Otto Rank ayrılık travmasının da içinde yer aldığı doğum sürecinin, insana özgü bütün ruhsal hâllerin temeli olduğunu ileri sürüyordu. Ruhsal yapının ortaya çıkması doğum travmasıyla baş etme çabasının bir sonucuydu ona göre. Dolayısıyla doğum travması dediğimiz şey, büyük ölçüde anneyle yaşanılan ilk ayrılık, yani ilk taşınma… İlk mekânımız olan anne bedeni, daha sonra diğer tüm mekânlarla kurulacak ilişkilerin temellerini oluşturur.
Anne, çocuk için tarifi zor bir nesnedir. Diğer nesneler gibi çocuğa dışarıdan belirmez; anne, içinden çıkılan bir nesnedir. Bu nedenle de anneyle kurulan ilişkide sınırlar biraz karmaşıktır. İçinden çıkılan bir mekân olarak anne bedeni; çocuk için oldukça tanıdık, bildik, güvenilir bir yer olma özelliği taşımaktadır. Anne, çocuğu içinde tutan, besleyen, koruyan, sıcaklık veren, dünyayla arasına tampon oluşturan temel nesnedir. Hayat döngüsünün temel arzusu da o ilk ve sonsuz güven, konfor içinde olduğumuz rahme geri dönmektir. Anne, sadece içinden çıkılan ve tekrar içine girilemeyen; ev ise hem içine girilen hem de içinden çıkılabilen bir nesnedir.
Rahme tekrar geri dönüş mümkün olmadığı için rahimdeki güven ve konfor hâlinin kısmen gerçekleştirilmeye çalışıldığı yerdir ev. Yani bir bakıma anneyle birleşmenin…
Ne zaman ev’den konuşsak, bilinç dışında anneyle kurulan ilişkiye, evlerden taşınmak dediğimizde ise anne rahminden taşınma sonucu yaşadığımız “doğum travması”na yani ilk taşınmaya bir atıfta bulunuyoruz demektir.
İlk evimize geri dönüş mümkün olmadığı için bu kaybı fark edip ve bunu nasıl telafi etmeye çalıştığımız, bu gerçeklikle baş etme yöntemlerimiz belki de “yaratıcı bir yaşam” için ödediğimiz bir bedeldir. Yaratıcı yaşamlarımızın önemli bir parçası ise geçmişte ve şimdi yaşadığımız evlerde mayalanır.
Psikanalist Alberto Eiguer, Evin Bilinçdışı isimli kitabında; “Eski evlerin anıları düş gibi yeniden yaşandığı içindir ki, geçmişte oturduğumuz evler içimizde sürüp giderler” der. Ve ekler; “Bütün bu evler zihnimizde içinde doğduğumuz hakiki, özgün evi canlandırır. O içimizde yaşar, düşlerimizde tazeler kendini. Ve doğdumuz evden söz etmek, kökenlerimizden, dünyaya gelişimizden ve atalarımızdan söz etmektir.”
Yeni gittiğimiz evde bütün bir geçmişimizle, anılarımızla ve aynı zamanda düşlerimizle yaşamaya koyuluruz. Anılar ve düşler zaman ve mekânın dışında olmalarından mütevellit sınırları belirsizdir. Bu sebeple kolilere sığmaz ve iki oda bir salondan çok daha fazla yerde atar nabızları. Bizimle evden eve dolaşırlar.
Önceki evlerde yaşarken biriktirdiğimiz bütün bir geçmişimiz yeni evde nasıl konumlanacaktır? Koltuklar, tablolar, biblolar tamam da geçmişimizi nereye yerleştireceğizdir? Peki ya düşlerimizi?
Gaston Bachelard, başyapıtı Mekânın Poetikası’nda geçmişte oturduğumuz evler içimizde yıkılıp gitmediğinden, eski evlerin anılarını birer düşleme olarak yeniden yaşadığımızı söyler. Ve evin insanın düşünceleri, anıları ve düşleri için en büyük bütünleştirici güçlerden biri olduğunu gösterir.
Taşınmak her insanda farklı ruhsal tezahürlere yol açıyor olsa da, bir yerden bir yere taşınırkenki o geçiş hâlinin yani fiziksel anlamda tam olarak yerleşemeyişin getirdiği belirsizlik, daha çok ruhsal olarak yerleşemeyişin getirdiği bir huzursuzluk olarak da ele alınabilir. O huzursuzluğa, kopuş duygusu, tekinsizlik de eşlik edebilir.
Ruhsal yerleşim için o mekânla zamanı paylaşmak, mekânın içine girmek, mekânı içine almak ve “orada” olmak gerekmektedir. Taşınmak bir değişim ve hatta neredeyse bir mutasyon süreci gibidir. Her taşınma aynı değildir elbette.
Alberto Eiguer’in aktardığına göre; “Taşınmanın temsil ettiği sınır durum taşınma öncesinde, sırasında ya da sonrasında psikopatolojinin kendine bir ifade bulmasını açıklar. Farklı koşullar devreye girer: iş nedeniyle taşınmak, kavgalı bir şekilde ya da zorunlu bir boşanmanın ardından taşınmak, iyiliksever ebeveynlerin evinden gitmek, göç ya da sürgün çerçevesinde taşınmak aynı şeyler değildir." (A. Yahyaoui, 1999)
Her türlü taşınmanın kişide bireysel anlamda travmatik bir etki yaratabileceğini “ilk taşınma” bölümünde ifade etmeye çalıştım. Ancak Eiguer’in de dediği gibi, her taşınma birbirinden farklıdır.
Özellikle savaş nedeniyle iltica etmek, göçler, geçmişte yaşanılan mübadeleler bireysel olduğu kadar toplumsal anlamda da travmaya neden olabilmekte ve sadece bunları deneyimleyen kişilerin değil, hepimizin ortak bir meselesi hâline gelmektedir. Sözgelimi yıllarca birlikte yaşadığımız komşularımızın bir sabah ansızın evlerini terk etmek zorunda kalmasına tanıklık etmek elbette bizim de “ev” ve dolayısıyla güvenlik algımızı derinden etkileyecektir.
Tuğçe Isıyel
twitter.com/tugceisiyel
*Yazarın "İki oda bir salona sığmayanlar" başlıklı yazısından derlenmiştir.
21 Mart 2020 Cumartesi
20 Mart 2020 Cuma
Her şeye rağmen kendimizle hesaplaşmamız gerekiyor
"Dünya acıyla dolu bir hapishanedir, öyle inşa edilmiştir ki yaşamak için insanın diğerlerine acı çektirmesi gerekir.”
Adalet, eşitlik gibi kavramlar gündelik hayatta ne kadar da dilimizde, öyle değil mi? Oysa adalet isterken de eşitlik isterken de kendi türümüzün sınırlarında kaldığımız düşünüldüğünde bu adaletsizlik ve eşitsizliği yaratan düzenin temel bir parçası olduğumuzu kolaylıkla fark edebiliriz. Bir hayvanın bedenini parçalayıp, alışkanlıklarımız uğruna onun bedeniyle beslenmeye bu denli alışmışken adaletten söz etmek bize mi düştü sahiden? Tatillerimiz, alışkanlıklarımız, seçimlerimiz ile dünyayı her geçen saniye daha çok tüketirken eşitliğin peşine düşecek yüzümüz var mı?
Olga Tokarczuk’un Sür Pulluğunu Ölülerin Kemikleri Üzerinde isimli romanı okurken zihnim yukarıdakine benzer düşünceler ve öfke ile hayal kırıklığı karışımı hislerle doluydu. Romanın kapanışında ise yaşlı kadının zaferine ortak oldum: Yaşam hakkı yok sayılan türlerle yan yana durmak, intikam için atan kalbin uğultusu… İşte dedim, zamanı geldi! Nobelli yazar Tokarczuk’un polisiye türünde sayılabilecek, ritmi yüksek, tekinsizliği ürkütücü kitabı Sür Pulluğunu Ölülerin Kemikleri Üzerinde, geçtiğimiz günlerde Timaş Yayınları tarafından, Neşe Taluy Yüce’nin Lehçe aslından çevirisiyle yayımlandı. Roman taşrada, kendine özgü dinamiklere sahip bir ölüm-yaşam hikâyesi anlatıyor. Bu roman, klasik polisiyeler gibi değil. Yazarın da okurun da amacı, katili bulmak ve rahat bir nefes almak değil. Burada, üstünlük savaşında yenilen insan ile türler arası eşitliğe inananlar arasında sembolik bir savaş var. Karakterler, bu sembolik savaşın sözcüleri gibi. Roman, doğanın intikamla ve kendini yeniden doğurarak insan ile eşitliği sağlayacağı mesajını veren masalsı bir polisiye olarak da tanımlanıyor.
Tokarczuk, 1962 yılında Polonya’nın batısındaki küçük bir kasabada dünyaya gelir. Yazarlık serüveni başlamadan önce Varşova Üniversitesi’nde psikolog olarak çalışır, uzmanlık alanları arasında Jung ve onun kurduğu sistem de vardır. Bu bilginin Tokarczuk okurlarını şaşırtacağını sanmam çünkü özellikle Sür Pulluğunu Ölülerin Kemikleri Üzerinde’yi okuyanlar fark edecektir ki semboller, rüyalar, astroloji, doğanın ve dişil olanın gücü romanın ön plana çıkan ögeleri arasında.
Yazar, kitaplarıyla birçok ödülünde de sahibi olur. Kuşçular romanıyla 2018 yılında Booker Ödülü’nün, Polonya’nın en prestijli edebiyat ödüllerinden biri olarak kabul edilen Nike Ödülü’nün ve 2018 yılında da Nobel Edebiyat Ödülü’nün sahibi olan Tokarczuk, Sür Pulluğu Ölülerin Kemikleri Üzerinde ile de 2019 Booker’ın finalistleri arasında yer alır.
Günlerini astroloji ve William Blake şiirlerini tercüme ederek geçiren roman kahramanı Janina, insanlar yerine hayvanlar ve doğa ile vakit geçirmeyi tercih eden bir yaşam dinamiğine sahiptir. İnsanlar ile hayvanlara, onların kendisinde bıraktığı izlenim ve duygularla ilişkili isimler verir. Gecenin bir vakti komşusu Garip’in kapısına gelmesiyle karmaşa başlar: Komşuları Koca Ayak evinde ölü bulunur. Koca Ayak’ın ölümünü takip eden süreçte birbiriyle bağlantılı gibi görünen tuhaf ölümler yaşanır. Janina, Koca Ayak’ın ölümünün, avladığı geyiklerin intikamı olabileceğini düşünür ve bu düşüncesine kendince kanıtlar aramaya başlar. Kitabın ilk bölümlerinde Janina’nın tesadüf eseri bulduğu fotoğrafın yakaladığı anda tanık olduğu görüntü, kitabın sonunda okura ilan edilir ve hem cinayetin hem anlatının düğümü çözülür. Kasvetli başlayan roman, Janina’nın kendini soruşturmanın göbeğine atması sonrası kara mizahla birleşen felsefi yorumların ortaya çıktığı, okuru da düşünmeye ve kendini sorgulamaya davet eden bir noktaya sürüklenir. Janina’nın Blake şiirlerini çevirmesi ve anlam üzerine sıkça düşünmesi de boşuna değil: Tokarczuk, okurlarının, romandaki her bir ögenin anlamı üzerine bir çevirmen titizliğiyle eğilip semboller, feminist mesajları ve insan odaklı dünya görüşünün batışı üzerine daha çok düşünmesini talep eder.
