 Ağustos 2020 Pazar

Okurluk, yazarlık, çocukluk, edebiyat ve hayat

Bir öykücü olan Faruk Duman’ı ilk olarak Ve Bir Pars, Hüzünle Kaybolur romanıyla tanıdım. Daha sonra araştırdığımda ise romanda ziyade öykü yazdığını, Can Yayınları’ndan neşredilen, ortalama yüz sayfalık birçok öykü kitabına ve daha az sayıda romana sahip olduğunu gördüm. Yazarın okuduğum ilk kitabı, öykülerini de görme isteği vermiş olacak ki, birçok öykü kitabını alıp okumaya başladım. Gerek kendine özgü dili, gerek üslûbu edebiyatımız için özgün bir yazar olduğunu hemen belli ediyordu. Daha sonra yazarın iki tane de deneme kitabının olduğunu fark ettim: Adasız Deniz ve bu yazının konusu Tom Sawyer’ın Kitap Okuduğu Kulübe. Normalde yazarların kitaplarını elimden geldiğince kronolojik sırayla okumaya çalışırım fakat bu kitap hem ismiyle hem de kitapçıda incelerken açtığım rastgele sayfalardaki konularıyla hemen ilgimi çekti. Çünkü fark ettim ki roman, araştırma, felsefe kitaplarından sonra iyi bir deneme kitabı okumayı özlemişim. Aslında bunun genel bir özlem olduğunu düşünüyorum çünkü artık edebiyatımızda salt deneme yazarlarının ve kitaplarının çok azaldığını düşünüyorum. Deneme diye okuduğumuz birçok şey anı veya araştırma tarzı kitaplardan oluşuyor. Duman’ın kitabı hem başlıklarıyla hem de bu başlıkların içeriğinin dolduruluş şekliyle tam bir deneme kitabı özelliklerini taşıyor.

Orhan Pamuk’un Manzaradan Parçalar’ını anımsattı bana Tom Sawyer’ın Kitap Okuduğu Kulübe. Orhan Pamuk da kitabında hem edebiyattan hem hayattan hem günlük işlerinden bahsetmişti. Faruk Duman da edebiyatı temel alarak okurlara kendini açıyor. Tabii ki kitaplardan yoğun olarak bahsedilen bir deneme kitabı bu ancak okurluk, yazarlık, çocukluk gibi birçok konuyu da kendi perspektifinden aktarıyor.

Bir yazarın dilinin, anlatımının, üslûbunun kaynağını her zaman merak etmişimdir. Genel olarak da şair, romancı ve öykücüler anı ya da deneme kitapları yazmadığı için bunları küçük söyleşilerinden çıkarmaya çalışırım. Faruk Duman’ın öykülerinde kurduğu o düşsel, zaman zaman gerçeküstücü, somutu bir kenara bırakıp soyutla devam edilen öykülerinin kaynağını kitabın ilk denemelerinde yakalıyor okuyucu. Psikolojideki hemen her şey gibi bunun da kaynağı, o engin deniz çocukluk:

Anlattığımız öykülere kendimizi öyle kaptırırdık ki, gece yarısına doğru akasya ağaçlarından kara gölgeler sarkardı. Bir köşede ak bir keçi peyda olur, hayvan yanımıza sokularak bir zaman sonra bizimle konuşmaya başlardı. Soluğumuzu tutarak dinlerdik onu. Bazen küçükler hafiften ağlamaya başlar, titreyerek bize sokulurdu. Onları anlatılanların yalnızca birer hikâye olduğuna inandırmak için akla karayı seçerdik. Hoş, keyfimizi kaçırırdı bu. Çünkü hikâye, üzerine titrenilesi bir şeydir; büyüsü hemen kaçıverir ve baştan alındığında asla aynı tadı vermez.

Kitabın ilk denemelerinde yazarın çocukluğunu görüyoruz. Çocukluğunda da hayale, düşsel olana ilgi duyan ve çocukluğunu, denemelerinden anladığımız kadarıyla reel dünyaya kendini kaptırmadan yaşamaya çalışan Duman’ın öykülerindeki ironik ve metaforik anlatımın kaynağı bu çocukluk yıllarıdır. Evet, her çocuk bir yere kadar adına o gerçek dediğimiz dünyadan uzak yaşar ancak bunu ileriki yıllarda yazıya dökmez. Duman iyi ki de çocukluğundaki düşseli öykülerine yansıtmış.

