İlk peygamber ve ilk insan Hz. Adem, aynı zamanda ilk baba yani ilk velidir. Habil de onun evladı Kabil de. Hz. Havva, Habil'e verdiği sevgiyi Kabil'den esirgemiş miydi ya da Kabil yeterince onaylanmamış mıydı ailesince. Neydi iki kardeşi birbirinden farklı iki karaktere bürüyen, çocuklar sadece birey midir yoksa toplumun - en küçük toplumsal birim olan ailenin de- bir parçası olması dolayısıyla onun izdüşümü müdür? Çocuklar anne ve babalarını gözleyerek öğreniyorsa Kabil'in gördüğü isyan Hz. Adem'e elmayı yediren isyan mıydı, Habil'in teslimiyetinde Adem'in Rabb'ine teslimiyeti mi gizli?
"İyi çocuk" nispeten de olsa tanımlanabilir bir şeydir ama "iyi çocuk yetiştirmenin yolları" biraz daha karmaşık bir süreç. Hepimiz çocuğumuzun onaylanabilir biçimde davranmasını bekleriz ama onay merciinin kim olacağı konusu genellikle belirsizdir. Kimi anne-baba söz konusu onaylanmış davranış için kendini tek ve kesin onay mercii olarak görürken kimileri de davranışın sonucunun kar-zarar oranına bakar. Her iki durumda da çocukların sözkonusu davranışı sergilemesinin gelişime, öğrenmeye ya da mutlu olmaya bir katkısı olmaz.
Çocuklara dair en kritik hatamız, onların da bir "kimliği" olduğu gerçeğini göz ardı etmemizdir. Nasıl ki bir yetişkin keyif almadığı, kendine faydası olmayacağını düşündüğü bir davranışı yapmaktan kaçınırsa çocuklar da - biz istesek de hatta çocuk için gerekli olduğunu düşünüp zorlasak da- keyif almadığı bir işi yapmak istemeyecektir. Dolayısıyla çocuğun kazanmasını istediğimiz bir alışkanlık için esas yapmamız gereken şey bu isteksizliğin altında yatan sebepleri bulmak ve çocukla birlikte bu sebepleri ortadan kaldırmaktır.
Dr. Özgür Bolat, çocuk yetiştirmede başvurduğumuz en önemli hatalardan biri olan "ödül ve ceza" yöntemlerinin hiçbir işe yaramadığını hatta öğrenmeyi ve kişilik gelişimini gerilettiğini eğitim psikolojisi alanında yapılan dünyaca ünlü pekçok deneyi ve yaşanmış hikayeleri referans göstererek ortaya koyuyor. Beni Ödülle Cezalandırma, bir seminer üslubuyla, hiçbir soruyu gözardı etmeyecek bir netlikte hazırlanmış. Okuyucu, herhangi bir bölümü okuduğunda kafasında oluşabilecek herhangi bir belirsizliğe karşı yazar bu olası belirsizliklere dair soruları kadar ndisi bölüm sonunda soruyor ve bir sonraki bölümde cevaplıyor. Kitap bize özetle; "çocuklarınızı şekillendirmeyin, onlara hayat yolculuklarında rehberlik edin" mesajını veriyor.
Kitabı okuyunca ister istemez çocuklarıyla özdeşleşmiş anne ve babalar geldi aklıma. Doğar doğmaz babasının tuttuğu takımın zıbınına sarınan bir bebek ya da annesinin izlediği gündüz kuşağı programlarını izlemek zorunda kalan bir çocuk bu durumdan nasıl etkilenir. Erkek çocuklar silah araba ve askerlerle oynarken neden kız çocukları bebeklerle evcilik oynar peki? Bu durum ne dereceye kadar normal karşılanmalı? Toplumsal ve ailevi aidiyeti önemsiyorsak çocuklarımıza dair bir inisiyatif almamız gerekir ama bunun sınırı neresidir?
Yazar kitabın sonunda Halil Cibran'ın "Ermiş" adlı kitabında yer alan şu sözlerle özetliyor aslında her şeyi:
"Çocuklarınız sizin çocuklarınız değil,
Onlar kendi yolunu izleyen Hayat'ın oğulları ve kızları.
Sizin aracılığınızla geldiler ama sizden gelmediler
Ve sizinle birlikte olsalar da sizin değiller.
Onlara sevginizi verebilirsiniz,düşüncelerinizi değil.
Çünkü onların da kendi düşünceleri vardır.
Bedenlerini tutabilirsiniz,ruhlarını değil.
Çünkü ruhlar yarındadır,
Siz ise yarını düşlerinizde bile göremezsiniz.
Siz onlar gibi olmaya çalışabilirsiniz ama sakın onları
Kendiniz gibi olmaya zorlamayın.
Çünkü hayat geriye dönmez,dünle de bir alışverişi yoktur.
Siz yaysınız,çocuklarınız ise sizden çok ilerilere atılmış oklar.
Okçu,sonsuzluk yolundaki hedefi görür
Ve o yüce gücü ile yayı eğerek okun uzaklara uçmasını sağlar.
Okçunun önünde kıvançla eğilin
Çünkü okçu,uzaklara giden oku sevdiği kadar
Başını dimdik tutarak kalan yayı da sever."
Erhan Çamurcu
erhan.hoca.55@hotmail.com
2 Mart 2020 Pazartesi
1 Mart 2020 Pazar
Sonuçlarla meşgul olmak yerine elimizdekine bakmak
"Var olan tek fobi kendini bilme fobisidir. (...) Kim olduğumuz her daim ziyadesiyle gözümüzü korkutur."
- Adam Phillips, Kaçırdıklarımız
Birikim dergisindeki yazılarını okumadan edemediğim Erdoğan Özmen, uzun soluklu "Oedipus Karmaşası" serisinden sonra "Depresyon ve Melankoli" serisine başladı ve oldukça önemli konular üzerine yazıyor. 19 Şubat 2020 tarihli "Depresyon ve Melankoli (V): Depresyon ve Kapitalizm" başlıklı yazısında şöyle diyor: "Kendimi tüm diğerlerinin karşısında konumlandırmamı gerektiren bireysel mutluluk ve başarı 'eşyanın tabiatına' aykırı olduğu için, işe yaramazlık / başarısızlık / suçluluk hislerinin bütün varlığımızı kat ettiği bir sorumluluk ve mecburiyet hastalığıdır depresyon. Sınırsız olasılıklar ve seçimler çağında bütün yolları deneyerek kendi bedensel ve ruhsal kapasitelerimizi mütemadiyen zorlamanın sonu, kendimize ve geleceğimize beslediğimiz ümidi ve inancı daha da kaybetmek ve tam bir çökkünlük ve tükeniştir. Öldürücü olabilen, intiharları tetikleyen şey biraz da budur. Kahredici yoksulluk ve çaresizliğimiz için sadece kendimizi suçlu ve sorumlu ilan etmenin koşullarının çoktan orada, hazır halde olmasıdır."
Uzun bir giriş olduğunun farkındayım ama mesele de gayet uzun. Varoluş, kendin olmak, hafiflik gibi üç upuzun -üstelik kıldan ince kılıçtan keskin- mesele var karşımızda. Özmen'in yukarıda söylediği, her yanımızdan fışkırıveren "başarılı ol, kendin ol, hem başarılı hem kendin ol!" tehditleri -evet ben de Özmen gibi bunların tehdit olduğunu düşünüyorum- bizi daha büyük duygu boşluklarına sürüklüyor. İnsan en çok ne zaman sürüklenir? Ne yapacağını bilemediğinde. Bu bilememe hâlinin varoluş üzerine düşünmekle, okumakla ve hatta yazmakla bir nebze olsun giderilebileceğini düşünüyorum. Anlatmak, dinlemek, okumak ve yazmak, tüm sıkışmışlıklar içinde insana nefes oluyor. Tıpkı bahse konu kitabın yazarı Ferhat Jak İçöz gibi varoluşçu psikoterapistlerin, varoluşçu yazarların her daim buluşmaya hazır şahsiyetler olduklarını düşünüyorum. Onlar bunun farkında olmayabilirler, bir çoğu zaten göçtü, ama düşününce; konuşmaları ve yazmaları öyle varlık-yokluk dengesinde ki insan kendi dengesizliğinde de onlara başvurmadan edemiyor. Bu kimi zaman eziyete dönüşen çabadan da lezzet alıyor üstelik. Kendin Olmanın Dayanılmaz Hafifliği; Sartre, Heidegger, Nietzsche, Viktor Frankl, Camus, Kierkegaard, Tillich ve daha birçok ismi misafir ediyor. İçöz, bir varoluşçu psikoterapist olarak bu isimlerin gölgesinde dinlenmek yerine sık sık güneşe çıkıyor bizim yerimize. Çünkü biz varlık meselesinde gölgeleri seviyoruz. Maalesef bu konuda biraz 'laissez-faire'ciyiz elhamdülillah. Ama sorsalar hep gayretteyiz. Bu çarpışma da şüphesiz varoluşsal...
Yazar bizi Sokrates'çi bir yaklaşımla "incelenmeyen hayat yaşanmaya değmez" diyerek karşılıyor. Kendini tanımaya hevesli, gerekirse yaralanmayı göze alabilen varsa bu işe kalkışsın diyor tabiri caizse. Zira felsefeyle yakınlaşmak binanın temeline inmekten farksız. Kaç katlı olursa olsun, bir binanın temelinde, toprağın altına girip yukarıya dair gözlemler yapmaya çalışmak her zaman sarsıcıdır. İşte bazı sarsıntılar da ya binayı yerine daha iyi oturtur ya da çoktan terk edilmesi gereken binayı harabeye çevirir. Felsefe insanı uyarır. İçöz şöyle diyor yolun başında: "Felsefe en temelde kendimize ve içinde yaşadığımız dünyaya dair bir bilgelik aşkıdır. Hayata felsefî bir yerden bakan kişi kendini ve içinde yaşadığı dünyayı anlamlandırmaya tutkuyla adanmış kişidir. Bunu yapmak için filozof veya psikolog olmak gerekmez. Bu bir yaşam tarzı seçimidir."
Ferhat Jak İçöz, insanın varoluşuna dört farklı pencereden bakıyor. Fiziksel olarak insanın varoluşuna dair neler söylenebileceği konusunda beden, vücut, cinsellik, yemek, bağımlılık, evler, mekânlar, ölüm ve canlılık gibi belki de bu çağın en önemli, en çok konuşulması gereken meselelerine eğiliyor. İnsanın sayılı ömrü olduğunu hatırlatırken bu sayının bilinmezliğinin hem ürpertici hem de insanı daima ayakta tutan bir tarafı olduğunu vurguluyor. Kitaplarla ilgili bir örnek veriyor. Hepimizi ilgilendirdiği için özetlemeye çalışayım: Diyelim ki şu anda 40 yaşındayız ve -bereketli bir yaşam dileğiyle- 90 yaşına kadar sağlıklı olduğunu düşünecek olursak ve haftada bir kitap bitirdiğinizi düşünürsek, yılda 52 kitaba ulaşırız. Bu da demek oluyor ki gelecek 50 yılda 2600 kitap daha okuyabileceğiz. Okumak isteyip de okumaya zaman bulamadığımız ya da biz okurken daha nice güzel kitabın yayınlandığını düşünürsek, çok ciddi bir sorumlulukla karşılaşıyoruz: seçme sorumluluğu. Bu sorumluluğumuzu memnun ve doymuş olacağımız kitaplardan yana kullanmamız gerekiyor. Sezgilerimiz, kalbimiz, duygularımız ve düşüncelerimiz bizi seçme konusunda etkileyecek, tüm bunları önemseyip öyle karar vereceğiz. Gelişigüzel değil, sahiden güzel yaşamak için bize uygun -doğru demedim- seçimler yapmaya çalışacağız. Kitap burada bir örnek diyor İçöz. Hayatımızdaki her şey için bu seçimleri yapma sorumluluğumuz var.
