"Mutlu ol yeter... Aman onlar mutlu olsunlar da... Her şey onların mutluluğu için..." İçimizde bu cümleleri daha önce hiç duymamış, muhatap olmamış kimse yoktur sanırım. Oysa "Sadece gelecekteki mutluluğumuzun hayalini kurarken gerçekten mutlu oluruz" diyen Pascal, Mutlu Olma Sanatı kitabında mutluluğun reçetesini veren Bertrand Russell’in aksine yaşanılan anda mutlu olmanın imkânsızlığından söz eder. Mutlu bir hayat bir reçeteden devşirilebilir mi? Russell’in "Mutluluğun ve mutsuzluğun nedenleri" başlıkları altında sunduğu reçetelere bakılacak olursa: mutluluk, yapılan işle, ilgi alanlarıyla ve dışa dönük ilişkilerle kazanılıp, insanın kendi içine dönmesi ve hüzünlerine teslim olmasıyla kaybedilen bir duygu. Yani, kişinin hüznü veya mutluluğunda etkili olan tek etken kendi bireysel yaşamsal döngüsü Russell’e göre. Evet, çekememezlik, ‘elalem ne der?’ kaygısı basit insanları mutsuz eden ego oyunlarıdır ama hüzünlü insanların ıstıraplarının kaynağı değildir tüm bunlar. Yüce idealler uğruna hüzünlenen insanın acısından ve gözyaşından da mutluluk akabilir.
Yazar, yer yer mutluluğun kişinin kendisine bağlı olduğunu, yani kişinin iç dünyasına etki eden sevme-sevilme- paylaşma gibi duyguların da mutluluğu yahut mutsuzluğu üzerinde etkin olduğunu dile getirir. Fakat insanın kendi içine dönmesini, kendi içinin zindanına gömülmesi olarak tarif eder ve mutluluğu dış dünyada aratır. Oysa ki insan acılarından dahi mutluluk ve huzur devşirebilir. Istırabın iç titreten aynı zamanda insanı iyileştiren ulvi bir yanı vardır.
‘Öteki’ insanın hayatına dokunamamış insanın mutluluğu sürekli ve kalıcı olabilir mi? Hayır, çünkü insan bir başkasıyla gelişen, güzelleşen bir dinamiğe sahip. Her insan bir başkasından kalkarak kendine doğru yol alabilirse aradığını bulabilir. Hayatımızdaki mutluluğu-mutsuzluğu sorgularken, dünyadaki acıları, sefaletleri, kıyım ve zulümleri de hesaba katıyorsak vicdanlı ve erdemli insanlarız demektir. Vicdanlı bir insandan her dem mutlu olması, şen kahkahalar atması beklenemez, çünkü vicdan merhametin de kaynağıdır. Merhamet, kalbi bir başkasının acısına açan, onun yaşadığı acıyı hissetmekle kalmayıp, o acıyı dindirebilmek için çabalayan asil insanların erdemi. İnsan sürekli mutlu olmak zorunda mıdır ve bu mümkün müdür ki? Belki de insan kalabilmek için mutsuz da olunmalıdır ve belki de mutluluk, mutluluk arayışından ve mutluluğu kovalamaktan vazgeçmeyi bilmektir? Aradığımız yalnızca kalbin sükunu. Mutsuz insanlar yalnızlıktan, kendileriyle vakit geçirmekten korkan ve kaçan insanlardır ki bu insanlar eğlence mekanlarında, anlamsız kalabalıklarla fazlaca vakit geçirerek akan zaman içinde kendilerini yani mutsuzluklarını uyuştururlar. Alış veriş çılgınlığı da mutsuzluğun bir tür dışa vurumudur. Adını felsefe tarihine kötümser olarak yazdıran Schopenhauer'in radikal kötümserliği değil elbette söz ettiğim şey; Schopenhauer’e göre dünya kötü bir yerdir, acı ve keder her yerde hazır ve nazırdır. İyimser bir dünya profilinden çok uzak olan bu kötümser filozofun aksine, kendi mutluluğundan başka hedefi olmayan insanın en kötü insan olduğuna çünkü bu tarz bir insanın kendi mutluluğu için her yolu, bütün kötülükleri deneyebileceğine inanıyorum. Asıl erdemli olan tavır ise bireyin kendi mutluluğu için başkalarını mutsuz etmemesi, kimseyi kullanmamasıdır. Diyebiliriz ki bir insan ancak içinde yaşadığı toplumun mutluluğu için de çabaladığı müddetçe huzura kavuşabilir.
Hedonizmin insana dayattığı ‘mutlu hayat ‘ arayışıyla insanlar bir şekilde bedensel ve ruhsal zevkin doruklarına çıkmaya zorlanırlar. Evet, sekülerizmin imzası vardır bu dayatmaların altında, peki mutluluk neden sürekli dışarılarda? Kariyer ve statü sahibi olmanın getirdiği saygınlık mutluluğun kaynağı değildir, çünkü mutluluk dış dünyamızda değil, iç dünyamızdadır. Mutlu ve huzurlu bir hayat için insanın kendini güvende hissettiği samimi ilişkiler, yeteneklerini ortaya koyabileceği bir meslek hayatı gerekli fakat yeterli değildir. Mutlu bir hayat için anlamın peşinde de koşmalıdır insan. İnsan içindeki boşluğu doldurabilmek için sürekli arayan, fakat ne aradığını bilmediği veya yanlış yerlerde aradığı için mutsuzluğa kapılan bir varlık. İnsan yaşadığı hayatı yalnızca kendisi için değil, içinde bulunduğu toplum ve dünya için yaşadığında, yaşam daha anlamlı bir hal alır. Benlikten sıyrılmış, benliği aşmış böyle bir insan hayatı, huzuru ve mutluluğu da beraberinde taşır.
Tıpkı metafizik filozofların başında gelen Aristo’nun da ifadesi gibi mutluluk, tüm insanların en yüksek arzusu ve hevesidir ama mutluluğa giden yol, statü sahibi olmaktan, sınırsız sahip olma- satın alma gücünden, konforlu bir hayatı yaşamaktan değil; dış dünyaya karşı duyarlılıktan, samimi insan ilişkilerinden, yakalanan ve her daim büyütülen anlam duygusundan, yani erdemlerden geçer. Başka bir deyişle, insan kendinde en yüksek değerleri var ettiği takdirde mutluluğa ve sükuna erişecektir. "Mutlu yaşam, iyi ve dürüst yaşam demektir" der Russell de.