Araya girip bir bilgi vermek istiyorum: Faruk Duman’ın denemelerinde sadece edebiyat yer almıyor. Mesela bir kaz denemesi de kitapta kendine yer bulmuş. Bildiğimiz hayvan olan kaz. Çünkü bunun da sebebi Duman’ın çocukluğundan bahsederken o dünyanın kısmen de olsa gerçeklerinden de bahsetmesi. Kazıyla ünlü bir bölgede doğan Duman için bu hayvan hayatında bir yer etmiş olacak ki, bir deneme kitabında müstakil bir şekilde, biraz da mizahi bir şekilde yer almış:

Kaz etinin sert olduğu, destanlara geçmiştir. Kaygusuz Abdal, ‘Kırk gün oldu kaynatırım kaynamaz,’ diyor. Yanlış tarifle yola çıkmış olmalıdır. Yine de Kars usulü kaz başka. Yiyene, bu kutsal tadı bilene, afiyet olsun.

Kitabı, Orhan Pamuk’un Manzaradan Parçalar’ına benzetmiştim. Çünkü mezkur kitabında Pamuk klasik eserler hakkında da kısa denemeler yazmıştı. Örneğin, Dostoyevski’nin veya Stendhal’ın eserleri ilk aklıma gelenler. Faruk Duman da bu kitabında farklı yazarların öykü kitapları veya tek öyküleri hakkında inceleme yazıları yazmış. Belirtmek isterim ki bu yazılar, yazarın kitap hakkındaki öznel yargılarından ziyade iyi birer eleştiri yazıları olarak okunmalıdır. Bir örnek vermem gerekirse İnan Çetin’in Kureyş’in Kurtları kitabı hakkındaki yazısını söyleyebilirim. Ayrıca sadece eser incelemesi değil, çocukluğundan bu yana hayatında ve yazım sürecinde kendinde yer eden yazarlar hakkında da inceleme yazılarını ihmal etmemiş Duman. Bu yazılarına zaman zaman anılarını da eklemiş. Biz de bu anılar sayesinde yazarın kişisel hayatına, hadi şöyle diyelim, hayatının magazinsel yönüne daha çok dâhil oluyoruz.

Bu kitap öznel yazılardan oluşuyor. Şurası şöyle olmalı, bu fikir yanlış gibi yargılar yapılmamalı bence. Ancak Duman’a, kullandığı bazı ifadeler yönünden itirazım olacak. Dil Devrimi adlı deneme bu itirazlarıma sebep olan kısım. Her fikri savunabilir yazar, hiç sorun olmaz okurlar için ancak yapılan bir şeyi veya bir fikri savunurken hâlâ ‘gericiler’ gibi, milattan öncesinde kalmış olması gereken ifadeleri kullanması ne yazara ne denemeye bir şey kazandırır. 2015’te ilk baskısını yapmış bir kitapta (2. Baskı, YKY, 2020) görülen bu ifadeler zaten kutuplaşmış bir toplumda negatif bir etki oluşturmaktan başka bir şeye yaramayacaktır. Ancak maalesef, biraz da genelleyerek söylüyorum, Can Yayınları bünyesinden bu tip ‘şey’lerin toplumun bir kısmı için kullanıldığını zaman zaman görüyoruz.