Sosyal bir şekilde var olmak denince, ucu bucağı olmayan bir dünya açılıyor önümüze. Duygular, bağlılıklar, aşklar, ilişkiler, ilişkilerle birlikte gelen aldatılma, kıskançlık, ikiyüzlülük, manipüle etmek ya da edilmek, kötüler ve kötülük, yalnızlık, kalabalık, aile, birine -kendinden farklı biri için sorumlu olarak- bakmak, laga luga etmek, sosyal medya, kayıp, yas... Her biri üzerine tarih boyunca yorum getirilse de gayet bariz ve doğal nedenlerle tek bir gerçek, tek bir doğru bulmak mümkün değil. Zaten mesele de bulmak değil, daima bir arayışın içinde olmak. Bunun için de, kitabın en sevdiğim bölümlerinden biri olan laga luga etmek bahsinden bir paragraf aktarmak istiyorum: "Ağzınızdan çıkan kelimelere, ifadelere bir bakın. Laga luga mı ediyorsunuz, yoksa ortaya gerçek bir söz, söylem mi koyuyorsunuz? İlişkilerinizde kendinize sahip çıkarak kendinizi mi ifşa ediyorsunuz, yoksa ortam ne gerektirirse onu mu sayıklıyorsunuz? Laga luga etmekle ortaya net bir söylem koymak arasındaki fark hangi konulardan konuştuğumuzda yatmaz. Y model bir araba almaktan bahsederken de ortaya bir söylem koyabilirsiniz; "Üç köpeğimi de alıp yola çıkabileceğim bir arabam olsun çok isterim" dediğimde arabanın benim hayatımdaki asıl değerini ortaya koymuş olurum. Laga luga etmek ile söz söylemek arasındaki fark, söylemek istediğimle kendime dair ne anlattığıma sahip çıkmamdır. Belki bir özlemimi, belki bir arzumu, belki bir beklentimi, belki de sadece hislerimi ifade etmek istiyorumdur."
Bireysel bir şekilde var olmak denince hangi konularla karşılaşırız? Kendilik, travma, hayaller, hayal kırıklıkları, yabancılaşma, otantiklik, mükemmelliyetçilik, kaygı, korku, cesaret, statü, başarısızlık, hayatın üzerimize fırlattıkları, kararsızlık, sorumluluklar, nefret, depresif hissetmek, umutsuzluk... Okurken insanı en çok kendiyle baş başa bırakan meseleler bunlar. Çalışan-çalışmayan, erkek-kadın, zengin-fakir, şehirli-köylü fark etmeksizin herkesin başında olan dertler her biri. Kimimiz bu dertlerle yüzleşmemek için sabahın altısında uyanıp spora koşuyoruz, kimimiz bir sigara daha yakıyoruz. Kimse kusura bakmasın, insanın kendiyle meşgul olması maç izlemek, kanaviçe yapmak, kitap okumak gibi meselelerden çok bağımsız, çok yara verici işlere uzanıyor. Yaralarla yüzleşmek hem yeniden kanamaya hem de şifa bulmaya kapılar açıyor. İnsan için her kapıyı zorlamak güçtür. İçöz'ün şu sözleri böylesine meseleler arasında bir oksijen tüpü oluyor: "Yaşadığımız sürece aslında hiçbir zaman 'yolumuzdan çıkmayız', tam aksine kendimize sadık ve dürüst kaldığımız sürece 'yeni yollar keşfederiz'. Unutmayın ki insan olmak demek hep biraz eksik, biraz huzursuz, biraz arayışta olmak demektir. Sadece öldüğümüzde tamamlanacağız."
Kitabın son bölümünde tinsel bir şekilde var olma penceresini aralıyor Ferhat Jak İçöz. Burada da bizi esasında okuması ve üzerine düşünülmesi 'lezzetli' konular karşılıyor. Dolu dolu yaşamakla tıka basa doldurmak arasındaki farklar, fazla tutunmak yahut tutunamamak, anda kalmak, ikilemler ve çelişkiler, gündelik hayatta hapsolmak ve dayanılmaz bir hafiflikte yaşamak, potansiyelimizi gerçekleştirmek, değerler ve kendimizle ters düşmek, politik duruş, bilinçdışı, rüyalar, sonsuzluk, sonluluk, anlam, canlılık... Bu geniş bölümden, hem kitabın özeti gibi olan hem de günümüzün en sık 'duyulan' hastalığına da atıfla son derece canlı birkaç cümle aktarmak isterim: "Kendi arzumuza kulak verdiğimizde, kendimize ait ne varsa; nefretimiz, mükemmel olma isteğimiz, korkularımız, kaygılarımız, statü arzumuz veya başarısızlık korkumuz, hepsine sahip çıktığımızda hafifleriz. Depresif hissetmek, umutsuzluk gibi hallerimize kulak verdikçe canlılığımızı tekrar yakalarız. Zihnimizle değil, bütün varoluşumuzla seçtiğimizde sonrasında gelecek sorumluluk bir yük olmaktan çıkar. Kendimiz için anlamlı olanın peşinden gidince, sırf tanıdık olduğu için bize acı verenlere tutunmayı bırakınca, yaslarımızı tutacak alanı kendimize açınca ve hayatın getirdiklerine gözlerimizi açıp "bu da benim hayatım" deyip içimize derin bir nefes çekince dayanılmaz bir hafifliğe ulaşırız. Merak etmeyin, sonra da bu hafifliği kaybederiz. Önemli olan nasıl ağırlaştığımızı görebilmek ve sonra tekrar hafiflemeyi başarmak. Ve sonra tekrar kaybederiz ve bu döngüde yaşar gideriz."
Ferhat Jak İçöz'ün Doğan Novus etiketiyle çıkan kitabı Kendin Olmanın Dayanılmaz Hafifliği, ismiyle cismiyle insanı kendi gündemine taşıyan bir kitap. Tüm bu olup bitenlerden sağ salim çıkabilmek adına değerli meseleler barındırıyor, sonundaki okuma listesiyle yeni keşiflere ışık tutuyor. Sonuçlarla meşgul olmak yerine her daim elimizdekine bakmaktan yana bir tavır koyuyor.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
- Adam Phillips, Kaçırdıklarımız
Birikim dergisindeki yazılarını okumadan edemediğim Erdoğan Özmen, uzun soluklu "Oedipus Karmaşası" serisinden sonra "Depresyon ve Melankoli" serisine başladı ve oldukça önemli konular üzerine yazıyor. 19 Şubat 2020 tarihli "Depresyon ve Melankoli (V): Depresyon ve Kapitalizm" başlıklı yazısında şöyle diyor: "Kendimi tüm diğerlerinin karşısında konumlandırmamı gerektiren bireysel mutluluk ve başarı 'eşyanın tabiatına' aykırı olduğu için, işe yaramazlık / başarısızlık / suçluluk hislerinin bütün varlığımızı kat ettiği bir sorumluluk ve mecburiyet hastalığıdır depresyon. Sınırsız olasılıklar ve seçimler çağında bütün yolları deneyerek kendi bedensel ve ruhsal kapasitelerimizi mütemadiyen zorlamanın sonu, kendimize ve geleceğimize beslediğimiz ümidi ve inancı daha da kaybetmek ve tam bir çökkünlük ve tükeniştir. Öldürücü olabilen, intiharları tetikleyen şey biraz da budur. Kahredici yoksulluk ve çaresizliğimiz için sadece kendimizi suçlu ve sorumlu ilan etmenin koşullarının çoktan orada, hazır halde olmasıdır."
Uzun bir giriş olduğunun farkındayım ama mesele de gayet uzun. Varoluş, kendin olmak, hafiflik gibi üç upuzun -üstelik kıldan ince kılıçtan keskin- mesele var karşımızda. Özmen'in yukarıda söylediği, her yanımızdan fışkırıveren "başarılı ol, kendin ol, hem başarılı hem kendin ol!" tehditleri -evet ben de Özmen gibi bunların tehdit olduğunu düşünüyorum- bizi daha büyük duygu boşluklarına sürüklüyor. İnsan en çok ne zaman sürüklenir? Ne yapacağını bilemediğinde. Bu bilememe hâlinin varoluş üzerine düşünmekle, okumakla ve hatta yazmakla bir nebze olsun giderilebileceğini düşünüyorum. Anlatmak, dinlemek, okumak ve yazmak, tüm sıkışmışlıklar içinde insana nefes oluyor. Tıpkı bahse konu kitabın yazarı Ferhat Jak İçöz gibi varoluşçu psikoterapistlerin, varoluşçu yazarların her daim buluşmaya hazır şahsiyetler olduklarını düşünüyorum. Onlar bunun farkında olmayabilirler, bir çoğu zaten göçtü, ama düşününce; konuşmaları ve yazmaları öyle varlık-yokluk dengesinde ki insan kendi dengesizliğinde de onlara başvurmadan edemiyor. Bu kimi zaman eziyete dönüşen çabadan da lezzet alıyor üstelik. Kendin Olmanın Dayanılmaz Hafifliği; Sartre, Heidegger, Nietzsche, Viktor Frankl, Camus, Kierkegaard, Tillich ve daha birçok ismi misafir ediyor. İçöz, bir varoluşçu psikoterapist olarak bu isimlerin gölgesinde dinlenmek yerine sık sık güneşe çıkıyor bizim yerimize. Çünkü biz varlık meselesinde gölgeleri seviyoruz. Maalesef bu konuda biraz 'laissez-faire'ciyiz elhamdülillah. Ama sorsalar hep gayretteyiz. Bu çarpışma da şüphesiz varoluşsal...
Yazar bizi Sokrates'çi bir yaklaşımla "incelenmeyen hayat yaşanmaya değmez" diyerek karşılıyor. Kendini tanımaya hevesli, gerekirse yaralanmayı göze alabilen varsa bu işe kalkışsın diyor tabiri caizse. Zira felsefeyle yakınlaşmak binanın temeline inmekten farksız. Kaç katlı olursa olsun, bir binanın temelinde, toprağın altına girip yukarıya dair gözlemler yapmaya çalışmak her zaman sarsıcıdır. İşte bazı sarsıntılar da ya binayı yerine daha iyi oturtur ya da çoktan terk edilmesi gereken binayı harabeye çevirir. Felsefe insanı uyarır. İçöz şöyle diyor yolun başında: "Felsefe en temelde kendimize ve içinde yaşadığımız dünyaya dair bir bilgelik aşkıdır. Hayata felsefî bir yerden bakan kişi kendini ve içinde yaşadığı dünyayı anlamlandırmaya tutkuyla adanmış kişidir. Bunu yapmak için filozof veya psikolog olmak gerekmez. Bu bir yaşam tarzı seçimidir."
Ferhat Jak İçöz, insanın varoluşuna dört farklı pencereden bakıyor. Fiziksel olarak insanın varoluşuna dair neler söylenebileceği konusunda beden, vücut, cinsellik, yemek, bağımlılık, evler, mekânlar, ölüm ve canlılık gibi belki de bu çağın en önemli, en çok konuşulması gereken meselelerine eğiliyor. İnsanın sayılı ömrü olduğunu hatırlatırken bu sayının bilinmezliğinin hem ürpertici hem de insanı daima ayakta tutan bir tarafı olduğunu vurguluyor. Kitaplarla ilgili bir örnek veriyor. Hepimizi ilgilendirdiği için özetlemeye çalışayım: Diyelim ki şu anda 40 yaşındayız ve -bereketli bir yaşam dileğiyle- 90 yaşına kadar sağlıklı olduğunu düşünecek olursak ve haftada bir kitap bitirdiğinizi düşünürsek, yılda 52 kitaba ulaşırız. Bu da demek oluyor ki gelecek 50 yılda 2600 kitap daha okuyabileceğiz. Okumak isteyip de okumaya zaman bulamadığımız ya da biz okurken daha nice güzel kitabın yayınlandığını düşünürsek, çok ciddi bir sorumlulukla karşılaşıyoruz: seçme sorumluluğu. Bu sorumluluğumuzu memnun ve doymuş olacağımız kitaplardan yana kullanmamız gerekiyor. Sezgilerimiz, kalbimiz, duygularımız ve düşüncelerimiz bizi seçme konusunda etkileyecek, tüm bunları önemseyip öyle karar vereceğiz. Gelişigüzel değil, sahiden güzel yaşamak için bize uygun -doğru demedim- seçimler yapmaya çalışacağız. Kitap burada bir örnek diyor İçöz. Hayatımızdaki her şey için bu seçimleri yapma sorumluluğumuz var.