Mutluluk, güç, konfor, eğlence, şöhret gibi dışsal faktörlere bağlı değildir ve değişen dış faktörlere gönül koymaz hemen. Evet, mutsuz olmak için sayısız neden vardır ama mutluluk da mutluluğun peşinde koşmaktan vazgeçmekten geçer çoğu zaman. Russell’in’ Mutlu Olma Sanatı’ isimli eseriyle aynı ismi paylaşan eserinde Alain de “Zaferler” adlı yazısında mutluluğu “peşinden koşmayanları gelip bulan bir ödül” olarak tanıtır bize. Mutluluğun satın alınamayacak ve dışarıda değil, yalnızca kendi içimizde aramamız gereken bir kavram olduğunu şu şekilde belirtir: "Mutluluk o vitrindeki, bedelini satın alıp ödeyip sardırarak alıp götürebileceğiniz bir eşya değildir, iyi dikkat etmişseniz, o eşya vitrinde kırmızıysa, evinizde de kırmızı, vitrinde maviyse, evinizde de mavi olacaktır. Oysa mutluluk ancak onu ele geçirdiğiniz zaman mutluluk olur; onu çevrenizde kendinizin dışında arayacak olursanız hiçbir şey size mutluluk gibi görünmez. Yani mutluluk üzerine ne mantık yürütebilirsiniz, ne de bir tahminde bulunabilirsiniz; onu hemen elde etmek gerekir."
Nietzsche de, mutluluğun sürekli bir iyi hissetme durumu olduğu görüşüne katılmaz üstelik. Nietzsche’ye göre huzurlu ve endişesiz yaşamak, hayata daha büyük anlamlar vermeyen vasat insanların arzusudur. Çünkü yalnız sinesi sızlamayan ve çirkinliklerden müteessir olmayanlar yani kendilerini hayattaki iyilik ve kötülüğün bir parçası olarak görmeyen, gerçeklerin farkına varmayan insanlar kesintisiz mutluluğa sahip olabilir. ‘Öteki’nin acısını görebilmenin, hissedebilmenin insanı insan kıldığına inandım hep, çünkü mutluluk değil ama ıstırap insanı ayık ve uyanık tutar, ince insan kılar insanı her acı. Dünyada acı çeken milyarlarca insan varken biz neden onlardan biri olmayalım? Bizim mutluluğumuz neden bir başkasının hayatını da ışıtamasın? Vicdanımız yaptığımız kötülükleri bize fısıldamıyorsa elbette bizler de çok mutlu insanlar olabiliriz. Dünyadaki acılarda ve kötülüklerde payımız olduğunu düşünmüyorsak, kaybettiğimiz anlamı ve huzuru elbette bir alışveriş merkezinde satın alabiliriz.
Sevil Türkyılmaz
twitter.com/arzhal_
26 Aralık 2019 Perşembe
17 Aralık 2019 Salı
Her şeye rağmen güzelliğe odaklanmak
“O (c.c) bir yaprağı yere düşürdüğü kolaylıkta, tarihi de sona erdirebilir.”
İngiliz mühtedi Abdülhakim Murad’ın 2. baskısı Timaş Yayınları’ndan 2016 yılında çıkan Postmodern Dünyada Kıbleyi Bulmak isimli kitabı bizzat müellifin ifadesiyle; “dört başı mamur bir öğünden ziyade, tadımlık bir çeşni sunma iddiasındadır. Burada yer alan makaleler, bazısı uzman ya da akademisyen, bazısı ise nispeten daha avamî olan, birbirinden çok farklı okuyucu kitlesine hitap ediyor. Zaten yapılan alıntı ve polemiklerin tarz ve seviyesi bunu yansıtıyor.”
Müelliften de bir iki cümle ile de olsa bahsetmek gerekirse; 1960 doğumlu Abdülhakim Murad (Timothy Winter) Cambridge Üniversitesi Teoloji Fakültesi’nde Müslüman-Hıristiyan ilişkileri, İslâm ahlâkı, Britanya Müslüman mirası ve Osmanlı Türkiyesi gibi konular üzerine çalışıyor. Metin Karabaşoğlu, O’nun hakkında, “Abdülhakim Murad’ın Türkçe’ye ve klasik Türkçe/Osmanlıca kaynaklara nüfuzu da insanı şaşırtıyor; dahası, utandırıyor! Yine yazılarında, Batı düşüncesine ve bu düşünce çizgisinde nüanslara dair müthiş bir açılımlar görüyor insan.” diyor. Sıkı bir Gazzâlî hayranı olan Abdülhakim Murad, dünyanın en etkili 500 Müslümanı arasında gösteriliyor. Postmodern Dünyada Kıbleyi Bulmak isimli eserin dili ve üslubu ağır. Bu belki çeviriden belki de eser sahibinin entelektüel birikimi ile benimki arasındaki uçsuz bucaksız farktan kaynaklanıyor; ancak kesin olan bir şey var ki o da kitabı bitirmek için ciddi sabır gerektiği. Sabırsız bir okuyucunun bitirmesi hayli zor bir kitap. “Kitabı bitirdiğinizde çok şey bulacaksınız” diyemem; ama altını çizdiğim yerlerin beni etkilediğini söyleyebilirim. Gelin şimdi biraz satır aralarında dolaşalım. Yeni yıla girmemize günler kala Abdülhakim Murad’ın şu cümleleri tefekkür eden bir zihne aslında o kadar çok şey söylüyor ki: “2000 senesiyle başlayan 'Yeni Binyıl', geride kalmış bir medeniyetin üyeleri olarak ondan kaçamasak da, bizim binyılımız değildir. Aşağı yukarı bütün Müslüman devletler, bugün utana sıkıla da olsa, tarihi milattan sonra başlatmayı, dolayısıyla Papa Büyük Gregorius tarafından geliştirilen Hıristiyan takvimiyle yaşamayı kabul ediyorlar. Müslüman tarihinde son peygamberin hicretinden, bir önceki peygamberin kesin olmayan doğum tarihine doğru yaşanan bu merkez kayması öylesine derin ki, birçok İslâmî ulus o günü bir şekilde kutlamayı planlıyor! Müslüman ülkelerde kafa karışıklığı yaşayan sekülerlermiş insanlar, bu meselede zaten ciddi bir coşku dahi gösteriyorlar. Esasında bunun bizimle hiçbir alâkasının olmaması gerekirdi, çünkü Müslümanlar olarak bizim zaten kendi takvimimiz, dolayısıyla da tarihi zihnimize oturtacak kendimize özgü bir şablonumuz mevcut.” Takvim deyip geçmek meseleyi basite indirgemek olur. Aslında bu bir şuur meselesi…