Son bir noktaya değinip yazıyı bitireceğim. Günümüzle ve muhtemel ki dünyanın bundan sonraki gidişatında hayatımızda olacak bir konuyla da ilgili bir saptama yapıyor yazar: Yabancıya duyulan öfke. Bunu da ilginçtir, leopar hakkında yazdığı bir denemenin içine başarılı bir şekilde yerleştiriyor. Fakat aşağıya alıntılayacağım sözleri diyen yazarla, ‘gerici’yi yabancılaştıran yazar maalesef ki aynı kişi:

Ben yaban hayatına bakışımızla (kent dışı doğal hayatı bu biçimde adlandırıyorlar) topluma ve başka toplumlara bakışımız arasında benzerlikler bulunduğuna inanıyorum. Yabancı, ne yaparsak yapalım, korku kültürümüzü besliyor ve cahil iktidarlar da bu durumu körüklemekte bir sakınca görmüyorlar. Leopara duyulan cahilce öfkeyle yabancıya duyulan öfke birbirine benziyor. Ama zaten bu ikisinin kaynağı da aynı değil midir? Leoparı kıskanırız. Güzeldir, güçlüdür, kendine güveni tamdır ve adaleti bilir. Buna benzer bir aşağılık kompleksi bizim cahillerimizde, yarı aydınımızda, yarı zenginimizde ve tüm bu sıfatları bir arada taşıyan politikacılarımızda da bulunur. Bu nedenle imrendiğimiz yabancıya şiddetimizi saklayamayız.

Böylece kadına şiddeti, yabancıya şiddeti leopara şiddetin yanına koyuyorum. Böyle bir manzara kime umut verebilir ki?

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

Ruhu derinden yakalar ve derinden yaralar: dokunmak

"Bir hayatım daha olsa, korkmadan dokunmak için yaşardım onu. Bir keklik beslerdim ellerimle, varsın uçsun sonunda. Bir çiçek büyütürdüm, varsın solsun sonunda. Bir omuz ısıtırdım, varsın gitsin sonunda. Dokunurdum. Ben eriyene dek, biz hiçleşip karışıncaya dek bu derin boşluğa, dokunurdum. Ama yok bir hayatım daha. Bir hayat daha yok. Yok."
- Nermin Yıldırım, Dokunmadan

İlkokulda bir gazeteci yeleğim vardı, hani şu sonsuz cepli olanlardan. Önlüğün üzerine giyerdim. Bir cebe kalem, bir cebe not kâğıdı, belki bozuk para ve bisküvi kırıntıları. Bu da güzel kitap ismi olurmuş ya, bozuk para ve bisküvi kırıntıları. Neyse. İşte o ceplerden birinde Sony'nin pili vardı. Yuvarlak pillerden, ince. Orada olmasının tek sebebi zaman zaman çıkarıp ona dokunma isteğimdi. Arada bakardım, yerinde duruyor mu diye. Yıllar geçti. Oğlumun en sevdiği nesnelerden biri pil oldu. Aylarca beni arayıp "baba eve gelirken pil alsana" dedi durdu. Elin oğlu çikolat ister, jelibon neyin. Gece, Duracell'in 12'li pilleriyle uyudu. Kalem pillerle. Mevzu pil gibi görünse de daha derin belki de. Bilemem. Ruh hassası -hastası demedim, zaten ruh hastalarına danışan deniyor, hassasiyetinizi seveyim- manyağın teki de olabiliriz oğlumla, kimse gücümüzü test etmeye kalkmasın.

Bedene aitmiş gibi görünse de aslında insan ruhunu en derinden yakalayan, kimi zaman da en derinden yaralayan bir mevzu: dokunmak. Çok sevdiğimiz nesneler ve kimseler bizde dokunmayı çağrıştırır. Kucaklaşmak, sarılmak, tokalaşmak, eli kalbe koyup selamlaşmak vesaire. Alman felsefeci Wilhelm Schmid gülmekten susmaya, nefes almaktan okumaya, uzanmaktan saç kaşımaya kadar 57 sayfalık bir kitapla çıktı bu kez karşımıza. Her ne kadar Alman olsa da hassas adam. O hassas olunca biz de hassas sayılıyoruz kitap boyunca. Ne bize "dokunun" öğüdü veriyor ne de dokunmayın. Anlatıyor işte dokununca ne oluyor dokunmayınca ne olmuyor. Meselenin özü pek güzel: dünyaya dokunmak. Yani iz bırakmak. Sen göçünce senden geriye ne kaldı? Hoş bir sada kaldı mı? Kalır inşallah.