Sür Pulluğunu Ölülerin Kemikleri Üzerinde’yi bitirdikten sonra Kafka’nın Yasanın Önünde metnini yeniden gözden geçirdim. Yasanın kapısına giden, ömrü boyunca eşikten geçmeyi bekleyen taşralıyı düşündüm. Janina, kavuşmak istediği adaleti ararken ne kapıcıyı umursuyor ne de yasayı. Kendisi için açılan kapıdan öfkeyle geçiyor; dili olmayanların dili oluyor, eylemiyle ve duygusuyla konuşuyor. Çünkü içsel yasa, adaleti sağlamanın birinci yolu; eşikten geçip hesap sorma cesareti ise pekâlâ bir tür erginlenme töreni olarak okunabilir.
Olga Tokarczuk, sarsıcı ve içsel hesaplaşmalara vardıran bir roman yazmış. Ötemizde duranla, bizim dışımızdaki şeylerle hesaplaşmak belki kolay ancak her şeye rağmen, tüm sustuklarımıza, engel olmadıklarımıza hatta bizzat faili olduklarımıza rağmen kendimizle hesaplaşmamız gerekiyor. Dünyanın ve içindeki tüm canlıların insana hizmet için yaratıldığı düşüncesinin ne kadar uzağında kalırsak, intikamdan o kadar az korkarız. “Kimin intikamından korkmam gerekiyor?” diye soranları Janina’nın tekinsiz anlatısına ortak olmaya davet ediyorum.
Özge Uysal
twitter.com/ozgelerinuysal
Adalet, eşitlik gibi kavramlar gündelik hayatta ne kadar da dilimizde, öyle değil mi? Oysa adalet isterken de eşitlik isterken de kendi türümüzün sınırlarında kaldığımız düşünüldüğünde bu adaletsizlik ve eşitsizliği yaratan düzenin temel bir parçası olduğumuzu kolaylıkla fark edebiliriz. Bir hayvanın bedenini parçalayıp, alışkanlıklarımız uğruna onun bedeniyle beslenmeye bu denli alışmışken adaletten söz etmek bize mi düştü sahiden? Tatillerimiz, alışkanlıklarımız, seçimlerimiz ile dünyayı her geçen saniye daha çok tüketirken eşitliğin peşine düşecek yüzümüz var mı?
Olga Tokarczuk’un Sür Pulluğunu Ölülerin Kemikleri Üzerinde isimli romanı okurken zihnim yukarıdakine benzer düşünceler ve öfke ile hayal kırıklığı karışımı hislerle doluydu. Romanın kapanışında ise yaşlı kadının zaferine ortak oldum: Yaşam hakkı yok sayılan türlerle yan yana durmak, intikam için atan kalbin uğultusu… İşte dedim, zamanı geldi! Nobelli yazar Tokarczuk’un polisiye türünde sayılabilecek, ritmi yüksek, tekinsizliği ürkütücü kitabı Sür Pulluğunu Ölülerin Kemikleri Üzerinde, geçtiğimiz günlerde Timaş Yayınları tarafından, Neşe Taluy Yüce’nin Lehçe aslından çevirisiyle yayımlandı. Roman taşrada, kendine özgü dinamiklere sahip bir ölüm-yaşam hikâyesi anlatıyor. Bu roman, klasik polisiyeler gibi değil. Yazarın da okurun da amacı, katili bulmak ve rahat bir nefes almak değil. Burada, üstünlük savaşında yenilen insan ile türler arası eşitliğe inananlar arasında sembolik bir savaş var. Karakterler, bu sembolik savaşın sözcüleri gibi. Roman, doğanın intikamla ve kendini yeniden doğurarak insan ile eşitliği sağlayacağı mesajını veren masalsı bir polisiye olarak da tanımlanıyor.
Tokarczuk, 1962 yılında Polonya’nın batısındaki küçük bir kasabada dünyaya gelir. Yazarlık serüveni başlamadan önce Varşova Üniversitesi’nde psikolog olarak çalışır, uzmanlık alanları arasında Jung ve onun kurduğu sistem de vardır. Bu bilginin Tokarczuk okurlarını şaşırtacağını sanmam çünkü özellikle Sür Pulluğunu Ölülerin Kemikleri Üzerinde’yi okuyanlar fark edecektir ki semboller, rüyalar, astroloji, doğanın ve dişil olanın gücü romanın ön plana çıkan ögeleri arasında.
Yazar, kitaplarıyla birçok ödülünde de sahibi olur. Kuşçular romanıyla 2018 yılında Booker Ödülü’nün, Polonya’nın en prestijli edebiyat ödüllerinden biri olarak kabul edilen Nike Ödülü’nün ve 2018 yılında da Nobel Edebiyat Ödülü’nün sahibi olan Tokarczuk, Sür Pulluğu Ölülerin Kemikleri Üzerinde ile de 2019 Booker’ın finalistleri arasında yer alır.
Günlerini astroloji ve William Blake şiirlerini tercüme ederek geçiren roman kahramanı Janina, insanlar yerine hayvanlar ve doğa ile vakit geçirmeyi tercih eden bir yaşam dinamiğine sahiptir. İnsanlar ile hayvanlara, onların kendisinde bıraktığı izlenim ve duygularla ilişkili isimler verir. Gecenin bir vakti komşusu Garip’in kapısına gelmesiyle karmaşa başlar: Komşuları Koca Ayak evinde ölü bulunur. Koca Ayak’ın ölümünü takip eden süreçte birbiriyle bağlantılı gibi görünen tuhaf ölümler yaşanır. Janina, Koca Ayak’ın ölümünün, avladığı geyiklerin intikamı olabileceğini düşünür ve bu düşüncesine kendince kanıtlar aramaya başlar. Kitabın ilk bölümlerinde Janina’nın tesadüf eseri bulduğu fotoğrafın yakaladığı anda tanık olduğu görüntü, kitabın sonunda okura ilan edilir ve hem cinayetin hem anlatının düğümü çözülür. Kasvetli başlayan roman, Janina’nın kendini soruşturmanın göbeğine atması sonrası kara mizahla birleşen felsefi yorumların ortaya çıktığı, okuru da düşünmeye ve kendini sorgulamaya davet eden bir noktaya sürüklenir. Janina’nın Blake şiirlerini çevirmesi ve anlam üzerine sıkça düşünmesi de boşuna değil: Tokarczuk, okurlarının, romandaki her bir ögenin anlamı üzerine bir çevirmen titizliğiyle eğilip semboller, feminist mesajları ve insan odaklı dünya görüşünün batışı üzerine daha çok düşünmesini talep eder.
Sür Pulluğunu Ölülerin Kemikleri Üzerinde’yi bitirdikten sonra Kafka’nın Yasanın Önünde metnini yeniden gözden geçirdim. Yasanın kapısına giden, ömrü boyunca eşikten geçmeyi bekleyen taşralıyı düşündüm. Janina, kavuşmak istediği adaleti ararken ne kapıcıyı umursuyor ne de yasayı. Kendisi için açılan kapıdan öfkeyle geçiyor; dili olmayanların dili oluyor, eylemiyle ve duygusuyla konuşuyor. Çünkü içsel yasa, adaleti sağlamanın birinci yolu; eşikten geçip hesap sorma cesareti ise pekâlâ bir tür erginlenme töreni olarak okunabilir.
Olga Tokarczuk, sarsıcı ve içsel hesaplaşmalara vardıran bir roman yazmış. Ötemizde duranla, bizim dışımızdaki şeylerle hesaplaşmak belki kolay ancak her şeye rağmen, tüm sustuklarımıza, engel olmadıklarımıza hatta bizzat faili olduklarımıza rağmen kendimizle hesaplaşmamız gerekiyor. Dünyanın ve içindeki tüm canlıların insana hizmet için yaratıldığı düşüncesinin ne kadar uzağında kalırsak, intikamdan o kadar az korkarız. “Kimin intikamından korkmam gerekiyor?” diye soranları Janina’nın tekinsiz anlatısına ortak olmaya davet ediyorum.
Özge Uysal
twitter.com/ozgelerinuysal
19 Mart 2020 Perşembe
Kendimi anla(t)mam için başkasına ihtiyacım var
İşte şimdi köşeye sıkıştık. İster dini bir ritüel, ister rutin denen mikro putlar eşliğinde geçirdiğimiz günlerin sonuna geldik. Artık bir virüs çiziyor sınırlarımızı. Nereye gideceğimizi, kimlerle konuşacağımızı, nerelerden ve kimlerden kaçmamız gerektiğini belirleyen şey, bir virüs. Öte yandan, bir imkân(sızlık) olarak duruyor karşımızda. Bunca korkunçluğunun yanında görünmez ellerle birbirimize ne kadar bağlı olduğumuzu gösteriyor aslında. Dayanışmayı, desteği, direnci. "Bu virüs orta-üst sınıfların sağlık hizmetlerinin yalnızca kendilerinin satın alabileceği bir hizmet olmasının sağlıklı olmak için yeterli olmadığını anlamasına sebep olabilir. Kapınıza gelen postacı sağlıklı değilse siz nasıl sağlıklı kalabilirsiniz?" diye soran Evren Balta'ya katılıyorum.
Sıkıştığımız köşede uykularımız derin değil artık. Tedbir ve teyakkuz birleşti, tedirginlik arttı. Ceylan Uykusu'dur bu. Ayşegül Genç'in harikulade öykülerinin bir araya gelişidir. Maddeyi manayı, iyiyi kötüyü, güzeli çirkini; okurken kimi zaman şiir okuyormuş gibi hissettiren dil hüneriyle ortaya serişidir. Hayatın akışında nadiren karşılaştığımız bazı nesnelerden bahsederken içimizi büker, kalabalıklarla konutlar arasında gözden kaybolduğunu düşündüğümüz hâl ehli kimselerden bahsederken yüreğimize su serper. Peş peşe iki misal verelim:
"Bir yatağın ölüm döşeği olup olmadığını anlamanız için yataktaki kişinin ölmesi gerekiyor. Ölmeden önce anlaşılacak bir durum değil bu. Bir hastaya babacım beş dakika kalk da ölüm döşeğinin çarşafını değiştirelim denilmez. Yahut ölüm döşeğini yan odaya taşıyalım, pencerenin önüne koyalım gibi lakırdılar da edilmez. Ölüm döşeği ölümden sonra odamızın ortasına güp diye düşüveren çiçekleri solmuş ağır yün minder gibidir." (sf. 15)
"Ahmet Bey, dini ilimlere önem veren, gece gündüz ibadet etmeye çalışan, ibadet etmediği anların yerini meşru davranışlarla doldurmaya gayret eden, secdenin üzerinde derinleşmişken "derin değilsem sebebi var" diyerek gözyaşlarına gark olan biriydi. Eşi Hatice Hanım kendisi bilmese de hâl ilminde pek ilerideydi. Gönlün sahibine yâr olsam yeter derdi. Kendini bil her şeyi bil derdi bir de. Ahmet Bey'e namazı kıldın, gayesini de kıldın mı diye sorardı. Dudağın depreşti, kalbin de depreşsin derdi. Güzeli gör ama maksadını gözetmeyi unutma derdi." (sf. 97)
Öykülerin hemen hemen hepsi bana Gülten Akın'ın "ötekini oku, derinde dipte duranı" dizesini hatırlattı. Zira Ayşegül Genç her öyküsünde ötekini getiriyor okurun gözlerinin önüne. Bak diyor, o senin pek önemsemediğin kimseler de şöyle yaşamıştı. Gör diyor, daha önce gözünden kaçmıştı ama onda ne büyük kalp vardı. Duy diyor, yeryüzünde sesi çıkabilen tek insan sen değilsin. Kokla diyor, hem güle hem de baltaya benzeyen sümbülteberde senin için çok kıymetli manalar var. Öyküyü şiire yaklaştıran da işte bunlar olsa gerek, tüm duyuları harekete geçirişi, kalbin ritmiyle oynayışı, bir öyküden başka bir öyküye geçerken acaba bir şey kaçırdım mı, yeniden bakıp okusa mıydım diye düşündürmesi. Kitaptaki Ali Efendi’nin Gözleri adlı öykü mesela, tam böyle bir öykü. Bunca duyu organımız varken biz nasıl bu kadar duyarsız oluruz meselesine ışık tutuyor. Sonsuz, Şimdi ve Dün adlı öyküde insanın öyle veya böyle yürümeye devam edeceğini hatırlatan bir umut var. Kırlangıç Uşağı bol metaforlu olmasının yanı sıra, hani mûsıkîmizde 'meyan' diye tabir edilen bir yer vardır ya, solist orada artık bütün hünerini döker, işte öyle bir öykü. Kafesi ile uçabilen tek kuşun kalp olduğunu hatırlatan, kendine nasip olarak karanlıktan korkmamak düşenlere omuz veren...