“Onsekizinci yüzyıla kadar ulemanın çoğu, kitap basımının haram olduğuna inanıyordu. Bir metin, özellikle de dinle ilgili olanı, ihtiram ve huşu uyandıran kutsal bir şeydi; bu bakımdan, kitapların geleneksel hat ve cilt zanaatkârlarınca yavaş yavaş ve aşkla yapılması gerekiyordu. Birbirinin aynısı olan çok sayıda kitabın aynı anda elde edilebilirliği, âlimlerin düşüncesine göre, hem İslâmî öğrenimi ucuzlatır, hem de öğrencileri fikirlere vukuf ve metinleri hıfz etme konusunda tembelleştirirdi. Dahası, zaman zaman sayfaların kalıpla basılma sürecinde tüm varoluşun kaynağının ismini ihtiva eden metinlere saygısızlık yapıldığı da öne sürüldü.”. Abdülhakim Murad’ın bu sözleri bendenizi şaşırttı; çünkü bildiğim kadarıyla Osmanlı’da matbaaya karşı çıkan ulemâ değil müstensihlerdi. Niyazi Berkes’in Türkiye’de Çağdaşlaşma isimli kitabında belirttiği gibi; “Kitap basmanın şeriata aykın olduğu iddiasıyla ulemânın basımevi açılmasına karşı geldikleri yollu çok yaygın bir inanç vardır. Gerçekte ise ulemâdan böyle bir direnme geldiğini gösteren hiçbir delil yoktur. Şeyhülislâm Abdullah Efendi fetvâyı hemen vermiş, ulemâdan on bir kişi ilk kitabın başına konan “takriz”ler yazmışlardır. Bunlarda kitap basmanın şeriata aykınlığından hiç söz edilmemektedir. Matbaa açıldıktan sonra da Şeyhülislâm Abdullah Efendi, İbrahim Müteferrika’ya basılmasını gerekli saydığı iki kitabı da salık vermiştir. Matbaanın düzeltme işlerine bakmak üzere ve ihtimal ki Arapça’dan yapılan çevirileri kontrol etmek üzere, ulemâdan üçü kadı, biri Mevlevî şeyhi olan dört kişi memur edilmiştir. Basımevi açıldıktan ve işe başladıktan sonra da ulemâ ocağından bir karşı koyma gelmediği gibi, kısa süre sonra çıkan Patrona ayaklanmasında da kitap basmaya karşı bir istek ileri sürülmemiş, onu kapatma gibi bir olay da hiçbir yerde kaydedilmemiştir.” (sf. 57)
Kitabı okurken bazen çok sıkıldığımı saklayacak değilim; ancak Abdülhakim Murad’ın sırf şu sözleri için bile bu kitap okunur diye düşünüyorum; “İslâm dünyasının çekirdek bölgesindeki dinî uyanış hareketlerine liderlik yapanların kaçı, moderniteyi temellendiren fikirleri gerçekten doğru olarak bilmektedir? Hatta kaçı zamanımızın temel entelektüel sistemlerinin ismini bilmektedir? Yapısalcılık, postmodernizm, analitik felsefe, eleştirel teori ve diğerleri onlar için kapalı kitaplardır. Onlar, bunun yerine, "Uluslararası Siyonist Mason Entrikası" veya "Yeni Haçlı İstilası" ya da buna benzer kuruntuları mırıldanıyorlar. Eğer birçok İslâmî hareketin niçin başarısız olduğunu anlamak istiyorsak, belki de modern dünyayı entelektüel olarak kavrayamayan bu liderler hakkında bilgilenmekle işe başlamalıyız. Zira sözünü enttiğim entelektüel kavrayış, İslâmî idarenin önündeki engellerin başarıyla aşılmasının ön şartıdır. Modernite ideolojilerinin isimlerini dahi bilmeyen bir İslâmî hareket liderinin bunların üstesinden gelebileceğini ummak, doğrusu hiç de gerçekçi değildir.”. Hz. Ali’nin; “Kişi bilmediğinin düşmanıdır” şeklindeki nefis sözü aklıma geldi. Hakkında bilgi sahibi olmadığımız ideolojileri/görüşleri öylesine kolay tenkit ediyoruz ki…
Sünnet deyince günümüzde bazı insanlar burun kıvırıyor mâlum. “Peki bu hususta Abdülhakim Murad ne der?” diye soracak olursanız işte cevabı: “Sünneti yaşamak, zâhir kadar bâtında da bir kemâle ulaşmaya çalışmak anlamına gelir. Sünnet, fıtratını bozmamış olanlar için, türümüzün normal yaşam tarzı gibi kolayca ve tabii olarak gelmek zorundadır. “Aranızda hiç kimse iman sahibi değildir” der Peygamber, “tâ ki arzularınızı, kişisel tercihlerinizi, hevanızı benim size getirdiklerime tâbi kılana dek!”. Bugün Müslüman topluluklar arasında bu dersi almamış çok insan var. Bir kimsenin Sünnet’e bağlı olmadan manevî kemâle ulaşabileceğini tahayyül eden bazı sapkın ahmaklar var. “İslâmsız ihsan” olabileceği ifadesi, İslâm’ın zuhurundan bu yana tüm Müslümanlar ve sûfîler tarafından reddedilmiştir.”
“Ailenin Çöküşü” başlıklı 4. bölümde Abdülhakim Murad çokeşliliğe dair İslâm modernistlerini rahatsız edecek şeyler söylüyor: “Batı’da çokeşlilik Müslüman topraklarda görüldüğü üzere az rastlanır bir istisna değil, kuraldır. Sadece sapkın bir ahmaklık -yahut göz yumma- şu gerçeği göz ardı edebilir: Eğer bir politikacı, iktidarın üretiyor olduğu gözüken erotizmden dolayı mahkemelik oluyorsa, demek ki karşı cinsten biriyle geç saatlere kadar çalışıldığında, bir büyük yangın ihtimalden daha fazla bir şeydir. Çocuklar ve eşler ne kadar acı çekerlerse çeksinler, isterse intihara kadar varan travmalar yaşasınlar, bu şartlar altında sistem bir koruma sunmamaktadır. Demek ki, bireysel hakların aile haklarından önce geldiği gibi felâkete götürücü bir anlayış kaçınılmaz bir şekilde bireyin, hem de ailenin çökmesi sonucunu doğurmaktadır.”