Sosyal bir şekilde var olmak denince, ucu bucağı olmayan bir dünya açılıyor önümüze. Duygular, bağlılıklar, aşklar, ilişkiler, ilişkilerle birlikte gelen aldatılma, kıskançlık, ikiyüzlülük, manipüle etmek ya da edilmek, kötüler ve kötülük, yalnızlık, kalabalık, aile, birine -kendinden farklı biri için sorumlu olarak- bakmak, laga luga etmek, sosyal medya, kayıp, yas... Her biri üzerine tarih boyunca yorum getirilse de gayet bariz ve doğal nedenlerle tek bir gerçek, tek bir doğru bulmak mümkün değil. Zaten mesele de bulmak değil, daima bir arayışın içinde olmak. Bunun için de, kitabın en sevdiğim bölümlerinden biri olan laga luga etmek bahsinden bir paragraf aktarmak istiyorum: "Ağzınızdan çıkan kelimelere, ifadelere bir bakın. Laga luga mı ediyorsunuz, yoksa ortaya gerçek bir söz, söylem mi koyuyorsunuz? İlişkilerinizde kendinize sahip çıkarak kendinizi mi ifşa ediyorsunuz, yoksa ortam ne gerektirirse onu mu sayıklıyorsunuz? Laga luga etmekle ortaya net bir söylem koymak arasındaki fark hangi konulardan konuştuğumuzda yatmaz. Y model bir araba almaktan bahsederken de ortaya bir söylem koyabilirsiniz; "Üç köpeğimi de alıp yola çıkabileceğim bir arabam olsun çok isterim" dediğimde arabanın benim hayatımdaki asıl değerini ortaya koymuş olurum. Laga luga etmek ile söz söylemek arasındaki fark, söylemek istediğimle kendime dair ne anlattığıma sahip çıkmamdır. Belki bir özlemimi, belki bir arzumu, belki bir beklentimi, belki de sadece hislerimi ifade etmek istiyorumdur."
Bireysel bir şekilde var olmak denince hangi konularla karşılaşırız? Kendilik, travma, hayaller, hayal kırıklıkları, yabancılaşma, otantiklik, mükemmelliyetçilik, kaygı, korku, cesaret, statü, başarısızlık, hayatın üzerimize fırlattıkları, kararsızlık, sorumluluklar, nefret, depresif hissetmek, umutsuzluk... Okurken insanı en çok kendiyle baş başa bırakan meseleler bunlar. Çalışan-çalışmayan, erkek-kadın, zengin-fakir, şehirli-köylü fark etmeksizin herkesin başında olan dertler her biri. Kimimiz bu dertlerle yüzleşmemek için sabahın altısında uyanıp spora koşuyoruz, kimimiz bir sigara daha yakıyoruz. Kimse kusura bakmasın, insanın kendiyle meşgul olması maç izlemek, kanaviçe yapmak, kitap okumak gibi meselelerden çok bağımsız, çok yara verici işlere uzanıyor. Yaralarla yüzleşmek hem yeniden kanamaya hem de şifa bulmaya kapılar açıyor. İnsan için her kapıyı zorlamak güçtür. İçöz'ün şu sözleri böylesine meseleler arasında bir oksijen tüpü oluyor: "Yaşadığımız sürece aslında hiçbir zaman 'yolumuzdan çıkmayız', tam aksine kendimize sadık ve dürüst kaldığımız sürece 'yeni yollar keşfederiz'. Unutmayın ki insan olmak demek hep biraz eksik, biraz huzursuz, biraz arayışta olmak demektir. Sadece öldüğümüzde tamamlanacağız."
Kitabın son bölümünde tinsel bir şekilde var olma penceresini aralıyor Ferhat Jak İçöz. Burada da bizi esasında okuması ve üzerine düşünülmesi 'lezzetli' konular karşılıyor. Dolu dolu yaşamakla tıka basa doldurmak arasındaki farklar, fazla tutunmak yahut tutunamamak, anda kalmak, ikilemler ve çelişkiler, gündelik hayatta hapsolmak ve dayanılmaz bir hafiflikte yaşamak, potansiyelimizi gerçekleştirmek, değerler ve kendimizle ters düşmek, politik duruş, bilinçdışı, rüyalar, sonsuzluk, sonluluk, anlam, canlılık... Bu geniş bölümden, hem kitabın özeti gibi olan hem de günümüzün en sık 'duyulan' hastalığına da atıfla son derece canlı birkaç cümle aktarmak isterim: "Kendi arzumuza kulak verdiğimizde, kendimize ait ne varsa; nefretimiz, mükemmel olma isteğimiz, korkularımız, kaygılarımız, statü arzumuz veya başarısızlık korkumuz, hepsine sahip çıktığımızda hafifleriz. Depresif hissetmek, umutsuzluk gibi hallerimize kulak verdikçe canlılığımızı tekrar yakalarız. Zihnimizle değil, bütün varoluşumuzla seçtiğimizde sonrasında gelecek sorumluluk bir yük olmaktan çıkar. Kendimiz için anlamlı olanın peşinden gidince, sırf tanıdık olduğu için bize acı verenlere tutunmayı bırakınca, yaslarımızı tutacak alanı kendimize açınca ve hayatın getirdiklerine gözlerimizi açıp "bu da benim hayatım" deyip içimize derin bir nefes çekince dayanılmaz bir hafifliğe ulaşırız. Merak etmeyin, sonra da bu hafifliği kaybederiz. Önemli olan nasıl ağırlaştığımızı görebilmek ve sonra tekrar hafiflemeyi başarmak. Ve sonra tekrar kaybederiz ve bu döngüde yaşar gideriz."
Ferhat Jak İçöz'ün Doğan Novus etiketiyle çıkan kitabı Kendin Olmanın Dayanılmaz Hafifliği, ismiyle cismiyle insanı kendi gündemine taşıyan bir kitap. Tüm bu olup bitenlerden sağ salim çıkabilmek adına değerli meseleler barındırıyor, sonundaki okuma listesiyle yeni keşiflere ışık tutuyor. Sonuçlarla meşgul olmak yerine her daim elimizdekine bakmaktan yana bir tavır koyuyor.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
28 Şubat 2020 Cuma
Arayışa ve arınma ihtiyacına dair denemeler
Deneme okumayı ne kadar sevsem de son zamanlarda bu türden oldukça uzaklaştığımı fark ettim. Bunda hem son yıllarda farklı türlere yoğunlaşmam hem de Türk edebiyatında iyi deneme kitaplarının çok da yayımlanmaması etkili oldu.
Durup durup aynı yazarların kitaplarına yoğunlaşmak da bir yerden sonra bilinen bir yolu ezbere gitmek haline dönünce farklı bir arayışa girdim. İsmet Emre bu arayışım sonunda çıktı karşıma, iki kitabıyla: Turuncu Hüzünler ve Sular ve İnsanlar. Bu yazının konusu, Haziran 2019'da yayımlanan Sular ve İnsanlar kitabı olacaktır.
Şunu söylemek gerekir ki İsmet Emre velûd bir yazar. Bilimsel kitapları, romanları, öyküleri, şiirleri, denemeleriyle edebiyatın hemen her alanında eser vermiş bir akademisyen. İlk defa okuduğum yazarın bende bıraktığı intiba gayet olumlu oldu. Çok şey bilen, çok şey anlatmaya çalışan ve bunları bir lirizmle okura aktarmaya çalışan bir imaj oluşturdu İsmet Emre. Buradan Turuncu Hüzünler'e de bir kapı açmış oldum kendi açımdan.
Sular ve İnsanlar, Karakum Yayınevi etiketini taşıyor, iki kısımdan ve 112 sayfadan oluşuyor. Bunlardan ilki ve kitabın daha çok hacmini kaplayan kısmın ismi Sanat ve Edebiyat. Yirmi yedi denemeden oluşan bu bölümde, isminden de anlaşılacağı gibi yazarın edebiyat ağırlıklı olmak üzere fikirlerine vakıf oluyoruz. Geniş bir kapsamda oluşturmuş Emre bu yazıları. Yazı yazmanın insana ve yazara ne anlam ifade ettiğinden okumaya dair düşüncelerine, edebiyat ve siyaset ilişkisinden Malatya’yla ilgili bazı kültürel meselelere kadar geniş bir skala okuru karşılıyor. Hiçbir kanıtlama ihtiyacı duymadan, karşısındakiyle sohbet eder gibi, bir akademisyen olmasına rağmen denemelerinde bunun hissedilmediği bir tarzı var İsmet Emre’nin. Bu da elbette daha konforlu bir okuma imkânı sunuyor okura. Tabii bu daha kolay ve konforlu okuma imkânı kimseyi yanıltmasın, esaslı fikirleri var yazarın okuma-yazmaya dair. Okuma yazma eylemine kaçınılmaz olarak insan unsuru da girince gayet doyurucu denemeler çıkmış ortaya.
Yazı yazan, özellikle deneme yazan yazarları seviyorum. Çünkü bu yazarlar ne akademik veya bir araştırma kitabının kurallarıyla hareket etme zorunluluğu duyuyor ne de bir kurgu oluşturma ihtiyacı. Aklına takılan meseleleri, kanıt adlı o bilimsel ‘şey’e bulamadan gönlünden geldiği gibi anlatan deneme yazarları aslında bir şeyler arıyor: Varlığını, insanlığını… Aynı zamanda da bir arınma ihtiyacı duyuyor bu yazarlar. Bunu ister varoluşçu edebiyat bünyesinde yapsın ister başka bir tarzda yapsın, sonuç olarak bir arayışın ve arınma ihtiyacının görüldüğü tür oluyor deneme. En rahat ve günlük konulara değinenlerde dahi bu kıvılcımı görmek mümkün bence. İsmet Emre’de de bu durum var ve bunu daha ilk denemelerinde okurla paylaşıyor:
“Dünyayla arandaki köprüyü tamir ediyor yazı. Doğası itibariyle dünyaya sayısız bakma olanağı verdiği için, dünyayı bulunduğun mesafenin biraz daha berisinden seyretme olanağı verdiği için, kurumuş, kurumaya yüz tutmuş uçlarına hareketlilik verdiği ve duygusal tomurcuklanmaya imkân tanıdığı için insan eylemleri arasında, insan soyunun en çok ihtiyaç duyduğu eylem biçimlerinden biri yazmak… Ve onu terk ettiğimizde bedenimizi terk etmiş gibi oluyoruz.”
İnsan tipi olarak çok farklı ve ilginç bir toplumda yaşıyoruz. Gerek olaylar karşısındaki duruş ve tepkilerimizden gerekse düşünüş şeklimizden bunun emarelerini toplumda görmek mümkün. Okuma yazmayı sevenler açısından durum daha da ilginç bir hâl alıyor. Çevremizde, okuma yazmayla pek işi olmayanlarca fazla okuyanların ne maksatla okumayı sürdürdükleri bir merak konusudur. “Bu kadar okuyorsun da, bunlar ne işe yarayacak?”, “roman okumak sana ne kazandırır ki?” ya da “âşık mı oldun da şiir okuyorsun?” (ne alakaysa) gibi soruları, hayatının merkezine okuma yazmayı koymuş olanlar sıkça duymuştur. Burada benim durduğum yerle İsmet Emre’nin durduğu yer çok yakın. Dünya öyle bir noktaya geldi ki, maddi kazanç getirmeyecek (sadece para değil, şöhret, makam, mevki vb.) şeyler boş uğraş olarak görülüyor insanlarca. Maalesef ki bizim toplumumuz bunun en net örneğini gösteriyor. Bir menzile varış hesabında herkes, kimse yolda olmanın büyüsüne talip değil. Birçok kimse okumanın büyüsüne de talip değil. İsmet Emre de bu dertten mustarip olacak ki şöyle diyor Okumaya, Suya ve Hayata Dair adlı denemesinde:
“Okumanın, sürekli okumanın sizi nereye götüreceğini düşünüyorsunuz? Hiçbir yere. Bir yere gitmek istemiyorum zaten, sadece gitmeyi seviyorum, gitmenin kendisini, yalın hâlini. Bir yere varmaksa başka bir şey. Bir yere varmak için yürümenin hesabı kitabı var, benimse yok. Bir yere varmanın mantıkla akrabalığı var, benimse yok. işin doğrusu, hayat bir formülse, çözülmesi gereken şifreleri varsa, mantıktan ibaretse ben başak bir yerde yaşıyorum. Başka bir yerde, başka bir boyutta, başka bir zaman ve zeminde…”
Sonuçta, okumasa kendini kaybedecek bir yazar var karşımızda, ondan da okumayı dünyevi bir mantığa oturtmayı bekleyemezdik zaten.
İnsanın okuma yazmayla, kitapla, kitap kafelerle ilişkisi ilk bölümde bolca irdeleniyor. Ayrıca ilk bölümün en önemli denemesi, kitaba da adını veren Sular ve İnsanlar adlı denemedir. Emre burada insanı çeşitli sulara benzeterek mükemmel bir analoji yapmış. Kitap bu deneme için dahi okunur. Ayrıca edebiyatımızın bazı konulardaki eksikliklerine dair de sağlam eleştirileri var yazarın (örn: Çanakkale zaferinin edebiyatımızda yeterince yer almaması gibi). Klişe bir eleştiri konusu gibi dursa da İsmet Emre’nin satırlarında anlam kazanıyor eleştiri cümleleri, bir de bu durumu unutturmaktansa klişeye düşüp bu eleştiriyi yapmak daha onurluca diye düşünüyorum.
