Büyüklerimizden duymaktan hoşlanmadığımız laflar genelde “Bizim zamanımızda…” ya da “Şimdiki çocuklar…” gibi yargılayıcı ve hatta suçlayıcı ifadelerle başlar. Tarih biliminin en önemli ilkelerinden biri; olayları gerçekleştikleri dönemin şartları içerisinde değerlendirmektir. Nasıl ki Orta Çağ Avrupa’sında insanları diri diri yakan Engizisyon Mahkemelerini veya Fatih’in, kardeş katline izin veren fermanını günümüzün hukuk anlayışıyla izah etmeye çalışmak mümkün değilse birbirinden çok farklı teknolojik, siyasi, kültürel, ekonomik vs. bir zamanda dünyaya gelen kuşakları da aynı değer yargılarıyla değerlendirmek mümkün değildir.
Evrim Kuran, Z: Bir Kuşağı Anlamak kitabında 2000 yılı itibariyle dünyaya gelen ve şu an itibariyle en küçüğü bir, en büyüğü yirmi yaşında olan Z kuşağını ve eğilimlerini uluslararası araştırmalar eşliğinde ve karşılaştırmalı bir biçimde ortaya koyuyor. Büyük bir çoğunluğu eğitim çağında ve okullarda olan Z Kuşağını eğitme görevini üstlenen öğretmenlere ve velilere önemli önerilerde bulunuyor.
Eğitim, daha yaşanılır bir dünya inşa etme çabasıdır çoğumuz için ve hepimizin ortak hedefi, çocuklarımıza daha iyi bir dünya bırakmaktır. İşte bu noktada yazar Aziz Nesin’in bir sözünü referans alıyor kendi araştırmasına: “Çocuklara daha iyi bir dünya bırakmak yerine, dünyaya daha iyi çocuklar bıraksanız sorun kendiliğinden çözülecek aslında.” (Aziz Nesin, Şimdiki Çocuklar Harika) Dünyaya daha iyi çocuklar bırakmak için bugünün çocuklarını daha yakından tanımamız gerekiyor aslında. Yazar, insanın ahlaki değerlerinin de içinde yaşadıkları hayatla birlikte şekillendiğini şu sözlerle ifade ediyor: “Hiçbir bebek nankör, kibirli, tembel, yalancı, riyakâr, hırsız ya da katil olarak gelmez dünyaya. Bebeklikten çocukluğa, oradan da yetişkinliğe geçişteki yolculuk şekil verir iyi insan olma tercihine. Hız ve rekabetle şekillenen ama asla bütünlenmeyen, her şeyin fiyatının bilindiği ama değerinin bilinmediği bu çağda, biz yeni nesil ebeveynler mutlu çocuk yetiştirmek obsesyonuna kapılıyoruz.” Bu sözler bir ümitsizlik belirtisi olsa da yazar, “Bu nesle iyi bir dünya bırakamıyoruz; dilerim iyi bir nesil bırakıyoruzdur dünyaya.” diyerek hem bir ebeveyn olarak kendisi için hem de toplum olarak hepimiz için bir görev belirliyor.
Yazar, kitabın ilk bölümünde önce “Neden Kuşak Çalışıyorum?” sorusunun cevabını veriyor. Bu bölümde Nazım Hikmet’ten alıntıladığı “Anlamak sevgilim, o bir müthiş bahtiyarlık, / anlamak gideni ve gelmekte olanı” dizeleri zamanla birlikte insanın da değiştiği gerçeğini ve bu değişimin farkına varmanın büyük bir keşif keyfi verdiğini söylüyor bize. Her kuşağın ortak ilgi alanları, yönelimleri ve değer yargıları olabildiği gibi aynı kuşak içerisinde olup birbiriyle çelişen yargıları benimseyen gruplar da bulunabilir. Burada dikkat edilmesi gereken en önemli unsur kuşakları şekillendiren, siyasi, ekonomik, askeri, teknolojik vs. olayların her bireyde aynı etkiyi oluşturmayacağı gerçeğidir. Sosyo-ekonomik ve kültürel çevre de aynı kuşak içerisinde farklı değer yargılarının ve yönelimlerin oluşmasında etkili bir unsurdur. Ayrıca aile ve eğitim de bireysel farklılıkları oluşturan diğer önemli unsurlar.
Yazar, Karl Mannheim’in; “İnsanlar ebeveynlerine benzediklerinden çok yaşadıkları zamana benzer” sözüyle kuşak teorisini destekliyor. Kuşaklar konusunda araştırma yapan başlıca araştırmacılara göre günümüz itibariyle beş farklı kuşaktan söz edebiliyoruz. 1927-1945 yılları arası “Sessiz Kuşak”, 1946-1964 arası “BB Kuşağı”, 1965-1979 arası “X Kuşağı”, 1980-2000 arası, “Y Kuşağı” ve 2000-2018 arası “Z Kuşağı”. Bu tarih aralıklarının belirlenmesinde hiç kuşkusuz bütün dünyayı etkileyen siyasi, sosyal, askeri, ekonomik vs. olaylar etkili olmuştur. Sessiz Kuşağın ortaya çıkışında bütün dünyayı etkisi altına alan ekonomik buhran ve iki büyük cihan savaşının etkisini göz ardı edemeyiz. BB Kuşağını ise insan Hakları Hareketi ve Radyonun yaygınlaşması şekillendirmiştir. X kuşağını oluşturan küresel dinamikler ise petrol krizi, 68 kuşağının etkileri ve sinema olarak sayılabilir. Y Kuşağı ise 11 Eylül, Küresel Isınma ve İnternet gibi dinamiklerle şekillenmiştir. Z Kuşağına gelindiğindeyse Küresel Terör, Bulut Teknolojileri ve Bitcoin gibi dinamikler bu kuşağı şekillendiren gerçekler olarak önümüze çıkıyor.
Yazar Z Kuşağını tarif ederken şu ifadeleri kullanıyor. “Tıpkı tekrar kuşağı oldukları Sessiz Kuşak gibi, Z Kuşağı da bir şeyler yaratma ve üretme konusunda becerileriyle geldiler. El işçiliklerini kullanarak bir şeyler yaratmaktan keyif alan, daha fazla eşyaya değil, daha anlamlı deneyime sahip olmak isteyen bir kuşaktan bahsediyoruz.”. Bu ifadeler bize söz konusu kuşağın gözlemci değil katılımcı olmak istediğini de söylüyor ve bu durum sınıf ortamlarının oluşturulmasında yeni bir yaklaşımın benimsenmesi gerektiğini de gösteriyor.
Yapılan araştırmalar Z Kuşağını oluşturan gençlerin çevreye karşı son derece duyarlı olduklarını gösteriyor. İklim değişikliği konusunda 16 yaşındaki İsveçli Greta’nın başlattığı eylem bütün dünyada pek çok ülkede gençlerden karşılık buldu. Ülkemizde de 11 yaşındaki Atlas Sarrafoğlu Bebek Parkı’nda okul grevi başlatıyor ve yaptığı açıklamada şu ifadeleri kullanıyor: “Bugün biz gençler olarak geleceğimizden kaygı duyduğumuz için buraya geldik. Bugün okula gitmedik. Çünkü okul bekleyebilir ama iklim değişikliği beklemez…”. Yazar ülkemizde bulunan farklı ekonomik imkanlara sahip Z kuşağı mensuplarıyla yaptıkları görüşmelerde ortak unsurlara rastladıklarını ifade ediyor. Müzik bu ortak unsurlardan biri ama dinledikleri tarzlar farklı. Arka mahallenin Z kuşağı Rap ve arabesk dinlerken yüksek gelir grubundaki z kuşağı pop ve rock dinlemeyi tercih ediyor. Her iki grup da müziği bir çeşit kaçış olarak görüyor. Her iki grup için de müzik, isyanın dili. Spor Z kuşağı için önemli bir dinamik. Alt gelir grubundakiler için özellikle futbol en kolay statü atlama yollarından biri. Yüksek gelir grubundakiler ise çok daha farklı spor dallarına ilgi duyuyor. Her iki grup da haksızlık karşısında öfkelenirken arka mahallenin çocukları öfkelendiklerinde kavga etmeyi yüksek gelir grubundakiler ise birilerinden yardım istemeyi tercih diyor. Burada yazar her iki grubun tavrını da sakıncalı görüyor. Z kuşağını oluşturan gençlerimizin bir başka ortak yönü ise Türkiye’de yaşamak istememeleri.
Z kuşağını oluşturan gençlerin rol modelleri de çeşitlilik gösteriyor. Yapılan araştırmaya göre futbolcular ve dizi oyuncuları bu kuşağın rol modellerini oluşturuyor. Yazar burada da hem bir ebeveyn olarak kendisine hem de toplum olarak bizlere önemli bir ödev yüklüyor. Çocuklarımıza doğru rol modelleri sunamazsak oluşacak olan boşluğu sosyal medya ve televizyon aracılığıyla başkaları dolduracaktır.
Sanırım günümüz çocuklarının en büyük problemlerinden biri sıkılmaktır. Yazar, sıkılmanın sanılanın aksine çok iyi bir şey olduğunu söylüyor ve yapılan araştırmalar da sıkılmanın yaratıcılığı olumlu etkilediğini gösteriyor. Çocukların sıkılmaması adına sürekli eğlenceli etkinlikler sunmak sanıldığı kadar olumlu dönüş yapmıyor.
Yazar, kitabını Z kuşağına seslendiği bir mektupla bitiriyor ve gençlere, iletişim kurmaktan ziyade bağ kurmayı, samimi ve gerçek olmayı, yılmamayı öneriyor.
Erhan Çamurcu
erhan.hoca.55@hotmail.com
12 Temmuz 2020 Pazar
11 Temmuz 2020 Cumartesi
İnsandaki hayvansılık, hayvandaki insansılık
“İnsan, her insanı hayvanlarına ayırmak ve ardından ayrıntılı ve yatıştırıcı bir biçimde onlarla hesaplaşmak istiyor.” (1943)
Gözlerini dikmiş, gözlerime bakıyor dik dik. Kıpırtısız... Ürperiyorum. Sanki içinde vahşi bir insan varmış da, bunu o kedi postuyla gizliyormuş gibi. Ürperme nedenim insana benzemesi mi bilmiyorum. İnsan bir hayvandan korkarsa, hayvan olduğu için korkmalı değil mi, insana benzettiği için değil. Belki de bu ikircikli haldir korkutucu olan. Ani bir hareketle ayağa kalkıyorum, bu sefer ben ürkütmüş oluyorum onu, bir nevi ödeşiyoruz ve sonra kaçıp gidiyor. İnsandaki hayvansılığı, hayvandaki insansılığı düşünüyorum. Hiçbir hiyerarşi olmaksızın, fakat hiyerarşiyi dayatan, doğadan kopuk sisteme inat bu iç içe geçmişlik oldukça hoşuma gidiyor. Ve sanırım Elias Canetti’nin de…
Doğa hep kendi bildiğini okuyor elbet. Dikkatli bakan gözlerce doğadaki her şey denge halinde, adaletli ve ikilikleri birleyen döngüsel bir pozisyonda… Fakat doğadan kopan insanoğlu, kendi güçsüzlüğünün, acizliğinin, öfkesinin intikamını hep hayvanlardan alıyor. Kendisinde baş edemediği veya yok edemediği duyguları, hayvanları yok ederek gidermeye çalışıyor. Ve bilmiyor ki hayvanlar tükendikçe, insan da tükeniyor. İnsan, hayvanların sonunu hazırladıkça, hem ruhsal hem fiziksel olarak kendi sonuna da hazırlanıyor.
Doğadan kopan insan, kendisini merkez sanıp, diğer her şeyi dışarıda bırakıyor ve kendi kibrini örtüveriyor yüzleşmek istemediği tüm insani gerçeklerinin üstüne. Elias Canetti, Sel Yayınları’ndan çıkan Hayvanlar Üzerine isimli kitabında insanın, tek ve en önemli merkez değil, aksine sayısız merkezden biri olduğundan ve bu merkezlerin her birinin ayrı ayrı önemli olduğundan bahsediyor.
Körleşme, Kitle ve İktidar gibi mutlaka okunması gereken başucu kitaplarının yazarı, Nobel Edebiyat Ödülü başta olmak üzere birçok edebiyat ödülü alan ve eserlerinde genellikle kitle- iktidar arasındaki ilişkiyi sorgulayan Elias Canetti, tarihte hayvanlardan çok az söz edildiğini ifade ediyor. Aforizmalar, denemeler, öykülerle bezeli çok keyifli ve bir hayli düşünsel yoğunluğu olan bu kitabında çok önemli bir boşluğu dolduruyor böylece. İnsanla hayvanın kurduğu ilişkiyi irdelerken, hayvanlar üzerinden bir iç hesaplaşma ve kitlesel bir farkındalık yaratmaya çalışıyor. İncecik bir kitap olmasına rağmen, kendisini sürekli merkezde sanan bizleri, oldukça derin cümleleriyle tersten düşünmeye sevk ediyor. Bu yüzden de berrak bir zihinle okunması gereken bir kitapla karşı karşıya kalıyoruz. Kitabın hızlı bitimi kadar, ne mutlu ki hızla bitmiyor düşünme mesaimiz.