Ahlâkî hastalıkların daima belirli başlangıçlarının olduğunu belirten Abdülhakim Murad sözlerine şu şekilde devam ediyor: “İslâm bu tip başlangıçların ortaya çıkabileceği sosyal dölyatağını kurutmaya çalışır. Nitekim konu eğitime gelince bizim taraf olduğumuz tercih, erkek ve kızların ayrı ayrı eğitilmesidir. Üstelik erkek ve kızların beraberce eğitilmesi, sadece bizim karşı olduğumuz bir şey de değildir. İskoçya’da bir özel okul müdürü de bu konuda ümitsizlik içindedir ve yakın zamanlarda çözüm olarak okulunda erkek ve kız öğrencilerin birbirlerine altı inç’ten, yani on beş santimden daha fazla yaklaşmamaları kuralını getirmiştir; zira “hatanın başlangıcı çevredir.” Fakat okullar başka yerlere göre temiz kabul edilebilecek bir başlangıç noktasıdır. İşyerlerinde, kadının ilerlemesine engel olunmadan, gayrimeşru bir aradalığa ilişkin tüm olasılıklar ortadan kaldırılarak eş hakları garanti altına alınmalıdır. Bu noktada karşı cinsten asistan istihdam etmede ısrarlı olan siyasetçiler ve işadamları, gerekçelerini açıklamalıdırlar. Kadını metalaştıran ve evlilikte sadakatsizliği kışkırtmaya yönelik pornografi ve pornografi içeren reklâmlar, müsamaga gösterilmeden sansür edilmelidir. Ki, hemcinslerinin resmedilmesine çok haklı olarak itiraz eden feministlerin de olması gerektiği konusunda hemfikir olduğu sansürün işlevi budur.”. Batı’daki en önemli Müslüman entelektüellerden biri olan Abdülhamid Murad’ı bu sözlerinden dolayı “yobaz” ilan etmezler herhalde, değil mi?
“Başka bir skandal daha var ki, o da, babaları ‘anneleştirme’ ve ev erkeğine dönüştürme kampanyasıdır; ama hemen ekleyelim, bu kapmanya büyük oranda başarısız olmuştur. Tüm bu yanlışlar ve başarısızlıklar sonucunda, bugün birçok ev, evden çok yatakhaneye dönüşmüş durumdadır. Öğün vakitleri rastgeledir, öğünler ise konserve türü hazır yemeklere kaymıştır; anne babalar, enerjilerini tükettiklerinden, çocuklarıyla “nitelikli zaman” harcayamaz hale gelmişler, dahası eve ve birbirlerine aidiyet hisleri de hazin bir şekilde zayıflamıştır. Çocuklar da, evi terk ettiklerinde artık eskisi gibi kendilerini pek bir şeyleri terk etmiş gibi hissetmiyorlar. Böylesine kasvetli bir bağlamda, çözülme neredeyse mantıksal sonuçtur. İki eşin de çalıştığı ailelerde stres, normal insanların çoğunun üstesinden gelebileceğinden fazladır. Yüksek gelir ve (bazıları için) işten zevk alma, artan yorgunluk ve mücadele için yetersiz telafilerdir. Kadının evi sıcak bir yuvaya dönüştürme kabiliyetinin törpülenmesiyle, hem koca hem de çocukların içinde bulunduğu ortam güvensizleşmiştir.”. İngiltere’de ikâmet eden Müslüman bir entelektüel olarak Abdülhakim Murad bu sözleriyle resmen bizi resmetmiyor mu?
Wilfred Thesiger’in, Arap bedevîlerle uzun seyahatleri sırasında eşcinsel ilişkinin en küçük bir belirtisine rastlamadığını söylediğini nakleden Abdülhakim Murad’ın eşcinsellik üzerine de söyleyecekleri var: “Bazı yeni araştırmalarda öne sürülen o ki, eşcinsel eğilimler her zaman için sonradan kazanılmaz, bazen de insanlar kromozomlarındaki tanımlanabilir düzensizlik sebebiyle bu eğilimle doğarlar. Ahlâk ilâhiyatı açısından bunun imaları gayet nettir: Kur’an, insanın sadece kendi cüz’î iradesiyle yaptığı amellerden dolayı sorumlu olacağını vurgular; o halde, doğuştan gelen ölçülebilir bir karakter olarak eşcinsellik günah olmaz. Elbette, buradan, eşcinsel eğilime göre amel etmenin hak verilebilir bir davranış olduğu sonucu da çıkmaz. Benzer araştırmalar göstermiştir ki, kundakçılık ve suça ait başka tür davranışlar da dahil olmak üzere, birçok insan eğilimi, bazen genetik bozukluktan kaynaklanabilmektedir. Ama buradan hareketle hiç kimse, nedeni genetik bozukluk dahi olsa, bu tür davranışların ahlâka uygun olduğu sonucuna ulaşamaz.”
Kitapta ilgimi çeken noktalardan biri de âdet gören kadına diğer toplumların bakışı: “Mesela bazı ilkel toplumlarda kadınlar âdet vakitlerinde kocalarının evinden uzaklaştırılırlar. Etiyopya’daki Galla kabileleri, âdet gören kadınlar için özel kulübeler yaparlar. Bugün bile, kadınların davranışlarına ciddi engeller bazı yasalarda onaylanır: Örneğin, modern Fransız hukuku bile, âdet öncesi aşırı gerilimi geçici bir cinnet biçimi olarak tanımlar.”. Alın size dikkat çekici bir tespit daha: “Camilerin aslen bir erkek mekânı hâline gelmiş olduğu bu Müslüman toplumlarında, bir peygamber veya evliya türbesi kadınlara mahsus bir kutsal mekân ihtiyacını karşılar. Filistinli kadınlar için bazı Peygamber türbelerinin önemi, bu çerçevede çok kere belirtilmiştir.”