İkinci bölüm Kültür ve Edebiyat isminden oluşuyor. Bu bölüm hem sayfa hem de deneme sayısı olarak çok daha az kısımdan oluşuyor. On denemeden oluşan bu bölümde İsmet Emre edebiyatın toplumsal yönüne daha çok değiniyor. İlk bölümdeki yazıların aksine bu bölüm daha genel konulardan oluşuyor. İlk bölümdeki ayrıntıyı bu bölümde bulamayacaktır okur. Ayrıca bu bölüme eleştirilerini, lirik ve öznel değerlendirmelerindense daha ciddi denemelerini koymuş yazar. Elbette üslûbu değişmiyor yazarın, lirizm var ancak ilk bölümdeki gibi değil. Satirik anlatım da yoğun bu bölümde: “Güzel rüyalar görüyor, kötü sabahlara uyanıyoruz ne yazık ki! Yazık ki güzelliklerimiz rüya, çirkinliklerimiz gerçek oluyor!”
Okumayı seven kişilerin yolunun denemelerden geçtiğine inanıyorum. Aslında deneme geçilecek bir tür değil, her zaman elimizin altında olması gereken bir tür. Kasıntı, sanki makale yazar gibi oluşturulan ve bunların daha ciddiye alınacağı düşünülen denemelerdense daha serbest, daha dokunaklı ve daha hayatın içinden gelen denemelerdir kastettiğim, tıpkı İsmet Emre’ninkiler gibi. Herkes bu denemelere ekstra katkı sunabilir ya da eleştirileriyle farklı bir tartışma zemini açabilir. Zaten böyle olması gerekir. Benim de var farklı düşündüğüm konular bu kitaptakilerden. Fakat bu, denemeleri başarılı ve değerli bulduğumu gölgelemez; aksine bir düşünme kapısı açar okuyana.
Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10
Durup durup aynı yazarların kitaplarına yoğunlaşmak da bir yerden sonra bilinen bir yolu ezbere gitmek haline dönünce farklı bir arayışa girdim. İsmet Emre bu arayışım sonunda çıktı karşıma, iki kitabıyla: Turuncu Hüzünler ve Sular ve İnsanlar. Bu yazının konusu, Haziran 2019'da yayımlanan Sular ve İnsanlar kitabı olacaktır.
Şunu söylemek gerekir ki İsmet Emre velûd bir yazar. Bilimsel kitapları, romanları, öyküleri, şiirleri, denemeleriyle edebiyatın hemen her alanında eser vermiş bir akademisyen. İlk defa okuduğum yazarın bende bıraktığı intiba gayet olumlu oldu. Çok şey bilen, çok şey anlatmaya çalışan ve bunları bir lirizmle okura aktarmaya çalışan bir imaj oluşturdu İsmet Emre. Buradan Turuncu Hüzünler'e de bir kapı açmış oldum kendi açımdan.
Sular ve İnsanlar, Karakum Yayınevi etiketini taşıyor, iki kısımdan ve 112 sayfadan oluşuyor. Bunlardan ilki ve kitabın daha çok hacmini kaplayan kısmın ismi Sanat ve Edebiyat. Yirmi yedi denemeden oluşan bu bölümde, isminden de anlaşılacağı gibi yazarın edebiyat ağırlıklı olmak üzere fikirlerine vakıf oluyoruz. Geniş bir kapsamda oluşturmuş Emre bu yazıları. Yazı yazmanın insana ve yazara ne anlam ifade ettiğinden okumaya dair düşüncelerine, edebiyat ve siyaset ilişkisinden Malatya’yla ilgili bazı kültürel meselelere kadar geniş bir skala okuru karşılıyor. Hiçbir kanıtlama ihtiyacı duymadan, karşısındakiyle sohbet eder gibi, bir akademisyen olmasına rağmen denemelerinde bunun hissedilmediği bir tarzı var İsmet Emre’nin. Bu da elbette daha konforlu bir okuma imkânı sunuyor okura. Tabii bu daha kolay ve konforlu okuma imkânı kimseyi yanıltmasın, esaslı fikirleri var yazarın okuma-yazmaya dair. Okuma yazma eylemine kaçınılmaz olarak insan unsuru da girince gayet doyurucu denemeler çıkmış ortaya.
Yazı yazan, özellikle deneme yazan yazarları seviyorum. Çünkü bu yazarlar ne akademik veya bir araştırma kitabının kurallarıyla hareket etme zorunluluğu duyuyor ne de bir kurgu oluşturma ihtiyacı. Aklına takılan meseleleri, kanıt adlı o bilimsel ‘şey’e bulamadan gönlünden geldiği gibi anlatan deneme yazarları aslında bir şeyler arıyor: Varlığını, insanlığını… Aynı zamanda da bir arınma ihtiyacı duyuyor bu yazarlar. Bunu ister varoluşçu edebiyat bünyesinde yapsın ister başka bir tarzda yapsın, sonuç olarak bir arayışın ve arınma ihtiyacının görüldüğü tür oluyor deneme. En rahat ve günlük konulara değinenlerde dahi bu kıvılcımı görmek mümkün bence. İsmet Emre’de de bu durum var ve bunu daha ilk denemelerinde okurla paylaşıyor:
“Dünyayla arandaki köprüyü tamir ediyor yazı. Doğası itibariyle dünyaya sayısız bakma olanağı verdiği için, dünyayı bulunduğun mesafenin biraz daha berisinden seyretme olanağı verdiği için, kurumuş, kurumaya yüz tutmuş uçlarına hareketlilik verdiği ve duygusal tomurcuklanmaya imkân tanıdığı için insan eylemleri arasında, insan soyunun en çok ihtiyaç duyduğu eylem biçimlerinden biri yazmak… Ve onu terk ettiğimizde bedenimizi terk etmiş gibi oluyoruz.”
İnsan tipi olarak çok farklı ve ilginç bir toplumda yaşıyoruz. Gerek olaylar karşısındaki duruş ve tepkilerimizden gerekse düşünüş şeklimizden bunun emarelerini toplumda görmek mümkün. Okuma yazmayı sevenler açısından durum daha da ilginç bir hâl alıyor. Çevremizde, okuma yazmayla pek işi olmayanlarca fazla okuyanların ne maksatla okumayı sürdürdükleri bir merak konusudur. “Bu kadar okuyorsun da, bunlar ne işe yarayacak?”, “roman okumak sana ne kazandırır ki?” ya da “âşık mı oldun da şiir okuyorsun?” (ne alakaysa) gibi soruları, hayatının merkezine okuma yazmayı koymuş olanlar sıkça duymuştur. Burada benim durduğum yerle İsmet Emre’nin durduğu yer çok yakın. Dünya öyle bir noktaya geldi ki, maddi kazanç getirmeyecek (sadece para değil, şöhret, makam, mevki vb.) şeyler boş uğraş olarak görülüyor insanlarca. Maalesef ki bizim toplumumuz bunun en net örneğini gösteriyor. Bir menzile varış hesabında herkes, kimse yolda olmanın büyüsüne talip değil. Birçok kimse okumanın büyüsüne de talip değil. İsmet Emre de bu dertten mustarip olacak ki şöyle diyor Okumaya, Suya ve Hayata Dair adlı denemesinde:
“Okumanın, sürekli okumanın sizi nereye götüreceğini düşünüyorsunuz? Hiçbir yere. Bir yere gitmek istemiyorum zaten, sadece gitmeyi seviyorum, gitmenin kendisini, yalın hâlini. Bir yere varmaksa başka bir şey. Bir yere varmak için yürümenin hesabı kitabı var, benimse yok. Bir yere varmanın mantıkla akrabalığı var, benimse yok. işin doğrusu, hayat bir formülse, çözülmesi gereken şifreleri varsa, mantıktan ibaretse ben başak bir yerde yaşıyorum. Başka bir yerde, başka bir boyutta, başka bir zaman ve zeminde…”
Sonuçta, okumasa kendini kaybedecek bir yazar var karşımızda, ondan da okumayı dünyevi bir mantığa oturtmayı bekleyemezdik zaten.
İnsanın okuma yazmayla, kitapla, kitap kafelerle ilişkisi ilk bölümde bolca irdeleniyor. Ayrıca ilk bölümün en önemli denemesi, kitaba da adını veren Sular ve İnsanlar adlı denemedir. Emre burada insanı çeşitli sulara benzeterek mükemmel bir analoji yapmış. Kitap bu deneme için dahi okunur. Ayrıca edebiyatımızın bazı konulardaki eksikliklerine dair de sağlam eleştirileri var yazarın (örn: Çanakkale zaferinin edebiyatımızda yeterince yer almaması gibi). Klişe bir eleştiri konusu gibi dursa da İsmet Emre’nin satırlarında anlam kazanıyor eleştiri cümleleri, bir de bu durumu unutturmaktansa klişeye düşüp bu eleştiriyi yapmak daha onurluca diye düşünüyorum.
İkinci bölüm Kültür ve Edebiyat isminden oluşuyor. Bu bölüm hem sayfa hem de deneme sayısı olarak çok daha az kısımdan oluşuyor. On denemeden oluşan bu bölümde İsmet Emre edebiyatın toplumsal yönüne daha çok değiniyor. İlk bölümdeki yazıların aksine bu bölüm daha genel konulardan oluşuyor. İlk bölümdeki ayrıntıyı bu bölümde bulamayacaktır okur. Ayrıca bu bölüme eleştirilerini, lirik ve öznel değerlendirmelerindense daha ciddi denemelerini koymuş yazar. Elbette üslûbu değişmiyor yazarın, lirizm var ancak ilk bölümdeki gibi değil. Satirik anlatım da yoğun bu bölümde: “Güzel rüyalar görüyor, kötü sabahlara uyanıyoruz ne yazık ki! Yazık ki güzelliklerimiz rüya, çirkinliklerimiz gerçek oluyor!”
Okumayı seven kişilerin yolunun denemelerden geçtiğine inanıyorum. Aslında deneme geçilecek bir tür değil, her zaman elimizin altında olması gereken bir tür. Kasıntı, sanki makale yazar gibi oluşturulan ve bunların daha ciddiye alınacağı düşünülen denemelerdense daha serbest, daha dokunaklı ve daha hayatın içinden gelen denemelerdir kastettiğim, tıpkı İsmet Emre’ninkiler gibi. Herkes bu denemelere ekstra katkı sunabilir ya da eleştirileriyle farklı bir tartışma zemini açabilir. Zaten böyle olması gerekir. Benim de var farklı düşündüğüm konular bu kitaptakilerden. Fakat bu, denemeleri başarılı ve değerli bulduğumu gölgelemez; aksine bir düşünme kapısı açar okuyana.
Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10
Bir Türk başlığının tarihî serüveni
“Börk” kavramının etimolojik kökenleri üzerine bu hususta söz söyleme zahmetine katlanmış pek çok ismin ifadeleri ile açılıyor eser. Kelimenin kökenine ilişkin serdedilen belli başlı iddialardan biri de bürgü/bürme kökünden türetilmiş olması ihtimalidir. Tarihsel süreç içerisinde gerek kaleme alınmış ciddi yapıtlarda gerekse toplumsal hafızada börk kavramını karşılayan çok sayıda başlık adına rastlıyoruz.
Eserde de bu başlıkların neler olduğuna ilişkin kısa fakat bir o kadar da doyurucu-zihin açıcı beyanlarla karşılaşıyoruz. Sözgelimi, Mevlevî dervişlerinin başlarına iliştirdikleri külahların börkle olan yakınlığına daha evvel yazılmış sözlüklerdeki kullanımlar aracılığıyla ikna oluyoruz. Benzer biçimde üsküf, keçe, kalpak, takke gibi çeşitli başlıklarla börk arasında kuvvetli ilgiler kurma imkânı da sağlıyor bu eser.
Mehmet Kökrek, börkün salt bir başlık olarak Türk’ün hayatında yer etmediğini, kültürel bir zenginlik unsuru olarak yaygın şekilde var olduğunu örneklerle gözler önüne seriyor. Yazar, Selçuklu hükümdarlarından Melikşah’ın oğlu Berkyaruk’un isminin büyük ihtimalle yırtık börklü anlamına gelen Börkü Yaruk’tan dönüştüğü tezini ortaya atıyor. Börkün kavramsal olarak dipdiri durduğu atasözleri ve deyimlere de kısaca değinen Kökrek, okurlarına kültürel anlamda geniş imkânlar da açıyor (Taz keligi börkçigedir = Kelin geleceği yer takkeci dükkânıdır). Şahıs, soyadı ve lakaplarda da rast geldiğimiz börk kavramının ilk örneğine ise Manas Destanı’nda rastlıyoruz. Tarihî kayıtlarda Kayıp Han’ın kızının adı Karabörk olarak geçmektedir, mesela. Türk dil ve edebiyat tarihinin son derece mühim kaynaklarından biri olan Atabetü’l Hakayık'ta da börk kavramının kullanılmış olması epey dikkat çekici. İfadenin geçtiği dörtlüğün açılımı şöyledir:
Aslı güzel olan, adamın huyu güzel olur;
Güzel huylu adama gönül bağlanır.
Adamdan adama fark çoktur,
Fakat görünüşte hepsinin börkü vardır.
Tüm bu değiniler bir tarafa, şaman merasimleri sırasında kamların dualarında börkten bahsedildiğinden tutun da destanlara, Vehbî ve Bâkî divanlarına kadar nüfuz etmiş bir börk gerçeğini keşfetmek okuru epey şaşırtacak gibi görünüyor.
Börkçi esnafı tarafından börkçige adı verilen dükkânlarda ipek, keçe gibi malzemeler, ilk olarak batga isimli bir tahtanın üzerinde kesilir ve börk yangı biçiminde tabir edilen kâğıttan yahut çamurdan üretilmiş kalıplarla belli bir şekle sokulup kullanıma hazır hâle getirilirmiş. Börk geleneğinin üretim kademesinde mesai harcayan Osmanlı börkçüleri hakkında sahip olduğumuz bilgiler ise Evliya Çelebi’nin sunduklarından oluşuyor. Yeniçeri börkü ve üsküfü üreten yeniçeri börkçülerinin Orta Cami civarında on adet dükkâna sahip oldukları ve her dükkânda da altmış kişinin çalıştığı bilgisine ulaşıyoruz.
Kökrek, Türkler’ in İslâm’la şereflenmesini ayırıcı bir tarihsel hadise olarak değerlendirip börkün İslâmiyet öncesi ve sonrası kullanılışını iki ayrı başlıkta incelemiş. İslâm’la tanışan Türk’ün, İslâm kültürünün etkisiyle sarığı tanıma fırsatı bulduğunu belirten yazar, Müslüman olan Türkler’ in börkleri hakkında en geniş ve toplu bilgiye ulaşmak isteyen okurlarını yine Divânu Lügati’t Türk'e yönlendirir. Börk, yalnızca kültürel bir öge olarak Türk’ün hayatında var olmuş değil. Bunun yanında siyasî hâkimiyet göstergesi de aynı zamanda. Mağlup edilen meliklerin başındaki börke el konulması da zaferle dönen kişilerin börk verilerek taltif edilmesi de bununla ilintilidir. Osmanlı börklerinde kullanılan sorguçlar, turna teli, balıkçıl ve süpürge olmak üzere üç türlüydü. Yazar, süpürge sorguçların ortaya çıkış serüvenini açıklarken belgelere dayanmasa da rivayetlere başvurarak okurun dikkatini mevzuya yoğunlaştırıyor.
Yıldırım Bayezid döneminde Hacı Bektaş-ı Velî Türbesi’ne yapılan ziyaret esnasında yeniçeriler devekuşu tüylerinden süpürge yapıp türbeyi temizlemişler. Temizlik sonrası bir yeniçeri uğur getirmesi adına süpürgelerden birini başına iliştirmiş, bunu gören diğer ziyaretçiler de o tüylerle börklerini süsleyince süpürge sorguç takma âdeti oluşmuş. Her ne kadar rivayet bile olsa ciddiyetini ve ağırlığını elden bırakmayan bu tür anlatı tekniklerinin varlığı merakı da tetikler nitelikte görünüyor. Osmanlı devrinde kullanılan resmi börklerin incelendiği bölümde ise kızıl ve ak börkler, bunların tipolojisi ve hukuki prosedürü arasındaki farklar ve neyi temsil ettikleri, yeniçeri börkleri, ak börkün Bektaşiliğe nispet edilmesi gibi kültür tarihi açısından önemli meseleler birincil kaynaklar ışığında ele alınıyor. Börklerle ilgili bugün en tatmin edici bilgileri alabildiğimiz mezar taşlarına yer verilen katalog kısmında ise Edirne’de tespit edilen 100 adet börklü mezar taşının görselleri ve haklarında bilgiler bulunuyor.
Remzi Köpüklü
twitter.com/remzikopuklu
*Bu yazı daha evvel Kitabın Ortası dergisinde (Kasım 2019) yayınlanmıştır.
Eserde de bu başlıkların neler olduğuna ilişkin kısa fakat bir o kadar da doyurucu-zihin açıcı beyanlarla karşılaşıyoruz. Sözgelimi, Mevlevî dervişlerinin başlarına iliştirdikleri külahların börkle olan yakınlığına daha evvel yazılmış sözlüklerdeki kullanımlar aracılığıyla ikna oluyoruz. Benzer biçimde üsküf, keçe, kalpak, takke gibi çeşitli başlıklarla börk arasında kuvvetli ilgiler kurma imkânı da sağlıyor bu eser.
Mehmet Kökrek, börkün salt bir başlık olarak Türk’ün hayatında yer etmediğini, kültürel bir zenginlik unsuru olarak yaygın şekilde var olduğunu örneklerle gözler önüne seriyor. Yazar, Selçuklu hükümdarlarından Melikşah’ın oğlu Berkyaruk’un isminin büyük ihtimalle yırtık börklü anlamına gelen Börkü Yaruk’tan dönüştüğü tezini ortaya atıyor. Börkün kavramsal olarak dipdiri durduğu atasözleri ve deyimlere de kısaca değinen Kökrek, okurlarına kültürel anlamda geniş imkânlar da açıyor (Taz keligi börkçigedir = Kelin geleceği yer takkeci dükkânıdır). Şahıs, soyadı ve lakaplarda da rast geldiğimiz börk kavramının ilk örneğine ise Manas Destanı’nda rastlıyoruz. Tarihî kayıtlarda Kayıp Han’ın kızının adı Karabörk olarak geçmektedir, mesela. Türk dil ve edebiyat tarihinin son derece mühim kaynaklarından biri olan Atabetü’l Hakayık'ta da börk kavramının kullanılmış olması epey dikkat çekici. İfadenin geçtiği dörtlüğün açılımı şöyledir:
Aslı güzel olan, adamın huyu güzel olur;
Güzel huylu adama gönül bağlanır.
Adamdan adama fark çoktur,
Fakat görünüşte hepsinin börkü vardır.
Tüm bu değiniler bir tarafa, şaman merasimleri sırasında kamların dualarında börkten bahsedildiğinden tutun da destanlara, Vehbî ve Bâkî divanlarına kadar nüfuz etmiş bir börk gerçeğini keşfetmek okuru epey şaşırtacak gibi görünüyor.
Börkçi esnafı tarafından börkçige adı verilen dükkânlarda ipek, keçe gibi malzemeler, ilk olarak batga isimli bir tahtanın üzerinde kesilir ve börk yangı biçiminde tabir edilen kâğıttan yahut çamurdan üretilmiş kalıplarla belli bir şekle sokulup kullanıma hazır hâle getirilirmiş. Börk geleneğinin üretim kademesinde mesai harcayan Osmanlı börkçüleri hakkında sahip olduğumuz bilgiler ise Evliya Çelebi’nin sunduklarından oluşuyor. Yeniçeri börkü ve üsküfü üreten yeniçeri börkçülerinin Orta Cami civarında on adet dükkâna sahip oldukları ve her dükkânda da altmış kişinin çalıştığı bilgisine ulaşıyoruz.
Kökrek, Türkler’ in İslâm’la şereflenmesini ayırıcı bir tarihsel hadise olarak değerlendirip börkün İslâmiyet öncesi ve sonrası kullanılışını iki ayrı başlıkta incelemiş. İslâm’la tanışan Türk’ün, İslâm kültürünün etkisiyle sarığı tanıma fırsatı bulduğunu belirten yazar, Müslüman olan Türkler’ in börkleri hakkında en geniş ve toplu bilgiye ulaşmak isteyen okurlarını yine Divânu Lügati’t Türk'e yönlendirir. Börk, yalnızca kültürel bir öge olarak Türk’ün hayatında var olmuş değil. Bunun yanında siyasî hâkimiyet göstergesi de aynı zamanda. Mağlup edilen meliklerin başındaki börke el konulması da zaferle dönen kişilerin börk verilerek taltif edilmesi de bununla ilintilidir. Osmanlı börklerinde kullanılan sorguçlar, turna teli, balıkçıl ve süpürge olmak üzere üç türlüydü. Yazar, süpürge sorguçların ortaya çıkış serüvenini açıklarken belgelere dayanmasa da rivayetlere başvurarak okurun dikkatini mevzuya yoğunlaştırıyor.
Yıldırım Bayezid döneminde Hacı Bektaş-ı Velî Türbesi’ne yapılan ziyaret esnasında yeniçeriler devekuşu tüylerinden süpürge yapıp türbeyi temizlemişler. Temizlik sonrası bir yeniçeri uğur getirmesi adına süpürgelerden birini başına iliştirmiş, bunu gören diğer ziyaretçiler de o tüylerle börklerini süsleyince süpürge sorguç takma âdeti oluşmuş. Her ne kadar rivayet bile olsa ciddiyetini ve ağırlığını elden bırakmayan bu tür anlatı tekniklerinin varlığı merakı da tetikler nitelikte görünüyor. Osmanlı devrinde kullanılan resmi börklerin incelendiği bölümde ise kızıl ve ak börkler, bunların tipolojisi ve hukuki prosedürü arasındaki farklar ve neyi temsil ettikleri, yeniçeri börkleri, ak börkün Bektaşiliğe nispet edilmesi gibi kültür tarihi açısından önemli meseleler birincil kaynaklar ışığında ele alınıyor. Börklerle ilgili bugün en tatmin edici bilgileri alabildiğimiz mezar taşlarına yer verilen katalog kısmında ise Edirne’de tespit edilen 100 adet börklü mezar taşının görselleri ve haklarında bilgiler bulunuyor.
Remzi Köpüklü
twitter.com/remzikopuklu
*Bu yazı daha evvel Kitabın Ortası dergisinde (Kasım 2019) yayınlanmıştır.
23 Şubat 2020 Pazar
Kendi zindanında arınmış bir zihnin notları
Özgürlük için savaşanları hapsetmek büyük bir korkunun göstergesidir ve bu hapis müstakbel zaferin ayak sesidir. Dünya tarihinde örneğini çokça gördüğümüz tutuklu özgürlük savaşçılarının içinde Batı medeniyetini, Uzak Doğu ve İslam kültürünü onları meydana getiren dini, siyasi, ilmi ve estetik değerleriyle beraber yakından tanıması itibariyle özel bir yere sahip Aliya İzzetbegoviç. Entelektüel birikimi, keskin zekası ve güçlü iradesiyle çağının ihtiyaç duyduğu lider tipini en güçlü şekilde temsil etmiştir. Akif Emre kitaba yazdığı sunuş yazısında Aliya'yı "özgün bir lider ve düşünür prototipi" olarak tanımlarken içinde bulunduğu zor şartlar altında ortaya koyduğu fikirlerin çarpıcılına bakarak onun ne büyük bir mütefekkir olduğunu anlamanın mümkün olacağını ileri sürüyor.
Kendi önsözünde Aliya: "Okuyucunun göz atacağı (ve belki de okuyacağı) şey benim özgürlüğe kaçışımdır" diyor. Zindan, elbette sadece bedeni bir kısıtlamayı amaçlamıyor; esas itibariyle zihinsel ve duygusal bir yıpratma amaçlanıyor. İşte bu zihinsel hapisten okuyarak ve düşünerek kaçıyor Bilge Kral. Gizli gizli tuttuğu notları numaralandırarak tasnif ediyor. 1983-1988 yılları arasında hapiste geçirdiği beş yıl boyunca demokrasi, özgürlük, din, ahlak, kominizm, İslam gibi konular başta olmak üzere pek çok konuda fikir ortaya koyuyor. Bilge bir liderden bekleneceği gibi hapis hayatını bir çeşit arınma ve aydınlanma sürecine dönüştürüyor.
Bilge Kral'ın notlarında öne çıkan en önemli unsurlardan biri Hristiyanlık ve Roma tarihine ve tabi Avrupa tarihine derin ve objektif bir bakış geliştirmiş olması. O, Hristiyanlıkta bir estetik ve etik bakış buluyor ve Roma'nın yıkılışını bu estetik ve etikten uzaklaşmaya bağlıyor.