Canetti’nin eserlerinde dil ile gerçeklik arasında kurduğu ilişki oldukça önemli bir yere sahip. Bu kitabında da özellikle dilin hayvanlar üzerindeki belirleyiciliği üstüne çok çarpıcı anlatımlara rastlıyoruz. Alışageldiğimiz dil kalıplarını başka bir açıdan sorgulamamızı sağlıyor. Canetti’ye göre; dil tamamıyla, hor görülen canlılarla dolu ve dile bu canlılar hayat veriyor. Kurbağalardan ve haşarattan, yılanlardan, solucanlardan ve domuzlardan söz ediyoruz. Peki ya, birden bütün hor görme sözcüklerini ve nesnelerini yitirseydik ne olurdu acaba? (1954)
Kitabın bitiminde Hayvaninsan Cumhuriyeti’nde hissederken kendimi, burada sadece iki tanesine yer vereceğim kitabın “Notlar” bölümünde yer alan oldukça önemli sorular kalıyor zihnimde Canetti’den:
"Hangisi önce tükenecek, hayvanlar mı yoksa hikayeler mi?" (1980)
"Hayvanlar arasında tek bir arkadaşın bile yok, buna hayat mı diyorsun?" (1984)
Tuğçe Isıyel
twitter.com/tugceisiyel
Gözlerini dikmiş, gözlerime bakıyor dik dik. Kıpırtısız... Ürperiyorum. Sanki içinde vahşi bir insan varmış da, bunu o kedi postuyla gizliyormuş gibi. Ürperme nedenim insana benzemesi mi bilmiyorum. İnsan bir hayvandan korkarsa, hayvan olduğu için korkmalı değil mi, insana benzettiği için değil. Belki de bu ikircikli haldir korkutucu olan. Ani bir hareketle ayağa kalkıyorum, bu sefer ben ürkütmüş oluyorum onu, bir nevi ödeşiyoruz ve sonra kaçıp gidiyor. İnsandaki hayvansılığı, hayvandaki insansılığı düşünüyorum. Hiçbir hiyerarşi olmaksızın, fakat hiyerarşiyi dayatan, doğadan kopuk sisteme inat bu iç içe geçmişlik oldukça hoşuma gidiyor. Ve sanırım Elias Canetti’nin de…
Doğa hep kendi bildiğini okuyor elbet. Dikkatli bakan gözlerce doğadaki her şey denge halinde, adaletli ve ikilikleri birleyen döngüsel bir pozisyonda… Fakat doğadan kopan insanoğlu, kendi güçsüzlüğünün, acizliğinin, öfkesinin intikamını hep hayvanlardan alıyor. Kendisinde baş edemediği veya yok edemediği duyguları, hayvanları yok ederek gidermeye çalışıyor. Ve bilmiyor ki hayvanlar tükendikçe, insan da tükeniyor. İnsan, hayvanların sonunu hazırladıkça, hem ruhsal hem fiziksel olarak kendi sonuna da hazırlanıyor.
Doğadan kopan insan, kendisini merkez sanıp, diğer her şeyi dışarıda bırakıyor ve kendi kibrini örtüveriyor yüzleşmek istemediği tüm insani gerçeklerinin üstüne. Elias Canetti, Sel Yayınları’ndan çıkan Hayvanlar Üzerine isimli kitabında insanın, tek ve en önemli merkez değil, aksine sayısız merkezden biri olduğundan ve bu merkezlerin her birinin ayrı ayrı önemli olduğundan bahsediyor.
Körleşme, Kitle ve İktidar gibi mutlaka okunması gereken başucu kitaplarının yazarı, Nobel Edebiyat Ödülü başta olmak üzere birçok edebiyat ödülü alan ve eserlerinde genellikle kitle- iktidar arasındaki ilişkiyi sorgulayan Elias Canetti, tarihte hayvanlardan çok az söz edildiğini ifade ediyor. Aforizmalar, denemeler, öykülerle bezeli çok keyifli ve bir hayli düşünsel yoğunluğu olan bu kitabında çok önemli bir boşluğu dolduruyor böylece. İnsanla hayvanın kurduğu ilişkiyi irdelerken, hayvanlar üzerinden bir iç hesaplaşma ve kitlesel bir farkındalık yaratmaya çalışıyor. İncecik bir kitap olmasına rağmen, kendisini sürekli merkezde sanan bizleri, oldukça derin cümleleriyle tersten düşünmeye sevk ediyor. Bu yüzden de berrak bir zihinle okunması gereken bir kitapla karşı karşıya kalıyoruz. Kitabın hızlı bitimi kadar, ne mutlu ki hızla bitmiyor düşünme mesaimiz.
Canetti’nin eserlerinde dil ile gerçeklik arasında kurduğu ilişki oldukça önemli bir yere sahip. Bu kitabında da özellikle dilin hayvanlar üzerindeki belirleyiciliği üstüne çok çarpıcı anlatımlara rastlıyoruz. Alışageldiğimiz dil kalıplarını başka bir açıdan sorgulamamızı sağlıyor. Canetti’ye göre; dil tamamıyla, hor görülen canlılarla dolu ve dile bu canlılar hayat veriyor. Kurbağalardan ve haşarattan, yılanlardan, solucanlardan ve domuzlardan söz ediyoruz. Peki ya, birden bütün hor görme sözcüklerini ve nesnelerini yitirseydik ne olurdu acaba? (1954)
Kitabın bitiminde Hayvaninsan Cumhuriyeti’nde hissederken kendimi, burada sadece iki tanesine yer vereceğim kitabın “Notlar” bölümünde yer alan oldukça önemli sorular kalıyor zihnimde Canetti’den:
"Hangisi önce tükenecek, hayvanlar mı yoksa hikayeler mi?" (1980)
"Hayvanlar arasında tek bir arkadaşın bile yok, buna hayat mı diyorsun?" (1984)
Tuğçe Isıyel
twitter.com/tugceisiyel
8 Temmuz 2020 Çarşamba
Her şeye en baştan başlamak mümkündür
Kitaba başladığımda büyük bir ön yargıyla başlasam da daha sonraları neden bu kitabı okumak için geç kaldım diye düşündüm. Zaman içerisinde bu kitapla yaşamaya başladım. Yol edindim.
Günümüz yazarları arasında yer alan Tuba Arık, bu kitabın yazım tarzı ve içeriğiyle oldukça etkileyici. Olayların akışı beni hiç ummadığım yerlere alıp götürdü. Neden yaşadığımı var oluşumu sorgulamama vesile oldu. Her şeye en baştan başlamanın mümkün olduğunu gösterdi. Hayatımı ilmek ilmek işleyerek yol almamı sağladı.
Tuba Arık’ın yazmış olduğu bu eserin ilk kitabı Paranoya, ikinci kitabı ise Melankoli. Romanın üçlemesinin sonuncusu ise İklimler.
Günümüz felsefesine ve edebiyatına karşı gelen kuralları içerse de bir o kadar da uyumu sağlayan, aşk üçlemesini satır satır işleyen bu roman, içerisinde bir sürü hayat barındırmakla kalmayıp, André Maurois'in kitabı olan İklimler ve Dante'nin İlahi Komedya'sına da atıf yapıyor.
Günümüzdeki aşk romanlarında yer alan; kadına değer vermeyen, küçültmeye çalışıp, hür hayatlarını ellerinden almaya çalışan başkarakterlerden çok sıkılmıştım. Saygıyı, sevgiyi, insana değer vermeyi ayaklar altına indirgeyen bu tür romanların, edebiyatın ruhuna ne kadar uyduğu tartışılır. On altı, on yedi yaşındaki gençlerimizin kendilerini zenginleştirecek kitaplar okumak yerine, dejenere olmuş hayatların anlatıldığı kitapları listelerde bir numaraya çıkarması aslında günümüz edebiyatının çıkmazlarından biri. Sorun acaba yazarlarda mı, yayıncılarda mı, yoksa bu kitaplara para harcayan bizlerde mi? Bilemiyorum.
Unutmamamız gereken gerçeklerden birisi de, okuduklarımızla var olduğumuz değil midir? Okuduğumuz satırlarla şekilleniriz. Yanlış yönlendirmelerle hayatların heba olabileceğini bilmek gerçekten üzücü.
Başkarakterler, ya zengin iş insanı, kural tanımaz, gücün her şeyi satın alabileceğine inanana karakterlerden oluşurken, kızlarımız her daim fakir, hayatlarını beyaz atlı prensini bekleyerek geçirmiş, kendine hiç bir şey katmak için uğraşmamış, kendi ayaklarının üzerinde nasıl durulur bilmeyen, başkarakterdeki erkeğe kendini adayan kadınlar. Yıllarca, birbirine değer veren, sevgiyi insana iliklerine kadar yaşatan kitaplara daha fazla ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum.
Paranoya’nın içeriği, karma düzenin içerisinde bulunan romanların tam tersidir. Dokuz yaşından itibaren onu takip eden sanrıları ve korkularının içerisinden çıka gelen bir Gölge'nin öyküsüdür. Dokuz yaşından itibaren onu koruyup kollayan, sağlıklı bir yaşam için büyük uğraşlar veren bu gölge zamanla Fegel’in büyük bir kâbusu haline dönecektir. Hatta Fegel’in en başında gölge için tanımı şudur:
“Çocukluğumdan kalma bir histi gölgelerden korkuşum.
Yanımdan geçen o bilindik karaltı.
Var oluşumun en büyük ıstırabı.
Hayatımı kâbusa çeviren bir kaçıştı.
Şimdi o gölge beni aldı.
Teslimiyet zamanı.”
Gölgeyi sadece kendi görüyor olması, herkes tarafından deli ilan edilmesiyle başlıyor hikâye. Zamanını onun varlığını hissederek geçirse de, okul döneminde karşısına çıkan Marlo’ya tutulmasıyla sineye çekiyor dokuz yıllık gölgesini. İlk aşkını Marlo’nun kalbinde yaşayıp, filizlenmesine izin verse de, büyük bir aşkın yanılsamasını yaşıyor belki de. Bunları yaşarken bilmiyor, Gölge’nin onu almak için kurduğu planı. Tanrı, bir kader çizmişti üç kişiye. Üç kişinin haberi olmadan dönüp durmuşlardı bu döngüde.
Marlo’nun ortaya çıkışı, gölgeyi hallice öfkelendirmişti. Korkmuştu elbette. Fegel’in, günden güne Marlo’ya artan sevgisi, gölgeyi büyük bir yıkıma sürüklüyor, Fegel’in kendisini sevme ihtimalini ortadan kaldırıyordu. O görmüştü onu. İlk o sevmişti onu. Onun olmalı, yaşama birlikte tutunmalılar, düşüncesi vardı Gölge’nin. Marlo’nun varlığını nasıl yok edebilirdi? Nasıl yapabilirdi bunu? Fegel’e bu acıyı nasıl yaşatırdı ki. Alamazdı Fegel’i ayaklar altına, acı yükleyemezdi omzuna, ruhuna. Kıyamazdı öylece bu kadına. Bu aşkı içinde yaşatacak, Fegel’in Marlo’ya duyduğu aşkı kabullenerek yaşayacaktı.
Fegel’in, Gölge’ye duyduğu hisler: “Gördüklerim, yaşadıklarım hayal değilse, gerçekliğe nasıl bir açıklama getirebilirim? Ya hayalse? Bunu nasıl bitirebilirim?"
Fegel, günden güne Marlo’yu daha çok sevse de, hiç bir şey hayal ettiği ve umduğu gibi gitmeyecekti. Çünkü artık Gölge’nin kendini gösterme zamanı gelmişti. Rüzgarı, kasırgayı, yağmuru, ağaçları, doğayı önüne katarak çıkmıştı Fegel’in karşına. Sekiz yüz yıllık bir zaman geçiren Petra’nın doğuşuydu aslında. Petra kalbini, evreni gözlerine sığdıran, doğanın bin bir türlü renklerini gözlerinde taşıyan, Fegel’e kaptırmıştı. Petra’nın, Tanrısı söz vermişti. Fegel’in ölümüne kadar dokunmazsa ona, Tanrı, Fegel’i verecekti Petra'ya. Öbür dünyada. Kırk iki yıl beklemişti Petra, Fegel’e sarılmanın nasıl bir hissiyat olduğunu yaşayarak. Petra, doğanın oğlu. Tanrı'nın Lütfuna erişmiş bir bilge. Simyayı ve Felsefeyi önüne katarak büyük mucizeler başaran Petra, Fegel’e duyduğu aşkla imtihan edilecekti. Fegel ise hem Marlo’yla hemde Petra'yla. Petra’nın, Fegel’e duyduğu aşkı özetlersek (bir özet bu aşkı derinlemesine yaşatır mı meçhul) eğer;
"Bana var olduğumu hatırlattın. Bir zamanlar insan olduğumu. Hayallerim olduğunu. Bir zamanlar benim de bir çocuk olduğumu.”
Petra’yla yolları kesişen ve yeni bir hayata başlayan Fegel’in, Marlo’nun aşkını kalbinde bir madalyon gibi taşısa da, Petra’nın aşkına sonsuz bir saygıyla yaşam sürecekti. Marlo ise Fegel’in ondan alınmasını hazmedemeyerek, ölümsüzlerden oluşan Simyacıları arkasına alarak çalacaktır Petra’nın kapısını. Oysa Marlo’nun unuttuğu bir şey vardır ki, Petra’nın gücünü göz ardı etmesiyle, mucizevi gücü ve zekası altında ezilerek geri çekilmek zorunda kalacaktır. Ve Petra, Fegel’e; “Seni bıraka bilseydim eğer, bırakırdım. Bencilliğimi göz ardı eder, sana olan sevgime sırt çevirdim. Ama benim gecem sensin fegel. Benim gündüzüm sensin. Ruhumun dinginliği sensin. Günlerim, aylarım, yıllarım sensin. Sensiz yapamam. Cehennemin içinde bile cennetimsin. Sensiz hiçim. Seninle varım ben. Seninle tamamım. Seni bir başkasına bırakmak için beklemedim. Ve yine söylüyorum seni bir başkasının alması içinde gerekli hoşgörüye sahip değilim. Bu yüzden Fegel, hiç kuşkusuz mezara birlikte gireceğiz."
Ne kadar Fegel, Petra’yı sevmediğini düşünse de, Petra’ya duyduğu aşkı, Marlo’nun aşkını ezip geçecektir. Lakin henüz bu aşkı kabullenemeyecek, Marlo’ya ihanet etmekten korkacaktır. Yılları Petra’nın yanında geçen Fegel, sonunda Petra’nın ölümsüz ailesiyle tanışacaktır. Yıllarca Marlo’nun aşkından bahseden Fegel’e, Petra’nın yiyeni Giovannia, sitem edecektir.
Giovannia'nın sözleri şunlardır; "Sen hiç olmayan bir aşkı çekiyorsun Fegel. Acı çektiğini sanıyorsun. Aşkın ne demek olduğunu inan bana bilmiyorsun. Hiç bir zaman da bilmedin. Ama bir gün gelecek öğreneceksin. Öğrendiğinde ise artık çok geç olacak. Kaybettiğin zamana lanet okuyup, geriye dönmek isteyeceksin. İsteyeceksin ki kaybettiklerini göreceksin. Ama şimdi Tanrı bile sana bu gerçeği gösteremez. Cehennemi yaşamaya devam et. Petra amcamı, Marlo’ya duyduğunu sandığın aşkla darmadağın etmeye devam et.”
Bu sözlerinin ardından yıkılan Fegel’i doğa kucaklamış, kimseye söylememesi gereken sözleri bir sır misali fısıldamıştı.
“Sana verilen bu aşk(lar)a sahip çık Fegel.
Bu sana bağışlanmış bir armağan.
Hem maddi hem manevi sahada.
Hem bedeninde hem ruhunda.
Hem içinde hem dışında.
Kalbinin iki yarısında.
Tanrı’nın büyüklüğünü gör.
Sana bahşettiği aşklarla övün, gurur duy.
İşte bu senin hem cezan, hem mükâfatın. İkisine de sahip çık. İkisini de yaşat.”
Böyle söylemişti doğa ona. Böyle anlatmıştı her şeyi en başından. Bu gerçekle yaşamıştı Fegel kırk iki yaşına kadar. Son günlerine kadar da Marlo’yu kalbinde yaşatmıştı, Petra’nın yanında. Petra ise bu gerçeği kabul etmiş, Fegel’in Marlo’ya olan aşkını da kalbine gömmüştü. Büyük bir sabırla beklemişti Fegel’in onu sevmesini. Petra ise bu acıyı şu şekilde dile getirmişti: “Benim bir umudum bile yok. Yaşıyorken ölüyorum. Tıpkı Augistunus'un dediği gibi: yaşamıyorum ama hayattayım, öyle güçlü ki isteğim, ölmemekten ölüyorum."
Ve yıllar sonra beklenen an gelmiş mezara birlikte girmişlerdi. Petra’ya verdiği sözü tutmuştu Fegel. Petra ise Tanrı'ya. Kırk iki yıl süreç içerisinde bir kere bile dokunmamıştı Fegel’e. Korumuştu ruhunu. İlk günkü gibi. Yeni doğmuş gibi. Saf ve berrak göç etmişti bu diyardan.
Dünyadan iki insan göç etti. Biri sevdiğini ardında bırakarak. Biri sevdiğini yanına alarak. Bir diğeri ise sevdiğini toprağa bırakarak.
Bu kitap örneği görülmemiş bir aşkı bütün açıklığıyla önümüze sunuyor. Sizi duygudan duyguya sürükleyecek bu hikaye, bir solukta okunacak ve bitmesini istemeyeceğiniz bir eser olarak aklınızda yaşayacak.
Merve Yılmaz
merve1d1d1d@gmail.com
İnsan olmak bireysellikten değil, biz olmaktan geçiyor
1987 doğumlu Emrah Doğru, Muş’ta doğdu. 2010 ile 2019 yılları arasında TRT haber muhabirliği yaptı. Sivil Toplum Kuruluşları tarafından ödüller aldı. Uzun süre çalıştığı Boşanma adlı ilk kitabını 2019 yılında çıkardıktan sonra Biz Olabilmek adlı ikinci kitabının Mayıs 2020'de 2. baskısı yayınlandı. Bir çok şehirde sosyal sorumluluk projelerine imza etmekle beraber 2018 yılından günümüze kadar kurucusu olduğu İnsanlık Dergisi’nin Genel Yayın Yönetmenliğini üstlendi. Güncel olarak Habertürk’te haber muhabirliği görevi yapmaktadır.
Yazar ve muhabir Emrah Doğru Bey’in sosyal medya paylaşımında gördüğüm kitabı, en sevdiğim renk olma hasebiyle çokça dikkat çekiciydi. Kitabın görüntüsü, hayaller kurmaya sevk eden, ilham verici, asaletin, aynı zamanda romantizmin, duygusallığın, tutkunun, zenginlik ve zarafetin rengi mor rengin üzerinde, en büyük puntolarla dikdörtgen bir şeklin içinde "Biz" başlığı karşınıza çıkıyor ve hemen ardından “Anlayışlı olursanız seversiniz, seviyorsanız zaten anlayışlı olursunuz.” yazısı pek manidar olmuş. Seviyorsanız, seversiniz…
Mor renk hayal gücü ve maneviyatla ilgilidir, idealleri gösterir, iç gözlemsel bir renktir ve derin düşüncelere dokunmamıza izin verir. Işık tayflarında en yüksek titreşime sahiptir. Kitabın üzerinde mavi ve kırmızı renklerin olması aslında sen ve beni temsil edip, artı ve çarpı işaretleriyle, sanki sen ve ben harmanlanırsak biz olacağız gibi bir bilinçaltı mesajı da içermektedir. Yani mavinin ruhaniyeti ve bütünlüğü ile kırmızının enerjisi ve gücünü içeren mor renk, bedensel ve ruhsal enerjilerimiz arasında bir denge yaratan beden ve ruhun birleşmesidir. Mor, yaşamın anlamını ve manevi tatminini arayanlara yardım edip, farkındalığı arttırır, bizi daha yüksek bir bilince bağlar. Bu nedenle ruhun dönüşümü ile ilişkilidir. Renk psikolojisi perspektifinden bakıldığında ise mor renk veyahut eflatun, akıl ve duyguların uyumunu teşvik eder. Zihinsel dengeye ve istikrara katkıda bulunur. Akıl, mor renk etkisiyle ruhsal ve fiziksel dünyalar arasındaki düşünce ve etkinlik arasında bir bağlantı kurar. Mor renk egodan yoksun, duyarlılığı ve şefkati teşvik eden koşulsuz ve bencil olmayan sevgiye ilham verir. Kitabı henüz görür görmez bu hisleri vermesi kitabı 2-3 saat içerisinde bitirmenize sebebiyet veriyor. Kitabın deri dokusu ise dokunsal olarakta kitapla iletişim halinde kalmanızı da tetikliyor. Hiç sıkılmadan okuduğum bu kitap; kelimelerle anlatılamayan fedakarlık ve karşılıksız sevgiyi, tarif eden “anne”lere ithafla başlıyor.
Kitabın genel içeriğinde insanoğlunun geçici dünyadaki varoluş gayesini, beklentileri, aile kültürü, evlilikleri, nasıl eş seçmeli, evliliklerde veya ilişkilerde nasıl biz olunur, mutlu kalabilmenin yolları ve sürdürülebilirliği, adet ve örflerimiz, dini inançlarımıza göre aile yapısı, evlilik gerekli midir, hayırlı insanın kim olduğu, aile bağlarının nasıl güçlenebilirliği gibi soru ve konular hakkında, genişçe cevaplar bulabileceğmiz 95 sayfalık her evliliğin ve insanlığın başucu niteliğinde bir eser.
Kitabın akışı genel olarak, insanoğlunu alıp tefekkür yolculuğuna çıkarıyor ister istemez. Sıkılmaya fırsat vermeden kıssa, hikaye, söyleşi gibi edebi anlatımlara başvuruyor. İçinde Hadisler, Ayetler ve ünlü yazar ve düşünürlerin sözlerinden de alıntılar yapıp, nasihatli bir dille anlatıma katkı da bulunuyor.
İlerleyen sayfalardaki “Güzeller Güzeli Hifa Hatun’un Hikayesi” ve “Eşinden Önce Cennete Kavuşan Sad’ın Hikâyesi” duygu yoğunluğu yaşatmakla birlikte kitabın yürek burkan kısımı gibi görünen Sad’ın insanların onu horlanmalardan daha acısı, yüzünün siyahlığından ötürü Hz. Peygamber (s.a.v.)’e cennete girmesine engel mi sorusuydu safiyane dünyası içinde. Ve hikâyenin sonunda Allah (c.c.) Teâlâ’nın onu Cennet hurilerine layık görmesi yürek ferahlatırken, kimseyi hor ve aşağı görmemiz gerektiğini, belkide beğenmediğimiz insanların bizden kat ve kat hayırlı olduğunun bilincine de varmamıza vesile oluyor.
Hülya Koçyiğit, Muhterem Nur, Hakkı Bulut, Kezban Hatemi, Hüseyin Keskin, Rukiye Karaköse, Erol Erdoğan ve Said Ercan gibi ünlü, psikolog, avukat, siyasetçi gibi farklı kesimlerden söyleşi şeklinde tavsiye alınarak oluşturulan kitabın son kısmı da yazarın tavsiyelerinin diğer insanlar tarafından onaylar nitelikte olması, kitabın bütünlük, güvenilirlik ve insanoğlunun yalnız olmadığı hissini pekiştiriyor. Kitapta eleştirebilecek bir şey buldum elbette. Birkaç küçük imla hatası.