Abdülhakim Murad, hanım okuyucuları Şafiî mezhebine meylettirecek şeyler de söylüyor: “Gündelik ev işleri dahil, toplumsallığın bir boyutu gibi gözükür, ama tamamen kadınlara ait bir alan olarak tanımlanmamıştır; çünkü Şafiîlik de dahil olmak üzere bazı mezheplerce gündelik ev işleri, kadından çok erkeğin sorumluluğu olarak görülür. Kutlu Peygamberin vefatından sonra Hz. Âişe’ye Peygamberimizin evde ibadet etmediği vakitlerde neler yapıyor olduğu sorulduğunda şöyle cevap vermişti: “Ailesine hizmet etti, yerleri süpürdü ve elbiselerini dikti.” Şafiî fakihleri, bu temel üzerinde, kadınların ev işi yapmama hakkını savunurlar. Örneğin, ondördüncü yüzyılın Suriyeli fakihlerinden İbnü’n-Nakîb bunda ısrar eder: “Kadın ekmek pişirerek, un öğüterek, yemek yaparak, çamaşır yıkayarak ya da başka şeyler yaparak kocasına hizmet etmekle vazifelendirilmemiştir; zira evlilik akdi, kadın tarafında, sadece kocanın cinsel yönden kendisinden zevk almasına izin vermesini gerektirir, bundan başka da bir mecburiyeti yoktur.”
Kitapta çok az da olsa usûl meselelerine de yer verildiğini görüyoruz. Abdülhakim Murad, mesela İmam Şafiî’nin –ki benzer ifadeler diğer imamlardan da nakledilmiştir- “Benim hükmümle çelişen bir hadis görürseniz, benim görüşüme değil, hadise tâbi olun” gibi müçtehid imamların tavsiyelerinin uzmanlara yönelik olduğunu belirterek şöyle der: “Bugünlerde bazı yazarlar nasıl inanmak isterlerse istesinler, böylesi tavsiyelerin muhatabının İslâmî eğitimden yoksun halk kitleleri değil, İmam’ın uzmanlaşmış talebeleri olduğu aşikârdır. İmam Şafiî bu sözünü söylerken kasaplardan, bekçilerden ve eşek güdücülerinden oluşmuş bir kalabalığa seslenmiyordu.”
Mezhep imamlarını teleskoba benzetmek Abdülhakim Murad’dan başka kimin aklına gelir inanın hiçbir fikrim yok: “Kuran ayetlerini ve hadisleri yıldızlara benzetebiliriz. Çıplak gözle onların birçoğunu berrak biçimde göremeyiz; bu yüzden de teleskoba ihtiyacımız vardır. Eğer ahmak ya da mağrur isek, kendimiz bir teleskop imal etmeyi deneyebiliriz. Ama eğer aklı başında ve alçakgönüllü isek, bizim için İmam Malik veya İbn Hanbel tarafından imal edilmiş ve büyük gökbilimciler kuşağı tarafından nesiller boyu arıtılmış, cilalanmış ve geliştirilmiş bir teleskobu kullanmaktan memnuniyet duyarız. Her şeyin ötesinde, bir mezhep, İslâm’a en azamî netlikte görmeyi sağlayan hassas bir araçtan öte bir şey değildir. Kendi aygıtlarımızı kullanırsak, amatörce çabalarımız bizim görme kabiliyetimizi kaçınılmaz şekilde bozacaktır.”. İslâm’ın hikmet ve dengeyi emrettiğini, hangi halde olursak olalım bizim için her zaman erişilebilir ve uygulanabilir bir konumda olduğunu belirten Abdülhakim Murad’ın şu sözlerine kulak vererek bitirelim: “Bugünün dünyasında biz talihli bir ümmetiz. Talihliyiz, çünkü Batılılardan ayrı olarak, hâlâ güzelliğe odaklanmış haldeyiz. Başka bir deyişle, her şeye rağmen, ne olduğumuzu yahut ne olmamız gerektiğini biliyoruz.”. İnşallah Abdülhakim Murad’ın dediği gibidir.
Postmodern dünyada kıbleyi bulabilmek temennisiyle…
Deniz Çıkılı
twitter.com/cikilideniz
İngiliz mühtedi Abdülhakim Murad’ın 2. baskısı Timaş Yayınları’ndan 2016 yılında çıkan Postmodern Dünyada Kıbleyi Bulmak isimli kitabı bizzat müellifin ifadesiyle; “dört başı mamur bir öğünden ziyade, tadımlık bir çeşni sunma iddiasındadır. Burada yer alan makaleler, bazısı uzman ya da akademisyen, bazısı ise nispeten daha avamî olan, birbirinden çok farklı okuyucu kitlesine hitap ediyor. Zaten yapılan alıntı ve polemiklerin tarz ve seviyesi bunu yansıtıyor.”
Müelliften de bir iki cümle ile de olsa bahsetmek gerekirse; 1960 doğumlu Abdülhakim Murad (Timothy Winter) Cambridge Üniversitesi Teoloji Fakültesi’nde Müslüman-Hıristiyan ilişkileri, İslâm ahlâkı, Britanya Müslüman mirası ve Osmanlı Türkiyesi gibi konular üzerine çalışıyor. Metin Karabaşoğlu, O’nun hakkında, “Abdülhakim Murad’ın Türkçe’ye ve klasik Türkçe/Osmanlıca kaynaklara nüfuzu da insanı şaşırtıyor; dahası, utandırıyor! Yine yazılarında, Batı düşüncesine ve bu düşünce çizgisinde nüanslara dair müthiş bir açılımlar görüyor insan.” diyor. Sıkı bir Gazzâlî hayranı olan Abdülhakim Murad, dünyanın en etkili 500 Müslümanı arasında gösteriliyor. Postmodern Dünyada Kıbleyi Bulmak isimli eserin dili ve üslubu ağır. Bu belki çeviriden belki de eser sahibinin entelektüel birikimi ile benimki arasındaki uçsuz bucaksız farktan kaynaklanıyor; ancak kesin olan bir şey var ki o da kitabı bitirmek için ciddi sabır gerektiği. Sabırsız bir okuyucunun bitirmesi hayli zor bir kitap. “Kitabı bitirdiğinizde çok şey bulacaksınız” diyemem; ama altını çizdiğim yerlerin beni etkilediğini söyleyebilirim. Gelin şimdi biraz satır aralarında dolaşalım. Yeni yıla girmemize günler kala Abdülhakim Murad’ın şu cümleleri tefekkür eden bir zihne aslında o kadar çok şey söylüyor ki: “2000 senesiyle başlayan 'Yeni Binyıl', geride kalmış bir medeniyetin üyeleri olarak ondan kaçamasak da, bizim binyılımız değildir. Aşağı yukarı bütün Müslüman devletler, bugün utana sıkıla da olsa, tarihi milattan sonra başlatmayı, dolayısıyla Papa Büyük Gregorius tarafından geliştirilen Hıristiyan takvimiyle yaşamayı kabul ediyorlar. Müslüman tarihinde son peygamberin hicretinden, bir önceki peygamberin kesin olmayan doğum tarihine doğru yaşanan bu merkez kayması öylesine derin ki, birçok İslâmî ulus o günü bir şekilde kutlamayı planlıyor! Müslüman ülkelerde kafa karışıklığı yaşayan sekülerlermiş insanlar, bu meselede zaten ciddi bir coşku dahi gösteriyorlar. Esasında bunun bizimle hiçbir alâkasının olmaması gerekirdi, çünkü Müslümanlar olarak bizim zaten kendi takvimimiz, dolayısıyla da tarihi zihnimize oturtacak kendimize özgü bir şablonumuz mevcut.” Takvim deyip geçmek meseleyi basite indirgemek olur. Aslında bu bir şuur meselesi…
“Onsekizinci yüzyıla kadar ulemanın çoğu, kitap basımının haram olduğuna inanıyordu. Bir metin, özellikle de dinle ilgili olanı, ihtiram ve huşu uyandıran kutsal bir şeydi; bu bakımdan, kitapların geleneksel hat ve cilt zanaatkârlarınca yavaş yavaş ve aşkla yapılması gerekiyordu. Birbirinin aynısı olan çok sayıda kitabın aynı anda elde edilebilirliği, âlimlerin düşüncesine göre, hem İslâmî öğrenimi ucuzlatır, hem de öğrencileri fikirlere vukuf ve metinleri hıfz etme konusunda tembelleştirirdi. Dahası, zaman zaman sayfaların kalıpla basılma sürecinde tüm varoluşun kaynağının ismini ihtiva eden metinlere saygısızlık yapıldığı da öne sürüldü.”. Abdülhakim Murad’ın bu sözleri bendenizi şaşırttı; çünkü bildiğim kadarıyla Osmanlı’da matbaaya karşı çıkan ulemâ değil müstensihlerdi. Niyazi Berkes’in Türkiye’de Çağdaşlaşma isimli kitabında belirttiği gibi; “Kitap basmanın şeriata aykın olduğu iddiasıyla ulemânın basımevi açılmasına karşı geldikleri yollu çok yaygın bir inanç vardır. Gerçekte ise ulemâdan böyle bir direnme geldiğini gösteren hiçbir delil yoktur. Şeyhülislâm Abdullah Efendi fetvâyı hemen vermiş, ulemâdan on bir kişi ilk kitabın başına konan “takriz”ler yazmışlardır. Bunlarda kitap basmanın şeriata aykınlığından hiç söz edilmemektedir. Matbaa açıldıktan sonra da Şeyhülislâm Abdullah Efendi, İbrahim Müteferrika’ya basılmasını gerekli saydığı iki kitabı da salık vermiştir. Matbaanın düzeltme işlerine bakmak üzere ve ihtimal ki Arapça’dan yapılan çevirileri kontrol etmek üzere, ulemâdan üçü kadı, biri Mevlevî şeyhi olan dört kişi memur edilmiştir. Basımevi açıldıktan ve işe başladıktan sonra da ulemâ ocağından bir karşı koyma gelmediği gibi, kısa süre sonra çıkan Patrona ayaklanmasında da kitap basmaya karşı bir istek ileri sürülmemiş, onu kapatma gibi bir olay da hiçbir yerde kaydedilmemiştir.” (sf. 57)
Kitabı okurken bazen çok sıkıldığımı saklayacak değilim; ancak Abdülhakim Murad’ın sırf şu sözleri için bile bu kitap okunur diye düşünüyorum; “İslâm dünyasının çekirdek bölgesindeki dinî uyanış hareketlerine liderlik yapanların kaçı, moderniteyi temellendiren fikirleri gerçekten doğru olarak bilmektedir? Hatta kaçı zamanımızın temel entelektüel sistemlerinin ismini bilmektedir? Yapısalcılık, postmodernizm, analitik felsefe, eleştirel teori ve diğerleri onlar için kapalı kitaplardır. Onlar, bunun yerine, "Uluslararası Siyonist Mason Entrikası" veya "Yeni Haçlı İstilası" ya da buna benzer kuruntuları mırıldanıyorlar. Eğer birçok İslâmî hareketin niçin başarısız olduğunu anlamak istiyorsak, belki de modern dünyayı entelektüel olarak kavrayamayan bu liderler hakkında bilgilenmekle işe başlamalıyız. Zira sözünü enttiğim entelektüel kavrayış, İslâmî idarenin önündeki engellerin başarıyla aşılmasının ön şartıdır. Modernite ideolojilerinin isimlerini dahi bilmeyen bir İslâmî hareket liderinin bunların üstesinden gelebileceğini ummak, doğrusu hiç de gerçekçi değildir.”. Hz. Ali’nin; “Kişi bilmediğinin düşmanıdır” şeklindeki nefis sözü aklıma geldi. Hakkında bilgi sahibi olmadığımız ideolojileri/görüşleri öylesine kolay tenkit ediyoruz ki…
Sünnet deyince günümüzde bazı insanlar burun kıvırıyor mâlum. “Peki bu hususta Abdülhakim Murad ne der?” diye soracak olursanız işte cevabı: “Sünneti yaşamak, zâhir kadar bâtında da bir kemâle ulaşmaya çalışmak anlamına gelir. Sünnet, fıtratını bozmamış olanlar için, türümüzün normal yaşam tarzı gibi kolayca ve tabii olarak gelmek zorundadır. “Aranızda hiç kimse iman sahibi değildir” der Peygamber, “tâ ki arzularınızı, kişisel tercihlerinizi, hevanızı benim size getirdiklerime tâbi kılana dek!”. Bugün Müslüman topluluklar arasında bu dersi almamış çok insan var. Bir kimsenin Sünnet’e bağlı olmadan manevî kemâle ulaşabileceğini tahayyül eden bazı sapkın ahmaklar var. “İslâmsız ihsan” olabileceği ifadesi, İslâm’ın zuhurundan bu yana tüm Müslümanlar ve sûfîler tarafından reddedilmiştir.”