Medeniyet ve kültür kavramlarını da kendince tanımlıyor ve medeniyetin bilim ve teknikle birlikte ilerlediğini belirtirken kültürün din ve sanatla birlikte var olduğunu ifade ediyor. Bilimde bir tekamülün mümkün olduğunu ancak sanatta tekamül diye bir şey olamayacağını dile getiriyor. Bunu örneklerken Afrika'daki ilkel topluluklardan birinin yaptığı ahşap maskelerin estetik açıdan yirminci yüzyıl sanat otoritelerince oldukça beğenilmiş olmasını öne sürüyor. Yine Aristo'nun estetikle ilgili düşüncelerinin bugün bile geçerli olmasına rağmen bilimsel önermelerinin bugün oldukça saçma bulunması da Aliya'ya göre bu fikri destekliyor.
Darwin ve Michelangelo'yu da insanı ele alışları ya da alamayışları itibariyle eleştiriyor. Darwin insanı salt "beden" olarak ele almışken Michelangelo onu sadece "ruh" olarak görmüştür. Aliya ise insanın bu ikisinin terkibi olması hasebiyle bütün olarak incelenmesi gerektiğini düşünügor ve bu muhteşem terkibi ancak bir Tanrı'nın yaratmış olabileceğini de ekliyor.
Notların içinde resim, şiir, roman heykel gibi muhtelif sanatlara ilgili derin tahliller de var; komünizm, kapitalizm, nazizm gibi ideolojilere dair çıkarımlar da. Hatta Mustafa Kemal'in harf inkılabına dair görüşlerine de yer veriyor ve bu kararı kültürel bir yıkım olarak görüyor.
Okumak eylemiyle ilgili şöyle bir notu var Bilge Kral'ın: "Aşırı okuma bizi daha zeki kılmaz. Bazı insanlar kitapları basitçe 'yutarlar'... Bir arının poleni bala dönüştürmesinin 'dahili' çalışma ve zaman gerektirmesi gibi okuma da şahsi bir katkı gerektirir.". Bu dizeler onun okumasının derin bir tefekkür içerdiğini de gösteriyor.
Bir başka notunda: "Baharatın yemeğin yerini tutmaması gibi süsleme de muhtevanın yerini tutmaz. Bir kültürde muhteva çözülüp şekil halini alırsa bu durumda kesinlikle o kültürün çöküşüne ve yokoluşuna şahit oluyoruz demektir." diyerek kültürlerin yok olma sebeplerini de açıklıyor. Bu durum Roma İmparatorluğu'nda da geçerli Osmanlı İmparatorluğu'nda da.
Aristo'yla Beydeba'yı, Freud'la İbnü'l-Arabî'yi, İncil'le Kuran'ı aynı objektif bakışla okuyabilen; Hristiyanlık ve İslam'a aynı objektif bakışla yaklaşabilen; komünizm ve kapitalizme karşı İslam'ı aynı gerçekçi ve objektif izahlarla savunavilen asil ve güçlü bir irade. İyi okumalar…
Erhan Çamurcu
erhan.hoca.55@hotmail.com
Kendi önsözünde Aliya: "Okuyucunun göz atacağı (ve belki de okuyacağı) şey benim özgürlüğe kaçışımdır" diyor. Zindan, elbette sadece bedeni bir kısıtlamayı amaçlamıyor; esas itibariyle zihinsel ve duygusal bir yıpratma amaçlanıyor. İşte bu zihinsel hapisten okuyarak ve düşünerek kaçıyor Bilge Kral. Gizli gizli tuttuğu notları numaralandırarak tasnif ediyor. 1983-1988 yılları arasında hapiste geçirdiği beş yıl boyunca demokrasi, özgürlük, din, ahlak, kominizm, İslam gibi konular başta olmak üzere pek çok konuda fikir ortaya koyuyor. Bilge bir liderden bekleneceği gibi hapis hayatını bir çeşit arınma ve aydınlanma sürecine dönüştürüyor.
Bilge Kral'ın notlarında öne çıkan en önemli unsurlardan biri Hristiyanlık ve Roma tarihine ve tabi Avrupa tarihine derin ve objektif bir bakış geliştirmiş olması. O, Hristiyanlıkta bir estetik ve etik bakış buluyor ve Roma'nın yıkılışını bu estetik ve etikten uzaklaşmaya bağlıyor.
Medeniyet ve kültür kavramlarını da kendince tanımlıyor ve medeniyetin bilim ve teknikle birlikte ilerlediğini belirtirken kültürün din ve sanatla birlikte var olduğunu ifade ediyor. Bilimde bir tekamülün mümkün olduğunu ancak sanatta tekamül diye bir şey olamayacağını dile getiriyor. Bunu örneklerken Afrika'daki ilkel topluluklardan birinin yaptığı ahşap maskelerin estetik açıdan yirminci yüzyıl sanat otoritelerince oldukça beğenilmiş olmasını öne sürüyor. Yine Aristo'nun estetikle ilgili düşüncelerinin bugün bile geçerli olmasına rağmen bilimsel önermelerinin bugün oldukça saçma bulunması da Aliya'ya göre bu fikri destekliyor.
Darwin ve Michelangelo'yu da insanı ele alışları ya da alamayışları itibariyle eleştiriyor. Darwin insanı salt "beden" olarak ele almışken Michelangelo onu sadece "ruh" olarak görmüştür. Aliya ise insanın bu ikisinin terkibi olması hasebiyle bütün olarak incelenmesi gerektiğini düşünügor ve bu muhteşem terkibi ancak bir Tanrı'nın yaratmış olabileceğini de ekliyor.
Notların içinde resim, şiir, roman heykel gibi muhtelif sanatlara ilgili derin tahliller de var; komünizm, kapitalizm, nazizm gibi ideolojilere dair çıkarımlar da. Hatta Mustafa Kemal'in harf inkılabına dair görüşlerine de yer veriyor ve bu kararı kültürel bir yıkım olarak görüyor.
Okumak eylemiyle ilgili şöyle bir notu var Bilge Kral'ın: "Aşırı okuma bizi daha zeki kılmaz. Bazı insanlar kitapları basitçe 'yutarlar'... Bir arının poleni bala dönüştürmesinin 'dahili' çalışma ve zaman gerektirmesi gibi okuma da şahsi bir katkı gerektirir.". Bu dizeler onun okumasının derin bir tefekkür içerdiğini de gösteriyor.
Bir başka notunda: "Baharatın yemeğin yerini tutmaması gibi süsleme de muhtevanın yerini tutmaz. Bir kültürde muhteva çözülüp şekil halini alırsa bu durumda kesinlikle o kültürün çöküşüne ve yokoluşuna şahit oluyoruz demektir." diyerek kültürlerin yok olma sebeplerini de açıklıyor. Bu durum Roma İmparatorluğu'nda da geçerli Osmanlı İmparatorluğu'nda da.
Aristo'yla Beydeba'yı, Freud'la İbnü'l-Arabî'yi, İncil'le Kuran'ı aynı objektif bakışla okuyabilen; Hristiyanlık ve İslam'a aynı objektif bakışla yaklaşabilen; komünizm ve kapitalizme karşı İslam'ı aynı gerçekçi ve objektif izahlarla savunavilen asil ve güçlü bir irade. İyi okumalar…
Erhan Çamurcu
erhan.hoca.55@hotmail.com
20 Şubat 2020 Perşembe
Cioran yara açıyor okurda, yumruk gibi iniyor sözleri
Hakikat ve tarih… Cioran’ın felsefi denemelerinde üzerinde en çok durduğu kavramların başında geliyor. Tabii hakikate eklemlenmiş olarak gelen anlam/anlamsızlık halini de bu hesaba katabiliriz. Çağın uykusuz ve deli filozofunun aklını ve uykularını niye kaybettiğinin somut örnekleri belki de bu konudaki görüşlerinde saklı. Kimilerine göre ters bir tarih anlayışına sahip olsa da ve kimilerine göre hakikat çabası onu anlamsız konuştursa da içinde bir çelişki barındırmıyor. Çünkü o bir 20. yüzyıl filozofu ve baktığı yer de yaşadığı yüzyılın getirdiği hayat tarzının tersinden olabiliyor (kendisinin de ters olduğu onu okuyan herkesin malumu). Fakat ‘gerçeği’ de kendisinde nefes darlığı yapacak kadar önemsiyor. Gerçeği önemsiyor ancak ‘uyanık’ olma ve ‘hakikat’ ona göre bu tarz bir hayatın içinden geçerek gelecekse, bunun kimseye faydası olmayacak, ne bireye ne de topluma. Çünkü Cioran devingenlikle gelen bir tarihsel hakikatin peşinde değil. Ona göre bu bir çürüme. Üstelik toplumun geleceğini de mahvedecek bir çürüme. Tarihin dışına çıkarak yapılacak özveri ise fert ve toplum olarak yaşamamızı devam ettirecek, var olma sebeplerimizi muhafaza edecek bir durum. Çünkü ancak bu şekilde devingenliği aşarak, ‘sürekli yenilik’ fikrinden cayabiliriz. ‘Durağanlığın tekeli’ni bırakmak intihar olacaktır:
“Arkaik toplumlar çok uzun ömürlü olmuştu, çünkü sürekli birtakım hayali imgeler önünde secde etme ve durmadan yenilik yapma hevesinden bihaberdiler. Her nesilde kutsallarını değiştiren toplumların tarihte uzun ömürlü olmasını beklemek mümkün değil. Antik Yunan ve modern Avrupa aşırıya kaçan tanrı ve tanrı muadilleri tüketimi yüzünden ve dönüşüm tamahkârlığı sonucu erken ölen uygarlıklara örnektir. Çin ve Eski Mısır ise muhteşem bir donuklukla binlerce yıl yuvarlanıp gitmişlerdir. Batı’yla temas etmeden önce Afrika toplumları da öyleydi. Şimdi onlar da tehdit altında, çünkü başka bir ritmi benimsediler.”
İnsan bu zamanda kıstırılmış bir varlıktır. Çoğu filozofa göre bu kıstırılmışlık hem maddi hem de manevi bir kıstırılmışlık halinde insanın hem duygularına hem de aklına yöneliktir. Hatta bazı filozoflara göre bunun da ilerisinde, insan bir simülasyon çağında yaşar (Baudrillard). Bundan kurtulmanın yolu da ileriye bir atılım yapmaktan geçer. Yani var olan şartlardan ziyade bilinmeyene atılmak, belki de uçurumu görmek. Cioran’a göre bu gerekli bir durum çünkü bilincimizin seviye atlaması için bu değişikliği göze almamız şart. Ancak burada da yine Cioran’ın ‘delilikleri’ giriyor işin içine. İnsanı adeta kendi kendini öğüten bir değirmen olarak görüyor diyebiliriz. Bir şeyin fazlalığının insanın ruhunu öldüreceğini bilecek kadar gözü açık; ancak her iyilikteki kötülüğü görecek kadar da gerçekçi. Şairin “insanlar bir arada / neden iki insan yok / nerede yin, nerede yang? / the two and the one” demesi gibi:
“…Tehlikeye atılmayı göze almadan daha yüksek bir bilinç seviyesine erişilmiyor, tıpkı kimi hayırlı zorunluluklardan hiç zarar görmeden kurtulamadığımız gibi. Öte yandan, bilincin fazlası bilinci artırırsa da, yine meşum ama tersi yönde işleyen bir başka olgu, özgürlüğün fazlası, mutlaka özgürlüğü öldürür. İşte bu nedenle, hangi alanda olursa olsun, bir kurtuluş hareketi hem ileriye doğru bir adım hem de çöküşün fitilidir.”
Yani aslında Cioran’a göre de “insan ziyandadır”. Boğucu hakikatlerle kurtarıcı düzenbazlıklardan başka bir seçeneği de yoktur.
Yazara göre insan, ‘köklerinden çürümüş’, ‘doğaüstü bir enkaz halinde’, ‘kangren olmuş’, ‘halüsinasyona kapılmış kuklalar’ gibi yaşamını sürdürüyor. Çünkü insan, ‘tarihin daha başındayız’ diyenleri yanıltacak bir durumda, tarihin sonuna gelmiş vaziyette. ‘Son’ fikri, daha doğrusu tarihin sonu fikri Cioran’da olumsuz bir anlam taşıyor. Çünkü yazar, insanın bir sona hazır olmadığının bilincinde. Ona göre ütopistler bile ‘son’ fikrinden öyle çekiniyorlar ki herhangi bir gelecek tasavvuru bulundurmuyorlar tahayyüllerinde. Geleceksiz, zamanın dağılmış bir halde bulunduğu bir durum ütopistlerin de tasavvur ettiği.