Özetleyecek olursak ve düşündürdüklerini ele alırsak Biz Olabilmek için şunları söyleyebilirim:
İnsan olmak bireysellikten değil, biz olmaktan geçiyor. Bağımlı değil karşılıklı bağlılık olursa ancak ilişkiler sürdürülebilir ve sağlıklı oluyor. Nitelikli beraberlik için insanların birbirlerine karşılıklı vakit ayırmaları gerekiyor. Sevmenin yolunun kanaat ve şükür sahibi olmaktan geçtiğini, sözde değil özde olursak zaten seveceğimizi, seviyorsak da aksi olmamızın mümkün olmadığının bilincine ulaşıyorsunuz. Eğer seviyor”muş” gibi yaparsak, hayatımızda “muş” gibi yapan insanlarla beraber oluruz. Ah’lanıp vah’lanmamak için sözde değil özde olmak, “biz” olabilmek dileğiyle…
Hayrunnisa Nur Kabuk
hayrunnisa1nur@gmail.com
Yazar ve muhabir Emrah Doğru Bey’in sosyal medya paylaşımında gördüğüm kitabı, en sevdiğim renk olma hasebiyle çokça dikkat çekiciydi. Kitabın görüntüsü, hayaller kurmaya sevk eden, ilham verici, asaletin, aynı zamanda romantizmin, duygusallığın, tutkunun, zenginlik ve zarafetin rengi mor rengin üzerinde, en büyük puntolarla dikdörtgen bir şeklin içinde "Biz" başlığı karşınıza çıkıyor ve hemen ardından “Anlayışlı olursanız seversiniz, seviyorsanız zaten anlayışlı olursunuz.” yazısı pek manidar olmuş. Seviyorsanız, seversiniz…
Mor renk hayal gücü ve maneviyatla ilgilidir, idealleri gösterir, iç gözlemsel bir renktir ve derin düşüncelere dokunmamıza izin verir. Işık tayflarında en yüksek titreşime sahiptir. Kitabın üzerinde mavi ve kırmızı renklerin olması aslında sen ve beni temsil edip, artı ve çarpı işaretleriyle, sanki sen ve ben harmanlanırsak biz olacağız gibi bir bilinçaltı mesajı da içermektedir. Yani mavinin ruhaniyeti ve bütünlüğü ile kırmızının enerjisi ve gücünü içeren mor renk, bedensel ve ruhsal enerjilerimiz arasında bir denge yaratan beden ve ruhun birleşmesidir. Mor, yaşamın anlamını ve manevi tatminini arayanlara yardım edip, farkındalığı arttırır, bizi daha yüksek bir bilince bağlar. Bu nedenle ruhun dönüşümü ile ilişkilidir. Renk psikolojisi perspektifinden bakıldığında ise mor renk veyahut eflatun, akıl ve duyguların uyumunu teşvik eder. Zihinsel dengeye ve istikrara katkıda bulunur. Akıl, mor renk etkisiyle ruhsal ve fiziksel dünyalar arasındaki düşünce ve etkinlik arasında bir bağlantı kurar. Mor renk egodan yoksun, duyarlılığı ve şefkati teşvik eden koşulsuz ve bencil olmayan sevgiye ilham verir. Kitabı henüz görür görmez bu hisleri vermesi kitabı 2-3 saat içerisinde bitirmenize sebebiyet veriyor. Kitabın deri dokusu ise dokunsal olarakta kitapla iletişim halinde kalmanızı da tetikliyor. Hiç sıkılmadan okuduğum bu kitap; kelimelerle anlatılamayan fedakarlık ve karşılıksız sevgiyi, tarif eden “anne”lere ithafla başlıyor.
Kitabın genel içeriğinde insanoğlunun geçici dünyadaki varoluş gayesini, beklentileri, aile kültürü, evlilikleri, nasıl eş seçmeli, evliliklerde veya ilişkilerde nasıl biz olunur, mutlu kalabilmenin yolları ve sürdürülebilirliği, adet ve örflerimiz, dini inançlarımıza göre aile yapısı, evlilik gerekli midir, hayırlı insanın kim olduğu, aile bağlarının nasıl güçlenebilirliği gibi soru ve konular hakkında, genişçe cevaplar bulabileceğmiz 95 sayfalık her evliliğin ve insanlığın başucu niteliğinde bir eser.
Kitabın akışı genel olarak, insanoğlunu alıp tefekkür yolculuğuna çıkarıyor ister istemez. Sıkılmaya fırsat vermeden kıssa, hikaye, söyleşi gibi edebi anlatımlara başvuruyor. İçinde Hadisler, Ayetler ve ünlü yazar ve düşünürlerin sözlerinden de alıntılar yapıp, nasihatli bir dille anlatıma katkı da bulunuyor.
İlerleyen sayfalardaki “Güzeller Güzeli Hifa Hatun’un Hikayesi” ve “Eşinden Önce Cennete Kavuşan Sad’ın Hikâyesi” duygu yoğunluğu yaşatmakla birlikte kitabın yürek burkan kısımı gibi görünen Sad’ın insanların onu horlanmalardan daha acısı, yüzünün siyahlığından ötürü Hz. Peygamber (s.a.v.)’e cennete girmesine engel mi sorusuydu safiyane dünyası içinde. Ve hikâyenin sonunda Allah (c.c.) Teâlâ’nın onu Cennet hurilerine layık görmesi yürek ferahlatırken, kimseyi hor ve aşağı görmemiz gerektiğini, belkide beğenmediğimiz insanların bizden kat ve kat hayırlı olduğunun bilincine de varmamıza vesile oluyor.
Hülya Koçyiğit, Muhterem Nur, Hakkı Bulut, Kezban Hatemi, Hüseyin Keskin, Rukiye Karaköse, Erol Erdoğan ve Said Ercan gibi ünlü, psikolog, avukat, siyasetçi gibi farklı kesimlerden söyleşi şeklinde tavsiye alınarak oluşturulan kitabın son kısmı da yazarın tavsiyelerinin diğer insanlar tarafından onaylar nitelikte olması, kitabın bütünlük, güvenilirlik ve insanoğlunun yalnız olmadığı hissini pekiştiriyor. Kitapta eleştirebilecek bir şey buldum elbette. Birkaç küçük imla hatası.
Özetleyecek olursak ve düşündürdüklerini ele alırsak Biz Olabilmek için şunları söyleyebilirim:
İnsan olmak bireysellikten değil, biz olmaktan geçiyor. Bağımlı değil karşılıklı bağlılık olursa ancak ilişkiler sürdürülebilir ve sağlıklı oluyor. Nitelikli beraberlik için insanların birbirlerine karşılıklı vakit ayırmaları gerekiyor. Sevmenin yolunun kanaat ve şükür sahibi olmaktan geçtiğini, sözde değil özde olursak zaten seveceğimizi, seviyorsak da aksi olmamızın mümkün olmadığının bilincine ulaşıyorsunuz. Eğer seviyor”muş” gibi yaparsak, hayatımızda “muş” gibi yapan insanlarla beraber oluruz. Ah’lanıp vah’lanmamak için sözde değil özde olmak, “biz” olabilmek dileğiyle…
Hayrunnisa Nur Kabuk
hayrunnisa1nur@gmail.com
5 Temmuz 2020 Pazar
Herkes birilerinin acılarına seyirci kalıyor bu dünyada
Hasan Ali Toptaş’ın son, benimse ilk Hasan Ali Toptaş romanım Beni Kör Kuyularda. 2 aylık bebeğim ve 4,5 yaşındaki oğlumla birlikte, 238 sayfalık bu kitabı bir günde bitirdim. Siz düşünün ne kadar sürükleyici ve akıcı olduğunu.
Anlatı, toplumun çürüyen yanlarını, okuyucuyu rahatsız eden bir biçimde gözler önüne seriyor. Çoğumuzun zaten bildiği ama bildiğinin farkında olmadığı karanlıkta bırakıyor bizi. İnsanların acılarından nasıl seyirlik bir malzeme çıkarılabileceğini, en yakınların bile acı karşısında nasıl eli kolu bağlı kalabileceğini, muktedir kimse güçlünün, otoritenin ve dahi güçsüzün onun yanında saf tutabileceğini anlatıyor. Bu sadece bir Türkiye anlatısı değil, dünyanın dört bir yanında başka şekillerde gerçekleşiyor acının seyri ve hatta bundan zevk alma. Bu kitap bütün bir insanlığın vicdan tutulması. Kitabı okurken, doğal bir refleks olarak çok yerde öfke duyuyorsunuz, nasıl yaparlar, neden karşı koymazlar, nasıl bu kadar kötü olabilirler diye. Öfkeyle beraber merhametiniz de sınıra dayanıyor elbette, acı çekenle aynı safta yer almak kaçınılmaz oluyor, acı çekenin ailesinden biri oluveriyorsunuz. Öte yandan anlatıdan çıkıp gerçeğe döndüğünüzde aradaki paralelliği görmeniz çok da zor değil. Kabul edelim, herkes birilerinin acılarına seyirci kalıyor bu küresel dünyada.
Kitabın konusundan kısaca bahsedecek olursak; Ankara’da ayakkabı tamircisi olan baba Muzaffer’in bir gün yemekleri yanına almayı unutması, anne Bahriye’nin yemek kaplarını kızı Güldiyar’a vererek babasına götürmesini istemesiyle başlıyor roman. Güldiyar ismiyle aynı tasvir ediliyor kitabın başlarında. Aynada kendini seyrederken saçlarına, yüzüne dokunuyor. Belli ki gül diyarı gibi güzelce bir kız. Annenin kızına tembihiyse olacakları yavaş yavaş bize sezdiriyor daha en baştan:
“Git ama dikkatli ol, tamam mı? Televizyon haberlerinde görüyorsun, her gün oğlan çocukları, kız çocukları kayboluyor. Sonra da tecavüze uğrayan bu körpecik çocukların parçalanmış cesetleri bulunuyor sağda solda. Ayrıca, biliyorsun, insanların gözleri önünde her Allah’ın günü kadınlar öldürülüyor. Bu yüzden diyorum dikkatli ol diye.” (sf. 10)
Yemeklerini götüren Güldiyar’ın başına yolda kötü bir şey geldiği bellidir, ancak hiç konuşmaz. Konuşmadığı gibi sadece ağlar ve sıra dışı acı burada başlar asıl: Güldiyar’ın gözlerinden gözyaşı yerine taş düşmektedir. Annesi, kararsız kalsa da önce komşusundan yardım ister, komşusu bir yakınının desteğini talep eder, derken iş büyür ve elde olmayan bir şekilde Güldiyar, insanların seyir malzemesi haline gelir. Sadece seyreder insanlar, doktora götürmeyi teklif etmezler mesela. Bu seyir malzemesinden piyasa yaratan mafyaları polise şikâyet etmeyi akıllarından geçirmezler. Sadece göz taşlarını görmek isterler, hatta göremediklerinde buna hayıflanır, öfkelenirler. İçlerinden birkaçı yardım etmeye teşebbüs ettiğinde ise sistemin çarkını bozan bir taş muamelesi görülür, sistem onu ezer geçer. Bu olaylar zuhur ederken Güldiyar’ın yanında sadece babası vardır. Adı Muzaffer, kendi iktidarsız, güçsüz Muzaffer. Hiçbir şey yapamaz umut etmekten başka. Her güne yeni bir umutla uyanır bıkmadan. Kitabın arka kapağında dediği gibi “bütün mümkünlerin kıyısında”dır. Ancak kitabın adını tamamlayan da ta kendisidir: “merdivensiz bıraktın.”
Özetle anlatı, insanlığın durumunu sinematografik bir üslupla çok başarılı bir şekilde geçiriyor kağıda. Bunda tabi ki Hasan Ali Toptaş’ın Türkçe’yi harika bir şekilde kullanmasının payı büyük. Ben, kullanılan dile en çok betimlemelerde hayran oldum. Örneğin bir sahnede yazar sadece sabahın olduğunu anlatmak için geceyi, gecenin akışını ustalıkla kaleme alıyor. Betimlemeyi yaparken anlatıyla bir paralellik yakalıyor ve sadece insanın içini dürtecek anlardan söz ediyor. Üzerine yaptığı kelime tekrarları ile şiirsel bir su gibi akıyor bu paragraflar.
“Onu yutan karanlık insanı ürpertecek kadar soğudu, yapraklar soğudu, kendi genişliklerini susan, kendi genişliklerini fısıldayan boşluklar soğudu, kapılar soğudu, sular soğudu ve gece çatıların, antenlerin, avluların, ağaçların ve cümle mahlûkatın üzerine basa basa yürüdü, o bir eliyle sokak lâmbalarının sarı ışıklarına tutunarak yürürken ağrısı sızısı, gamı kasaveti olmayanlar uyudu, içinden kafasına takılan şeyi izah etseydim şimdi yârimden ayrılmaz, mis gibi onun koynunda yatardım diye geçirenler yastıklarına sarılarak bir sağa bir sola döndü, işsizler gözlerini boşluğa dikip acı acı of çekti, çocuklar uçurumlarla dolu, korkunç ve karanlık rüyalar gördü, gemisini yürütmekten başka bir şey düşünmeyenler kafalarının içinde yeni taktikler, yeni manevralar, yeni güzergâhlar belirledi, bebekler altlarına işedi, hastalar sarı sarı bakıp sarı sarı inledi, emzikli kadınların meme uçları zonkladı, ihtiyarlar arada bir uyanıp sessizliği büyüten kendi kalp atışlarını dinledi ve artık sonunda, şafak söktü.” (sf. 28)
Gelelim kitabın eksik kalan, dilimde kekremsi bir tat bırakan yanlarına. Öncelikle kitapta ucu açık kalan, okuyucunun cevabını beklediği sorular mevcut. Anlatıcı, cevabını muhatabın hayal gücüne bırakmış diyeceğimiz türden değiller bu sorular üstelik. Bilakis, cevaplandırıldıklarında kurguyu önemli ölçüde destekleyecek, güçlendirecek konular. Mesela anlatı boyunca Güldiyar’ın acısını görüyoruz ama Güldiyar’ın başına ne geldiğini asla öğrenemiyoruz. Ben, Güldiyar yola çıkmadan annenin tembihlerinden ve baba tasvirinden ve belki de gündemin etkisinde kalmamdan mütevellit anlatının bir yerinde babasının tecavüzüne uğradığını göreceğim heralde dedim ama babanın kızının yanındaki duruşu nedeniyle bu şıkkı eledim. Bahsedilen bir diğer karakter olan Cevher’in tacizi söz konusu olabilirdi ama o da Güldiyar’a kör kütük ve masumane bir şekilde aşık. Yani bu sorunun cevabı gerçekten de okuyucunun hayal gücüne bırakılmış. Bir diğer önemli soru, Muzaffer ve komşuları Dursun’un küskünlüğü. İki yakın arkadaş -öyle yakın ki köylerinden birlikte göç ediyorlar şehre, bir araziye yan yana ev yapıyorlar- ne oldu da küstüler? Son olarak, kitapta evin oğlu Hüseyin, Güldiyar’ın abisi 4 yıldır kayıp. Ne oldu da abi kayboldu? Bunu bilmek, satır aralarında Muzaffer’in umudunu ve umudunun yine cevapsız kalışını bize göstermekten başka ne işimize yaradı? İşte bu soruların cevabı meçhul ve bu bilinmezliklerin anlatının gücünü bir nebze de olsa baltaladığını düşünüyorum.