"Her bedensel idman, benlik için bir dinlenmedir" diyor Schmid. İnsanın insanda dinlenmesi yahut insanın kendiyle dinlenmesi. Çünkü dokunmak sadece iki taraflı bir hadise değil. Birinin eline dokunmak ne kadar -iki taraf için de- şifa vericiyse, insanın sabahın ilk saatlerinde uyandıktan sonra saçlarını taraması, kendine bakması -ki bakmak da dokunmak gibidir- da o kadar şifa verici. "Bir omuza başımı yasladım, dünya elini çekti ve gitti" yazmıştım bir şiirimde. Dokunmak kimi zaman böyledir. Dünyaya karşı bir uyanıklık hâli, dünyayı unutma imkânı, dünyasız kalma ihtiyacı. Yaşayan ölüler içinde gezinmekten yorulmuş bir kimsenin ölüm hakikatiyle yeniden yüzleşmesi süreci. Dokunmayla her şey mümkün. Çünkü insana bir söz de dokunur bir düşünce de. Aşk tüm bunların meydana çıkmasıdır Schmid'e göre ve dokunmak aşkın olmazsa olmazıdır: "Aşkın anlamı, anlam yaratmadadır. Sevenler bunu tüm bir bedensel, ruhsal, zihinsel dokunuşlar döngüsüyle gerçekleştirirler, ta ki birbirlerinin kalplerinde eriyene kadar, sonra her şey baştan başlar. Aşkın döngüleriyle yaşamayı öğrenenler, uzun süre beraber kalabilirler. Dokunmayı bütün düzlemlerde tecrübe etmek, sevenlere mahsustur."

Susmakla dokunmak arasında nasıl bir ilişki kurulabilir? "Hayatımın uzun bir dönemi boyunca, balıkçılık ehliyeti alsam mı diye düşündüm. Balık tutmak için değil kesinlikle. Sadece cezalandırılmadan susabilmek istiyordum, saatlerce, günlerce." diyor Schmid. Susmak, yani iki dudağın birbirine dokunması, bir süre açılmaması. Sessizlik için, sessizliği dinlemek ya da ona dokunmak için imkân bulmak. Çünkü hissedilen dokunuşlar vardır gülmek gibi ve hissedilmeyen, yalnız kişiye ait olan dokunuşlar vardır susmak gibi. Susmanın deneyimi bambaşkadır. Hayatı aşan o sonsuzlukta bir parça olduğunu kavrar insan sustukça. Hem susmak, insanı susatır. Aşka, doğaya, okumaya, yazmaya, düşünmeye. Sessizce bir şey okumak, dokunmanın en büyüleyici hâllerinden biridir bu yüzden.

Wilhelm Schmid'e göre okumak, düşünsel bir dokunuş. Okumaya dalmakla âşık olmak birbirine benzer: ansızın, şiddetli ve dosdoğrudur. Düşünceler bir müddet yerli yerinde kalır, dile gelme sırası sözlerdedir. Okurken de insan kendi düşüncelerini bir kenara bırakır. Artık dile gelme sırası yazarın yazdıklarındadır. Her okuyuşta o yazılanlar, yazardan çıkar ve okuyucuya ulaşır, yani artık o kelimeler, cümleler, paragraflar ve sayfalar okuyucunundur. Bundan olsa gerek insan her okuduğunda kendi hayatından bir şeyler arar. Altını çizdiğimiz her satır bizim aradığımız sorulara dair birer cevaptır. "Bir hikâye okuduğunuzu zannederken, hakikatte kendi içinizde insan olmanın açılımlarına çıkar yolunuz" diyor Schmid ve neticede "İnsanın hayat hikâyesi, okurken kelimenin tam anlamıyla dile gelir."

Dokunma denince akla yalnızca ekranlar geliyor bu çağda. Oysa birinin ruhuna dokunmak güzel ve kalıcı bir iz bırakma yolu değil mi? Nefes alıp vermek, yeryüzüne dokunmak değil mi? Bir şey ancak sahici olduğunda dokunaklı olmaz mı? Susmak, sessizliğe dokunmak olabilir mi? Sevince neden sarılmak isteriz? Dokunmanın Gücü Üzerine, işte bu soruları yeniden gündeme taşıyor ve yeni cevaplar arıyor okuyucuyla birlikte.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf