16 Temmuz 2020 Perşembe

Farklılıklar içindeki aynılık: bayram sevinci

Night of the Moon: A Muslim Holiday Story, Ramazan Bayramı’nı bekleyen Yasmeen adlı yedi yaşındaki Pakistanlı-Amerikalı bir kızın hikâyesini anlatıyor bize. Kendisi de Pakistanlı-Amerikalı bir Müslüman olan Hena Khan, dini ve kültürüyle ilgili yazmayı çok sevdiğini söylüyor. Bu samimiyeti, kitaplarında da görülüyor.

Ay, bu kitabın kahramanı diyebiliriz. Sizinle konuşmuyor, size bir şeyler anlatmıyor ancak bütün kitap boyunca Yasmeen, Ramazan’ını yaşarken Ay, pencerenin ardından büyüyor, tekrar küçülüyor ve nihayet yok oluyor. Hikâye, Ay’ın evrelerine göre ilerliyor. Ay, hilal şeklindeyken hikâye başlıyor, yeni ay yani Şevval gelip de bayramı müjdeleyince hikâye bitiyor. Bu hikâyede yazar, Ramazan'ın ne olduğuna odaklanmıyor, Ramazan’ın nasıl kutlandığını gösteriyor. Kitabın sonunda yer alan “Yazar Notu” kısmında da asıl göstermeye çalıştığı şeyin kültürüne ait olan “Chaand Raat” olduğunu dile getiriyor.

Hikâye, Ramazan’ın ne olduğu özellikle anlatmasa bile Yasmeen daha hilali görür görmez bize “Rüyet-i Hilal”i hatırlatıyor. Amerika’da, yedi yaşında bir kız çocuğunun pencerenin kenarına oturup Ramazan’ın gelişine sevinmesi içinizi ısıtıyor. Isınan içime Sezai Karakoç’un şu satırları sızıyor: “Ve bir ay boyunca, her akşam göreceğiz ki dışımızdaki ay, göğümüzdeki ay büyümüştür ve içimizdeki ay, kalbimizdeki ay, oruç büyümüştür.

Yasmeen’in, Müslüman olmayan arkadaşlarının oruç hakkındaki sorularına akıllıca cevaplar vermesi ve zor da olsa bir gün deneyeceğini söylemesi de “Tekne orucu” tutacağını gösteriyor.

Annesiyle oruç hakkında konuştuğunda orucun nimetlere karşı şükrü ve sabrı arttırdığını öğreniyor. Ay, bir yandan büyümeye devam ediyor ve yarısı dolunca yani son dördün olunca Yasmeen ve ailesi mutfağa girişiyorlar. Kocaman kocaman tencerelerde yemekler yapıp akşam namazı bitiminde insanlara ikram ediyorlar. Yasmeen böylece Ramazan ayının paylaşma ayı olduğunu da öğreniyor.

Ay, bir akşam parıl parıl parlayınca Yasmeen çocukça heyecanlanırken büyükannesi “suphanallah” diyor ve Yasmeen Müslümanca güzelliklere müteşekkir olmayı öğreniyor. Acaba bana “suphanallah” demeyi kim öğretmişti diye çocukluğunuza dalıyorsunuz. Bu dalışta Faruk Nafiz Çamlıbel fısıldıyor kulaklarıma: “O büyük Rab ki, ışıklar yakıyor göklerde / lütfunun feyzini, görsün diye insan yerde / en büyük nimete hamd, en küçük ihsana şükür.”. Arefe günü geldiğinde ise Hena Khan kendi kültürünü yazmaya başlıyor. Yasmeen ellerine kına yakıyor, renkli panayır gibi bir alanda bayram için hediyeler almaya gidiyor. Başörtüsü takan, takke takan, tesettürlü olmayan her türden Müslüman bayram alışverişi için bu alana geliyor. Bu cümbüşün içinde dikkatimi Türkiye’den gelenlerin fes satması ve Hindistan’dan gelenlerin de bilezikler satması çekiyor. Hena Khan’ın okuyucu kitlesi Amerikan'da yaşadığı ve kendisi de Pakistanlı olduğu için bu kültürel çeşitliliği anlamak kolay oluyor.

Kitapta genel olarak Pakistan gelenekleri hâkim, bunu anlamak zor olmuyor ancak yazarın kendisi “Chaand Raat” olayından bahsetmese bunun ayrı bir kültürel etkinlik olarak kitapta geçtiğini anlamak mümkün olmuyor. Yasmeen ellerine kına yaktığında bunun çocuklar için bir eğlence olduğunu zannediyoruz ama gerçekte Hintçe “Ay Gecesi” anlamına gelen “Chaand Raat”ın bir ritüeli olduğunu öğreniyoruz. Pakistan ve Hindistan'daki Müslümanlar, Ramazan'ın son gününün sonunda açık alanlarda toplanarak, Şevval ayının ve bayram gününün sinyalini veren yeni ayı bulmak için yaptıkları kutlamaya “Chaand Raat” adını veriyor. Festival günü herkes bayram için alışveriş yapıp, yeni kıyafetler ve takılar alıyor. Kadınlar ve kızlar, İslami kutlamanın imzası olarak ellerine ve ayaklarına kına dövmesi yaptırıyor. Erkekler de bir gece önceden saçlarını kestiriyor. Caddeler ve sokaklar süslenip, panayır alanına çevriliyor. O gün mağazalar yirmi dört saat kapanmıyor. Evlerde ikram için türlü türlü tatlılar pişiyor. “Chaand Raat” gününü anlattıkça Arefe günü ile benzerlikleri görmemek mümkün değil. Arefe günü girişilen temizlikler, yapılan tatlılar, alışverişe çıkmalar, tıraş olmalar derken insan bir an demek ki sokaklara çıkıp Yeni Ay’ı beklesek biz de “Chaand Raat” günü kutlamış olacakmışız diyor. Yöntemler farklı olsa da amacın, hediyeleşmek ve bayramı büyük bir sevinçle karşılamak olduğu açıkça görülüyor.

Nihayet bayram geldiğinde ailecek bir kahvaltı yapıp bayram namazına gidiyorlar. Namaz çıkışı herkes üç kere sarılıyor ve bu üçleme illüstratörün de dikkatini çekmiş olsa gerek ayrıca çiziyor bu sahneyi. Şimdi gelin de gülmeyin; yedi yaşındaki Pakistanlı-Amerikalı bir kızın da bayram günü adeti olarak üç kere sarıldığını öğreniyorsunuz. Kardeşi Bilal ile bayram harçlığı toplamak için birçok ziyaret yapması da cabası. Farklılıkların içindeki aynılığımız beni sayfa sayfa götürürken Rasim Özdenören’in şu satırlarını anımsıyorum: “İslâmi kültür, Müslümanca yaşayış tarzının bir fonksiyonu niteliğindedir. İslâm’ın öngördüğü hayat tarzını eksiksiz olarak yaşayan insanlar, sonuç olarak çevrelerinde bir İslâm kültürünü de oluşturacaklardır.

Sayfaları çevirdikçe pencerenin ardından büyüyen Ay’ı izlemek ve sonunda yeniden küçülüp ardından Bayram’ın geldiğini görmek çok keyif verici bir seyir oluyor. İllüstratör Julie Paschkis’in son derece davetkâr olan çizimleri, İslam çini sanatı ile birleştirilmiş ve kitap, İslam sanatını çağrıştıran yemyeşil örneklerle donatılmış.

Farkındalığın artmasıyla ilgili bu hikâye, modern Müslüman-Amerikan kültürüne ve geleneklerinin şekillendiği eski köklere bir pencere aralıyor. Hem de ardında Ay’ın evrelerini de izleyebildiğiniz bir pencere. Golden Domes and Silver Lanterns: A Muslim Book of Colors ve Crescent Moons and Pointed Minarets: A Muslim Book of Shapes adlı eserleri de Hena Khan’ın, kendi kültürü ve dinini yansıttığı diğer çocuk kitaplarıdır. Night of the Moon: A Muslim Holiday Story kitabı da “Ebeveyn Seçimi Onaylı Kitap” ödülünü almış ve 2009 “Gençlik İçin En İyi 10 Din Kitabı” listesi arasına girmiştir.

Büşra Yıldırım
twitter.com/busraylldrrm

15 Temmuz 2020 Çarşamba

Çok başarılı bir karakter inşası anlatısı

Bazı romanlar vardır, başarısı olay örgüsünün sürükleyiciliğinden, kurgusunun ardındaki zekadan gelir. Kiminin diline, üslubuna hayran olur, lezzetine doyamazsınız. Bazılarında da karakterler çok güzel işlenir, ilgi uyandırırlar ve anlatıyı en çok da o karakterleri merak ettiğiniz için okursunuz. Murat Uyurkulak’ın Can Yayınları'ndan çıkan son kitabı Delibo, benim için son sınıfta yer alıyor. Bu bağlamda Delibo için, bir karakter inşası anlatısı diyebilirim.

Devrim vaktiyle bir ihtimaldi ve çok güzeldi.” diye başlıyor Uyurkulak’ın başka bir romanı olan Tol. Sanırım bu ilk cümle, Delibo’ya da bir epigraf olarak çok yakışırdı. Zira Delibo, yarım kalmış bir devrimin ve yarım kalmış bir aşkın da öyküsü aynı zamanda.

Konusunu kısaca özetleyecek olursak, İzmir’de mahallenin delisi diyebileceğimiz Delibo kaybolur. Çocukluk arkadaşından bir telefon alan Yusuf, uzun bir aradan sonra İzmir’e, baba ocağına geri döner. Çocukluk aşkı Yasemin de Delibo’yu arama ekibine katılanlar arasındadır. Sonrası İzmir sokaklarında, bitmek bilmeyen bir kovalamaca, geçmişten bugüne süregelen bir devrim hayali.

Hikayenin Delibo kısmı, önden söyleyelim, sadece genel anlatıyı oluşturabilmek için bir dekor olarak kullanılmış. Anlatının asıl kurgusu bir arayış içeriyor, doğru ama aslında Delibo değil aranan. Gençlik günleri, baba-oğul arasındaki ilişki, söylenememiş sözler, itiraf edilememiş aşklar, benlik sorgusu vs. Tam da bu nedenle, hikayenin sonunda Delibo’nun bulunması sahnesi çok zayıf kalmış. Roman bitecek, diğer konuları çözüme kavuşturdum, Delibo da vardı değil mi, hadi o konuyu da bağlayalım der gibi sığ bir şekilde kapatılmış. Kitaba adını verecek kadar önemsenen bir ögenin, kitabın içinde de hikayesinin daha güçlü olmasını beklerdim.

Gelelim hikayenin 3 bacağını oluşturan diğer karakterlere. Üçgenin tepe noktasında Yusuf var, diğer iki ayağında ise Yasemin ve Sefer.

Yusuf karakterini okurken biraz Hakan Günday karakterlerindeki tadı aldım ben. Belki de bu yüzden Yusuf’u daha çok sevdim. Yusuf, bir ana karakter olarak romanda bir kaybeden aslında. Ancak bu kaybeden olma hali, Yusuf’un başarısızlığından, eksikliğinden kaynaklı değil. Aksine, Yusuf istediğinde son derece başarılı olabiliyor. Okulda birincilikler alabiliyor, iyi bir edebiyat okuru olabiliyor, iyi dövüşebiliyor ama bu başarılar bile marazi bir hal taşıyor. Yusuf’un üzerine yanlış biçilmiş bir ceket gibi kalıyorlar. Doğrusunu kaybetmekte ve köşeye çekilmekte buluyor Yusuf ve öyle de yapıyor. Hapishanede geçen 6 yılın ardından, Konya’da son derece süssüz bir hayat sürüyor. Süssüz diyorum çünkü anlıyoruz ki hayat akıyor, dünya dönüyor ama Yusuf duruyor. Hayata karşı tek tepkisi tepkisizliği. Ta ki İzmir’e dönene kadar. İzmir’e döndüğünde, kaldığı yere geri dönüyor ve hesaplaşmaları başlıyor babası, Yasemin ve kendi gençliği ile.

İzmir’de onu bekleyenlerden biri babası Sefer. Edebiyat öğretmeni, devrime tutkuyla bağlı, fakir ama gururlu bir aşk adamı. Eşi ile boşandıktan sonra çocuklarından biri olan Yusuf’a canla başla bakmaya çalışan bir yalnız baba. Oğlu için çabalayan, ona rehber olmaya çalışan, sadece onun iyiliği için öğretmenlik dışında geceleri işçilik yapan bir baba. Ve nihayetinde oğlundan vazgeçmek zorunda kalan bir baba. Vazgeçmek zorunda kaldığı hayatındaki bir diğer önemli şeyse, her ne kadar hala çalışmaya ve umut etmeye devam etse de bir hayalden öteye gidemeyeceğini bildiği idealleri, devrim. O da bir kaybeden…

Ve ana karakterlerimizden sonuncusu Yasemin. Anlatının tek kazananı. Hovarda, gözü pek, sözünü sakınmayan bir kadın. Yusuf’la sosyal statü bağlamında aynı kaderi paylaşırken, babasına kalan miras ile sınıf atlayan, sonrasında ise ülkenin tamamının tanıdığı ve hayran olduğu bir oyuncu. Eğitim hayatının erken dönemlerinden itibaren hayaliydi oyuncu olmak ve bunu başaran, üstelik herkesçe bilinir olacak kadar başaran hırslı, tuttuğunu koparan bir kadın. Yusuf’un ilk aşkı. Yusuf’un koruyanı, kollayanı. Gidişiyle Yusuf’u bambaşka bir hayata sürükleyecek, Yusuf’u İzmir’e döndürebilecek, Yusuf’un hesaplaşmasını başlatabilecek kadar güçlü bir kadın.

Delibo’yu okurken, sadece akışı anlamında, bir koşturmacanın varlığını hissetmeniz nedeniyle ufak da olsa bir polisiye roman tadı alıyorsunuz. Ancak anlatının bütününe bir polisiye demek elbette doğru olmaz. Delibo, çok başarılı bir karakter romanı. Özet haliyle bu kitabı tanımlamam gerekse şunları söylemeliyim:

Kitap, sadece karakterleri anlatabilmek için, hikayenin mekan, olay ve zaman ögelerini çok başarılı bir şekilde malzeme olarak kullanmış. Anlatının bir ögesi böylesine öne çıkarken, ki inşa etmesi kolay bir yapı değildir bu, diğer ögeler bir destek kuvvet rolü görmüş. Elimize bir biyografi alıp okuyor gibi değiliz; olayları, flashback’leri öyle ustalıkla kullanmış ki yazar, bizde de karakterleri tanıma arzusu uyandırmış. Özetle Delibo, sade dili ve akıcı üslubuyla, polisiye tadı veren kurgusuyla, karakterlerin ilgi çekici özellikleriyle, geçmiş ve günümüz arasında gidip gelen yapısıyla, çok başarılı bir roman olmuş.

Feyza Gönüler
twitter.com/FeyzaGonuler

14 Temmuz 2020 Salı

İnsan insanı yarasından tanır

"Görünmez bir yara acısı çoktur,
Bedenimde değil ruhumda sızı."
- Nesimi Çimen

Hasret ve hüsran, insanın damarlarındaki kan gibidir. Onlar olmadan bir yere varılamayacağı gibi, onlar varken de bir yere ulaşmak olmaz. Hasret yola çıkarır, hüsran yolda bırakır. Ama insan her an yoldadır. Yönünü de arayışları değil bulamayışları çizer.

Neye hasret duyuyoruz? Mesela güzel bir dost sohbetine, göğüs genişletecek bir şiire, neşeyi ve kederi satırlarında harmanlamış bir öyküye, yahut sessizliğinin içindeki sanatla yaşam enerjisi fışkıran bir ağacın gölgeliğine, nazarıyla dahi aşkı öğreten ve aşkı öğütleyen bir bilgenin dizinin dibine... Her birine ayrı ayrı hasret duyabiliriz. Bu hasreti duymak bile yaşam için insana kuvvet verebilir. Diğer yandan, insan hasret duyduklarıyla buluşamadığı zaman derin bir karanlığa gömülüyor. Bu karanlık; umudu ve sevinci örseliyor. 

Koronavirüs döneminde hiç kuşku yok ki karanlığa daha çok maruz kaldık. Bu karanlığı "cümûd" kelimesi daha iyi tanımlayabilir: cansız, donuk, katı, sert. Dolayısıyla insanın verimliliğini, olgunluğunu, kısacası kemalatını etkileyecek bir yoğunluğu var. Her gün gerek haberler gerekse tanık olduklarımız vesilesiyle içimiz kararıyor. Bir aydınlığa ihtiyacımız var ve inanıyoruz, kelimeler şifadır. Onlar şifa olduğu için sohbetler de şifadır. Yine inanıyoruz ki dua çok ulu bir zırhtır. Öyle bir zırh ki sade dua edeni değil çevresini de kuşatır. Bizi dua etmeye, yani umutlu olmaya koşturacak olan güç ancak güzellikten bahsetmek olabilir. Nasıl bir güzellik? Vapurda Çay Simit Sohbet programında şöyle izah ediyor Kemal Sayar:

"Ben insanda güzellik ararım. Yanına gittiğinizde, iki çift laf ettiğinizde oradan tazelenmiş, ümitle dolmuş, gönenmiş, ruhunuz genişlemiş olarak ayrılıyor musunuz? O sohbet sizi ısıtıyor mu? Sizi başka bir yere taşıyor mu? Bulunduğunuz hâlden daha ileri bir hâle sizi kanatlandırabiliyor mu ona bakmak lâzım. O da ancak güzellikle mümkün. Muhatabımız güzel olduğu gibi biz de ondaki güzelliği görebilecek kadar güzel olmalıyız. Onun güzel olması yetmez, bizim de güzeli görebilecek ehliyette, kabiliyette olmamız lâzım. Güzeli bulduğumuz yerde baş tacı etmeliyiz. İnsan ilişkilerinde, tabiatta, şehirleşmede, edebimizde, terbiyemizde her zaman güzelin avcıları olmalıyız."

Mayıs 2020'de Kapı Yayınları tarafından neşredildi Ruhun Derin Yaraları. Kitabın epigrafı, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin Dîvân-ı Kebîr'inden: Işık Yaradan Sızar... Bu sözün üzerine biraz düş(ün)meli. Bizi acıtan, üzen, kederlendiren, yoran şeylere daha sonrasında yeniden baktığımızda -tekrar gözden geçirdiğimizde- fark ederiz ki olgunlaşmışızdır. Hani o meşhur laf var ya; bir şey seni öldürmüyorsa güçlendiriyordur misali. Acılar ve üzüntüler, yani yaralar kutsar bizi. Biz çoğu zaman fark edemesek de hem kendi yolumuza ve yönümüze hem de çevremize ışık saçabiliyorsak yaralarımızdandır. Karanlık gibi görünebilir yaralar ama aslında aydınlık bir sahildir. Nerede bir yıkık varsa orada hazine bulunur. "Defineye malik viraneler var" çünkü. Ruhun Derin Yaraları, kurak bir mevsimde yüzümüze serin bir rüzgâr üflüyor. Kemal Sayar hoca, yine göğüs genişleten, uzun bir türkü söylüyor. Bazı sözlerin yalnız kulakla işitilmediğine, o sözlere gönül vermek gerektiğine dair bir şahitlik çemberi kuruyor. Dost halkası. Şah Hatâî'nin bir nefesini hatırlatır gibi: "Bu yola giremez kallaş / yüzü karayla gönlü taş / hâl'a hâldaş yola yoldaş / dost cemalin gördük bugün / dost dostun kusruna kalmaz / muhabbeti yerde koymaz / kuru gülden koku olmaz / gonca gülü bulduk bugün."

Bir bekleme sanatı olarak sabır, kuşku çağında güven duymanın güçlüğü, bir yürek kuduzu olan haset, hiç bitmeyen o büyük yalnızlığımız, bir adım geriye çekilip ince şeyleri yakalayabilmek, öteki'siz ben'in hiçbir değerinin olmaması, doğumdan ölüme göz temasının şifa vericiliği, ruhu onaran ve yükselten iyilik bilinci, modern zamanlarda cihana gönül vermek, modern çağda dost olmak, dijital çağın sarsıcı yan etkisi olarak beğenmek ve beğenilmek hastalığı, bolluk çağında mutsuzluk, geleneksel ve modern arasında tıp... Yani toplum olarak yaralı olduğumuz her konuya temas ediyor Kemal Sayar. Güzeli görebilmek için, şevk duyabilmek için:

"İnsanın sol beyni görmek istediğini görür, sağ beyin yeniliğe açıktır. Hayret, haşyet ve büyüleniş, kalbin takallübü oradan neşet eder. Aynı yolu yürür ama bir şeyi ilk defa bu kez, bir şairin gözüyle görürüz. Sağ beyin bize bunu sunar. Onca zaman kör kaldığımız bir şey şimdi bize güzelliğini açmış, keşfedilmeyi beklemektedir. Senin içindeki canlılığı açığa çıkarmayan her şey, senin için çok küçüktür. Heyecan ve canlılık hissediyorsak doğru yoldayız demektir."

Kitabı bitirip tüm konuları şöyle bir toparladığımda, Hasan Ali Toptaş'ın nefis romanı Kuşlar Yasına Gider'deki "Bazı canlıları yara öldürmüyor, muhatapsız kalmak öldürüyor" cümlesi geldi aklıma. İnsanın esas derdinin 'anlaşılmak' olduğunu düşünmüyorum. Evvela 'anlaşılma gayreti' görmek istediğini düşünüyorum. O yüzden 'seni anlıyorum' cümlesi pek kolay içimize sinmiyor, inandırıcı olmuyor. Oysa konuştuğumuzda gözümüzün içine bakan bir çift göz, şifaya vesile oluyor. Önce dinlenilmek istiyor insan. 'İnsanda dinlenmek' budur belki de. Bu cümleleri Twitter arazisine bıraktıktan hemen sonra bir fotoğraf gelmişti. Bakırköy Tren İstasyonu duvarına, spreyle yazılmış: İnsan insanı yeşertir... Muhakkak öyledir:

"Mevlânâ'nın çok güzel bir sözü var, 'Nasıl susamış bir dudak suyu ararsa, su da susuzluğunu dindireceği bir dudak arar,' diyor. Yalnızlığın yarattığı yoksunluk ağrısı, aynı fizyolojik ağrı gibi, beyinde ağrıyla ilgili merkezleri aktive ediyor. Bir tür ruh ağrısı yaşıyoruz. Ve bize 'Git insan bul, çünkü sen insan olarak insanı arayan bir varlıksın!' diyor. Hepimiz sosyal varlıklarız, insana ihtiyaç duyuyoruz. İnsanla var oluyoruz. 'Ne yanar kimse bana âteş-i dîlden özge / ne açar kimse kapım bâd-ı sabâdan gayrı' demiş Fuzûlî. Kapımızı bir sabah rüzgârı çalsın istiyoruz, bir insan sesi bizi onaylasın, bizi dinlesin, bize bu dünyada varlığımızın bir işe yaradığını hissettirsin."

İnsan insanı yarasından tanır, o yaradan dost olur, yoldaş olur. Yine aynı yaradan üzer, kırar ve yaralar. "Ayağımdaki yara, yerin inişli çıkışlı olduğunu öğretti bana" diyor Sohrap Sepehri. "Ben ki kiracıyım bir acıya" diyor Metin Altıok. İnsan hayata açılırken yaralarına da açılır. Bu yüzden yaşamak yaralanmaktır. Yaşamayı seviyorsun o hâlde yaranı da sev. Onarır, sağaltır bu sevgi.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

12 Temmuz 2020 Pazar

Tanımadığımız kuşağı eğitmenin çıkmazları üzerine

Büyüklerimizden duymaktan hoşlanmadığımız laflar genelde “Bizim zamanımızda…” ya da “Şimdiki çocuklar…” gibi yargılayıcı ve hatta suçlayıcı ifadelerle başlar. Tarih biliminin en önemli ilkelerinden biri; olayları gerçekleştikleri dönemin şartları içerisinde değerlendirmektir. Nasıl ki Orta Çağ Avrupa’sında insanları diri diri yakan Engizisyon Mahkemelerini veya Fatih’in, kardeş katline izin veren fermanını günümüzün hukuk anlayışıyla izah etmeye çalışmak mümkün değilse birbirinden çok farklı teknolojik, siyasi, kültürel, ekonomik vs. bir zamanda dünyaya gelen kuşakları da aynı değer yargılarıyla değerlendirmek mümkün değildir.

Evrim Kuran, Z: Bir Kuşağı Anlamak kitabında 2000 yılı itibariyle dünyaya gelen ve şu an itibariyle en küçüğü bir, en büyüğü yirmi yaşında olan Z kuşağını ve eğilimlerini uluslararası araştırmalar eşliğinde ve karşılaştırmalı bir biçimde ortaya koyuyor. Büyük bir çoğunluğu eğitim çağında ve okullarda olan Z Kuşağını eğitme görevini üstlenen öğretmenlere ve velilere önemli önerilerde bulunuyor.

Eğitim, daha yaşanılır bir dünya inşa etme çabasıdır çoğumuz için ve hepimizin ortak hedefi, çocuklarımıza daha iyi bir dünya bırakmaktır. İşte bu noktada yazar Aziz Nesin’in bir sözünü referans alıyor kendi araştırmasına: “Çocuklara daha iyi bir dünya bırakmak yerine, dünyaya daha iyi çocuklar bıraksanız sorun kendiliğinden çözülecek aslında.” (Aziz Nesin, Şimdiki Çocuklar Harika) Dünyaya daha iyi çocuklar bırakmak için bugünün çocuklarını daha yakından tanımamız gerekiyor aslında. Yazar, insanın ahlaki değerlerinin de içinde yaşadıkları hayatla birlikte şekillendiğini şu sözlerle ifade ediyor: “Hiçbir bebek nankör, kibirli, tembel, yalancı, riyakâr, hırsız ya da katil olarak gelmez dünyaya. Bebeklikten çocukluğa, oradan da yetişkinliğe geçişteki yolculuk şekil verir iyi insan olma tercihine. Hız ve rekabetle şekillenen ama asla bütünlenmeyen, her şeyin fiyatının bilindiği ama değerinin bilinmediği bu çağda, biz yeni nesil ebeveynler mutlu çocuk yetiştirmek obsesyonuna kapılıyoruz.” Bu sözler bir ümitsizlik belirtisi olsa da yazar, “Bu nesle iyi bir dünya bırakamıyoruz; dilerim iyi bir nesil bırakıyoruzdur dünyaya.” diyerek hem bir ebeveyn olarak kendisi için hem de toplum olarak hepimiz için bir görev belirliyor.

Yazar, kitabın ilk bölümünde önce “Neden Kuşak Çalışıyorum?” sorusunun cevabını veriyor. Bu bölümde Nazım Hikmet’ten alıntıladığı “Anlamak sevgilim, o bir müthiş bahtiyarlık, / anlamak gideni ve gelmekte olanı” dizeleri zamanla birlikte insanın da değiştiği gerçeğini ve bu değişimin farkına varmanın büyük bir keşif keyfi verdiğini söylüyor bize. Her kuşağın ortak ilgi alanları, yönelimleri ve değer yargıları olabildiği gibi aynı kuşak içerisinde olup birbiriyle çelişen yargıları benimseyen gruplar da bulunabilir. Burada dikkat edilmesi gereken en önemli unsur kuşakları şekillendiren, siyasi, ekonomik, askeri, teknolojik vs. olayların her bireyde aynı etkiyi oluşturmayacağı gerçeğidir. Sosyo-ekonomik ve kültürel çevre de aynı kuşak içerisinde farklı değer yargılarının ve yönelimlerin oluşmasında etkili bir unsurdur. Ayrıca aile ve eğitim de bireysel farklılıkları oluşturan diğer önemli unsurlar.

Yazar, Karl Mannheim’in; “İnsanlar ebeveynlerine benzediklerinden çok yaşadıkları zamana benzer” sözüyle kuşak teorisini destekliyor. Kuşaklar konusunda araştırma yapan başlıca araştırmacılara göre günümüz itibariyle beş farklı kuşaktan söz edebiliyoruz. 1927-1945 yılları arası “Sessiz Kuşak”, 1946-1964 arası “BB Kuşağı”, 1965-1979 arası “X Kuşağı”, 1980-2000 arası, “Y Kuşağı” ve 2000-2018 arası “Z Kuşağı”. Bu tarih aralıklarının belirlenmesinde hiç kuşkusuz bütün dünyayı etkileyen siyasi, sosyal, askeri, ekonomik vs. olaylar etkili olmuştur. Sessiz Kuşağın ortaya çıkışında bütün dünyayı etkisi altına alan ekonomik buhran ve iki büyük cihan savaşının etkisini göz ardı edemeyiz. BB Kuşağını ise insan Hakları Hareketi ve Radyonun yaygınlaşması şekillendirmiştir. X kuşağını oluşturan küresel dinamikler ise petrol krizi, 68 kuşağının etkileri ve sinema olarak sayılabilir. Y Kuşağı ise 11 Eylül, Küresel Isınma ve İnternet gibi dinamiklerle şekillenmiştir. Z Kuşağına gelindiğindeyse Küresel Terör, Bulut Teknolojileri ve Bitcoin gibi dinamikler bu kuşağı şekillendiren gerçekler olarak önümüze çıkıyor.

Yazar Z Kuşağını tarif ederken şu ifadeleri kullanıyor. “Tıpkı tekrar kuşağı oldukları Sessiz Kuşak gibi, Z Kuşağı da bir şeyler yaratma ve üretme konusunda becerileriyle geldiler. El işçiliklerini kullanarak bir şeyler yaratmaktan keyif alan, daha fazla eşyaya değil, daha anlamlı deneyime sahip olmak isteyen bir kuşaktan bahsediyoruz.”. Bu ifadeler bize söz konusu kuşağın gözlemci değil katılımcı olmak istediğini de söylüyor ve bu durum sınıf ortamlarının oluşturulmasında yeni bir yaklaşımın benimsenmesi gerektiğini de gösteriyor.

Yapılan araştırmalar Z Kuşağını oluşturan gençlerin çevreye karşı son derece duyarlı olduklarını gösteriyor. İklim değişikliği konusunda 16 yaşındaki İsveçli Greta’nın başlattığı eylem bütün dünyada pek çok ülkede gençlerden karşılık buldu. Ülkemizde de 11 yaşındaki Atlas Sarrafoğlu Bebek Parkı’nda okul grevi başlatıyor ve yaptığı açıklamada şu ifadeleri kullanıyor: “Bugün biz gençler olarak geleceğimizden kaygı duyduğumuz için buraya geldik. Bugün okula gitmedik. Çünkü okul bekleyebilir ama iklim değişikliği beklemez…”. Yazar ülkemizde bulunan farklı ekonomik imkanlara sahip Z kuşağı mensuplarıyla yaptıkları görüşmelerde ortak unsurlara rastladıklarını ifade ediyor. Müzik bu ortak unsurlardan biri ama dinledikleri tarzlar farklı. Arka mahallenin Z kuşağı Rap ve arabesk dinlerken yüksek gelir grubundaki z kuşağı pop ve rock dinlemeyi tercih ediyor. Her iki grup da müziği bir çeşit kaçış olarak görüyor. Her iki grup için de müzik, isyanın dili. Spor Z kuşağı için önemli bir dinamik. Alt gelir grubundakiler için özellikle futbol en kolay statü atlama yollarından biri. Yüksek gelir grubundakiler ise çok daha farklı spor dallarına ilgi duyuyor. Her iki grup da haksızlık karşısında öfkelenirken arka mahallenin çocukları öfkelendiklerinde kavga etmeyi yüksek gelir grubundakiler ise birilerinden yardım istemeyi tercih diyor. Burada yazar her iki grubun tavrını da sakıncalı görüyor. Z kuşağını oluşturan gençlerimizin bir başka ortak yönü ise Türkiye’de yaşamak istememeleri.

Z kuşağını oluşturan gençlerin rol modelleri de çeşitlilik gösteriyor. Yapılan araştırmaya göre futbolcular ve dizi oyuncuları bu kuşağın rol modellerini oluşturuyor. Yazar burada da hem bir ebeveyn olarak kendisine hem de toplum olarak bizlere önemli bir ödev yüklüyor. Çocuklarımıza doğru rol modelleri sunamazsak oluşacak olan boşluğu sosyal medya ve televizyon aracılığıyla başkaları dolduracaktır.

Sanırım günümüz çocuklarının en büyük problemlerinden biri sıkılmaktır. Yazar, sıkılmanın sanılanın aksine çok iyi bir şey olduğunu söylüyor ve yapılan araştırmalar da sıkılmanın yaratıcılığı olumlu etkilediğini gösteriyor. Çocukların sıkılmaması adına sürekli eğlenceli etkinlikler sunmak sanıldığı kadar olumlu dönüş yapmıyor.

Yazar, kitabını Z kuşağına seslendiği bir mektupla bitiriyor ve gençlere, iletişim kurmaktan ziyade bağ kurmayı, samimi ve gerçek olmayı, yılmamayı öneriyor.

Erhan Çamurcu
erhan.hoca.55@hotmail.com

11 Temmuz 2020 Cumartesi

İnsandaki hayvansılık, hayvandaki insansılık

İnsan, her insanı hayvanlarına ayırmak ve ardından ayrıntılı ve yatıştırıcı bir biçimde onlarla hesaplaşmak istiyor.” (1943)

Gözlerini dikmiş, gözlerime bakıyor dik dik. Kıpırtısız... Ürperiyorum. Sanki içinde vahşi bir insan varmış da, bunu o kedi postuyla gizliyormuş gibi. Ürperme nedenim insana benzemesi mi bilmiyorum. İnsan bir hayvandan korkarsa, hayvan olduğu için korkmalı değil mi, insana benzettiği için değil. Belki de bu ikircikli haldir korkutucu olan. Ani bir hareketle ayağa kalkıyorum, bu sefer ben ürkütmüş oluyorum onu, bir nevi ödeşiyoruz ve sonra kaçıp gidiyor. İnsandaki hayvansılığı, hayvandaki insansılığı düşünüyorum. Hiçbir hiyerarşi olmaksızın, fakat hiyerarşiyi dayatan, doğadan kopuk sisteme inat bu iç içe geçmişlik oldukça hoşuma gidiyor. Ve sanırım Elias Canetti’nin de…

Doğa hep kendi bildiğini okuyor elbet. Dikkatli bakan gözlerce doğadaki her şey denge halinde, adaletli ve ikilikleri birleyen döngüsel bir pozisyonda… Fakat doğadan kopan insanoğlu, kendi güçsüzlüğünün, acizliğinin, öfkesinin intikamını hep hayvanlardan alıyor. Kendisinde baş edemediği veya yok edemediği duyguları, hayvanları yok ederek gidermeye çalışıyor. Ve bilmiyor ki hayvanlar tükendikçe, insan da tükeniyor. İnsan, hayvanların sonunu hazırladıkça, hem ruhsal hem fiziksel olarak kendi sonuna da hazırlanıyor.

Doğadan kopan insan, kendisini merkez sanıp, diğer her şeyi dışarıda bırakıyor ve kendi kibrini örtüveriyor yüzleşmek istemediği tüm insani gerçeklerinin üstüne. Elias Canetti, Sel Yayınları’ndan çıkan Hayvanlar Üzerine isimli kitabında insanın, tek ve en önemli merkez değil, aksine sayısız merkezden biri olduğundan ve bu merkezlerin her birinin ayrı ayrı önemli olduğundan bahsediyor.

Körleşme, Kitle ve İktidar gibi mutlaka okunması gereken başucu kitaplarının yazarı, Nobel Edebiyat Ödülü başta olmak üzere birçok edebiyat ödülü alan ve eserlerinde genellikle kitle- iktidar arasındaki ilişkiyi sorgulayan Elias Canetti, tarihte hayvanlardan çok az söz edildiğini ifade ediyor. Aforizmalar, denemeler, öykülerle bezeli çok keyifli ve bir hayli düşünsel yoğunluğu olan bu kitabında çok önemli bir boşluğu dolduruyor böylece. İnsanla hayvanın kurduğu ilişkiyi irdelerken, hayvanlar üzerinden bir iç hesaplaşma ve kitlesel bir farkındalık yaratmaya çalışıyor. İncecik bir kitap olmasına rağmen, kendisini sürekli merkezde sanan bizleri, oldukça derin cümleleriyle tersten düşünmeye sevk ediyor. Bu yüzden de berrak bir zihinle okunması gereken bir kitapla karşı karşıya kalıyoruz. Kitabın hızlı bitimi kadar, ne mutlu ki hızla bitmiyor düşünme mesaimiz.

Canetti’nin eserlerinde dil ile gerçeklik arasında kurduğu ilişki oldukça önemli bir yere sahip. Bu kitabında da özellikle dilin hayvanlar üzerindeki belirleyiciliği üstüne çok çarpıcı anlatımlara rastlıyoruz. Alışageldiğimiz dil kalıplarını başka bir açıdan sorgulamamızı sağlıyor. Canetti’ye göre; dil tamamıyla, hor görülen canlılarla dolu ve dile bu canlılar hayat veriyor. Kurbağalardan ve haşarattan, yılanlardan, solucanlardan ve domuzlardan söz ediyoruz. Peki ya, birden bütün hor görme sözcüklerini ve nesnelerini yitirseydik ne olurdu acaba? (1954)

Kitabın bitiminde Hayvaninsan Cumhuriyeti’nde hissederken kendimi, burada sadece iki tanesine yer vereceğim kitabın “Notlar” bölümünde yer alan oldukça önemli sorular kalıyor zihnimde Canetti’den:

"Hangisi önce tükenecek, hayvanlar mı yoksa hikayeler mi?" (1980)

"Hayvanlar arasında tek bir arkadaşın bile yok, buna hayat mı diyorsun?" (1984)

Tuğçe Isıyel
twitter.com/tugceisiyel

8 Temmuz 2020 Çarşamba

Her şeye en baştan başlamak mümkündür

Tuba Arık’ın yazmış olduğu Paronaya, hayatta bulunduğunuz tüm yaşam koşullarından doğan sıkıntılardan sizleri uzaklaştıracak, başka âlemlere götürecek bir çalışma.

Kitaba başladığımda büyük bir ön yargıyla başlasam da daha sonraları neden bu kitabı okumak için geç kaldım diye düşündüm. Zaman içerisinde bu kitapla yaşamaya başladım. Yol edindim.

Günümüz yazarları arasında yer alan Tuba Arık, bu kitabın yazım tarzı ve içeriğiyle oldukça etkileyici. Olayların akışı beni hiç ummadığım yerlere alıp götürdü. Neden yaşadığımı var oluşumu sorgulamama vesile oldu. Her şeye en baştan başlamanın mümkün olduğunu gösterdi. Hayatımı ilmek ilmek işleyerek yol almamı sağladı.

Tuba Arık’ın yazmış olduğu bu eserin ilk kitabı Paranoya, ikinci kitabı ise Melankoli. Romanın üçlemesinin sonuncusu ise İklimler.

Günümüz felsefesine ve edebiyatına karşı gelen kuralları içerse de bir o kadar da uyumu sağlayan, aşk üçlemesini satır satır işleyen bu roman, içerisinde bir sürü hayat barındırmakla kalmayıp, André Maurois'in kitabı olan İklimler ve Dante'nin İlahi Komedya'sına da atıf yapıyor.

Günümüzdeki aşk romanlarında yer alan; kadına değer vermeyen, küçültmeye çalışıp, hür hayatlarını ellerinden almaya çalışan başkarakterlerden çok sıkılmıştım. Saygıyı, sevgiyi, insana değer vermeyi ayaklar altına indirgeyen bu tür romanların, edebiyatın ruhuna ne kadar uyduğu tartışılır. On altı, on yedi yaşındaki gençlerimizin kendilerini zenginleştirecek kitaplar okumak yerine, dejenere olmuş hayatların anlatıldığı kitapları listelerde bir numaraya çıkarması aslında günümüz edebiyatının çıkmazlarından biri. Sorun acaba yazarlarda mı, yayıncılarda mı, yoksa bu kitaplara para harcayan bizlerde mi? Bilemiyorum.

Unutmamamız gereken gerçeklerden birisi de, okuduklarımızla var olduğumuz değil midir? Okuduğumuz satırlarla şekilleniriz. Yanlış yönlendirmelerle hayatların heba olabileceğini bilmek gerçekten üzücü.

Başkarakterler, ya zengin iş insanı, kural tanımaz, gücün her şeyi satın alabileceğine inanana karakterlerden oluşurken, kızlarımız her daim fakir, hayatlarını beyaz atlı prensini bekleyerek geçirmiş, kendine hiç bir şey katmak için uğraşmamış, kendi ayaklarının üzerinde nasıl durulur bilmeyen, başkarakterdeki erkeğe kendini adayan kadınlar. Yıllarca, birbirine değer veren, sevgiyi insana iliklerine kadar yaşatan kitaplara daha fazla ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum.

Paranoya’nın içeriği, karma düzenin içerisinde bulunan romanların tam tersidir. Dokuz yaşından itibaren onu takip eden sanrıları ve korkularının içerisinden çıka gelen bir Gölge'nin öyküsüdür. Dokuz yaşından itibaren onu koruyup kollayan, sağlıklı bir yaşam için büyük uğraşlar veren bu gölge zamanla Fegel’in büyük bir kâbusu haline dönecektir. Hatta Fegel’in en başında gölge için tanımı şudur:

Çocukluğumdan kalma bir histi gölgelerden korkuşum.
Yanımdan geçen o bilindik karaltı.
Var oluşumun en büyük ıstırabı.
Hayatımı kâbusa çeviren bir kaçıştı.
Şimdi o gölge beni aldı.
Teslimiyet zamanı.

Gölgeyi sadece kendi görüyor olması, herkes tarafından deli ilan edilmesiyle başlıyor hikâye. Zamanını onun varlığını hissederek geçirse de, okul döneminde karşısına çıkan Marlo’ya tutulmasıyla sineye çekiyor dokuz yıllık gölgesini. İlk aşkını Marlo’nun kalbinde yaşayıp, filizlenmesine izin verse de, büyük bir aşkın yanılsamasını yaşıyor belki de. Bunları yaşarken bilmiyor, Gölge’nin onu almak için kurduğu planı. Tanrı, bir kader çizmişti üç kişiye. Üç kişinin haberi olmadan dönüp durmuşlardı bu döngüde.

Marlo’nun ortaya çıkışı, gölgeyi hallice öfkelendirmişti. Korkmuştu elbette. Fegel’in, günden güne Marlo’ya artan sevgisi, gölgeyi büyük bir yıkıma sürüklüyor, Fegel’in kendisini sevme ihtimalini ortadan kaldırıyordu. O görmüştü onu. İlk o sevmişti onu. Onun olmalı, yaşama birlikte tutunmalılar, düşüncesi vardı Gölge’nin. Marlo’nun varlığını nasıl yok edebilirdi? Nasıl yapabilirdi bunu? Fegel’e bu acıyı nasıl yaşatırdı ki. Alamazdı Fegel’i ayaklar altına, acı yükleyemezdi omzuna, ruhuna. Kıyamazdı öylece bu kadına. Bu aşkı içinde yaşatacak, Fegel’in Marlo’ya duyduğu aşkı kabullenerek yaşayacaktı.

Fegel’in, Gölge’ye duyduğu hisler: “Gördüklerim, yaşadıklarım hayal değilse, gerçekliğe nasıl bir açıklama getirebilirim? Ya hayalse? Bunu nasıl bitirebilirim?"

Fegel, günden güne Marlo’yu daha çok sevse de, hiç bir şey hayal ettiği ve umduğu gibi gitmeyecekti. Çünkü artık Gölge’nin kendini gösterme zamanı gelmişti. Rüzgarı, kasırgayı, yağmuru, ağaçları, doğayı önüne katarak çıkmıştı Fegel’in karşına. Sekiz yüz yıllık bir zaman geçiren Petra’nın doğuşuydu aslında. Petra kalbini, evreni gözlerine sığdıran, doğanın bin bir türlü renklerini gözlerinde taşıyan, Fegel’e kaptırmıştı. Petra’nın, Tanrısı söz vermişti. Fegel’in ölümüne kadar dokunmazsa ona, Tanrı, Fegel’i verecekti Petra'ya. Öbür dünyada. Kırk iki yıl beklemişti Petra, Fegel’e sarılmanın nasıl bir hissiyat olduğunu yaşayarak. Petra, doğanın oğlu. Tanrı'nın Lütfuna erişmiş bir bilge. Simyayı ve Felsefeyi önüne katarak büyük mucizeler başaran Petra, Fegel’e duyduğu aşkla imtihan edilecekti. Fegel ise hem Marlo’yla hemde Petra'yla. Petra’nın, Fegel’e duyduğu aşkı özetlersek (bir özet bu aşkı derinlemesine yaşatır mı meçhul) eğer;

"Bana var olduğumu hatırlattın. Bir zamanlar insan olduğumu. Hayallerim olduğunu. Bir zamanlar benim de bir çocuk olduğumu.

Petra’yla yolları kesişen ve yeni bir hayata başlayan Fegel’in, Marlo’nun aşkını kalbinde bir madalyon gibi taşısa da, Petra’nın aşkına sonsuz bir saygıyla yaşam sürecekti. Marlo ise Fegel’in ondan alınmasını hazmedemeyerek, ölümsüzlerden oluşan Simyacıları arkasına alarak çalacaktır Petra’nın kapısını. Oysa Marlo’nun unuttuğu bir şey vardır ki, Petra’nın gücünü göz ardı etmesiyle, mucizevi gücü ve zekası altında ezilerek geri çekilmek zorunda kalacaktır. Ve Petra, Fegel’e; “Seni bıraka bilseydim eğer, bırakırdım. Bencilliğimi göz ardı eder, sana olan sevgime sırt çevirdim. Ama benim gecem sensin fegel. Benim gündüzüm sensin. Ruhumun dinginliği sensin. Günlerim, aylarım, yıllarım sensin. Sensiz yapamam. Cehennemin içinde bile cennetimsin. Sensiz hiçim. Seninle varım ben. Seninle tamamım. Seni bir başkasına bırakmak için beklemedim. Ve yine söylüyorum seni bir başkasının alması içinde gerekli hoşgörüye sahip değilim. Bu yüzden Fegel, hiç kuşkusuz mezara birlikte gireceğiz."

Ne kadar Fegel, Petra’yı sevmediğini düşünse de, Petra’ya duyduğu aşkı, Marlo’nun aşkını ezip geçecektir. Lakin henüz bu aşkı kabullenemeyecek, Marlo’ya ihanet etmekten korkacaktır. Yılları Petra’nın yanında geçen Fegel, sonunda Petra’nın ölümsüz ailesiyle tanışacaktır. Yıllarca Marlo’nun aşkından bahseden Fegel’e, Petra’nın yiyeni Giovannia, sitem edecektir.

Giovannia'nın sözleri şunlardır; "Sen hiç olmayan bir aşkı çekiyorsun Fegel. Acı çektiğini sanıyorsun. Aşkın ne demek olduğunu inan bana bilmiyorsun. Hiç bir zaman da bilmedin. Ama bir gün gelecek öğreneceksin. Öğrendiğinde ise artık çok geç olacak. Kaybettiğin zamana lanet okuyup, geriye dönmek isteyeceksin. İsteyeceksin ki kaybettiklerini göreceksin. Ama şimdi Tanrı bile sana bu gerçeği gösteremez. Cehennemi yaşamaya devam et. Petra amcamı, Marlo’ya duyduğunu sandığın aşkla darmadağın etmeye devam et.

Bu sözlerinin ardından yıkılan Fegel’i doğa kucaklamış, kimseye söylememesi gereken sözleri bir sır misali fısıldamıştı.

Sana verilen bu aşk(lar)a sahip çık Fegel.
Bu sana bağışlanmış bir armağan.
Hem maddi hem manevi sahada.
Hem bedeninde hem ruhunda.
Hem içinde hem dışında.
Kalbinin iki yarısında.
Tanrı’nın büyüklüğünü gör.
Sana bahşettiği aşklarla övün, gurur duy.
İşte bu senin hem cezan, hem mükâfatın. İkisine de sahip çık. İkisini de yaşat.

Böyle söylemişti doğa ona. Böyle anlatmıştı her şeyi en başından. Bu gerçekle yaşamıştı Fegel kırk iki yaşına kadar. Son günlerine kadar da Marlo’yu kalbinde yaşatmıştı, Petra’nın yanında. Petra ise bu gerçeği kabul etmiş, Fegel’in Marlo’ya olan aşkını da kalbine gömmüştü. Büyük bir sabırla beklemişti Fegel’in onu sevmesini. Petra ise bu acıyı şu şekilde dile getirmişti: “Benim bir umudum bile yok. Yaşıyorken ölüyorum. Tıpkı Augistunus'un dediği gibi: yaşamıyorum ama hayattayım, öyle güçlü ki isteğim, ölmemekten ölüyorum."

Ve yıllar sonra beklenen an gelmiş mezara birlikte girmişlerdi. Petra’ya verdiği sözü tutmuştu Fegel. Petra ise Tanrı'ya. Kırk iki yıl süreç içerisinde bir kere bile dokunmamıştı Fegel’e. Korumuştu ruhunu. İlk günkü gibi. Yeni doğmuş gibi. Saf ve berrak göç etmişti bu diyardan.

Dünyadan iki insan göç etti. Biri sevdiğini ardında bırakarak. Biri sevdiğini yanına alarak. Bir diğeri ise sevdiğini toprağa bırakarak.