Özetle, kurgu anlamında birtakım eksiklikler olsa da kitabın akıcılığına, konunun ustalıkla işlenmesine, betimlerin şiirselliğine söyleyecek söz yok. Globalleşen dünyada, insanın durduğu - aslında gerçekten fiil olarak da durduğu- yeri çok başarılı bir şekilde anlatıyor usta kalem. Bütün bir kitabı özetleyen cümleler ise sayfa 169’da Halil karakterinin ağzından dökülüveriyor: “Anlıyorum”, dedi nice sonra Halil.” Sen diyorsun ki, kötüler gelip bize kötülük edinceye kadar iyidirler, başımızın üstünde yerleri vardır.”. Yine aynı sayfada ekliyor: “Nefret etmeyenin sevgisi de yalandır.”
Yaşadığımız dünyadaki insan profili için de bir özet değil mi sizce?
Feyza Gönüler
twitter.com/FeyzaGonuler
Anlatı, toplumun çürüyen yanlarını, okuyucuyu rahatsız eden bir biçimde gözler önüne seriyor. Çoğumuzun zaten bildiği ama bildiğinin farkında olmadığı karanlıkta bırakıyor bizi. İnsanların acılarından nasıl seyirlik bir malzeme çıkarılabileceğini, en yakınların bile acı karşısında nasıl eli kolu bağlı kalabileceğini, muktedir kimse güçlünün, otoritenin ve dahi güçsüzün onun yanında saf tutabileceğini anlatıyor. Bu sadece bir Türkiye anlatısı değil, dünyanın dört bir yanında başka şekillerde gerçekleşiyor acının seyri ve hatta bundan zevk alma. Bu kitap bütün bir insanlığın vicdan tutulması. Kitabı okurken, doğal bir refleks olarak çok yerde öfke duyuyorsunuz, nasıl yaparlar, neden karşı koymazlar, nasıl bu kadar kötü olabilirler diye. Öfkeyle beraber merhametiniz de sınıra dayanıyor elbette, acı çekenle aynı safta yer almak kaçınılmaz oluyor, acı çekenin ailesinden biri oluveriyorsunuz. Öte yandan anlatıdan çıkıp gerçeğe döndüğünüzde aradaki paralelliği görmeniz çok da zor değil. Kabul edelim, herkes birilerinin acılarına seyirci kalıyor bu küresel dünyada.
Kitabın konusundan kısaca bahsedecek olursak; Ankara’da ayakkabı tamircisi olan baba Muzaffer’in bir gün yemekleri yanına almayı unutması, anne Bahriye’nin yemek kaplarını kızı Güldiyar’a vererek babasına götürmesini istemesiyle başlıyor roman. Güldiyar ismiyle aynı tasvir ediliyor kitabın başlarında. Aynada kendini seyrederken saçlarına, yüzüne dokunuyor. Belli ki gül diyarı gibi güzelce bir kız. Annenin kızına tembihiyse olacakları yavaş yavaş bize sezdiriyor daha en baştan:
“Git ama dikkatli ol, tamam mı? Televizyon haberlerinde görüyorsun, her gün oğlan çocukları, kız çocukları kayboluyor. Sonra da tecavüze uğrayan bu körpecik çocukların parçalanmış cesetleri bulunuyor sağda solda. Ayrıca, biliyorsun, insanların gözleri önünde her Allah’ın günü kadınlar öldürülüyor. Bu yüzden diyorum dikkatli ol diye.” (sf. 10)
Yemeklerini götüren Güldiyar’ın başına yolda kötü bir şey geldiği bellidir, ancak hiç konuşmaz. Konuşmadığı gibi sadece ağlar ve sıra dışı acı burada başlar asıl: Güldiyar’ın gözlerinden gözyaşı yerine taş düşmektedir. Annesi, kararsız kalsa da önce komşusundan yardım ister, komşusu bir yakınının desteğini talep eder, derken iş büyür ve elde olmayan bir şekilde Güldiyar, insanların seyir malzemesi haline gelir. Sadece seyreder insanlar, doktora götürmeyi teklif etmezler mesela. Bu seyir malzemesinden piyasa yaratan mafyaları polise şikâyet etmeyi akıllarından geçirmezler. Sadece göz taşlarını görmek isterler, hatta göremediklerinde buna hayıflanır, öfkelenirler. İçlerinden birkaçı yardım etmeye teşebbüs ettiğinde ise sistemin çarkını bozan bir taş muamelesi görülür, sistem onu ezer geçer. Bu olaylar zuhur ederken Güldiyar’ın yanında sadece babası vardır. Adı Muzaffer, kendi iktidarsız, güçsüz Muzaffer. Hiçbir şey yapamaz umut etmekten başka. Her güne yeni bir umutla uyanır bıkmadan. Kitabın arka kapağında dediği gibi “bütün mümkünlerin kıyısında”dır. Ancak kitabın adını tamamlayan da ta kendisidir: “merdivensiz bıraktın.”
Özetle anlatı, insanlığın durumunu sinematografik bir üslupla çok başarılı bir şekilde geçiriyor kağıda. Bunda tabi ki Hasan Ali Toptaş’ın Türkçe’yi harika bir şekilde kullanmasının payı büyük. Ben, kullanılan dile en çok betimlemelerde hayran oldum. Örneğin bir sahnede yazar sadece sabahın olduğunu anlatmak için geceyi, gecenin akışını ustalıkla kaleme alıyor. Betimlemeyi yaparken anlatıyla bir paralellik yakalıyor ve sadece insanın içini dürtecek anlardan söz ediyor. Üzerine yaptığı kelime tekrarları ile şiirsel bir su gibi akıyor bu paragraflar.
“Onu yutan karanlık insanı ürpertecek kadar soğudu, yapraklar soğudu, kendi genişliklerini susan, kendi genişliklerini fısıldayan boşluklar soğudu, kapılar soğudu, sular soğudu ve gece çatıların, antenlerin, avluların, ağaçların ve cümle mahlûkatın üzerine basa basa yürüdü, o bir eliyle sokak lâmbalarının sarı ışıklarına tutunarak yürürken ağrısı sızısı, gamı kasaveti olmayanlar uyudu, içinden kafasına takılan şeyi izah etseydim şimdi yârimden ayrılmaz, mis gibi onun koynunda yatardım diye geçirenler yastıklarına sarılarak bir sağa bir sola döndü, işsizler gözlerini boşluğa dikip acı acı of çekti, çocuklar uçurumlarla dolu, korkunç ve karanlık rüyalar gördü, gemisini yürütmekten başka bir şey düşünmeyenler kafalarının içinde yeni taktikler, yeni manevralar, yeni güzergâhlar belirledi, bebekler altlarına işedi, hastalar sarı sarı bakıp sarı sarı inledi, emzikli kadınların meme uçları zonkladı, ihtiyarlar arada bir uyanıp sessizliği büyüten kendi kalp atışlarını dinledi ve artık sonunda, şafak söktü.” (sf. 28)
Gelelim kitabın eksik kalan, dilimde kekremsi bir tat bırakan yanlarına. Öncelikle kitapta ucu açık kalan, okuyucunun cevabını beklediği sorular mevcut. Anlatıcı, cevabını muhatabın hayal gücüne bırakmış diyeceğimiz türden değiller bu sorular üstelik. Bilakis, cevaplandırıldıklarında kurguyu önemli ölçüde destekleyecek, güçlendirecek konular. Mesela anlatı boyunca Güldiyar’ın acısını görüyoruz ama Güldiyar’ın başına ne geldiğini asla öğrenemiyoruz. Ben, Güldiyar yola çıkmadan annenin tembihlerinden ve baba tasvirinden ve belki de gündemin etkisinde kalmamdan mütevellit anlatının bir yerinde babasının tecavüzüne uğradığını göreceğim heralde dedim ama babanın kızının yanındaki duruşu nedeniyle bu şıkkı eledim. Bahsedilen bir diğer karakter olan Cevher’in tacizi söz konusu olabilirdi ama o da Güldiyar’a kör kütük ve masumane bir şekilde aşık. Yani bu sorunun cevabı gerçekten de okuyucunun hayal gücüne bırakılmış. Bir diğer önemli soru, Muzaffer ve komşuları Dursun’un küskünlüğü. İki yakın arkadaş -öyle yakın ki köylerinden birlikte göç ediyorlar şehre, bir araziye yan yana ev yapıyorlar- ne oldu da küstüler? Son olarak, kitapta evin oğlu Hüseyin, Güldiyar’ın abisi 4 yıldır kayıp. Ne oldu da abi kayboldu? Bunu bilmek, satır aralarında Muzaffer’in umudunu ve umudunun yine cevapsız kalışını bize göstermekten başka ne işimize yaradı? İşte bu soruların cevabı meçhul ve bu bilinmezliklerin anlatının gücünü bir nebze de olsa baltaladığını düşünüyorum.
Özetle, kurgu anlamında birtakım eksiklikler olsa da kitabın akıcılığına, konunun ustalıkla işlenmesine, betimlerin şiirselliğine söyleyecek söz yok. Globalleşen dünyada, insanın durduğu - aslında gerçekten fiil olarak da durduğu- yeri çok başarılı bir şekilde anlatıyor usta kalem. Bütün bir kitabı özetleyen cümleler ise sayfa 169’da Halil karakterinin ağzından dökülüveriyor: “Anlıyorum”, dedi nice sonra Halil.” Sen diyorsun ki, kötüler gelip bize kötülük edinceye kadar iyidirler, başımızın üstünde yerleri vardır.”. Yine aynı sayfada ekliyor: “Nefret etmeyenin sevgisi de yalandır.”
Yaşadığımız dünyadaki insan profili için de bir özet değil mi sizce?
Feyza Gönüler
twitter.com/FeyzaGonuler
Kabuk tutmuş yarayı kanatmak, sonra tekrar kanatmak
"Âşinâ-yı aşk olandan âh u zâr eksik değil
Keşti-i bahre dem-â-dem rûzgâr eksik değil."
- Niyâzî-i Mısrî*
1962 Malatya doğumlu bir yazar Mustafa Şahin. Mavera, Dergâh, Hece gibi dergilerde yayınlanan öykülerinden tanıyanlar elbette vardır. Tanımanın, bilmeye evrilmesi için öykülerin bir araya gelmesi ve okura kitap formunda sunulması şart. Çünkü dergi takip etmek gittikçe zorlaşıyor, sosyal medya gittikçe ağırlığını hissettirirken dergileri takip edenlerin sayısı birbirini az-çok tanıyanların sayısıyla eşit gibi. Hep az-çok dedim farkındayım ancak Gömleği Yalnız'la buluşmak bu düşünceleri zihnimde yoğunlaştırdı. Çünkü neredeyse 60 yaşına varmış bir yazarın ilk kitabıyla karşılaşmak - yazarın bu kadar beklemesi, o bekleyişteki kaygıları ve dertleri okurun da yüklenmesini gerekliliği- tanımamanın, bilmemenin önemini yeniden düşündürüyor.
Kitabın bütününe baktığımızda çok ciddi bir iç eleştiri var. Yazar hem kendini ve kendiyle beraber yürüdüğünü düşündüklerini hem de "sizden değilim" dediklerini topa tutarken memleketin belki son yirmi-otuz yılına da kafa tutmuş oluyor. Bu kafa tutma, öyle yukarıdan konuşma gibi değil. İçten, samimi, temiz ve yalın. Dolayısıyla acımasız. O yüzden kitaba dair yazmak istediğim bu yazının başlığını "kabuk tutmuş yarayı kanatmak, sonra tekrar kanatmak" olarak belirledim. Çünkü her öyküde bir kabuk var. O kabuğu korumaya çalışanlar bir tarafta, dokunup tekrar kanatmak isteyenler diğer tarafta. Ama hepsi aynı yeryüzünde. Sonra o yara kanıyor, tekrar kabuk tutuyor, muhakkak tekrar kabuk yerinden sökülüp kanıyor. Öte yandan bir yaranın yeniden kanaması için kabuğunun komple sökülmesi şart değil. Yerinden oynatmak, belki tekrar düşmek bile kafi. Peki ayağa kalkmak? Üstelik tüm bunlar olup biterken zamanın acımasız biçimde ilerlemesi. O ilerleyişte yaşanan ürkütücü tökezlemeler. Kalkarken zamanın geçmiş olması...