“Ailenin Çöküşü” başlıklı 4. bölümde Abdülhakim Murad çokeşliliğe dair İslâm modernistlerini rahatsız edecek şeyler söylüyor: “Batı’da çokeşlilik Müslüman topraklarda görüldüğü üzere az rastlanır bir istisna değil, kuraldır. Sadece sapkın bir ahmaklık -yahut göz yumma- şu gerçeği göz ardı edebilir: Eğer bir politikacı, iktidarın üretiyor olduğu gözüken erotizmden dolayı mahkemelik oluyorsa, demek ki karşı cinsten biriyle geç saatlere kadar çalışıldığında, bir büyük yangın ihtimalden daha fazla bir şeydir. Çocuklar ve eşler ne kadar acı çekerlerse çeksinler, isterse intihara kadar varan travmalar yaşasınlar, bu şartlar altında sistem bir koruma sunmamaktadır. Demek ki, bireysel hakların aile haklarından önce geldiği gibi felâkete götürücü bir anlayış kaçınılmaz bir şekilde bireyin, hem de ailenin çökmesi sonucunu doğurmaktadır.”
Ahlâkî hastalıkların daima belirli başlangıçlarının olduğunu belirten Abdülhakim Murad sözlerine şu şekilde devam ediyor: “İslâm bu tip başlangıçların ortaya çıkabileceği sosyal dölyatağını kurutmaya çalışır. Nitekim konu eğitime gelince bizim taraf olduğumuz tercih, erkek ve kızların ayrı ayrı eğitilmesidir. Üstelik erkek ve kızların beraberce eğitilmesi, sadece bizim karşı olduğumuz bir şey de değildir. İskoçya’da bir özel okul müdürü de bu konuda ümitsizlik içindedir ve yakın zamanlarda çözüm olarak okulunda erkek ve kız öğrencilerin birbirlerine altı inç’ten, yani on beş santimden daha fazla yaklaşmamaları kuralını getirmiştir; zira “hatanın başlangıcı çevredir.” Fakat okullar başka yerlere göre temiz kabul edilebilecek bir başlangıç noktasıdır. İşyerlerinde, kadının ilerlemesine engel olunmadan, gayrimeşru bir aradalığa ilişkin tüm olasılıklar ortadan kaldırılarak eş hakları garanti altına alınmalıdır. Bu noktada karşı cinsten asistan istihdam etmede ısrarlı olan siyasetçiler ve işadamları, gerekçelerini açıklamalıdırlar. Kadını metalaştıran ve evlilikte sadakatsizliği kışkırtmaya yönelik pornografi ve pornografi içeren reklâmlar, müsamaga gösterilmeden sansür edilmelidir. Ki, hemcinslerinin resmedilmesine çok haklı olarak itiraz eden feministlerin de olması gerektiği konusunda hemfikir olduğu sansürün işlevi budur.”. Batı’daki en önemli Müslüman entelektüellerden biri olan Abdülhamid Murad’ı bu sözlerinden dolayı “yobaz” ilan etmezler herhalde, değil mi?
“Başka bir skandal daha var ki, o da, babaları ‘anneleştirme’ ve ev erkeğine dönüştürme kampanyasıdır; ama hemen ekleyelim, bu kapmanya büyük oranda başarısız olmuştur. Tüm bu yanlışlar ve başarısızlıklar sonucunda, bugün birçok ev, evden çok yatakhaneye dönüşmüş durumdadır. Öğün vakitleri rastgeledir, öğünler ise konserve türü hazır yemeklere kaymıştır; anne babalar, enerjilerini tükettiklerinden, çocuklarıyla “nitelikli zaman” harcayamaz hale gelmişler, dahası eve ve birbirlerine aidiyet hisleri de hazin bir şekilde zayıflamıştır. Çocuklar da, evi terk ettiklerinde artık eskisi gibi kendilerini pek bir şeyleri terk etmiş gibi hissetmiyorlar. Böylesine kasvetli bir bağlamda, çözülme neredeyse mantıksal sonuçtur. İki eşin de çalıştığı ailelerde stres, normal insanların çoğunun üstesinden gelebileceğinden fazladır. Yüksek gelir ve (bazıları için) işten zevk alma, artan yorgunluk ve mücadele için yetersiz telafilerdir. Kadının evi sıcak bir yuvaya dönüştürme kabiliyetinin törpülenmesiyle, hem koca hem de çocukların içinde bulunduğu ortam güvensizleşmiştir.”. İngiltere’de ikâmet eden Müslüman bir entelektüel olarak Abdülhakim Murad bu sözleriyle resmen bizi resmetmiyor mu?
Wilfred Thesiger’in, Arap bedevîlerle uzun seyahatleri sırasında eşcinsel ilişkinin en küçük bir belirtisine rastlamadığını söylediğini nakleden Abdülhakim Murad’ın eşcinsellik üzerine de söyleyecekleri var: “Bazı yeni araştırmalarda öne sürülen o ki, eşcinsel eğilimler her zaman için sonradan kazanılmaz, bazen de insanlar kromozomlarındaki tanımlanabilir düzensizlik sebebiyle bu eğilimle doğarlar. Ahlâk ilâhiyatı açısından bunun imaları gayet nettir: Kur’an, insanın sadece kendi cüz’î iradesiyle yaptığı amellerden dolayı sorumlu olacağını vurgular; o halde, doğuştan gelen ölçülebilir bir karakter olarak eşcinsellik günah olmaz. Elbette, buradan, eşcinsel eğilime göre amel etmenin hak verilebilir bir davranış olduğu sonucu da çıkmaz. Benzer araştırmalar göstermiştir ki, kundakçılık ve suça ait başka tür davranışlar da dahil olmak üzere, birçok insan eğilimi, bazen genetik bozukluktan kaynaklanabilmektedir. Ama buradan hareketle hiç kimse, nedeni genetik bozukluk dahi olsa, bu tür davranışların ahlâka uygun olduğu sonucuna ulaşamaz.”