"Kendimi anlatmaya kimin yarasından başlayayım. Kendimi, kimin tökezleyip düştüğü yerden kaldırayım. Attığım her adımın kocaman ağzı var, bak. Çatılan tüfekleri, yetim kalmış bebeleri, ayrana uzanan kuru ekmeği, denkleri, fındık çanlarını, tahlil sonuçlarını, doktor odalarını yutup baba bir tas su veriyor bu adımlar. Ben de suya parmağımı batırıp kaşlarıma gözlerime sürüyorum. Yorgun dedelerden öğrendiğim gibi." (sf. 57)
Ayşegül Genç'in öyküleri bana çocukluğumda severek izlediğim dizilerin kırılma anlarını hatırlattı. Kapısı açılır açılmaz yüze vuran kokularıyla evleri. Yanında olmaktan daima güven duyduğumuz kimseleri... Sonra da şöyle dedirtti: Kimseyi özlemek istemiyorum. Depremde de hastalıklarda da beni en çok yoran düşünce bu oluyor. Her şey bittiğinde yine birbirimizin omzuna başımızı yaslayalım, şükür diyelim, kaldığımız yerden devam edelim. Ama kimseyi özlemeyelim be. Özlemek çok ağır, çok zor. Ölüm gibi...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Sıkıştığımız köşede uykularımız derin değil artık. Tedbir ve teyakkuz birleşti, tedirginlik arttı. Ceylan Uykusu'dur bu. Ayşegül Genç'in harikulade öykülerinin bir araya gelişidir. Maddeyi manayı, iyiyi kötüyü, güzeli çirkini; okurken kimi zaman şiir okuyormuş gibi hissettiren dil hüneriyle ortaya serişidir. Hayatın akışında nadiren karşılaştığımız bazı nesnelerden bahsederken içimizi büker, kalabalıklarla konutlar arasında gözden kaybolduğunu düşündüğümüz hâl ehli kimselerden bahsederken yüreğimize su serper. Peş peşe iki misal verelim:
"Bir yatağın ölüm döşeği olup olmadığını anlamanız için yataktaki kişinin ölmesi gerekiyor. Ölmeden önce anlaşılacak bir durum değil bu. Bir hastaya babacım beş dakika kalk da ölüm döşeğinin çarşafını değiştirelim denilmez. Yahut ölüm döşeğini yan odaya taşıyalım, pencerenin önüne koyalım gibi lakırdılar da edilmez. Ölüm döşeği ölümden sonra odamızın ortasına güp diye düşüveren çiçekleri solmuş ağır yün minder gibidir." (sf. 15)
"Ahmet Bey, dini ilimlere önem veren, gece gündüz ibadet etmeye çalışan, ibadet etmediği anların yerini meşru davranışlarla doldurmaya gayret eden, secdenin üzerinde derinleşmişken "derin değilsem sebebi var" diyerek gözyaşlarına gark olan biriydi. Eşi Hatice Hanım kendisi bilmese de hâl ilminde pek ilerideydi. Gönlün sahibine yâr olsam yeter derdi. Kendini bil her şeyi bil derdi bir de. Ahmet Bey'e namazı kıldın, gayesini de kıldın mı diye sorardı. Dudağın depreşti, kalbin de depreşsin derdi. Güzeli gör ama maksadını gözetmeyi unutma derdi." (sf. 97)
Öykülerin hemen hemen hepsi bana Gülten Akın'ın "ötekini oku, derinde dipte duranı" dizesini hatırlattı. Zira Ayşegül Genç her öyküsünde ötekini getiriyor okurun gözlerinin önüne. Bak diyor, o senin pek önemsemediğin kimseler de şöyle yaşamıştı. Gör diyor, daha önce gözünden kaçmıştı ama onda ne büyük kalp vardı. Duy diyor, yeryüzünde sesi çıkabilen tek insan sen değilsin. Kokla diyor, hem güle hem de baltaya benzeyen sümbülteberde senin için çok kıymetli manalar var. Öyküyü şiire yaklaştıran da işte bunlar olsa gerek, tüm duyuları harekete geçirişi, kalbin ritmiyle oynayışı, bir öyküden başka bir öyküye geçerken acaba bir şey kaçırdım mı, yeniden bakıp okusa mıydım diye düşündürmesi. Kitaptaki Ali Efendi’nin Gözleri adlı öykü mesela, tam böyle bir öykü. Bunca duyu organımız varken biz nasıl bu kadar duyarsız oluruz meselesine ışık tutuyor. Sonsuz, Şimdi ve Dün adlı öyküde insanın öyle veya böyle yürümeye devam edeceğini hatırlatan bir umut var. Kırlangıç Uşağı bol metaforlu olmasının yanı sıra, hani mûsıkîmizde 'meyan' diye tabir edilen bir yer vardır ya, solist orada artık bütün hünerini döker, işte öyle bir öykü. Kafesi ile uçabilen tek kuşun kalp olduğunu hatırlatan, kendine nasip olarak karanlıktan korkmamak düşenlere omuz veren...
"Kendimi anlatmaya kimin yarasından başlayayım. Kendimi, kimin tökezleyip düştüğü yerden kaldırayım. Attığım her adımın kocaman ağzı var, bak. Çatılan tüfekleri, yetim kalmış bebeleri, ayrana uzanan kuru ekmeği, denkleri, fındık çanlarını, tahlil sonuçlarını, doktor odalarını yutup baba bir tas su veriyor bu adımlar. Ben de suya parmağımı batırıp kaşlarıma gözlerime sürüyorum. Yorgun dedelerden öğrendiğim gibi." (sf. 57)
Ayşegül Genç'in öyküleri bana çocukluğumda severek izlediğim dizilerin kırılma anlarını hatırlattı. Kapısı açılır açılmaz yüze vuran kokularıyla evleri. Yanında olmaktan daima güven duyduğumuz kimseleri... Sonra da şöyle dedirtti: Kimseyi özlemek istemiyorum. Depremde de hastalıklarda da beni en çok yoran düşünce bu oluyor. Her şey bittiğinde yine birbirimizin omzuna başımızı yaslayalım, şükür diyelim, kaldığımız yerden devam edelim. Ama kimseyi özlemeyelim be. Özlemek çok ağır, çok zor. Ölüm gibi...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
İnsandan içeri ama insandan öte öyküler
İlgimi tümüyle üzerinde yoğunlaştıran ‘agresif’ diye tanımladığım ‘aykırı’ üsluplu metinleri daha bir keyifle okuyorum. Elbette yazıdaki agresifliğin/aykırılığın dozu önemli. Zira bu üslubu metni saçmalamaya vardıran ‘absürt edebiyat’ ile ince bir çizgi ayırıyor. Her cümlesine aforizma, kelime oyunu ve/veya espri boca eden takıntılı/kasıntılı yazarların boğucu eserlerini okumak yoruyor.
Akademisyen olarak tanıdığımız Alper Bilgili’nin öykü kitabı Karınca İncitmez Arthur Balyan’ın Tuhaf İntikam Planı söz konusu çizgiyi koruyanlardan. Vadi Yayınları’ndan çıkan doksan beş sayfalık eserde on iki öykü bulunuyor. Kitapta anlatılanlar genel olarak sosyoloji, psikoloji, felsefe, tarih, coğrafya, sanat, bilim ve din konuları etrafında şekilleniyor. Uzak ve yakın tarihin işlendiği öyküler bir yerden sonra modernizm eleştirisine dönüşüyor. Bu eleştiride modern paradigmanın figüranı olmayı seçen insan da nasibini alıyor. Kitaptaki öyküleri konuların ele alınış biçimi ve üslup açısından postmodern edebiyat örneği olarak değerlendirebiliriz. Bunun yanı sıra Bilgili’nin sıkça başvurduğu atıf ve analojilerde akademik birikimi ve disipliner yaklaşımının etkisi olduğu açıkça anlaşılıyor.
Alper Bilgili öykülerinde bir dekor olarak kullandığı İstanbul’un tarihsel süreç içinde şekillenen farklı etnisite ve dinsel mensubiyete dayalı kozmopolit yapısından yararlanmış. Bazı öykülerde ise İstanbul’a dair tarihi kişi ve mekânlara yer vermenin ötesine geçerek Anadolu’dan Endülüs’e, Balkanlar’dan Avrupa’nın içlerine kadar geniş bir coğrafyada dolaşıyor. Geçmişte insanlığı etkileyen olaylardan günlük hayata akseden kesitlere ve çoğu zaman dikkate almadığımız detaylara yer veriyor. Burada dikkat çeken en önemli nokta, yazarın mensubu olduğu sosyo-kültürel yapının değerlerini önemsiyor oluşu diyebiliriz.
Müellif öykülerinde yalnızca yukarıdaki konuları kullanmıyor. İnsanın karakterini yansıtan aşk, fedakârlık, özgürlük, inanç gibi his ve eğilimlere de yer veriyor. Sevgiden nefrete varacak şekilde geçişken etkileşimi bireyden başlayıp toplumu da içine alan sosyo-psikolojik analize tabi tutmuş diyebiliriz. Bazı öykülerde gerçek ile gerçeküstünün bir arada kullanıldığını görüyoruz. Bu bağlamda zamanda yolculuk ve metamorfoz olguları mistik/metaforik bir üslupla ele alınmış. Söz konusu yöntem örtük bir anlam dünyası oluşturarak mesajın muhteviyatını ve sınırlarını okurun muhayyilesine bırakıyor. Ayrıca alt metin olarak modern düşüncenin insanı kendine yabancılaştıran yapısının günlük hayata yansımaları şeklinde okumak da mümkün. Alper Bilgili, bilgiyi dünyalığa indirgeyerek hikmetin üzerini örten anlayışın yol açtığı atomize olmuş hayatın fotoğrafını çekiyor. Karınca İncitmez Arthur Balyan’ın Tuhaf İntikam Planı insana ve hayata farklı bağlamlarda bakmaya olanak sağlayan bir kitap.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
Akademisyen olarak tanıdığımız Alper Bilgili’nin öykü kitabı Karınca İncitmez Arthur Balyan’ın Tuhaf İntikam Planı söz konusu çizgiyi koruyanlardan. Vadi Yayınları’ndan çıkan doksan beş sayfalık eserde on iki öykü bulunuyor. Kitapta anlatılanlar genel olarak sosyoloji, psikoloji, felsefe, tarih, coğrafya, sanat, bilim ve din konuları etrafında şekilleniyor. Uzak ve yakın tarihin işlendiği öyküler bir yerden sonra modernizm eleştirisine dönüşüyor. Bu eleştiride modern paradigmanın figüranı olmayı seçen insan da nasibini alıyor. Kitaptaki öyküleri konuların ele alınış biçimi ve üslup açısından postmodern edebiyat örneği olarak değerlendirebiliriz. Bunun yanı sıra Bilgili’nin sıkça başvurduğu atıf ve analojilerde akademik birikimi ve disipliner yaklaşımının etkisi olduğu açıkça anlaşılıyor.