"Bir yangının külünü..." başlığıyla bahsetmişti Gömleği Yalnız'dan Gökhan Özcan. Onun, Gözağrısı kitabında bir cümle var, "Biliyorum yanlışlarım olmasa, doğrularım da olmazdı. Bunun için onları gözümün önünden ayırmıyorum." diyor. İşte tam da bu cümlenin yanına koyduğum bir cümle var Gömleği Yalnız'da, "Geç ama artık azalmak, dökülmek istiyorum. Önüme bakmak, kendime dair yeni alışkanlıklar edinmek istesem de eskiye, eski fotoğraflara, eskittiğim zamanlara asılı zihnim. Tahammülüm de azalıyor yeniliklere, insana." diyor Mustafa Şahin. Bunu bir karaktere, özneye söyletmeyen diyor.
Sayfaları çevirdikçe özellikle yazarı -benim gibi- daha öncesinden tanımayanlar için çok sürpriz var. Hani bazı maçlardan önce "sürprizi çok" denir ya, öyle. Hem divan hem de modern Türk şiirine gönderilen selamlar bir tarafa, kendi kendine dertlendiği-söylendiği paragraflardaki İslâmî terminolojiye hâkimiyet şaşırtabilir. Halbuki öykülerini yayınlayan dergiler, yazarın nasıl bir duruşa, tavra sahip olduğunu gösteriyor. Ancak dedim ya, tanımak için kitap şart. O öyküleri okuyucu bir arada görecek. Öyle tanıyacak. Daha önceden tanımak, hayret etmenin önüne bir engel oluyor sonra. Böylesi çok daha iyi. Yazarın kendini neden bu kadar 'sakındığı' da aslında metnin içinden kolayca çıkarılabiliyor:
"Dünya dediğin pencere. Ben penceremden dışarı değil içeri bakıyordum. Dışarı düzelsin ama ben içeri bakayım diyordum."
"Elini sıktığım kimseyi peşinen bir kazanç saymıyorum. Kimsenin gözünün içine bakmıyorum ki bir hukuk doğmasın. Daha tanışır tanışmaz çekmecelerimi karıştıracaklarını biliyorum."
"Biliyorum, kan revan bir cümle, çatlak bir dudak, yaralı bir kalp size bir şey söylemez. Siz doğuştan korunaklısınız. Konsantresiniz. Çözülmez, dağılmazsınız."
Metin Yetkin, Gazete Duvar'ın kitap sayfasında "Eskiye ağıt, yeniye ironi" başlığıyla kitabı değerlendirdiği yazısında "Siyasi eleştiriler pek çok öyküde Türkiye siyasetinin sağ ve sol kanatlarını temsil eden kahramanlar üzerinden görülür. Ancak, yazar yer yer bu tarz eleştirileri metne fazlaca yerleştiriyor, bazen öykülerdeki şiirsel akışı bozuyor." demiş. Ben buna pek katılmıyorum zira yazar, kendini tutamayan, 'artık' tutmak istemeyen bir mizaç sunuyor okura. Hani bazen bir şairin ya da yazarın konferansına gideriz, oradan oraya atlar, yakalamakta zorlanırız ama 'final'de öyle bir yerde bırakır ki neyi neden söylediği bir yere oturur gönlümüzde, zihnimizde. Mustafa Şahin'in öyküleri de öyle. Sözü yormamak için elinden geleni yapsa da kelimeler bunca acıya kırgın, küskün. Hâliyle konuşa konuşa dökülmek istiyor. Bunun en belirgin örneği de Sayın Efendim isimli öykü. Hiçbir zaman hiçbir yerde yapılmamış ve yayınlanmamış bir konuşmanın tam metni olarak sunulan bu öyküde Kahraman Bey bir kahramanlık yaparak sahneye çıkıyor ve bir dönemin, hem de gayet uzun bir dönemin resmini çiziyor. Bu resimde siyasetten edebiyata, müzikten mimariye, hayatın her anına dokunan bir gayret var. Vicdanlı olma ve bunu yaparken de hakikatten kopmama gayreti. Ömür tüketen ama bedbaht etmeyen yegane gayret.
"Taşeronlar milyon kez toplansalar bir sebil inşa edemezler. Yürüyen merdivenlere, şantiyelere, iş merkezlerine mest olurlar. Ataleti, meskeneti terakkiye mâni görür arsa çevirirler. Toplanır, cem olmazlar, dergi çıkarır derlenmezler. Salonları kapı kullarının, imrahor seyislerinin, yanaşmaların arz-ı didar mekânlarıdır. Toplantıları öyledir. Bana inanın sayın efendim."
"Sizin dilinizde yakışık almaz sulusepken mısralar, duygusal tedailer. Zira devletin gözü ıslanmaz, keza ıslanırsa hoş olmaz. Siz göz önündesiniz, gazel dinleyecek olsanız acz olur size. İdam gömleğiyle cenk meydanındayken acz bizi de yaralar. Ki, siz kelle koltuktasınız. Bense ne zaman bir gazel duysam boynum tutulur, salıveririm kollarımı sayın efendim."
"Yunus derler, bir hastaya su taşımazlar. Merhamet derler, açık bir yaraya eğilmezler. Korkma sönmez der, gölgelerinden korkarlar. Mecnun'a Bağdat'ın yolunu sorarlar, gidiş-dönüş biletlerini Kûfe'ye keserler. Sponsorsuz, rezervasyonsuz adım atmazlar. Yani efendim beytülmal ve vicdanlar üzerinde yüktürler. Hüseyin'in "attan düşüşünü" temaşa etmişlerdir. Hasan'ın matarasındaki suyu çalmışlardır. Hazreti Hasan'ın sayın efendim."
Şiirle omuz omuza yürüdüğü için huzursuz bir kitap Gömleği Yalnız. Çok iyi bir huzursuz kitap. İyiliği, özünde saklı. Bu toprağı harmanlayan, mayalayan, sulayan kimselerin vicdanını ve yüreğini taşıyor çünkü.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
*"Deryâdaki gemiler hedefine varıncaya dek rüzgâra dâimâ muhtâçtır. Bunun gibi tevhîd-i hakîkî sâlikinde de deryâ-yı aslına yani vahdete ulaşıp onda yok oluncaya kadar aşk âh u zârı noksân olmaz." (Melâmî Ali Örfî Efendi, Ey Gönül: Niyâzî-i Mısrî Dîvânı Şerhi, Hazırlayan: Mustafa Tatcı)
Keşti-i bahre dem-â-dem rûzgâr eksik değil."
- Niyâzî-i Mısrî*
1962 Malatya doğumlu bir yazar Mustafa Şahin. Mavera, Dergâh, Hece gibi dergilerde yayınlanan öykülerinden tanıyanlar elbette vardır. Tanımanın, bilmeye evrilmesi için öykülerin bir araya gelmesi ve okura kitap formunda sunulması şart. Çünkü dergi takip etmek gittikçe zorlaşıyor, sosyal medya gittikçe ağırlığını hissettirirken dergileri takip edenlerin sayısı birbirini az-çok tanıyanların sayısıyla eşit gibi. Hep az-çok dedim farkındayım ancak Gömleği Yalnız'la buluşmak bu düşünceleri zihnimde yoğunlaştırdı. Çünkü neredeyse 60 yaşına varmış bir yazarın ilk kitabıyla karşılaşmak - yazarın bu kadar beklemesi, o bekleyişteki kaygıları ve dertleri okurun da yüklenmesini gerekliliği- tanımamanın, bilmemenin önemini yeniden düşündürüyor.
Kitabın bütününe baktığımızda çok ciddi bir iç eleştiri var. Yazar hem kendini ve kendiyle beraber yürüdüğünü düşündüklerini hem de "sizden değilim" dediklerini topa tutarken memleketin belki son yirmi-otuz yılına da kafa tutmuş oluyor. Bu kafa tutma, öyle yukarıdan konuşma gibi değil. İçten, samimi, temiz ve yalın. Dolayısıyla acımasız. O yüzden kitaba dair yazmak istediğim bu yazının başlığını "kabuk tutmuş yarayı kanatmak, sonra tekrar kanatmak" olarak belirledim. Çünkü her öyküde bir kabuk var. O kabuğu korumaya çalışanlar bir tarafta, dokunup tekrar kanatmak isteyenler diğer tarafta. Ama hepsi aynı yeryüzünde. Sonra o yara kanıyor, tekrar kabuk tutuyor, muhakkak tekrar kabuk yerinden sökülüp kanıyor. Öte yandan bir yaranın yeniden kanaması için kabuğunun komple sökülmesi şart değil. Yerinden oynatmak, belki tekrar düşmek bile kafi. Peki ayağa kalkmak? Üstelik tüm bunlar olup biterken zamanın acımasız biçimde ilerlemesi. O ilerleyişte yaşanan ürkütücü tökezlemeler. Kalkarken zamanın geçmiş olması...
"Bir yangının külünü..." başlığıyla bahsetmişti Gömleği Yalnız'dan Gökhan Özcan. Onun, Gözağrısı kitabında bir cümle var, "Biliyorum yanlışlarım olmasa, doğrularım da olmazdı. Bunun için onları gözümün önünden ayırmıyorum." diyor. İşte tam da bu cümlenin yanına koyduğum bir cümle var Gömleği Yalnız'da, "Geç ama artık azalmak, dökülmek istiyorum. Önüme bakmak, kendime dair yeni alışkanlıklar edinmek istesem de eskiye, eski fotoğraflara, eskittiğim zamanlara asılı zihnim. Tahammülüm de azalıyor yeniliklere, insana." diyor Mustafa Şahin. Bunu bir karaktere, özneye söyletmeyen diyor.
Sayfaları çevirdikçe özellikle yazarı -benim gibi- daha öncesinden tanımayanlar için çok sürpriz var. Hani bazı maçlardan önce "sürprizi çok" denir ya, öyle. Hem divan hem de modern Türk şiirine gönderilen selamlar bir tarafa, kendi kendine dertlendiği-söylendiği paragraflardaki İslâmî terminolojiye hâkimiyet şaşırtabilir. Halbuki öykülerini yayınlayan dergiler, yazarın nasıl bir duruşa, tavra sahip olduğunu gösteriyor. Ancak dedim ya, tanımak için kitap şart. O öyküleri okuyucu bir arada görecek. Öyle tanıyacak. Daha önceden tanımak, hayret etmenin önüne bir engel oluyor sonra. Böylesi çok daha iyi. Yazarın kendini neden bu kadar 'sakındığı' da aslında metnin içinden kolayca çıkarılabiliyor:
"Dünya dediğin pencere. Ben penceremden dışarı değil içeri bakıyordum. Dışarı düzelsin ama ben içeri bakayım diyordum."
"Elini sıktığım kimseyi peşinen bir kazanç saymıyorum. Kimsenin gözünün içine bakmıyorum ki bir hukuk doğmasın. Daha tanışır tanışmaz çekmecelerimi karıştıracaklarını biliyorum."
"Biliyorum, kan revan bir cümle, çatlak bir dudak, yaralı bir kalp size bir şey söylemez. Siz doğuştan korunaklısınız. Konsantresiniz. Çözülmez, dağılmazsınız."
Metin Yetkin, Gazete Duvar'ın kitap sayfasında "Eskiye ağıt, yeniye ironi" başlığıyla kitabı değerlendirdiği yazısında "Siyasi eleştiriler pek çok öyküde Türkiye siyasetinin sağ ve sol kanatlarını temsil eden kahramanlar üzerinden görülür. Ancak, yazar yer yer bu tarz eleştirileri metne fazlaca yerleştiriyor, bazen öykülerdeki şiirsel akışı bozuyor." demiş. Ben buna pek katılmıyorum zira yazar, kendini tutamayan, 'artık' tutmak istemeyen bir mizaç sunuyor okura. Hani bazen bir şairin ya da yazarın konferansına gideriz, oradan oraya atlar, yakalamakta zorlanırız ama 'final'de öyle bir yerde bırakır ki neyi neden söylediği bir yere oturur gönlümüzde, zihnimizde. Mustafa Şahin'in öyküleri de öyle. Sözü yormamak için elinden geleni yapsa da kelimeler bunca acıya kırgın, küskün. Hâliyle konuşa konuşa dökülmek istiyor. Bunun en belirgin örneği de Sayın Efendim isimli öykü. Hiçbir zaman hiçbir yerde yapılmamış ve yayınlanmamış bir konuşmanın tam metni olarak sunulan bu öyküde Kahraman Bey bir kahramanlık yaparak sahneye çıkıyor ve bir dönemin, hem de gayet uzun bir dönemin resmini çiziyor. Bu resimde siyasetten edebiyata, müzikten mimariye, hayatın her anına dokunan bir gayret var. Vicdanlı olma ve bunu yaparken de hakikatten kopmama gayreti. Ömür tüketen ama bedbaht etmeyen yegane gayret.
"Taşeronlar milyon kez toplansalar bir sebil inşa edemezler. Yürüyen merdivenlere, şantiyelere, iş merkezlerine mest olurlar. Ataleti, meskeneti terakkiye mâni görür arsa çevirirler. Toplanır, cem olmazlar, dergi çıkarır derlenmezler. Salonları kapı kullarının, imrahor seyislerinin, yanaşmaların arz-ı didar mekânlarıdır. Toplantıları öyledir. Bana inanın sayın efendim."
"Sizin dilinizde yakışık almaz sulusepken mısralar, duygusal tedailer. Zira devletin gözü ıslanmaz, keza ıslanırsa hoş olmaz. Siz göz önündesiniz, gazel dinleyecek olsanız acz olur size. İdam gömleğiyle cenk meydanındayken acz bizi de yaralar. Ki, siz kelle koltuktasınız. Bense ne zaman bir gazel duysam boynum tutulur, salıveririm kollarımı sayın efendim."
"Yunus derler, bir hastaya su taşımazlar. Merhamet derler, açık bir yaraya eğilmezler. Korkma sönmez der, gölgelerinden korkarlar. Mecnun'a Bağdat'ın yolunu sorarlar, gidiş-dönüş biletlerini Kûfe'ye keserler. Sponsorsuz, rezervasyonsuz adım atmazlar. Yani efendim beytülmal ve vicdanlar üzerinde yüktürler. Hüseyin'in "attan düşüşünü" temaşa etmişlerdir. Hasan'ın matarasındaki suyu çalmışlardır. Hazreti Hasan'ın sayın efendim."
Şiirle omuz omuza yürüdüğü için huzursuz bir kitap Gömleği Yalnız. Çok iyi bir huzursuz kitap. İyiliği, özünde saklı. Bu toprağı harmanlayan, mayalayan, sulayan kimselerin vicdanını ve yüreğini taşıyor çünkü.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
*"Deryâdaki gemiler hedefine varıncaya dek rüzgâra dâimâ muhtâçtır. Bunun gibi tevhîd-i hakîkî sâlikinde de deryâ-yı aslına yani vahdete ulaşıp onda yok oluncaya kadar aşk âh u zârı noksân olmaz." (Melâmî Ali Örfî Efendi, Ey Gönül: Niyâzî-i Mısrî Dîvânı Şerhi, Hazırlayan: Mustafa Tatcı)
4 Temmuz 2020 Cumartesi
Ruh, zapt edilmesi zor vahşi bir at gibidir
"Oscar Nasıl Wilde Oldu?" isimli eserde Oscar Wilde ile birlikte birçok yazarı derinlemesine inceleyen Elliot Engel, Wilde hakkında kaleme aldığı yazıda yazarın Dorian Gray’in Portresi eserini şöyle yorumluyor:
“Yakışıklı bir delikanlı kendini korkunç bir sefahate kaptırmış olarak yaşar ama sefahatin izlerini asla taşımaz. Genç ve yakışıklı görünüşünü korumayı sürdürür. Oysa dolabının içinde bir portresi durmaktadır; adam sefih bir gece geçirdiğinde portredeki çehre yaşlanır ve giderek daha tiksindirici olur. Bu fikir Oscar Wilde' ın yayımlanan ilk büyük yapıtına dönüştü. Dorian Gray 'in Portresi adlı kısa roman 1 890' da yayımlandı. Büyük heyecan yarattı. Birçok eleştirmen Dorian Gray 'in Portresi'nin yayımlanmasını şimdi on dokuzuncu yüzyılın çöküş dönemi olarak tanımladığımız doksanlı yıllarının ilk işareti olarak görür çünkü onu Viktorya dönemine tepki veren başka yazarlar izlemiştir.”
Dehasını yaşamaya kullandığını söyleyen yazar, sadece yeteneğinin yazmaya kaldığını söyler. Dorian Gray’in Portresi'nin, bir iddia üzerine yazılmış birkaç günde yazılmış olduğu ve kitabın konusu, işleyişi düşünüldüğünde, yazarın yeteneği olduğu kadar cesaretinin ölçüsü de fazlasıyla anlaşılıyor. Popülaritesinin artmasıyla birlikte sevildiği ve takdir gördüğü kadar, hatta belki de daha fazla eleştiri alıyor Wilde.
“Bir etki yarattınız mı bir düşman kazandınız demektir. Sevilmek için sıradan biri olmak gerek.”
Wilde bu sözleri edebi çalışmalarını tenkit edenler için söylüyor şüphesiz. Hakkında söylenenlere kulak astığı, sevilmek için sıradan biri olmaya çalışmadığı gibi oldukça sıra dışı bir hayatı yaşamayı seçiyor. Yazarın özel hayatı onun dehasını örter mi? Yazar özel hayatıyla topluma misyon olmak durumunda mıdır?
Bu konular sanat ne içindir sorusunun uzayıp giden cevapları arasında uzunca bir yer alır. Sanatçının kimliğine göre değişen cevaplar, Oscar Wilde için seçtiği yaşamın onu kedere götürmesiyle sonuçlanıyor. Ruh zapt edilmesi zor, ele avuca gelemez vahşi bir at gibidir. İnsan, ruhunu ehlileştirme yollarını bilmeyen, doğru yollar bilse de buna zaman ve emek harcamak istemediğinde savrula savrula kendini yok eden bir çocuk.
Wilde’nin sanatı ile ilgili olarak, "De Profundis" adlı kitapta hayatındaki seçimleriyle ele alan Andre Gide'in Wilde’in sanatı hakkındaki eleştirileri de dikkat çekici.
“İlk düşünce çok güzel, yalın, derin ve yüzde yüz etkilidir; gizli bir zorunluluk, bölümleri sıkıca bir arada tutar ama burada yetenek biter; bölümlerin gelişimi sahtedir; iyi düzenlenmemiştir, daha sonra da, Wilde tek tek cümleleri ele alıp işlerken yapıt, duygunun tümüyle yok olduğu parlak düşüncelerle, hoş ve tuhaf ufak tefek buluşlarla inanılmaz derecede yüklenir; öyle ki, yüzeyin parıltısı, temeldeki derin duyguyu gözden saklar, unutturur.”
“Artık, en sıradan çiçeğin açması için bile dünyanın şiddetli doğum sancıları çekmesi gerekiyor...”
Wilde’yle uzun sohbetler yapma fırsatı bulan Andre Gide, yazarın aykırı düşünce ve fikirlerinin içinde, onun sanatsal bakış açısını, yazarın hatıratlarıyla kalıcı kılmış. Yine Andre Gide’in anlatısıyla;
“Sanıyorlar ki,” dedi Wilde, “bütün düşünceler çıplak doğar... Benim ancak masallarla düşünebildiğimi anlamıyorlar. Heykeltıraş düşüncesini mermere aktarmaya çalışmaz; doğrudan mermerle düşünür.”
Oscar Wilde’in hayal dünyasıyla, öz yaşamı arasında kalmış bir Wilde daha olduğu işaretini veriyor. Hatta bir değil belki de üç Wilde vardı. Dorian Gray’in Portresi kitabındaki kahramanları hakkında; “Basil Hallward ben olduğumu sandığım kişidir; Lord Henry dünyanın ben sandığı kişidir; Dorian ise benim olmak istediğim kişidir, belki başka bir çağda..." diye not düşmüş.
“Kendimizdeki kusurları başkalarında görmeye hiçbirimiz dayanamayız.”
Belki de sanatçılar bu yüzden kendi kusurlu karakterlerini üretiyordur ve topluma ayna oluyordur. Hatta izlenimlerime göre Wilde tam da bu çağda aslında Dorian’ın ta kendisi bile olabilir. Bunu itiraf etmesinin, Dorian’ın yaşadıklarını yaşamaktan daha çok cesaret istediğini düşünerek, bu itirafı doğrudan yapmamış olmasını anlamak da mümkün aslında. Kendisiyle yüzleşemediği için, bir kurmacada, bir ressama portresini yaptıran ve portresinden bile kaçan, günahkâr insan. Kendisinden kaçan günahkâr insanlar…
“Her birimiz Cennet’i de Cehennem’i de içimizde taşıyoruz."
Yeryüzünde baştan çıkarıcılık vazifesini, sanıldığından daha mahir olarak yapan, sadece biçimde insan olanlar varlığını sanatçıların bakış açılarıyla görmek, gerçeküstünün gerçekle örtüştüğü an daha sarsıcı oluyor. Bir ilahiyat metninde yüzlerce defa okunan iblisin baştan çıkarıcılığını anlatan kitaplar, sanatsal imgelerle donatılmış metinlerden okunulduğunda etki gücünü pekiştiriyor.
Ya da herkes almak istediğini, alması gerektiği kadarını alıyor her metinde.
“Günah öyle bir şeyidir ki adamın alnından okunur. Saklanmaz.”
Dorian genç ve masum bir taşralıydı.
Dorian çok küçük yaşta, zengin dedesi tarafından malikâneden uzaklaştırılıyor. Yıllar sonra dedesi öldüğünde tek mirasçısı olarak malikâneye dönüyor. Şehrin iyi ressamlarından ve Dorian’ın da aynı zamanda dostu olan Basil Dorian’ın bir tablosunu yapıyor. Tablo muhteşem bir yapıt oluyor. Bu tablodaki genç Dorian’ı tanımak için can atan Lord Henry hazcılık düşüncesine inanan, gününü gün eden biridir.
Henry Wilde için gerçek yaşamındaki kopamadığı onu batağa sürükleyen insanın karşılığı gibi. İnsan meyyal olmasa, tuzağa düşmez şüphesiz. Ama insan zayıftır. İnsanın zayıflığa düştüğü zamanlar vardır. Bu vakitlerde de kötürcül ruhların evi olur insanın bedeni.
Dorian da Lord Henry’nin yönlendirmeleriyle kendisini çiçek bahçesi görünümündeki dipsiz kuyuda buluyor.
“Bir adam dünyayı kazanıp da ruhunu yitirse eline ne geçer?"
İnsanın ruhundan ayrı düşmesi, masumiyetin terk edilişi ya da iyiliğin bireyden uzaklaşması, insanın ruhu ile birlikte hareket etmediğinde, ruhunun varlığını unuttuğunda, vicdan kavramının da ortadan kaybolduğu gerçeğini gösteriyor.
Dorian'ın nişanlısı ile evlenmek istememesi, evliliği sonsuz bağ görmesi -Henry’nin yönlendirmesiyle- kızın kendini öldürmesi, zavallı nişanlısının abisinin Dorian’dan intikam almaya gelmesiyle Dorian vicdan azabı duyacaktır ki -bu gelgitleri birkaç defa yaşar roman boyunca- Henry ona vicdan muhasebesini yapmasına izin vermez.
“Sana güveniyorum. Lord Henry.”
“Keşke ben de kendi kendime güvenebilseydim!”
Dorian’ın çocukluğundan kesitlerde sevgisizliği görüyoruz. Bütün yaşamımızın kodlarının çocuklukta saklı olduğu düşünülürse, genç Dorian baskıladığı itilmişliği, eline fırsat geçer geçmez farklı ve her sunulanı kabul eden, sınırsız bir yaşama kucak açarak karşılıyor.
Kitabın kurgusundaki en ilginç ve olağandışı durum Dorian suç işledikçe portresinin ağlaması, Dorian zarar gördüğünde, kendisinde hiçbir yara iz olmaması ama portrenin kanaması, zaman geçtiği halde, Dorian’ın hiç değişmemesi ama portrenin yaşlanmasıydı.
Son olarak tablo ilk yapıldığı hali kadar berraktır, Dorian’ın cesedi ise tanınmaz haldedir.
"Ve ben her şeye inanabilirim, yeter ki inanılmaz olsun."
Wilde’’in hayal dünyası, yazın dünyası ve yaşam dünyası.
Wilde’i Wilde yapan bütün olgular en ince noktasına kadar acımasızca tartışılmış ve eleştirilmiş.
Bir yanda mükemmel görünen, mükemmel olduğu izlenimini yansıtan, ulaşılmazlık maskeleriyle, sanatı tartışmasız ama dünyalı olduğunu unutan sanat icracıları, diğer yanda Wilde.
Son sözü Wilde’in olsun…
Reading Zindanı Baladı
Oysa öldürür herkes sevdiğini
Bu böyle biline,
Kimi acı bir bakışıyla,
Bir tatlı sözle kimi,
Korkak öpmesiyle,
Cesur kılıcıyla!
Kimileri gençken öldürür,
Ve bazısı yaşlanınca;
Şehvetin elleriyle boğar kimi,
Kimi de paranın marifetiyle:
En kibarı bıçak kullanır, çünkü
Ölüm daha çabuk soğur böylece.