Tarihi insandan bağımsız ele alan yazar aslında bu durumun sonradan ortaya çıktığı fikrinde. Ona göre ipin ucu kaçtı artık. Tarih, bağımsız bir vaziyette varlığını sürdürüyor ve sona doğru yaklaşıyor. Bunun getirileri yazara göre son derece müphem, bilinemez. Tıpkı tarihle ilgili bazı kritik noktaları belirleyemeyeceğimiz gibi. Örneğin tarihin tepe noktasını:
“Tepe noktası ne zamandı? Ve neredeydi doruk? Eski Yunan’ın ilk yüzyılları mı, ya da Hindistan mı, Çin mi veya Batı’nın hangi zamanı? Fazlasıyla kişisel tercihler ileri sürmeden bir kara vermek imkânsız. Her halükârda, şurası aşikâr: İnsan bugüne kadar verebileceğinin en iyisini verdi ve şayet yeni uygarlıkların ortaya çıkışına tanık olmamız gerekecekse bile, bunların antik uygarlıklarla, hatta modernlerle dahi aşık atamayacağı kesin. Üstelik herkes için bir zorunluluk ve kaçınılmaz plan biçimi alan sonun bulaşıcılığından onlar da kaçamayacaklar.”
Cioran’ın pasajlarında kurduğu genel üçlü ‘tarih-tarihin sonu ve insan’dan oluşuyor. ‘Son’un verdiği duygu ve tarih ilişkisiyle beraber insanın buradaki rolünü, insana acımadan, adeta vura vura inceliyor. Sanki “…doğrusu o, çok zalim ve çok cahildir” (Ahzâb, 72) ayetini savunurcasına, kitapta incelediği tarih ve insan ilişkisine farklı bir boyut getiriyor. İnsan, aslında yapıp ettiklerinin sonucunu yaşıyordur. Yaşam karşıtıdır, bozguncudur. Cioran’ın insan hakkında dediklerinin birçoğu modern zaman insanını karşılamasına rağmen her çağın insanı da ondan nasibini alıyor. Ancak ‘bu insan’dan kurtulmak mümkün mü? Doğanın dileği bu yazara göre:
“…Böylece doğa da gülümsemesi bile tahripkâr bu bozguncudan, zorla içinde barındırdığı bu yaşam-karşıtından, köleleştirmek ve küçük düşürüp lekelemek için gizlerini çalan bu yağmacıdan kurtulmuş olurdu.”
Şimdiye kadar bahsettiğim kitap, Cioran’ın yeni neşredilen ne Metis Yayınları etiketi taşıyan Parçalanma kitabıdır. Cioran bu kitabı 1979 yılında yazmış. Yani yazarın son dönem kitaplarından biri diyebiliriz. 156 sayfadan oluşuyor. Cioran okumak zordur ve bu kitap da Cioran külliyatı içinde sayfa sayısı olarak üstlerdedir ancak Çürümenin Kitabı gibi bir okuma yoğunluğu da içermiyor. Çünkü kitabı oluşturan parçaların uzunluğu çok fazla değil. Özellikle ilk dört bölüm, yani İki Hakikat, Hatırat Meraklısı, Tarihten Sonra ve Vahametin Aciliyeti (yukarıda bahsettiğim kısımlar) kendi içinde ve birbirleri arasında daha tutarlıyken kitabın çok daha büyük kısmını oluşturan Vertigo Taslakları çok daha kısa aforizmalardan oluşuyor (Burukluk kitabında olduğu gibi). Bu yüzden de bu kitabı okumak çok zorlamıyor okuru.
Cioran’ın biyografisine veya söyleşilerine baktığımızda onun uykusuz bir hayat sürdüğünü görebiliriz. Vertigo Taslakları’nın da böyle uykusuz bir halin, bir baş dönmesi halinin ürünleri olduğunu düşünüyorum. Fakat aforizmalardan oluşsa da Cioran’ın zekâsının, bilgeliğinin (evet bilgeliğinin), hiciv yeteneğinin en saf ve keskin halini görürüz. Nihilizme ve tasavvufa, ateizme ve Tanrı’ya aynı anda yaklaşabilen felsefi düşünceler söz konusu bu bölümde. Aynı zamanda ironi-mizah da Cioran’ın özellikle kısa aforizmalarında bol bol kendini gösteriyor: “Benim misyonum zaman öldürmek, zamanınki ise beni öldürmek. Katil katile gayet memnunuz halimizden.”
"İnsanı ısıran ve sokan kitaplar okumalıyız. Okuduğumuz kitap bir yumruk indirerek bizi uyandırmıyorsa ne işe yarar?" diyor Kafka. Cioran ise kitaplar yaraları kanırtmalı, hatta yeni yaralar açmalı, "kitap tehlike arz etmeli" diyor yazıya konu olan kitabında. Aynı zamanda kendi kitabının da bir özelliğini söylüyor okura. Cioran yara açıyor okurda, bir yumruk gibi iniyor onun söyledikleri okurun beynine. Parçalanma da hem bunu sağlarken hem de mistik cümleleriyle farklı bir kapı daha açıyor okura. Yani yazarın önceki kitaplarını bilenler, bu kitapta bildikleri Cioran’ın yanında bilmedikleri yeni bir Cioran da keşfedeceklerdir.
Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10
“Arkaik toplumlar çok uzun ömürlü olmuştu, çünkü sürekli birtakım hayali imgeler önünde secde etme ve durmadan yenilik yapma hevesinden bihaberdiler. Her nesilde kutsallarını değiştiren toplumların tarihte uzun ömürlü olmasını beklemek mümkün değil. Antik Yunan ve modern Avrupa aşırıya kaçan tanrı ve tanrı muadilleri tüketimi yüzünden ve dönüşüm tamahkârlığı sonucu erken ölen uygarlıklara örnektir. Çin ve Eski Mısır ise muhteşem bir donuklukla binlerce yıl yuvarlanıp gitmişlerdir. Batı’yla temas etmeden önce Afrika toplumları da öyleydi. Şimdi onlar da tehdit altında, çünkü başka bir ritmi benimsediler.”
İnsan bu zamanda kıstırılmış bir varlıktır. Çoğu filozofa göre bu kıstırılmışlık hem maddi hem de manevi bir kıstırılmışlık halinde insanın hem duygularına hem de aklına yöneliktir. Hatta bazı filozoflara göre bunun da ilerisinde, insan bir simülasyon çağında yaşar (Baudrillard). Bundan kurtulmanın yolu da ileriye bir atılım yapmaktan geçer. Yani var olan şartlardan ziyade bilinmeyene atılmak, belki de uçurumu görmek. Cioran’a göre bu gerekli bir durum çünkü bilincimizin seviye atlaması için bu değişikliği göze almamız şart. Ancak burada da yine Cioran’ın ‘delilikleri’ giriyor işin içine. İnsanı adeta kendi kendini öğüten bir değirmen olarak görüyor diyebiliriz. Bir şeyin fazlalığının insanın ruhunu öldüreceğini bilecek kadar gözü açık; ancak her iyilikteki kötülüğü görecek kadar da gerçekçi. Şairin “insanlar bir arada / neden iki insan yok / nerede yin, nerede yang? / the two and the one” demesi gibi:
“…Tehlikeye atılmayı göze almadan daha yüksek bir bilinç seviyesine erişilmiyor, tıpkı kimi hayırlı zorunluluklardan hiç zarar görmeden kurtulamadığımız gibi. Öte yandan, bilincin fazlası bilinci artırırsa da, yine meşum ama tersi yönde işleyen bir başka olgu, özgürlüğün fazlası, mutlaka özgürlüğü öldürür. İşte bu nedenle, hangi alanda olursa olsun, bir kurtuluş hareketi hem ileriye doğru bir adım hem de çöküşün fitilidir.”
Yani aslında Cioran’a göre de “insan ziyandadır”. Boğucu hakikatlerle kurtarıcı düzenbazlıklardan başka bir seçeneği de yoktur.
Yazara göre insan, ‘köklerinden çürümüş’, ‘doğaüstü bir enkaz halinde’, ‘kangren olmuş’, ‘halüsinasyona kapılmış kuklalar’ gibi yaşamını sürdürüyor. Çünkü insan, ‘tarihin daha başındayız’ diyenleri yanıltacak bir durumda, tarihin sonuna gelmiş vaziyette. ‘Son’ fikri, daha doğrusu tarihin sonu fikri Cioran’da olumsuz bir anlam taşıyor. Çünkü yazar, insanın bir sona hazır olmadığının bilincinde. Ona göre ütopistler bile ‘son’ fikrinden öyle çekiniyorlar ki herhangi bir gelecek tasavvuru bulundurmuyorlar tahayyüllerinde. Geleceksiz, zamanın dağılmış bir halde bulunduğu bir durum ütopistlerin de tasavvur ettiği.
Tarihi insandan bağımsız ele alan yazar aslında bu durumun sonradan ortaya çıktığı fikrinde. Ona göre ipin ucu kaçtı artık. Tarih, bağımsız bir vaziyette varlığını sürdürüyor ve sona doğru yaklaşıyor. Bunun getirileri yazara göre son derece müphem, bilinemez. Tıpkı tarihle ilgili bazı kritik noktaları belirleyemeyeceğimiz gibi. Örneğin tarihin tepe noktasını:
“Tepe noktası ne zamandı? Ve neredeydi doruk? Eski Yunan’ın ilk yüzyılları mı, ya da Hindistan mı, Çin mi veya Batı’nın hangi zamanı? Fazlasıyla kişisel tercihler ileri sürmeden bir kara vermek imkânsız. Her halükârda, şurası aşikâr: İnsan bugüne kadar verebileceğinin en iyisini verdi ve şayet yeni uygarlıkların ortaya çıkışına tanık olmamız gerekecekse bile, bunların antik uygarlıklarla, hatta modernlerle dahi aşık atamayacağı kesin. Üstelik herkes için bir zorunluluk ve kaçınılmaz plan biçimi alan sonun bulaşıcılığından onlar da kaçamayacaklar.”
Cioran’ın pasajlarında kurduğu genel üçlü ‘tarih-tarihin sonu ve insan’dan oluşuyor. ‘Son’un verdiği duygu ve tarih ilişkisiyle beraber insanın buradaki rolünü, insana acımadan, adeta vura vura inceliyor. Sanki “…doğrusu o, çok zalim ve çok cahildir” (Ahzâb, 72) ayetini savunurcasına, kitapta incelediği tarih ve insan ilişkisine farklı bir boyut getiriyor. İnsan, aslında yapıp ettiklerinin sonucunu yaşıyordur. Yaşam karşıtıdır, bozguncudur. Cioran’ın insan hakkında dediklerinin birçoğu modern zaman insanını karşılamasına rağmen her çağın insanı da ondan nasibini alıyor. Ancak ‘bu insan’dan kurtulmak mümkün mü? Doğanın dileği bu yazara göre:
“…Böylece doğa da gülümsemesi bile tahripkâr bu bozguncudan, zorla içinde barındırdığı bu yaşam-karşıtından, köleleştirmek ve küçük düşürüp lekelemek için gizlerini çalan bu yağmacıdan kurtulmuş olurdu.”
Şimdiye kadar bahsettiğim kitap, Cioran’ın yeni neşredilen ne Metis Yayınları etiketi taşıyan Parçalanma kitabıdır. Cioran bu kitabı 1979 yılında yazmış. Yani yazarın son dönem kitaplarından biri diyebiliriz. 156 sayfadan oluşuyor. Cioran okumak zordur ve bu kitap da Cioran külliyatı içinde sayfa sayısı olarak üstlerdedir ancak Çürümenin Kitabı gibi bir okuma yoğunluğu da içermiyor. Çünkü kitabı oluşturan parçaların uzunluğu çok fazla değil. Özellikle ilk dört bölüm, yani İki Hakikat, Hatırat Meraklısı, Tarihten Sonra ve Vahametin Aciliyeti (yukarıda bahsettiğim kısımlar) kendi içinde ve birbirleri arasında daha tutarlıyken kitabın çok daha büyük kısmını oluşturan Vertigo Taslakları çok daha kısa aforizmalardan oluşuyor (Burukluk kitabında olduğu gibi). Bu yüzden de bu kitabı okumak çok zorlamıyor okuru.