Alper Bilgili öykülerinde bir dekor olarak kullandığı İstanbul’un tarihsel süreç içinde şekillenen farklı etnisite ve dinsel mensubiyete dayalı kozmopolit yapısından yararlanmış. Bazı öykülerde ise İstanbul’a dair tarihi kişi ve mekânlara yer vermenin ötesine geçerek Anadolu’dan Endülüs’e, Balkanlar’dan Avrupa’nın içlerine kadar geniş bir coğrafyada dolaşıyor. Geçmişte insanlığı etkileyen olaylardan günlük hayata akseden kesitlere ve çoğu zaman dikkate almadığımız detaylara yer veriyor. Burada dikkat çeken en önemli nokta, yazarın mensubu olduğu sosyo-kültürel yapının değerlerini önemsiyor oluşu diyebiliriz.
Müellif öykülerinde yalnızca yukarıdaki konuları kullanmıyor. İnsanın karakterini yansıtan aşk, fedakârlık, özgürlük, inanç gibi his ve eğilimlere de yer veriyor. Sevgiden nefrete varacak şekilde geçişken etkileşimi bireyden başlayıp toplumu da içine alan sosyo-psikolojik analize tabi tutmuş diyebiliriz. Bazı öykülerde gerçek ile gerçeküstünün bir arada kullanıldığını görüyoruz. Bu bağlamda zamanda yolculuk ve metamorfoz olguları mistik/metaforik bir üslupla ele alınmış. Söz konusu yöntem örtük bir anlam dünyası oluşturarak mesajın muhteviyatını ve sınırlarını okurun muhayyilesine bırakıyor. Ayrıca alt metin olarak modern düşüncenin insanı kendine yabancılaştıran yapısının günlük hayata yansımaları şeklinde okumak da mümkün. Alper Bilgili, bilgiyi dünyalığa indirgeyerek hikmetin üzerini örten anlayışın yol açtığı atomize olmuş hayatın fotoğrafını çekiyor. Karınca İncitmez Arthur Balyan’ın Tuhaf İntikam Planı insana ve hayata farklı bağlamlarda bakmaya olanak sağlayan bir kitap.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
12 Mart 2020 Perşembe
1990'lı yıllardan beri hiç değişmeyen hâllerimiz
Eyüp Aygün Tayşir, Türk edebiyatına çok geç girdi. Araştırma ve akademik uğraşlarının sonunda, ancak 2016 senesinde bir roman yayımladı ve aslında daha o romanıyla yazarlık becerisi hakkında sağlam kanıtlar sundu okura. 4 Hane 1 Teslim kitabından sonra 2018 yılında Tuhaflıklar Fabrikası ve geçtiğimiz yıl da akademik yönü olan, "Bu Tez Nasıl Bitecek?" isimli bir kitap yayımladı. Tür olarak romanı tercih eden yazarın öyküye geçişi ise 2020 yılının başında gerçekleşti: Sabitâlem Mahallesi.
Tayşir’in bu son kitabı bize, onun öykü türünde de ne kadar yetkin bir yazar olduğunu gösteriyor. On bir öykünün bulunduğu Sabitâlem Mahallesi 163 sayfadan oluşuyor. Öykülerinde genel olarak insan ilişkilerini ve toplumsal davranışlardaki ince detayları kaçırmadığını görüyoruz Tayşir’in. En önemli özelliklerinden biri ise yazarın her sosyo-ekonomik düzeydeki insanı aynı hassasiyetle gözlemleme yeteneği. Tayşir’in öykülerinde insanı insanın kurdu olarak görenlerin de bulabileceği şeyler var, umudu olarak görenlerin de.
İlk öykü Anadolu Kaplanı Halis Bey ve ailesinin yolculuklarını işliyor. Ailenin nereye gittiğini bilmediğimiz bu öyküde yazar, özellikle Halis Bey üzerinden realist bir anlatımla öyküsünü sürdürüyor. Özellikle atmosfer oluşturma konusunda kitabın başarılı öykülerinden Anadolu Kaplanı. Karakterler veya olay hakkında fazla bir detaya girmeyen yazar 90’lı yılların politik ve ekonomik durumuna hem kısa birer cümleyle hem de Halis Bey’in iç düşünceleriyle değiniyor. Anlık bir durumdan bir hikâye çıkarıyor yazar. Hem de okurun gözüne gözüne sokmadan, hem örtük hem de açık bir anlatımla.
Kitaba adını veren Sabitâlem Mahallesi öyküsünde yazar en iyi anlatımlarından birini gerçekleştirmiş. Bir topluluğun nasıl değişebildiğini, toplumun iç dinamiklerini, insanların iyi ve kötü yönleriyle beraber olaylar karşısında tavır alışlarını bir kenar mahalleden, mahalleye nereden geldiği belli olmayan bir çiçek metaforuyla anlatan Tayşir’in gözlem gücü dikkat çekiyor. Nüfusunu Allah’tan gayrı bilenin olmadığı, yamaç yönündeki gökdelenin tepe katlarından bakıldığında, sokaklarında bir aşağı bir yukarı koşturup duran küçüklü büyüklü çocuklarıyla mahalle, yazlık yörelerdeki ‘her şey dâhil’ otellerin su parklarına benzeyen Sabitâlem Mahallesi’nde sıradan bir günde başlayan olaylar zincirinde yazar hem politik bir tavır alış ve eleştiri örneği sunuyor hem de toplumu ‘alt’ tabakasının hayatını karakterler üzerinden detaylı bir gözleme tâbi tutuyor. Yerel ağzı iyi kullanan ve insanları iyi tanıyan yazar başarılı bir mahalle havası çiziyor ve insanın ‘ne’ olup ‘neye’ dönüşebileceğini ustaca anlatıyor. Politikacılara zaman zaman ‘sitemlerini’ sunarak: “Seçimler yaklaşmıştır. Yanında arsa ve inşaat imparatoru olarak tanına ve Şekip’in derhal koşarak elini öptüğü bir kalantorla kahveye gelen belediye başkan adayı, ‘Böyle acılı günde oy lafı yapacak kadar namert değiliz,’ diyerek başladığı sözü, ‘seçilirsek Şehitler Anıtı’nı biz yapacağız ve tapuları derhal dağıtacağız!’ diyerek sürdürmüştür.”
Üçüncü öykü olan ve farklı bir anlatım içeren İntikam öyküsüne de kısaca değinmek gerekir. Bu öyküde yazar diğer öykülerindeki realist veya romantik anlatım yerine sürreal bir anlatım tercih etmiş. İnsanın geçmiş ve geleceğiyle hesaplaşmasını bu anlatım tarzı üzerinden anlatmayı tercih etmiş yazar. Kim geçmiş, kim gelecek, kim daha farklı bir geçmiş gibi bazı durumların zaman zaman silikleştiği ve iç içe geçtiği öyküde en başarılı şey, karakterin duygu durumunun okura iyi bir şekilde hissettirilmesi: “Kalbine kulak veriyor; ritim, suda arka arkaya hızla seken düzgün yüzeyli çakıl taşı gibi gitgide yavaşlıyor ve bir noktada sakinleşip doğasına uyarak usulca batıyor. Yapabilecek mi? Bir anlık boşluk…”
Kitabın üç tane uzun öyküsü var. Ve fark ediliyor ki yazar uzun tuttuğu öykülerinde hem anlatım hem de konu olarak daha başarılı oluyor. Bu demek değildir ki kısa öyküleri kötü; ancak uzun öyküler parlıyor kitapta. Çünkü yazar, en önemli gücü olan insanı anlatma başarısını bu öykülerde daha çok detaylandırabildiği için öykünün kalitesi de artıyor. Fakat bu öykülerinin bence bir olumsuz yönü var: Tayşir’in karakter kadrosunu geniş tutması ve her karaktere isim vermesi. İsim verilen her karakter öyküde daha bir kanlı canlı oluyor ve dikkat edilmesi gereken unsurlar arasına giriyor. Bu da okuru yorabiliyor bir yerden sonra.
İnsanın ‘yorgunluğu’nu anlatabilmesi ve bazı anıların kişi üzerinde bıraktığı psikolojik durumları başarılı bir şekilde işleyebilmesi yazarın bir diğer başarısı. Belli bir alana hapsolmamış yazar. İnsanı fiziksel, ruhsal, gelecek, geçmiş vs. yönlerinden gözlemleyip değerlendirmiş. Aynı zamanda insanın zaafları da (örneğin sebepsiz önyargı) öykülerde kendine yer bulanlardan. Nakliyeci Zeki 1 ve Nakliyeci Zeki 2, iki ayrı öykü olarak bu durumun biraz da mizahi bir anlatımla işlendiği öykülerden. İnsan nedir? Birbirinin devamı niteliğinde olan bu iki öyküde bunu net şekilde görebiliyoruz.
Yazar her öyküsünün başına farklı yerlerden bir veya iki tane alıntı koymuş. Tabiî bu alıntılar rastgele seçilmemiş, öykünün anlatmak istediğini veya öyküdeki karakterin duygusunun ipuçlarını verebilecek içerikte alıntılar seçilmiş. Bu durum benim için artı bir puan demek. Çünkü bununla okurun öyküye hazırlandığını düşünüyorum.
Fazla karakter kullanımından başka bir eleştirimi daha belirtip yazıyı sonlandırmak istiyorum. Yazar zaman zaman kişi veya çevre tasvirini fazla uzatmış. Bu, romanda veya uzun öykülerde çok da dikkat çekmeyebilir; dikkat çekse bile roman veya uzun öykü bunu kaldırabilir ancak 8-10 sayfalık öyküler bu durumu kaldıramayabiliyor. Bunun törpülendiği öyküler daha sade olurken yoğunlaştığı öyküler okurken aksaklık meydana getirebiliyor.
Öykü yazmak roman yazmaya göre daha zordur derler bu işin ustaları. Çünkü öyküde, özellikle kısa öyküde vurucu olmak zorundadır yazar. Tayşir’in birçok öykülerinde bu durum var. Öykü olarak ilk kitabı bu yazarın ama okunduğunda gayet başarılı öyküler görecektir okur. Bazı yazarlardan anlatım olarak ufak esintiler de olsa kendi tarzını net biçimde görüyoruz yazarın. Çevremizde her an görebileceğimiz insanların karakter olarak karşımıza çıktığı Sabitâlem Mahallesi kitabı, bize insanı anlatması bakımından son derece değerli bir yerde olacaktır.
Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10
Tayşir’in bu son kitabı bize, onun öykü türünde de ne kadar yetkin bir yazar olduğunu gösteriyor. On bir öykünün bulunduğu Sabitâlem Mahallesi 163 sayfadan oluşuyor. Öykülerinde genel olarak insan ilişkilerini ve toplumsal davranışlardaki ince detayları kaçırmadığını görüyoruz Tayşir’in. En önemli özelliklerinden biri ise yazarın her sosyo-ekonomik düzeydeki insanı aynı hassasiyetle gözlemleme yeteneği. Tayşir’in öykülerinde insanı insanın kurdu olarak görenlerin de bulabileceği şeyler var, umudu olarak görenlerin de.
İlk öykü Anadolu Kaplanı Halis Bey ve ailesinin yolculuklarını işliyor. Ailenin nereye gittiğini bilmediğimiz bu öyküde yazar, özellikle Halis Bey üzerinden realist bir anlatımla öyküsünü sürdürüyor. Özellikle atmosfer oluşturma konusunda kitabın başarılı öykülerinden Anadolu Kaplanı. Karakterler veya olay hakkında fazla bir detaya girmeyen yazar 90’lı yılların politik ve ekonomik durumuna hem kısa birer cümleyle hem de Halis Bey’in iç düşünceleriyle değiniyor. Anlık bir durumdan bir hikâye çıkarıyor yazar. Hem de okurun gözüne gözüne sokmadan, hem örtük hem de açık bir anlatımla.