Kulak verin sözlerime iyice,
Herkes öldürebilir sevdiğini
Kimi bir bakışıyla yapar bunu,
Kimi dalkavukça sözlerle,
Korkaklar öpücük ile öldürür,
Yürekliler kılıç darbeleriyle!
Kimi gençken öldürür sevdiğini
Kimileri yaşlı iken öldürür;
Şehvetli ellerle öldürür kimi
Kimi altından ellerle öldürür;
Merhametli kişi bıçak kullanır
Çünkü bıçakla ölen çabuk soğur.
Kimi aşk kısadır, kimi uzundur,
Kimi satar kimi de satın alır;
Kimi gözyaşı döker öldürürken,
Kimi kılı kıpırdamadan öldürür;
Herkes öldürebilir sevdiğini
Ama herkes öldürdü diye ölmez.
Yasaların yargısı doğru mudur
Ya da yanlış mıdır bunu bilemem;
Bildiğim tek şey bu hapishanede
Demir gibi sağlamdır tüm duvarlar,
Bir yıl kadar uzundur her geçen gün
Yıl bitmek bilmez, uzadıkça uzar.
Kabil'in Habil'i öldürdüğü
Günden beri hiç dinmedi acılar
Çünkü insanların insanlar için
Koymuş olduğu bütün yasalar
Tıpkı adaletsiz bir kalbur gibi
Taneyi eleyip samanı tutar.
(Çeviri: Tozan Alkan)
Dilek Erdem
twitter.com/Dilek_Erdem_
“Yakışıklı bir delikanlı kendini korkunç bir sefahate kaptırmış olarak yaşar ama sefahatin izlerini asla taşımaz. Genç ve yakışıklı görünüşünü korumayı sürdürür. Oysa dolabının içinde bir portresi durmaktadır; adam sefih bir gece geçirdiğinde portredeki çehre yaşlanır ve giderek daha tiksindirici olur. Bu fikir Oscar Wilde' ın yayımlanan ilk büyük yapıtına dönüştü. Dorian Gray 'in Portresi adlı kısa roman 1 890' da yayımlandı. Büyük heyecan yarattı. Birçok eleştirmen Dorian Gray 'in Portresi'nin yayımlanmasını şimdi on dokuzuncu yüzyılın çöküş dönemi olarak tanımladığımız doksanlı yıllarının ilk işareti olarak görür çünkü onu Viktorya dönemine tepki veren başka yazarlar izlemiştir.”
Dehasını yaşamaya kullandığını söyleyen yazar, sadece yeteneğinin yazmaya kaldığını söyler. Dorian Gray’in Portresi'nin, bir iddia üzerine yazılmış birkaç günde yazılmış olduğu ve kitabın konusu, işleyişi düşünüldüğünde, yazarın yeteneği olduğu kadar cesaretinin ölçüsü de fazlasıyla anlaşılıyor. Popülaritesinin artmasıyla birlikte sevildiği ve takdir gördüğü kadar, hatta belki de daha fazla eleştiri alıyor Wilde.
“Bir etki yarattınız mı bir düşman kazandınız demektir. Sevilmek için sıradan biri olmak gerek.”
Wilde bu sözleri edebi çalışmalarını tenkit edenler için söylüyor şüphesiz. Hakkında söylenenlere kulak astığı, sevilmek için sıradan biri olmaya çalışmadığı gibi oldukça sıra dışı bir hayatı yaşamayı seçiyor. Yazarın özel hayatı onun dehasını örter mi? Yazar özel hayatıyla topluma misyon olmak durumunda mıdır?
Bu konular sanat ne içindir sorusunun uzayıp giden cevapları arasında uzunca bir yer alır. Sanatçının kimliğine göre değişen cevaplar, Oscar Wilde için seçtiği yaşamın onu kedere götürmesiyle sonuçlanıyor. Ruh zapt edilmesi zor, ele avuca gelemez vahşi bir at gibidir. İnsan, ruhunu ehlileştirme yollarını bilmeyen, doğru yollar bilse de buna zaman ve emek harcamak istemediğinde savrula savrula kendini yok eden bir çocuk.
Wilde’nin sanatı ile ilgili olarak, "De Profundis" adlı kitapta hayatındaki seçimleriyle ele alan Andre Gide'in Wilde’in sanatı hakkındaki eleştirileri de dikkat çekici.
“İlk düşünce çok güzel, yalın, derin ve yüzde yüz etkilidir; gizli bir zorunluluk, bölümleri sıkıca bir arada tutar ama burada yetenek biter; bölümlerin gelişimi sahtedir; iyi düzenlenmemiştir, daha sonra da, Wilde tek tek cümleleri ele alıp işlerken yapıt, duygunun tümüyle yok olduğu parlak düşüncelerle, hoş ve tuhaf ufak tefek buluşlarla inanılmaz derecede yüklenir; öyle ki, yüzeyin parıltısı, temeldeki derin duyguyu gözden saklar, unutturur.”
“Artık, en sıradan çiçeğin açması için bile dünyanın şiddetli doğum sancıları çekmesi gerekiyor...”
Wilde’yle uzun sohbetler yapma fırsatı bulan Andre Gide, yazarın aykırı düşünce ve fikirlerinin içinde, onun sanatsal bakış açısını, yazarın hatıratlarıyla kalıcı kılmış. Yine Andre Gide’in anlatısıyla;
“Sanıyorlar ki,” dedi Wilde, “bütün düşünceler çıplak doğar... Benim ancak masallarla düşünebildiğimi anlamıyorlar. Heykeltıraş düşüncesini mermere aktarmaya çalışmaz; doğrudan mermerle düşünür.”
Oscar Wilde’in hayal dünyasıyla, öz yaşamı arasında kalmış bir Wilde daha olduğu işaretini veriyor. Hatta bir değil belki de üç Wilde vardı. Dorian Gray’in Portresi kitabındaki kahramanları hakkında; “Basil Hallward ben olduğumu sandığım kişidir; Lord Henry dünyanın ben sandığı kişidir; Dorian ise benim olmak istediğim kişidir, belki başka bir çağda..." diye not düşmüş.
“Kendimizdeki kusurları başkalarında görmeye hiçbirimiz dayanamayız.”
Belki de sanatçılar bu yüzden kendi kusurlu karakterlerini üretiyordur ve topluma ayna oluyordur. Hatta izlenimlerime göre Wilde tam da bu çağda aslında Dorian’ın ta kendisi bile olabilir. Bunu itiraf etmesinin, Dorian’ın yaşadıklarını yaşamaktan daha çok cesaret istediğini düşünerek, bu itirafı doğrudan yapmamış olmasını anlamak da mümkün aslında. Kendisiyle yüzleşemediği için, bir kurmacada, bir ressama portresini yaptıran ve portresinden bile kaçan, günahkâr insan. Kendisinden kaçan günahkâr insanlar…
“Her birimiz Cennet’i de Cehennem’i de içimizde taşıyoruz."
Yeryüzünde baştan çıkarıcılık vazifesini, sanıldığından daha mahir olarak yapan, sadece biçimde insan olanlar varlığını sanatçıların bakış açılarıyla görmek, gerçeküstünün gerçekle örtüştüğü an daha sarsıcı oluyor. Bir ilahiyat metninde yüzlerce defa okunan iblisin baştan çıkarıcılığını anlatan kitaplar, sanatsal imgelerle donatılmış metinlerden okunulduğunda etki gücünü pekiştiriyor.
Ya da herkes almak istediğini, alması gerektiği kadarını alıyor her metinde.
“Günah öyle bir şeyidir ki adamın alnından okunur. Saklanmaz.”
Dorian genç ve masum bir taşralıydı.
Dorian çok küçük yaşta, zengin dedesi tarafından malikâneden uzaklaştırılıyor. Yıllar sonra dedesi öldüğünde tek mirasçısı olarak malikâneye dönüyor. Şehrin iyi ressamlarından ve Dorian’ın da aynı zamanda dostu olan Basil Dorian’ın bir tablosunu yapıyor. Tablo muhteşem bir yapıt oluyor. Bu tablodaki genç Dorian’ı tanımak için can atan Lord Henry hazcılık düşüncesine inanan, gününü gün eden biridir.
Henry Wilde için gerçek yaşamındaki kopamadığı onu batağa sürükleyen insanın karşılığı gibi. İnsan meyyal olmasa, tuzağa düşmez şüphesiz. Ama insan zayıftır. İnsanın zayıflığa düştüğü zamanlar vardır. Bu vakitlerde de kötürcül ruhların evi olur insanın bedeni.
Dorian da Lord Henry’nin yönlendirmeleriyle kendisini çiçek bahçesi görünümündeki dipsiz kuyuda buluyor.
“Bir adam dünyayı kazanıp da ruhunu yitirse eline ne geçer?"
İnsanın ruhundan ayrı düşmesi, masumiyetin terk edilişi ya da iyiliğin bireyden uzaklaşması, insanın ruhu ile birlikte hareket etmediğinde, ruhunun varlığını unuttuğunda, vicdan kavramının da ortadan kaybolduğu gerçeğini gösteriyor.
Dorian'ın nişanlısı ile evlenmek istememesi, evliliği sonsuz bağ görmesi -Henry’nin yönlendirmesiyle- kızın kendini öldürmesi, zavallı nişanlısının abisinin Dorian’dan intikam almaya gelmesiyle Dorian vicdan azabı duyacaktır ki -bu gelgitleri birkaç defa yaşar roman boyunca- Henry ona vicdan muhasebesini yapmasına izin vermez.
“Sana güveniyorum. Lord Henry.”
“Keşke ben de kendi kendime güvenebilseydim!”
Dorian’ın çocukluğundan kesitlerde sevgisizliği görüyoruz. Bütün yaşamımızın kodlarının çocuklukta saklı olduğu düşünülürse, genç Dorian baskıladığı itilmişliği, eline fırsat geçer geçmez farklı ve her sunulanı kabul eden, sınırsız bir yaşama kucak açarak karşılıyor.
Kitabın kurgusundaki en ilginç ve olağandışı durum Dorian suç işledikçe portresinin ağlaması, Dorian zarar gördüğünde, kendisinde hiçbir yara iz olmaması ama portrenin kanaması, zaman geçtiği halde, Dorian’ın hiç değişmemesi ama portrenin yaşlanmasıydı.
Son olarak tablo ilk yapıldığı hali kadar berraktır, Dorian’ın cesedi ise tanınmaz haldedir.
"Ve ben her şeye inanabilirim, yeter ki inanılmaz olsun."
Wilde’’in hayal dünyası, yazın dünyası ve yaşam dünyası.
Wilde’i Wilde yapan bütün olgular en ince noktasına kadar acımasızca tartışılmış ve eleştirilmiş.
Bir yanda mükemmel görünen, mükemmel olduğu izlenimini yansıtan, ulaşılmazlık maskeleriyle, sanatı tartışmasız ama dünyalı olduğunu unutan sanat icracıları, diğer yanda Wilde.
Son sözü Wilde’in olsun…
Reading Zindanı Baladı
Oysa öldürür herkes sevdiğini
Bu böyle biline,
Kimi acı bir bakışıyla,
Bir tatlı sözle kimi,
Korkak öpmesiyle,
Cesur kılıcıyla!
Kimileri gençken öldürür,
Ve bazısı yaşlanınca;
Şehvetin elleriyle boğar kimi,
Kimi de paranın marifetiyle:
En kibarı bıçak kullanır, çünkü
Ölüm daha çabuk soğur böylece.
Kulak verin sözlerime iyice,
Herkes öldürebilir sevdiğini
Kimi bir bakışıyla yapar bunu,
Kimi dalkavukça sözlerle,
Korkaklar öpücük ile öldürür,
Yürekliler kılıç darbeleriyle!
Kimi gençken öldürür sevdiğini
Kimileri yaşlı iken öldürür;
Şehvetli ellerle öldürür kimi
Kimi altından ellerle öldürür;
Merhametli kişi bıçak kullanır
Çünkü bıçakla ölen çabuk soğur.
Kimi aşk kısadır, kimi uzundur,
Kimi satar kimi de satın alır;
Kimi gözyaşı döker öldürürken,
Kimi kılı kıpırdamadan öldürür;
Herkes öldürebilir sevdiğini
Ama herkes öldürdü diye ölmez.
Yasaların yargısı doğru mudur
Ya da yanlış mıdır bunu bilemem;
Bildiğim tek şey bu hapishanede
Demir gibi sağlamdır tüm duvarlar,
Bir yıl kadar uzundur her geçen gün
Yıl bitmek bilmez, uzadıkça uzar.
Kabil'in Habil'i öldürdüğü
Günden beri hiç dinmedi acılar
Çünkü insanların insanlar için
Koymuş olduğu bütün yasalar
Tıpkı adaletsiz bir kalbur gibi
Taneyi eleyip samanı tutar.
(Çeviri: Tozan Alkan)
Dilek Erdem
twitter.com/Dilek_Erdem_
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)