Cioran’ın biyografisine veya söyleşilerine baktığımızda onun uykusuz bir hayat sürdüğünü görebiliriz. Vertigo Taslakları’nın da böyle uykusuz bir halin, bir baş dönmesi halinin ürünleri olduğunu düşünüyorum. Fakat aforizmalardan oluşsa da Cioran’ın zekâsının, bilgeliğinin (evet bilgeliğinin), hiciv yeteneğinin en saf ve keskin halini görürüz. Nihilizme ve tasavvufa, ateizme ve Tanrı’ya aynı anda yaklaşabilen felsefi düşünceler söz konusu bu bölümde. Aynı zamanda ironi-mizah da Cioran’ın özellikle kısa aforizmalarında bol bol kendini gösteriyor: “Benim misyonum zaman öldürmek, zamanınki ise beni öldürmek. Katil katile gayet memnunuz halimizden.”
"İnsanı ısıran ve sokan kitaplar okumalıyız. Okuduğumuz kitap bir yumruk indirerek bizi uyandırmıyorsa ne işe yarar?" diyor Kafka. Cioran ise kitaplar yaraları kanırtmalı, hatta yeni yaralar açmalı, "kitap tehlike arz etmeli" diyor yazıya konu olan kitabında. Aynı zamanda kendi kitabının da bir özelliğini söylüyor okura. Cioran yara açıyor okurda, bir yumruk gibi iniyor onun söyledikleri okurun beynine. Parçalanma da hem bunu sağlarken hem de mistik cümleleriyle farklı bir kapı daha açıyor okura. Yani yazarın önceki kitaplarını bilenler, bu kitapta bildikleri Cioran’ın yanında bilmedikleri yeni bir Cioran da keşfedeceklerdir.
Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10
Görünenler ve gerçekler arasında modern çağın putları
Güneşin ve yağmur damlalarının orada olduğunu fakat gökkuşağının olmadığını kabul ettiren bilgi mutsuz mu eder? Bilmenin ayrı bir hazzı mı vardır? Gökkuşağına her bakışta, baktığın açıya göre var olduğunun tadı mı çıkartılır? Gökkuşağının orada olmaması yokluk mudur? Yoksa görünür olanın sana ait ve özel olması daha değerli bir varlık mıdır?
Ketebe tarafından yayımlanan, Orhan Tuncay’ın oldukça başarılı bir öz ile Türkçe’ye çevirdiği Görünüşleri Kurtarmak, Owen Barfield’ın birinci bölümde ortaya koyduğu “gökkuşağı analojisi” ile okuru etkiliyor.
Kitabın bir metafizik gerçeklik kuramı ortaya koyduğuna ikna olup kaygan da olsa bir zeminde toplayabilir diye düşünmeye başlamışken; yazar, bunu kitap içerisinde defaatle reddediyor. Gerçeğin derdinde olmak ya da gerçeğin ne olduğu ile ilgili iddialı kelam etmek yerine, bilincin zaman içerisindeki evrimini anlamaya çalışmış denilebilir. Bir doğru var ise şayet, insanın henüz birikmemiş bilgideki görüntülerinin gerçek; şu an görülenlerin, birikmiş bilginin putları olduğudur. Bu cümlelerden bakınca oldukça karmaşık bir ifade dizimi yapıyor gibiyiz zira kitabın da taze kavrulmuş leblebi olduğu söylenemez. Demir gibi bir lokmayı, demir çiğnemiş dişlerimizden kalan sesle dile dökebilmekteyiz.
Yazarın alt başlık olarak aldığı “putperestlik üzerine bir çalışma” ifadesi ise zamanımıza kadar biriken bilgiyle görüntülere putlar taktığı için asıl suretleri göremediğimizle alakalı bir ön hazırlık olsa gerek. Bir örnek vermeden şekillenemeyecek görülen konu şudur: Hayal edin! Issız bir çayırda uzandınız. Bülbül ötüyor. Dünyalar güzeli bir kuşun, dünyalar güzeli sesi... Tanıdık bir ses. Gülümsetiyor. Tekrar hayal edin! İlk insansınız! Çayırdasınız! Henüz geldiniz dünyaya. Bülbül ötüyor! Güzel tanımı kodlu değil; korku, merak, endişe… Yani bugünün dünyasında bir ses duyduğunuzda sadece duymuyorsunuz. Duyduğunuz bu sesi aynı zamanda görüyor, tadıyor, kokluyor, sese dokunuyor olmanız, sizin aslında ses ile ilgili gerçekliğinizin bilgilerinizin önyargısında olduğunun ispatıdır. Zihinsel alışkanlıklar ile akışkanlık kazanan bu bilgileri kolektif temsiller olarak adlandıran yazar; gökkuşağının olmadığı dünyanın da olmadığı anlamına gelmez fakat; “ya bu kolektif temsiller nesiller boyu süren alışkanlıklar olarak, zannettiğimizden daha çoksa” diye bir soru bırakmadan da edemiyor zihnimize. Korkunç ve heyecan verici bir şüphe! Böylece Levy Buruhl’ın “ilkel olanlar da bizim gözlerimizle görürler ama bizim gibi algılamazlar” sonucuna varıyor.
Galile’nin kilise ile arasını bozan “motomot olma” konusunu; Herakleitos’un iki kez yıkanılmayan suyunu; Platon’un tüm bilimsel verilere hipotez gözü ile bakmamız gerektiği uyarısını; “bilgi yoktur, olsa da bilemezdik, bilsek de aktaramazdık” diye bağrışsa da makbul olmayan adamları; “fiziğin teorileri sadece fenomenleri anlamaya yarar” diyenleri düşündürürken, yüzyıllar öncesinden ayın hangi köşesinden karararak hangi tarihte tutulacağını bilen bir bilim gerçeğini de elden bırakmıyor.
Kolektif temsilleri, ortaçağ ortamında ve sonrasındaki gelişmeleri, Greko-Romen çağın zihin ve hareketlerini de konu dahlinde etüt ediyor kitap. Diller ile ilgili ise biraz geriye gidince her kelimede ulaşılan bir sesin varlığı üzerine duruyor ki bir parça J. J. Rousseau’nun “Dillerin Kökeni Üzerine”den esinli anlattığı hissedilmiyor değil. Sonlara doğru “İsrail” diye bir bölüm ile Yahudiliği; bu fenomenler üzerine düşünmeyi, Tanrı ile ilgili Platonik duyguya bağlayan tek din gibi bir iddia ile Yunan veya Ortaçağ’ın karşısına koyuluyor. Putun yasaklanmasını keza Musa ile başladı ve son buldu algısına çekiyor. Katılım karşıtlığını da bu algının devamında yine Yahudi ırkına özel kılıyor. Böylece Animalist inancın temsilcisi olarak evrenin tamamını canlı görmeyi İsrail dininin tekeline veriyor. Oysa Kuran, “Göklerdeki ve yerdeki her şey Allah’ı tespih etmektedir.” (59:1) diyor.
Şükürler olsun ki biz kitapların sonuçsuz olanlarını severiz ve şükürler olsun ki J. P. Sartre’ın da dediği gibi “insan özgürlüğe mahkum bir varlıktır”. Bu yüzden, bu bahsi geçen insan, orijinal katılımı ortadan kaldırıp saf beyin aktivitesine geçebilir veya şaraba bakıp üzümü, yoka bakıp varı görmenin tadını çıkartmayı da seçebilir. Marifet nerede olduğunda değil nerede olduğunu bilmesindedir.
Mavi Çınar
the.blue.gaia@gmail.com
Ketebe tarafından yayımlanan, Orhan Tuncay’ın oldukça başarılı bir öz ile Türkçe’ye çevirdiği Görünüşleri Kurtarmak, Owen Barfield’ın birinci bölümde ortaya koyduğu “gökkuşağı analojisi” ile okuru etkiliyor.
Kitabın bir metafizik gerçeklik kuramı ortaya koyduğuna ikna olup kaygan da olsa bir zeminde toplayabilir diye düşünmeye başlamışken; yazar, bunu kitap içerisinde defaatle reddediyor. Gerçeğin derdinde olmak ya da gerçeğin ne olduğu ile ilgili iddialı kelam etmek yerine, bilincin zaman içerisindeki evrimini anlamaya çalışmış denilebilir. Bir doğru var ise şayet, insanın henüz birikmemiş bilgideki görüntülerinin gerçek; şu an görülenlerin, birikmiş bilginin putları olduğudur. Bu cümlelerden bakınca oldukça karmaşık bir ifade dizimi yapıyor gibiyiz zira kitabın da taze kavrulmuş leblebi olduğu söylenemez. Demir gibi bir lokmayı, demir çiğnemiş dişlerimizden kalan sesle dile dökebilmekteyiz.
Yazarın alt başlık olarak aldığı “putperestlik üzerine bir çalışma” ifadesi ise zamanımıza kadar biriken bilgiyle görüntülere putlar taktığı için asıl suretleri göremediğimizle alakalı bir ön hazırlık olsa gerek. Bir örnek vermeden şekillenemeyecek görülen konu şudur: Hayal edin! Issız bir çayırda uzandınız. Bülbül ötüyor. Dünyalar güzeli bir kuşun, dünyalar güzeli sesi... Tanıdık bir ses. Gülümsetiyor. Tekrar hayal edin! İlk insansınız! Çayırdasınız! Henüz geldiniz dünyaya. Bülbül ötüyor! Güzel tanımı kodlu değil; korku, merak, endişe… Yani bugünün dünyasında bir ses duyduğunuzda sadece duymuyorsunuz. Duyduğunuz bu sesi aynı zamanda görüyor, tadıyor, kokluyor, sese dokunuyor olmanız, sizin aslında ses ile ilgili gerçekliğinizin bilgilerinizin önyargısında olduğunun ispatıdır. Zihinsel alışkanlıklar ile akışkanlık kazanan bu bilgileri kolektif temsiller olarak adlandıran yazar; gökkuşağının olmadığı dünyanın da olmadığı anlamına gelmez fakat; “ya bu kolektif temsiller nesiller boyu süren alışkanlıklar olarak, zannettiğimizden daha çoksa” diye bir soru bırakmadan da edemiyor zihnimize. Korkunç ve heyecan verici bir şüphe! Böylece Levy Buruhl’ın “ilkel olanlar da bizim gözlerimizle görürler ama bizim gibi algılamazlar” sonucuna varıyor.
Galile’nin kilise ile arasını bozan “motomot olma” konusunu; Herakleitos’un iki kez yıkanılmayan suyunu; Platon’un tüm bilimsel verilere hipotez gözü ile bakmamız gerektiği uyarısını; “bilgi yoktur, olsa da bilemezdik, bilsek de aktaramazdık” diye bağrışsa da makbul olmayan adamları; “fiziğin teorileri sadece fenomenleri anlamaya yarar” diyenleri düşündürürken, yüzyıllar öncesinden ayın hangi köşesinden karararak hangi tarihte tutulacağını bilen bir bilim gerçeğini de elden bırakmıyor.
Kolektif temsilleri, ortaçağ ortamında ve sonrasındaki gelişmeleri, Greko-Romen çağın zihin ve hareketlerini de konu dahlinde etüt ediyor kitap. Diller ile ilgili ise biraz geriye gidince her kelimede ulaşılan bir sesin varlığı üzerine duruyor ki bir parça J. J. Rousseau’nun “Dillerin Kökeni Üzerine”den esinli anlattığı hissedilmiyor değil. Sonlara doğru “İsrail” diye bir bölüm ile Yahudiliği; bu fenomenler üzerine düşünmeyi, Tanrı ile ilgili Platonik duyguya bağlayan tek din gibi bir iddia ile Yunan veya Ortaçağ’ın karşısına koyuluyor. Putun yasaklanmasını keza Musa ile başladı ve son buldu algısına çekiyor. Katılım karşıtlığını da bu algının devamında yine Yahudi ırkına özel kılıyor. Böylece Animalist inancın temsilcisi olarak evrenin tamamını canlı görmeyi İsrail dininin tekeline veriyor. Oysa Kuran, “Göklerdeki ve yerdeki her şey Allah’ı tespih etmektedir.” (59:1) diyor.
Şükürler olsun ki biz kitapların sonuçsuz olanlarını severiz ve şükürler olsun ki J. P. Sartre’ın da dediği gibi “insan özgürlüğe mahkum bir varlıktır”. Bu yüzden, bu bahsi geçen insan, orijinal katılımı ortadan kaldırıp saf beyin aktivitesine geçebilir veya şaraba bakıp üzümü, yoka bakıp varı görmenin tadını çıkartmayı da seçebilir. Marifet nerede olduğunda değil nerede olduğunu bilmesindedir.
Mavi Çınar
the.blue.gaia@gmail.com
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)