Kitaba adını veren Sabitâlem Mahallesi öyküsünde yazar en iyi anlatımlarından birini gerçekleştirmiş. Bir topluluğun nasıl değişebildiğini, toplumun iç dinamiklerini, insanların iyi ve kötü yönleriyle beraber olaylar karşısında tavır alışlarını bir kenar mahalleden, mahalleye nereden geldiği belli olmayan bir çiçek metaforuyla anlatan Tayşir’in gözlem gücü dikkat çekiyor. Nüfusunu Allah’tan gayrı bilenin olmadığı, yamaç yönündeki gökdelenin tepe katlarından bakıldığında, sokaklarında bir aşağı bir yukarı koşturup duran küçüklü büyüklü çocuklarıyla mahalle, yazlık yörelerdeki ‘her şey dâhil’ otellerin su parklarına benzeyen Sabitâlem Mahallesi’nde sıradan bir günde başlayan olaylar zincirinde yazar hem politik bir tavır alış ve eleştiri örneği sunuyor hem de toplumu ‘alt’ tabakasının hayatını karakterler üzerinden detaylı bir gözleme tâbi tutuyor. Yerel ağzı iyi kullanan ve insanları iyi tanıyan yazar başarılı bir mahalle havası çiziyor ve insanın ‘ne’ olup ‘neye’ dönüşebileceğini ustaca anlatıyor. Politikacılara zaman zaman ‘sitemlerini’ sunarak: “Seçimler yaklaşmıştır. Yanında arsa ve inşaat imparatoru olarak tanına ve Şekip’in derhal koşarak elini öptüğü bir kalantorla kahveye gelen belediye başkan adayı, ‘Böyle acılı günde oy lafı yapacak kadar namert değiliz,’ diyerek başladığı sözü, ‘seçilirsek Şehitler Anıtı’nı biz yapacağız ve tapuları derhal dağıtacağız!’ diyerek sürdürmüştür.”
Üçüncü öykü olan ve farklı bir anlatım içeren İntikam öyküsüne de kısaca değinmek gerekir. Bu öyküde yazar diğer öykülerindeki realist veya romantik anlatım yerine sürreal bir anlatım tercih etmiş. İnsanın geçmiş ve geleceğiyle hesaplaşmasını bu anlatım tarzı üzerinden anlatmayı tercih etmiş yazar. Kim geçmiş, kim gelecek, kim daha farklı bir geçmiş gibi bazı durumların zaman zaman silikleştiği ve iç içe geçtiği öyküde en başarılı şey, karakterin duygu durumunun okura iyi bir şekilde hissettirilmesi: “Kalbine kulak veriyor; ritim, suda arka arkaya hızla seken düzgün yüzeyli çakıl taşı gibi gitgide yavaşlıyor ve bir noktada sakinleşip doğasına uyarak usulca batıyor. Yapabilecek mi? Bir anlık boşluk…”
Kitabın üç tane uzun öyküsü var. Ve fark ediliyor ki yazar uzun tuttuğu öykülerinde hem anlatım hem de konu olarak daha başarılı oluyor. Bu demek değildir ki kısa öyküleri kötü; ancak uzun öyküler parlıyor kitapta. Çünkü yazar, en önemli gücü olan insanı anlatma başarısını bu öykülerde daha çok detaylandırabildiği için öykünün kalitesi de artıyor. Fakat bu öykülerinin bence bir olumsuz yönü var: Tayşir’in karakter kadrosunu geniş tutması ve her karaktere isim vermesi. İsim verilen her karakter öyküde daha bir kanlı canlı oluyor ve dikkat edilmesi gereken unsurlar arasına giriyor. Bu da okuru yorabiliyor bir yerden sonra.
İnsanın ‘yorgunluğu’nu anlatabilmesi ve bazı anıların kişi üzerinde bıraktığı psikolojik durumları başarılı bir şekilde işleyebilmesi yazarın bir diğer başarısı. Belli bir alana hapsolmamış yazar. İnsanı fiziksel, ruhsal, gelecek, geçmiş vs. yönlerinden gözlemleyip değerlendirmiş. Aynı zamanda insanın zaafları da (örneğin sebepsiz önyargı) öykülerde kendine yer bulanlardan. Nakliyeci Zeki 1 ve Nakliyeci Zeki 2, iki ayrı öykü olarak bu durumun biraz da mizahi bir anlatımla işlendiği öykülerden. İnsan nedir? Birbirinin devamı niteliğinde olan bu iki öyküde bunu net şekilde görebiliyoruz.
Yazar her öyküsünün başına farklı yerlerden bir veya iki tane alıntı koymuş. Tabiî bu alıntılar rastgele seçilmemiş, öykünün anlatmak istediğini veya öyküdeki karakterin duygusunun ipuçlarını verebilecek içerikte alıntılar seçilmiş. Bu durum benim için artı bir puan demek. Çünkü bununla okurun öyküye hazırlandığını düşünüyorum.
Fazla karakter kullanımından başka bir eleştirimi daha belirtip yazıyı sonlandırmak istiyorum. Yazar zaman zaman kişi veya çevre tasvirini fazla uzatmış. Bu, romanda veya uzun öykülerde çok da dikkat çekmeyebilir; dikkat çekse bile roman veya uzun öykü bunu kaldırabilir ancak 8-10 sayfalık öyküler bu durumu kaldıramayabiliyor. Bunun törpülendiği öyküler daha sade olurken yoğunlaştığı öyküler okurken aksaklık meydana getirebiliyor.
Öykü yazmak roman yazmaya göre daha zordur derler bu işin ustaları. Çünkü öyküde, özellikle kısa öyküde vurucu olmak zorundadır yazar. Tayşir’in birçok öykülerinde bu durum var. Öykü olarak ilk kitabı bu yazarın ama okunduğunda gayet başarılı öyküler görecektir okur. Bazı yazarlardan anlatım olarak ufak esintiler de olsa kendi tarzını net biçimde görüyoruz yazarın. Çevremizde her an görebileceğimiz insanların karakter olarak karşımıza çıktığı Sabitâlem Mahallesi kitabı, bize insanı anlatması bakımından son derece değerli bir yerde olacaktır.
Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10
Enver Paşa, Türkistan ve mücadele anıları
Enver Paşa’nın Türkistan mücadelesi sırasında yaverliğini yapmış olan Bartınlı Muhiddin Bey’in hatıraları 2011 yılında Paraf Yayınları tarafından meraklılarına sunuldu. Kitabı hem hatırat hem seyahat hem de tarih kitabı olarak okuyabiliriz.
Kitapta Enver Paşa’nın Türkistan’da başarı elde etmesinin mümkün olup olmadığı tarihsel ciddiyetle ve sorgulayıcı bir zeminde sürdürülüyor. Muhiddin Bey’in en nihayetinde vardığı sonuç ise başarılı olmanın mümkün olmadığı yönünde. Bunu ise yazar şu şekilde gerekçelendiriyor:
Türkistan’da milliyet şuuru neredeyse hiç yoktur. Çarlık Rusya’sı yerli ahaliye herhangi bir müdahale ve baskıda bulunmamak suretiyle onların uyuşukluklarını sürdürmelerini amaçlıyordu. Ayrıca Müslümanlık ferdî uygulamalarda canlılık gösterse de toplum, yalan, talan ve yağma ile geçimini sürdürmede bir beis görmüyordu. Hülasa, bu bölgede Türkçülük ve İslamcılık siyaseti üzerinden yürütülecek bir politikadan beklenen verim alınamayacaktı.
Yazar, harekâtın başarısız olma nedenlerine ilişkin olarak Zeki Velidi Togan’ın gerekçelerine de kısaca değinir. Togan’a göre en temel sebep, Enver Paşa’nın 1,5 ay esir tutulmuş olmasıdır.
Eserde Enver Paşa’nın Türkistan harekâtına ilişkin bir düzlem oluşturulup girizgâh yapıldıktan sonra, Azerbaycan ve Türkistan’da Enver Paşa’ya hasredilen marş, türkü ve şehadetine yazılan ağıtları içeren bir kısım yer alıyor. Bu bölüm kültürel anlamda derli toplu bir içeriği okura sunması hasebiyle son derece dikkate değer duruyor. Bartınlı bir ihtiyat zabiti (yedek subay, asteğmen) olan Muhiddin Bey, tutuklu kaldığı Bekirağa Bölüğü’nden kaçıp Türkistan seferine Enver Paşa’nın yaveri olarak iştirak eder. Daha sonra Enver Paşa özel temsilci olarak Muhiddin Bey’i Afganistan’a gönderir, Enver Paşa’nın şehadet haberini de bu görevi ifa ettiği sırada orada alır. Eseri kıymetli yapan hususiyetlerden biri tarihi birinci elden ve vesikalarla ele alıp aydınlatıyor oluşudur. Her ne kadar hatıratlarda objektif bakış açısından uzaklaşıldığı yönünde eleştiriler çoğu zaman yapılıyor olsa da Muhiddin Bey’in hatıratında ifade ettiği hadiselerin tarihsel gerçeklikle örtüşen yanları daha ağır basar. Sözgelimi Enver Paşa’nın Batum’a gelişi üzerine, Anadolu’ya geçip iktidarı eline geçirme niyeti taşıdığına dair söylentilere dönemin dergilerinde yayımlanan tekzibname niteliğindeki metinlerden istifade ederek mukabele ve muhalefet eder. Dolayısıyla vesikalara dayalı, tarihsel ciddiyetten sapmayan bir hatırat var karşımızda. Enver Paşa ve arkadaşlarının vatanperverliklerine gölge düşürecek art niyetli söylemlere reddiye mahiyetindeki metinler, Berlin’de çıkan Liva-ül İslâm mecmuasından iktibas edilmiştir. Hatırat, ilgilisine bir kaynağı da işaret ettiğinden alaka uyandırabilecek nitelikte duruyor. Kronolojik sıra takip edilerek aktarılan ve kurguya yaslanmayan metin, Enver Paşa’nın Türkistan mücadelesini tek solukta okuma imkânı da sağlıyor okurlara.
Hatıratta ayrıca Enver Paşa’nın dönemin gazetelerinden Öğüd’de yazdığı mektuba da yer açılması, Paşa’nın gündeme dair tavrını ve genel anlamda siyasi fikriyatını ele vermesi adına son derece kıymetli:
“Bizim istediğimiz halkın kendi kendisini idaresine, halkın hâkimiyetine gitmemizdir” diyen Enver Paşa’nın millet iradesine dayanan bir siyasi modele meylini bizzat onun ağzından da duymuş oluyoruz.
Enver Paşa’nın “Biz komünist değiliz. Fakat herhalde halkı mezara götüremeyeceği zenginlik hırsına sevk edecek aşırı kazanç aleyhindeyiz ve aynı zamanda geri bırakacağı evladını tembelliğe sevkten başka bir şeye yaramayan mal yığmak hevesine mani’ olacak ve çalışanların yaşadıkça rahat yaşamalarını temin edecek usullerin vaz’ı (konulması) taraftarıyız.” dediğini de yine bu mektup vesilesiyle keşfediyoruz. Paşa’nın toplumsal çapta ileri sürdüğü ekonomik yaklaşımlarının izlerini görmek esasında epey alaka uyandırıyor.
Anı yazılarına özgü bir hususiyet olarak burada da hatırat sahibinin şahsi izlenimlerine tanık oluyoruz. 1921 sonbaharında Hazar Denizi’nden geçtikleri esnada süt liman bir su yüzeyi oluştuğunu belirten yaver Muhiddin Bey, Enver Paşa’nın günlük hayatının bu yolculuk sırasında da intizamını kaybetmediğini ve okumalarını sürdürdüğünü bir anekdot olarak aktarıyor.
Hatıratta kullanılan üslup sayesinde okur, tarihsel olanın yoğunluğu altında ezilmekten de kurtuluyor. Sözgelimi, seyahat sırasında misafir edildikleri evlerde kendilerini ağırlayanların ikramlarından da bahis açılıyor. Abdurrahman İşabaşı’nın evinde yeni kesilmiş koyun eti, pilav yanında o bölgenin özelliğini yansıtan bir tabak ilave edildiğini belirten Muhiddin Bey, ayrıca kavunların çok tatlı olduğunu, iplere dizilmiş Şam fıstıklarından çerez verildiğini de ekliyor. Bu tür bir anlatı tekniğine başvurulması metnin seyahat yazısı niteliği kazanmasını da sağlıyor.
Hatırat Enver Paşa’nın elim şehadet hadisesinin anlatılması ile nihayetleniyor. Enver Paşa’nın Çegen’de bulunan türbesinin kutsal bir ziyaretgâha dönüştüğünden, her gün hatm-i şerif tilaveti yapıldığından ve Buharalılar tarafından türbede kurbanlar kesildiğinden de yine bu hatırat aracılığıyla haberdar oluyoruz.
Son sayfalarda ilaveten kendisine yer bulan, Enver Paşa’nın Liva-ül İslâm’da yayımladığı yazılar, Paşa’nın İngiliz siyasetine karşı İslam toplumlarını samimi bir dille kardeşliğe ve birlik olmaya çağırması adına işlevsel duruyor. İslam ailesini oluşturan unsurlar arasına İngilizler tarafından atılan nifak tohumlarına dikkat çeken Enver Paşa, İslam milletlerinin cehaletinden istifade ederek aralarındaki en kuvvetli rabıta olan din gerçeğini kırmanın hedeflendiğini apaçık biçimde beyan ediyor. Fakat Paşa tüm bu menfi gelişmelere rağmen ulemanın ve tahsil gören gençlerin varlığıyla İngiliz projelerinin bertaraf edileceği ümidini de her zaman taşıyor.
Remzi Köpüklü
twitter.com/remzikopuklu
Kitapta Enver Paşa’nın Türkistan’da başarı elde etmesinin mümkün olup olmadığı tarihsel ciddiyetle ve sorgulayıcı bir zeminde sürdürülüyor. Muhiddin Bey’in en nihayetinde vardığı sonuç ise başarılı olmanın mümkün olmadığı yönünde. Bunu ise yazar şu şekilde gerekçelendiriyor:
Türkistan’da milliyet şuuru neredeyse hiç yoktur. Çarlık Rusya’sı yerli ahaliye herhangi bir müdahale ve baskıda bulunmamak suretiyle onların uyuşukluklarını sürdürmelerini amaçlıyordu. Ayrıca Müslümanlık ferdî uygulamalarda canlılık gösterse de toplum, yalan, talan ve yağma ile geçimini sürdürmede bir beis görmüyordu. Hülasa, bu bölgede Türkçülük ve İslamcılık siyaseti üzerinden yürütülecek bir politikadan beklenen verim alınamayacaktı.
Yazar, harekâtın başarısız olma nedenlerine ilişkin olarak Zeki Velidi Togan’ın gerekçelerine de kısaca değinir. Togan’a göre en temel sebep, Enver Paşa’nın 1,5 ay esir tutulmuş olmasıdır.
Eserde Enver Paşa’nın Türkistan harekâtına ilişkin bir düzlem oluşturulup girizgâh yapıldıktan sonra, Azerbaycan ve Türkistan’da Enver Paşa’ya hasredilen marş, türkü ve şehadetine yazılan ağıtları içeren bir kısım yer alıyor. Bu bölüm kültürel anlamda derli toplu bir içeriği okura sunması hasebiyle son derece dikkate değer duruyor. Bartınlı bir ihtiyat zabiti (yedek subay, asteğmen) olan Muhiddin Bey, tutuklu kaldığı Bekirağa Bölüğü’nden kaçıp Türkistan seferine Enver Paşa’nın yaveri olarak iştirak eder. Daha sonra Enver Paşa özel temsilci olarak Muhiddin Bey’i Afganistan’a gönderir, Enver Paşa’nın şehadet haberini de bu görevi ifa ettiği sırada orada alır. Eseri kıymetli yapan hususiyetlerden biri tarihi birinci elden ve vesikalarla ele alıp aydınlatıyor oluşudur. Her ne kadar hatıratlarda objektif bakış açısından uzaklaşıldığı yönünde eleştiriler çoğu zaman yapılıyor olsa da Muhiddin Bey’in hatıratında ifade ettiği hadiselerin tarihsel gerçeklikle örtüşen yanları daha ağır basar. Sözgelimi Enver Paşa’nın Batum’a gelişi üzerine, Anadolu’ya geçip iktidarı eline geçirme niyeti taşıdığına dair söylentilere dönemin dergilerinde yayımlanan tekzibname niteliğindeki metinlerden istifade ederek mukabele ve muhalefet eder. Dolayısıyla vesikalara dayalı, tarihsel ciddiyetten sapmayan bir hatırat var karşımızda. Enver Paşa ve arkadaşlarının vatanperverliklerine gölge düşürecek art niyetli söylemlere reddiye mahiyetindeki metinler, Berlin’de çıkan Liva-ül İslâm mecmuasından iktibas edilmiştir. Hatırat, ilgilisine bir kaynağı da işaret ettiğinden alaka uyandırabilecek nitelikte duruyor. Kronolojik sıra takip edilerek aktarılan ve kurguya yaslanmayan metin, Enver Paşa’nın Türkistan mücadelesini tek solukta okuma imkânı da sağlıyor okurlara.
Hatıratta ayrıca Enver Paşa’nın dönemin gazetelerinden Öğüd’de yazdığı mektuba da yer açılması, Paşa’nın gündeme dair tavrını ve genel anlamda siyasi fikriyatını ele vermesi adına son derece kıymetli:
“Bizim istediğimiz halkın kendi kendisini idaresine, halkın hâkimiyetine gitmemizdir” diyen Enver Paşa’nın millet iradesine dayanan bir siyasi modele meylini bizzat onun ağzından da duymuş oluyoruz.
Enver Paşa’nın “Biz komünist değiliz. Fakat herhalde halkı mezara götüremeyeceği zenginlik hırsına sevk edecek aşırı kazanç aleyhindeyiz ve aynı zamanda geri bırakacağı evladını tembelliğe sevkten başka bir şeye yaramayan mal yığmak hevesine mani’ olacak ve çalışanların yaşadıkça rahat yaşamalarını temin edecek usullerin vaz’ı (konulması) taraftarıyız.” dediğini de yine bu mektup vesilesiyle keşfediyoruz. Paşa’nın toplumsal çapta ileri sürdüğü ekonomik yaklaşımlarının izlerini görmek esasında epey alaka uyandırıyor.
Anı yazılarına özgü bir hususiyet olarak burada da hatırat sahibinin şahsi izlenimlerine tanık oluyoruz. 1921 sonbaharında Hazar Denizi’nden geçtikleri esnada süt liman bir su yüzeyi oluştuğunu belirten yaver Muhiddin Bey, Enver Paşa’nın günlük hayatının bu yolculuk sırasında da intizamını kaybetmediğini ve okumalarını sürdürdüğünü bir anekdot olarak aktarıyor.
Hatıratta kullanılan üslup sayesinde okur, tarihsel olanın yoğunluğu altında ezilmekten de kurtuluyor. Sözgelimi, seyahat sırasında misafir edildikleri evlerde kendilerini ağırlayanların ikramlarından da bahis açılıyor. Abdurrahman İşabaşı’nın evinde yeni kesilmiş koyun eti, pilav yanında o bölgenin özelliğini yansıtan bir tabak ilave edildiğini belirten Muhiddin Bey, ayrıca kavunların çok tatlı olduğunu, iplere dizilmiş Şam fıstıklarından çerez verildiğini de ekliyor. Bu tür bir anlatı tekniğine başvurulması metnin seyahat yazısı niteliği kazanmasını da sağlıyor.
Hatırat Enver Paşa’nın elim şehadet hadisesinin anlatılması ile nihayetleniyor. Enver Paşa’nın Çegen’de bulunan türbesinin kutsal bir ziyaretgâha dönüştüğünden, her gün hatm-i şerif tilaveti yapıldığından ve Buharalılar tarafından türbede kurbanlar kesildiğinden de yine bu hatırat aracılığıyla haberdar oluyoruz.
Son sayfalarda ilaveten kendisine yer bulan, Enver Paşa’nın Liva-ül İslâm’da yayımladığı yazılar, Paşa’nın İngiliz siyasetine karşı İslam toplumlarını samimi bir dille kardeşliğe ve birlik olmaya çağırması adına işlevsel duruyor. İslam ailesini oluşturan unsurlar arasına İngilizler tarafından atılan nifak tohumlarına dikkat çeken Enver Paşa, İslam milletlerinin cehaletinden istifade ederek aralarındaki en kuvvetli rabıta olan din gerçeğini kırmanın hedeflendiğini apaçık biçimde beyan ediyor. Fakat Paşa tüm bu menfi gelişmelere rağmen ulemanın ve tahsil gören gençlerin varlığıyla İngiliz projelerinin bertaraf edileceği ümidini de her zaman taşıyor.
Remzi Köpüklü
twitter.com/remzikopuklu
11 Mart 2020 Çarşamba
Hakikat denizinde aşk oltasına vuran balıklar
"Kalbin pir sen mürit, kalbin hizmet edilen sen hizmetçi, kalbin amir sen memur olduğunda bütün şerefler sende ortaya çıkar ve kalp seni kabul eder, seni terbiye eder. Bu iş öyle bir noktaya ulaşır ki artık her gün senin hizmetin görülmeye başlar."
- Aynülkudât Hemedânî, Temhîdât
"Bazı ayetler inanan kimseler için bazı ayetler ince düşünce sahipleri için bazı ayetler yasaklara dikkat edenler, bazı ayetler bilenler, bazı ayetler düşünenler, bazı ayetler duyanlar -onlar Allah'tan öğrenen kimselerdir- içindir."
- İbn Arabî, Allah Adamları ve Kutuplar
Şehremini Lisesi'nde okuduğum yıllarda Silivrikapı'da yaşıyorduk. Liseden çıkıp eve gelene kadar birçok metruk kabrin, tekkenin önünden geçiyordum. Bunlardan biri de evimize yaklaşık yüz metre mesafedeki Halvetî-Sinânî şeyhi ve şair Seyyid Seyfullah'ın kabriydi. O yıllarda kabir son derece bakımsızdı, yazısı silinmeye yüz tutmuş bir levha dışında hazrete dair hiçbir iz yoktu. Halbuki tam o bölgede bir de hazretin irşâd faaliyetlerini sürdürdüğü Emîrler Tekkesi varmış vaktiyle. Hazret ahirete doğduktan sonra tekkesinin hazîresine defnedilmiş. Fakir de bilmezdim orada kim vardır, nelerle meşgul olmuştur, nasıl bir iz bırakmıştır deyu... Okuldan çıkıp eve -sağanak yağmurun da etkisiyle- süratle yürüdüğüm günlerden birinde hazretin başucunda bir zâtı gördüm. Kollarını iki yana açmış, bir sağa bir sola yaylanıyordu. Kuruyemişçi ve hemen karşı çaprazındaki internet kafenin işletmecisi bakıp bakıp gülüyorlardı. İyice hızlandım ve bu zâtın yakınına vardım. "Ah bileydiler bu yağan nedir?" dedi önce. Bu sözden sonra kalbimin atış ritmini neredeyse kulaklarımda hissederken "Ah bileydiler burada yatan kimdir?" diye ikinci sorusu geldi. Tutamadım kendimi. Tam o zamanlarda başlamıştım metruk kabirleri, tekkeleri gezmeye, not almaya, "Allah adamı" ve "meczup" denen kimseleri tanımaya. "Nedir ve kimdir?" diye sordum, aramızda beş on metre ya var, ya yok. Eliyle işaret ederek beni yanına doğru çağırırken "Gel de söyleyelim madem öyle" dedi. Gittim. Eğildi kulağıma, "Yağan da yatan da aynı şey" dedi. Daha fazlasını istiyordum ben, aslını, esasını, yani teferruatını. Gözlerimden anlamış olacak ki bu kez daha kısık sesle ve gülerek "Yağan da rahmet, yatan da rahmet; yağdıran da rahmet, yatıran da rahmet" dedi, kasketini taktı, boynundaki dağınık takıları gömleğinin içine sokuverip paytak adımlarla sokağa daldı. Tek başıma kalmıştım. Yağan da oradaydı yatan da. Yağdıran da oradaydı yatıran da. Mahallenin deli dediği veli, fakiri rahmetin hakikatiyle baş başa bırakıvermişti işte. Yüzümü eve doğru döndürüp tekrar yürümeye başladığımda kuruyemişçi arkamdan "Alınma bir şey dediyse, Allah'ın delisi işte..." diye bağırmıştı. Elbette öyle; Allah'ın delisi o, deli divane olmuş Allah'ına...