Bu kitap örneği görülmemiş bir aşkı bütün açıklığıyla önümüze sunuyor. Sizi duygudan duyguya sürükleyecek bu hikaye, bir solukta okunacak ve bitmesini istemeyeceğiniz bir eser olarak aklınızda yaşayacak.

Merve Yılmaz
merve1d1d1d@gmail.com

İnsan olmak bireysellikten değil, biz olmaktan geçiyor

1987 doğumlu Emrah Doğru, Muş’ta doğdu. 2010 ile 2019 yılları arasında TRT haber muhabirliği yaptı. Sivil Toplum Kuruluşları tarafından ödüller aldı. Uzun süre çalıştığı Boşanma adlı ilk kitabını 2019 yılında çıkardıktan sonra Biz Olabilmek adlı ikinci kitabının Mayıs 2020'de 2. baskısı yayınlandı. Bir çok şehirde sosyal sorumluluk projelerine imza etmekle beraber 2018 yılından günümüze kadar kurucusu olduğu İnsanlık Dergisi’nin Genel Yayın Yönetmenliğini üstlendi. Güncel olarak Habertürk’te haber muhabirliği görevi yapmaktadır.

Yazar ve muhabir Emrah Doğru Bey’in sosyal medya paylaşımında gördüğüm kitabı, en sevdiğim renk olma hasebiyle çokça dikkat çekiciydi. Kitabın görüntüsü, hayaller kurmaya sevk eden, ilham verici, asaletin, aynı zamanda romantizmin, duygusallığın, tutkunun, zenginlik ve zarafetin rengi mor rengin üzerinde, en büyük puntolarla dikdörtgen bir şeklin içinde "Biz" başlığı karşınıza çıkıyor ve hemen ardından “Anlayışlı olursanız seversiniz, seviyorsanız zaten anlayışlı olursunuz.” yazısı pek manidar olmuş. Seviyorsanız, seversiniz…

Mor renk hayal gücü ve maneviyatla ilgilidir, idealleri gösterir, iç gözlemsel bir renktir ve derin düşüncelere dokunmamıza izin verir. Işık tayflarında en yüksek titreşime sahiptir. Kitabın üzerinde mavi ve kırmızı renklerin olması aslında sen ve beni temsil edip, artı ve çarpı işaretleriyle, sanki sen ve ben harmanlanırsak biz olacağız gibi bir bilinçaltı mesajı da içermektedir. Yani mavinin ruhaniyeti ve bütünlüğü ile kırmızının enerjisi ve gücünü içeren mor renk, bedensel ve ruhsal enerjilerimiz arasında bir denge yaratan beden ve ruhun birleşmesidir. Mor, yaşamın anlamını ve manevi tatminini arayanlara yardım edip, farkındalığı arttırır, bizi daha yüksek bir bilince bağlar. Bu nedenle ruhun dönüşümü ile ilişkilidir. Renk psikolojisi perspektifinden bakıldığında ise mor renk veyahut eflatun, akıl ve duyguların uyumunu teşvik eder. Zihinsel dengeye ve istikrara katkıda bulunur. Akıl, mor renk etkisiyle ruhsal ve fiziksel dünyalar arasındaki düşünce ve etkinlik arasında bir bağlantı kurar. Mor renk egodan yoksun, duyarlılığı ve şefkati teşvik eden koşulsuz ve bencil olmayan sevgiye ilham verir. Kitabı henüz görür görmez bu hisleri vermesi kitabı 2-3 saat içerisinde bitirmenize sebebiyet veriyor. Kitabın deri dokusu ise dokunsal olarakta kitapla iletişim halinde kalmanızı da tetikliyor. Hiç sıkılmadan okuduğum bu kitap; kelimelerle anlatılamayan fedakarlık ve karşılıksız sevgiyi, tarif eden “anne”lere ithafla başlıyor.

Kitabın genel içeriğinde insanoğlunun geçici dünyadaki varoluş gayesini, beklentileri, aile kültürü, evlilikleri, nasıl eş seçmeli, evliliklerde veya ilişkilerde nasıl biz olunur, mutlu kalabilmenin yolları ve sürdürülebilirliği, adet ve örflerimiz, dini inançlarımıza göre aile yapısı, evlilik gerekli midir, hayırlı insanın kim olduğu, aile bağlarının nasıl güçlenebilirliği gibi soru ve konular hakkında, genişçe cevaplar bulabileceğmiz 95 sayfalık her evliliğin ve insanlığın başucu niteliğinde bir eser.

Kitabın akışı genel olarak, insanoğlunu alıp tefekkür yolculuğuna çıkarıyor ister istemez. Sıkılmaya fırsat vermeden kıssa, hikaye, söyleşi gibi edebi anlatımlara başvuruyor. İçinde Hadisler, Ayetler ve ünlü yazar ve düşünürlerin sözlerinden de alıntılar yapıp, nasihatli bir dille anlatıma katkı da bulunuyor.

İlerleyen sayfalardaki “Güzeller Güzeli Hifa Hatun’un Hikayesi” ve “Eşinden Önce Cennete Kavuşan Sad’ın Hikâyesi” duygu yoğunluğu yaşatmakla birlikte kitabın yürek burkan kısımı gibi görünen Sad’ın insanların onu horlanmalardan daha acısı, yüzünün siyahlığından ötürü Hz. Peygamber (s.a.v.)’e cennete girmesine engel mi sorusuydu safiyane dünyası içinde. Ve hikâyenin sonunda Allah (c.c.) Teâlâ’nın onu Cennet hurilerine layık görmesi yürek ferahlatırken, kimseyi hor ve aşağı görmemiz gerektiğini, belkide beğenmediğimiz insanların bizden kat ve kat hayırlı olduğunun bilincine de varmamıza vesile oluyor.

Hülya Koçyiğit, Muhterem Nur, Hakkı Bulut, Kezban Hatemi, Hüseyin Keskin, Rukiye Karaköse, Erol Erdoğan ve Said Ercan gibi ünlü, psikolog, avukat, siyasetçi gibi farklı kesimlerden söyleşi şeklinde tavsiye alınarak oluşturulan kitabın son kısmı da yazarın tavsiyelerinin diğer insanlar tarafından onaylar nitelikte olması, kitabın bütünlük, güvenilirlik ve insanoğlunun yalnız olmadığı hissini pekiştiriyor. Kitapta eleştirebilecek bir şey buldum elbette. Birkaç küçük imla hatası.

Özetleyecek olursak ve düşündürdüklerini ele alırsak Biz Olabilmek için şunları söyleyebilirim:

İnsan olmak bireysellikten değil, biz olmaktan geçiyor. Bağımlı değil karşılıklı bağlılık olursa ancak ilişkiler sürdürülebilir ve sağlıklı oluyor. Nitelikli beraberlik için insanların birbirlerine karşılıklı vakit ayırmaları gerekiyor. Sevmenin yolunun kanaat ve şükür sahibi olmaktan geçtiğini, sözde değil özde olursak zaten seveceğimizi, seviyorsak da aksi olmamızın mümkün olmadığının bilincine ulaşıyorsunuz. Eğer seviyor”muş” gibi yaparsak, hayatımızda “muş” gibi yapan insanlarla beraber oluruz. Ah’lanıp vah’lanmamak için sözde değil özde olmak, “biz” olabilmek dileğiyle…

Hayrunnisa Nur Kabuk
hayrunnisa1nur@gmail.com