Yazdığı pek çok kitapta insanın hem yüreğinde hem de yaşadığı coğrafyada saklı olan hazinelerin peşine düşmesi gerektiğine işaret eden bir gönül insanı Sadık Yalsızuçanlar. Bir okur olarak hissiyatım hep böyle oldu. Zaman zaman düşünmüşümdür dağılanı toparlamak görevi yazara düştüğünde, bu görevi gerçekleştirirken yazma eylemi bir iç kanamaya dönüşmez mi? Allahualem. Facebook'ta paylaştığı fotoğrafta kitabın adını ve kapağını görünce ne yalan söyleyeyim, imrenmiştim. Eş, dost, yakınlar bilirler; hep böyle bir isme ve içeriğe sahip bir kitap yazmayı hayal etmiştim. Hâlâ da ederim ancak Yalsızuçanlar yine üzerine düşeni yaparak bana vaktiyle yazmış olduğum bir şiirdeki dizemi hatırlattı. "Hayal kurma rüya yakala" demiştim o şiirde. Yahya Kemal boşuna mı demişti "bir ulu rüyâyı görenler şehri" diye. İşte bu kitap, Allah'ın Adamları, böyle bir kitap. Bir ulu rüyayı görenlere, o rüyanın peşinden gidenlere, o rüyanın gerçeğin ta kendisi olduğunu gösterenlere dair bir kitap.
Deli Nuri, Christopher, Deve Abidin, Artis, Ayı Oynatan, Yalınayak, Parçalı Hasan, Ceset Sâmi, Deli Âlim, Salih Baba, Saman Kafa, Gar Delisi, Zeyno, Yuh Baba, Epelek, Sebo, Ardavan Amca, Taşlatan Hüseyin, Deli Yusuf, Safdil Müntehir, Öpücük Kemal, Çıplak Emine, İntizar Nedim, Ensalakben, Haftalıkçı, Cesur Hanım ve daha nice meczup, mağlup, meclup yani mecnunun hikâyesi var Allah'ın Adamları'nda. Her biri okuyanı yaşadığı şehrin ücra mahallelerine, caddelerine, sokaklarına çıkarabilir elbette ancak doğduğundan beri İstanbul'da yaşayan bir okur olarak gözümde hep Fatih ve Üsküdar canlandı. Çünkü en çok oralarda gözümüze çarpardı 'bu tip' kimseler. Kimi zaman hor görülürlerdi, kimi zaman da el üstünde tutarlardı. Şu çok netti ki onları el üstünde tutanlar onlarla daima beraber olanlardı. Hâl olarak, dünyaya bakış biçimi olarak, yaşayış olarak. Nasıl ki damdan düşenin hâlini damdan düşen anlıyorsa, mecnunun hâlini de bir başka mecnun anlıyor zira.
Tüm duyguları ruhlarında toplayan bu adamlar yeri gelince güldürdükleri gibi yeri geldiğinde incitebiliyorlar da. Sarsan ve hayrete düşüren tarafları ise daha ulvi şüphesiz. Ancak onların dilinden anlayabilmek için ya bir filtreye ihtiyaç oluyor ya da bilen birine. Filtreler daha çok gelenekler ve görenekler elbette. Bu filtelere göre 'muhtaç olan' diye özel bir kesim yok çünkü insanların hepsi birer muhtaçtır. Dolayısıyla herkes herkese gücü yettiğince destek olur, hor görmez. Filtrelerin dışında mahallenin dedeleri ya da irfan sahibi kimseler devrede olur daima. Onlar mecnunlarından dilinden iyi anladığı gibi diğerlerinin de anlamalarını sağlar. Bunlar için hayatî tarafları. Edebî tarafında insanı en çok etkileyen şey şüphesiz kontrast oluyor. Yani bir mecnun ve onun dilinden anlamayan biri.
Böylece okur olarak hem gülüyoruz hem de hüzünleniyoruz. Kitabın ilk hikâyesi Deli Nuri'den:
"Yeni Cami müezzininin hoparlörden sesi duyuldu: 'Allahu ekber Allahu ekber!'
Nuri bir süre dinledi, sinirlendi. 'Allah belanı versin!' diye bağırdı.
Faytoncu Bekir, oruç sarhoşluğuyla, 'Yine ne oldu, ne diyorsun be adam!' diye çıkıştı.
'Bela okuyorum' dedi Nuri.
'Kime?'
'Müezzine.'
'Niye ki?'
'Gaflet halinde okuyor ezanı' dedi Nuri. Bekir bir şey anlamadı.
Sokak köpeklerinden biri havlayınca Nuri, 'Buyurun efendim' diye seslendi.
Boz köpeğin ardından birkaçı daha seğirtti.
Nuri paketi açtı. Ciğeri köpeklere bölüştürdü. Faytoncu yaklaştı.
Elindeki dürümden bir parça koparıp uzattı.
Nuri aldı, ısırdı, gerisini köpeğe uzattı.
'Ne dedin sen?' diye sordu Bekir.
Nuri, 'Lebbeyk efendim' dedi.
'O ne demek oluyor şimdi?!'
'Şu demek oluyor. Bu, müezzin gibi gafil değil. Havlayınca, 'hiç bir şey yoktur ki Allah'ı hamd ile tespih etmesin' ayetini hatırlattı. Ben de buyursunlar efendim dedim."
Bir de Taşlatan Hüseyin var. Onun yanında hâlden anlayan ve okura da anlaması için küçük bir katkı sunan -soru soran- bir figür de var:
"Gündüzleri sokakta hırpani kılıkla dolaşırdı. Çocukların en büyük eğlencesiydi. Gördüklerinde hemen yerden taş toplar, atmaya başlarlardı. Kaçar, çocuklar taşlar; diğer sokaktan dolanır tekrar gelir, çocuklar yine taşlardı. Adı, Taşlatan'a çıkmıştı. Geceleri nöbetçi eczanelere giderdi. Bütün eczacılar tanırdı. Onlarla yârenlik eder, saatlerce eczanede otururdu. Çok sevdiği bir doktor vardı. Onu kollardı. Acil çağrıldığında yoluna çıkar, 'Doktor acele etme, çocuk gitti' derdi. Doktor hastaneye vardığında yaralı çocuğun öldüğünü öğrenirdi. Bir başka gece, 'Doktor telaşlanma, hastan iyileşecek' derdi. Ölümcül hastanın iyi olduğunu görürdü doktor. Bir gün, 'Kendini niye taşlatıyorsun Hüseyin?' diye sordu. 'Taif sünneti bu doktor' dedi."
Kitabın bolca süsü var. Hepsi bir başka 'Allah Adamı'na işaret ediyor. Bu da Sadık Yalsızuçanlar'ın okuyucuyu hiç yormadan, onun gönlünü genişletmek için verdiği çok kıymetli emeklerden biri fakire kalırsa. Üstelik bu diğerlerine göre 'ünlü' olan Allah adamlarına dair öyle çok fazla kitap, sohbet de yok ortalıkta. Peşine düşmek gerekiyor, gayretle ve samimiyetle. Ali Şîruganî Dede (ö. 1126/1714), Tüfekçizâde Sâlih Baba (1847-1907), Yaman Dede (1887-1962), Frithjof Schuon (Îsâ Nureddîn, 1907-1998), Abdurrahim Reyhan Erzincanî (1930-1998), Halûk Nurbâki (1924-1997) ve yine satır aralarında yâd edilen birbirinden güzel adamlar. İman etmişiz ki onlar her daim hayattalar, varlar ama varlıklarından çoktan sıyrılmışlar. Kitaptaki Hamal Sebo da öyle mesela:
"Yük ağır Seboo!, diye bağırdı tekel bayisinden Recep.
'Yük ağır, hele kin ve kibir olursa' diye seslendi Sebo.
Yükü indirdi. Yandaki büyük metal çöp tenekesi boşaltılırken yeri değişmişti, kaldırıp yerine koydu. Kıraathanenin dışarıdaki masasını düzeltti. Sandalyeyi çekti, oturdu:
'Yük ağır, çay ver' dedi.
Kahveci çay getirdi.
'Sebo yetmedi mi niye eşek kullanmıyorsun?'
Hamalların çoğu eşekliydi. Dar ve dik merdivenlerden onca yükü kolaylıkla çıkarabiliyorlardı.
Bir eliyle diğerine vurdu:
'Bundan âlâ eşek mi olur, taşısın işte...'
'İlla taşıyacak yani?'
'Ben ona binene kadar taşıyacak.'
...
Birkaç gün çarşıda görünmedi.
Cuma günü Çarşı Camisi'nde namazını kıldı.
Tek tek esnafı dolaşıp helallik istedi.
'Yük bitti, o bize değil biz ona bindik şükür, merak etmeyin, ben Allah'ın emriyle öleceğim' dedi.
O günün akşamı öldü.
Meğer gömülmek istediği yeri caminin imamına vasiyet etmiş.
Tabutunu taşıyanların aklında, 'Tahta ata bineceğim' sözü dolaşıyordu."
Haydi bu kadar yetsin artık. Kitabın tadını kaçırmayalım, sürprizi bol bu muhterem zâtların hikâyelerini meraklı okurlara bırakalım. Yazarına da gönülden teşekkür edelim. Güncelin ve gündemin boğuculuğunda bizlere sunduğu bu büyülü nefesler için.
"Benim ve senin aranda varlığım bana sıkıntı veriyor. İkrâmınla bu varlığı ortadan kaldır." diyor Hallâc-ı Mansûr. "Perdenin gerisinde, ben ile seni bir konuşturan var. Perde kalkarsa, ne sen kalırsın ne ben." diyor Ebu'l-Hasan Harakânî. Kanlar içinde kıvrana kıvrana ölürken gülümseyip "Ohh bitti!" demiş İntizar Nedim...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
- Aynülkudât Hemedânî, Temhîdât
"Bazı ayetler inanan kimseler için bazı ayetler ince düşünce sahipleri için bazı ayetler yasaklara dikkat edenler, bazı ayetler bilenler, bazı ayetler düşünenler, bazı ayetler duyanlar -onlar Allah'tan öğrenen kimselerdir- içindir."
- İbn Arabî, Allah Adamları ve Kutuplar
Şehremini Lisesi'nde okuduğum yıllarda Silivrikapı'da yaşıyorduk. Liseden çıkıp eve gelene kadar birçok metruk kabrin, tekkenin önünden geçiyordum. Bunlardan biri de evimize yaklaşık yüz metre mesafedeki Halvetî-Sinânî şeyhi ve şair Seyyid Seyfullah'ın kabriydi. O yıllarda kabir son derece bakımsızdı, yazısı silinmeye yüz tutmuş bir levha dışında hazrete dair hiçbir iz yoktu. Halbuki tam o bölgede bir de hazretin irşâd faaliyetlerini sürdürdüğü Emîrler Tekkesi varmış vaktiyle. Hazret ahirete doğduktan sonra tekkesinin hazîresine defnedilmiş. Fakir de bilmezdim orada kim vardır, nelerle meşgul olmuştur, nasıl bir iz bırakmıştır deyu... Okuldan çıkıp eve -sağanak yağmurun da etkisiyle- süratle yürüdüğüm günlerden birinde hazretin başucunda bir zâtı gördüm. Kollarını iki yana açmış, bir sağa bir sola yaylanıyordu. Kuruyemişçi ve hemen karşı çaprazındaki internet kafenin işletmecisi bakıp bakıp gülüyorlardı. İyice hızlandım ve bu zâtın yakınına vardım. "Ah bileydiler bu yağan nedir?" dedi önce. Bu sözden sonra kalbimin atış ritmini neredeyse kulaklarımda hissederken "Ah bileydiler burada yatan kimdir?" diye ikinci sorusu geldi. Tutamadım kendimi. Tam o zamanlarda başlamıştım metruk kabirleri, tekkeleri gezmeye, not almaya, "Allah adamı" ve "meczup" denen kimseleri tanımaya. "Nedir ve kimdir?" diye sordum, aramızda beş on metre ya var, ya yok. Eliyle işaret ederek beni yanına doğru çağırırken "Gel de söyleyelim madem öyle" dedi. Gittim. Eğildi kulağıma, "Yağan da yatan da aynı şey" dedi. Daha fazlasını istiyordum ben, aslını, esasını, yani teferruatını. Gözlerimden anlamış olacak ki bu kez daha kısık sesle ve gülerek "Yağan da rahmet, yatan da rahmet; yağdıran da rahmet, yatıran da rahmet" dedi, kasketini taktı, boynundaki dağınık takıları gömleğinin içine sokuverip paytak adımlarla sokağa daldı. Tek başıma kalmıştım. Yağan da oradaydı yatan da. Yağdıran da oradaydı yatıran da. Mahallenin deli dediği veli, fakiri rahmetin hakikatiyle baş başa bırakıvermişti işte. Yüzümü eve doğru döndürüp tekrar yürümeye başladığımda kuruyemişçi arkamdan "Alınma bir şey dediyse, Allah'ın delisi işte..." diye bağırmıştı. Elbette öyle; Allah'ın delisi o, deli divane olmuş Allah'ına...
Yazdığı pek çok kitapta insanın hem yüreğinde hem de yaşadığı coğrafyada saklı olan hazinelerin peşine düşmesi gerektiğine işaret eden bir gönül insanı Sadık Yalsızuçanlar. Bir okur olarak hissiyatım hep böyle oldu. Zaman zaman düşünmüşümdür dağılanı toparlamak görevi yazara düştüğünde, bu görevi gerçekleştirirken yazma eylemi bir iç kanamaya dönüşmez mi? Allahualem. Facebook'ta paylaştığı fotoğrafta kitabın adını ve kapağını görünce ne yalan söyleyeyim, imrenmiştim. Eş, dost, yakınlar bilirler; hep böyle bir isme ve içeriğe sahip bir kitap yazmayı hayal etmiştim. Hâlâ da ederim ancak Yalsızuçanlar yine üzerine düşeni yaparak bana vaktiyle yazmış olduğum bir şiirdeki dizemi hatırlattı. "Hayal kurma rüya yakala" demiştim o şiirde. Yahya Kemal boşuna mı demişti "bir ulu rüyâyı görenler şehri" diye. İşte bu kitap, Allah'ın Adamları, böyle bir kitap. Bir ulu rüyayı görenlere, o rüyanın peşinden gidenlere, o rüyanın gerçeğin ta kendisi olduğunu gösterenlere dair bir kitap.
Deli Nuri, Christopher, Deve Abidin, Artis, Ayı Oynatan, Yalınayak, Parçalı Hasan, Ceset Sâmi, Deli Âlim, Salih Baba, Saman Kafa, Gar Delisi, Zeyno, Yuh Baba, Epelek, Sebo, Ardavan Amca, Taşlatan Hüseyin, Deli Yusuf, Safdil Müntehir, Öpücük Kemal, Çıplak Emine, İntizar Nedim, Ensalakben, Haftalıkçı, Cesur Hanım ve daha nice meczup, mağlup, meclup yani mecnunun hikâyesi var Allah'ın Adamları'nda. Her biri okuyanı yaşadığı şehrin ücra mahallelerine, caddelerine, sokaklarına çıkarabilir elbette ancak doğduğundan beri İstanbul'da yaşayan bir okur olarak gözümde hep Fatih ve Üsküdar canlandı. Çünkü en çok oralarda gözümüze çarpardı 'bu tip' kimseler. Kimi zaman hor görülürlerdi, kimi zaman da el üstünde tutarlardı. Şu çok netti ki onları el üstünde tutanlar onlarla daima beraber olanlardı. Hâl olarak, dünyaya bakış biçimi olarak, yaşayış olarak. Nasıl ki damdan düşenin hâlini damdan düşen anlıyorsa, mecnunun hâlini de bir başka mecnun anlıyor zira.
Tüm duyguları ruhlarında toplayan bu adamlar yeri gelince güldürdükleri gibi yeri geldiğinde incitebiliyorlar da. Sarsan ve hayrete düşüren tarafları ise daha ulvi şüphesiz. Ancak onların dilinden anlayabilmek için ya bir filtreye ihtiyaç oluyor ya da bilen birine. Filtreler daha çok gelenekler ve görenekler elbette. Bu filtelere göre 'muhtaç olan' diye özel bir kesim yok çünkü insanların hepsi birer muhtaçtır. Dolayısıyla herkes herkese gücü yettiğince destek olur, hor görmez. Filtrelerin dışında mahallenin dedeleri ya da irfan sahibi kimseler devrede olur daima. Onlar mecnunlarından dilinden iyi anladığı gibi diğerlerinin de anlamalarını sağlar. Bunlar için hayatî tarafları. Edebî tarafında insanı en çok etkileyen şey şüphesiz kontrast oluyor. Yani bir mecnun ve onun dilinden anlamayan biri.
Böylece okur olarak hem gülüyoruz hem de hüzünleniyoruz. Kitabın ilk hikâyesi Deli Nuri'den:
"Yeni Cami müezzininin hoparlörden sesi duyuldu: 'Allahu ekber Allahu ekber!'
Nuri bir süre dinledi, sinirlendi. 'Allah belanı versin!' diye bağırdı.
Faytoncu Bekir, oruç sarhoşluğuyla, 'Yine ne oldu, ne diyorsun be adam!' diye çıkıştı.
'Bela okuyorum' dedi Nuri.
'Kime?'
'Müezzine.'
'Niye ki?'
'Gaflet halinde okuyor ezanı' dedi Nuri. Bekir bir şey anlamadı.
Sokak köpeklerinden biri havlayınca Nuri, 'Buyurun efendim' diye seslendi.
Boz köpeğin ardından birkaçı daha seğirtti.
Nuri paketi açtı. Ciğeri köpeklere bölüştürdü. Faytoncu yaklaştı.
Elindeki dürümden bir parça koparıp uzattı.
Nuri aldı, ısırdı, gerisini köpeğe uzattı.
'Ne dedin sen?' diye sordu Bekir.
Nuri, 'Lebbeyk efendim' dedi.
'O ne demek oluyor şimdi?!'
'Şu demek oluyor. Bu, müezzin gibi gafil değil. Havlayınca, 'hiç bir şey yoktur ki Allah'ı hamd ile tespih etmesin' ayetini hatırlattı. Ben de buyursunlar efendim dedim."
Bir de Taşlatan Hüseyin var. Onun yanında hâlden anlayan ve okura da anlaması için küçük bir katkı sunan -soru soran- bir figür de var:
"Gündüzleri sokakta hırpani kılıkla dolaşırdı. Çocukların en büyük eğlencesiydi. Gördüklerinde hemen yerden taş toplar, atmaya başlarlardı. Kaçar, çocuklar taşlar; diğer sokaktan dolanır tekrar gelir, çocuklar yine taşlardı. Adı, Taşlatan'a çıkmıştı. Geceleri nöbetçi eczanelere giderdi. Bütün eczacılar tanırdı. Onlarla yârenlik eder, saatlerce eczanede otururdu. Çok sevdiği bir doktor vardı. Onu kollardı. Acil çağrıldığında yoluna çıkar, 'Doktor acele etme, çocuk gitti' derdi. Doktor hastaneye vardığında yaralı çocuğun öldüğünü öğrenirdi. Bir başka gece, 'Doktor telaşlanma, hastan iyileşecek' derdi. Ölümcül hastanın iyi olduğunu görürdü doktor. Bir gün, 'Kendini niye taşlatıyorsun Hüseyin?' diye sordu. 'Taif sünneti bu doktor' dedi."
Kitabın bolca süsü var. Hepsi bir başka 'Allah Adamı'na işaret ediyor. Bu da Sadık Yalsızuçanlar'ın okuyucuyu hiç yormadan, onun gönlünü genişletmek için verdiği çok kıymetli emeklerden biri fakire kalırsa. Üstelik bu diğerlerine göre 'ünlü' olan Allah adamlarına dair öyle çok fazla kitap, sohbet de yok ortalıkta. Peşine düşmek gerekiyor, gayretle ve samimiyetle. Ali Şîruganî Dede (ö. 1126/1714), Tüfekçizâde Sâlih Baba (1847-1907), Yaman Dede (1887-1962), Frithjof Schuon (Îsâ Nureddîn, 1907-1998), Abdurrahim Reyhan Erzincanî (1930-1998), Halûk Nurbâki (1924-1997) ve yine satır aralarında yâd edilen birbirinden güzel adamlar. İman etmişiz ki onlar her daim hayattalar, varlar ama varlıklarından çoktan sıyrılmışlar. Kitaptaki Hamal Sebo da öyle mesela:
"Yük ağır Seboo!, diye bağırdı tekel bayisinden Recep.
'Yük ağır, hele kin ve kibir olursa' diye seslendi Sebo.
Yükü indirdi. Yandaki büyük metal çöp tenekesi boşaltılırken yeri değişmişti, kaldırıp yerine koydu. Kıraathanenin dışarıdaki masasını düzeltti. Sandalyeyi çekti, oturdu:
'Yük ağır, çay ver' dedi.
Kahveci çay getirdi.
'Sebo yetmedi mi niye eşek kullanmıyorsun?'
Hamalların çoğu eşekliydi. Dar ve dik merdivenlerden onca yükü kolaylıkla çıkarabiliyorlardı.
Bir eliyle diğerine vurdu:
'Bundan âlâ eşek mi olur, taşısın işte...'
'İlla taşıyacak yani?'
'Ben ona binene kadar taşıyacak.'
...
Birkaç gün çarşıda görünmedi.
Cuma günü Çarşı Camisi'nde namazını kıldı.
Tek tek esnafı dolaşıp helallik istedi.
'Yük bitti, o bize değil biz ona bindik şükür, merak etmeyin, ben Allah'ın emriyle öleceğim' dedi.
O günün akşamı öldü.
Meğer gömülmek istediği yeri caminin imamına vasiyet etmiş.
Tabutunu taşıyanların aklında, 'Tahta ata bineceğim' sözü dolaşıyordu."
Haydi bu kadar yetsin artık. Kitabın tadını kaçırmayalım, sürprizi bol bu muhterem zâtların hikâyelerini meraklı okurlara bırakalım. Yazarına da gönülden teşekkür edelim. Güncelin ve gündemin boğuculuğunda bizlere sunduğu bu büyülü nefesler için.
"Benim ve senin aranda varlığım bana sıkıntı veriyor. İkrâmınla bu varlığı ortadan kaldır." diyor Hallâc-ı Mansûr. "Perdenin gerisinde, ben ile seni bir konuşturan var. Perde kalkarsa, ne sen kalırsın ne ben." diyor Ebu'l-Hasan Harakânî. Kanlar içinde kıvrana kıvrana ölürken gülümseyip "Ohh bitti!" demiş İntizar Nedim...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)