Kitapta ilgimi çeken noktalardan biri de âdet gören kadına diğer toplumların bakışı: “Mesela bazı ilkel toplumlarda kadınlar âdet vakitlerinde kocalarının evinden uzaklaştırılırlar. Etiyopya’daki Galla kabileleri, âdet gören kadınlar için özel kulübeler yaparlar. Bugün bile, kadınların davranışlarına ciddi engeller bazı yasalarda onaylanır: Örneğin, modern Fransız hukuku bile, âdet öncesi aşırı gerilimi geçici bir cinnet biçimi olarak tanımlar.”. Alın size dikkat çekici bir tespit daha: “Camilerin aslen bir erkek mekânı hâline gelmiş olduğu bu Müslüman toplumlarında, bir peygamber veya evliya türbesi kadınlara mahsus bir kutsal mekân ihtiyacını karşılar. Filistinli kadınlar için bazı Peygamber türbelerinin önemi, bu çerçevede çok kere belirtilmiştir.”
Abdülhakim Murad, hanım okuyucuları Şafiî mezhebine meylettirecek şeyler de söylüyor: “Gündelik ev işleri dahil, toplumsallığın bir boyutu gibi gözükür, ama tamamen kadınlara ait bir alan olarak tanımlanmamıştır; çünkü Şafiîlik de dahil olmak üzere bazı mezheplerce gündelik ev işleri, kadından çok erkeğin sorumluluğu olarak görülür. Kutlu Peygamberin vefatından sonra Hz. Âişe’ye Peygamberimizin evde ibadet etmediği vakitlerde neler yapıyor olduğu sorulduğunda şöyle cevap vermişti: “Ailesine hizmet etti, yerleri süpürdü ve elbiselerini dikti.” Şafiî fakihleri, bu temel üzerinde, kadınların ev işi yapmama hakkını savunurlar. Örneğin, ondördüncü yüzyılın Suriyeli fakihlerinden İbnü’n-Nakîb bunda ısrar eder: “Kadın ekmek pişirerek, un öğüterek, yemek yaparak, çamaşır yıkayarak ya da başka şeyler yaparak kocasına hizmet etmekle vazifelendirilmemiştir; zira evlilik akdi, kadın tarafında, sadece kocanın cinsel yönden kendisinden zevk almasına izin vermesini gerektirir, bundan başka da bir mecburiyeti yoktur.”
Kitapta çok az da olsa usûl meselelerine de yer verildiğini görüyoruz. Abdülhakim Murad, mesela İmam Şafiî’nin –ki benzer ifadeler diğer imamlardan da nakledilmiştir- “Benim hükmümle çelişen bir hadis görürseniz, benim görüşüme değil, hadise tâbi olun” gibi müçtehid imamların tavsiyelerinin uzmanlara yönelik olduğunu belirterek şöyle der: “Bugünlerde bazı yazarlar nasıl inanmak isterlerse istesinler, böylesi tavsiyelerin muhatabının İslâmî eğitimden yoksun halk kitleleri değil, İmam’ın uzmanlaşmış talebeleri olduğu aşikârdır. İmam Şafiî bu sözünü söylerken kasaplardan, bekçilerden ve eşek güdücülerinden oluşmuş bir kalabalığa seslenmiyordu.”
Mezhep imamlarını teleskoba benzetmek Abdülhakim Murad’dan başka kimin aklına gelir inanın hiçbir fikrim yok: “Kuran ayetlerini ve hadisleri yıldızlara benzetebiliriz. Çıplak gözle onların birçoğunu berrak biçimde göremeyiz; bu yüzden de teleskoba ihtiyacımız vardır. Eğer ahmak ya da mağrur isek, kendimiz bir teleskop imal etmeyi deneyebiliriz. Ama eğer aklı başında ve alçakgönüllü isek, bizim için İmam Malik veya İbn Hanbel tarafından imal edilmiş ve büyük gökbilimciler kuşağı tarafından nesiller boyu arıtılmış, cilalanmış ve geliştirilmiş bir teleskobu kullanmaktan memnuniyet duyarız. Her şeyin ötesinde, bir mezhep, İslâm’a en azamî netlikte görmeyi sağlayan hassas bir araçtan öte bir şey değildir. Kendi aygıtlarımızı kullanırsak, amatörce çabalarımız bizim görme kabiliyetimizi kaçınılmaz şekilde bozacaktır.”. İslâm’ın hikmet ve dengeyi emrettiğini, hangi halde olursak olalım bizim için her zaman erişilebilir ve uygulanabilir bir konumda olduğunu belirten Abdülhakim Murad’ın şu sözlerine kulak vererek bitirelim: “Bugünün dünyasında biz talihli bir ümmetiz. Talihliyiz, çünkü Batılılardan ayrı olarak, hâlâ güzelliğe odaklanmış haldeyiz. Başka bir deyişle, her şeye rağmen, ne olduğumuzu yahut ne olmamız gerektiğini biliyoruz.”. İnşallah Abdülhakim Murad’ın dediği gibidir.
Postmodern dünyada kıbleyi bulabilmek temennisiyle…
Deniz Çıkılı
twitter.com/cikilideniz
16 Aralık 2019 Pazartesi
Gelecekten geçmişe garip bir yolculuk
Lambadan bir cin çıksa ve bize bir dilek hakkımız olduğunu söylese, acaba kaç kişi hayatında hatırı sayılır bir sene geri gitmek isterdi? Üstelik şimdiki aklıyla. Geri gitmeyi tercih edenler, bunu ne için isterdi? Bazı yanlışlarını düzeltmek için mi, hayatındaki bazı kör noktaları çözmek için mi, yoksa yeni baştan bir gelecek kurmak için mi? Alper Canıgüz’ün son kitabı, yukarıdaki türden soruların gerçekleşmiş halinin içine düşmüş bir kahramanın, Aziz’in başından geçenleri anlatır.
Türk edebiyatının en şahsına münhasır yazarlarından olan Alper Canıgüz’ün, Kan ve Gül: Bir Kara Dejavu kitabı, 2017 yılında April Yayıncılık etiketiyle yayımlandı. Okurlarını son kitabından sonra dört yıl kadar bekleten Canıgüz, sağlam bir roman ve değişmeyen yüksek temposuyla bizleri selâmlıyor yine. 212 sayfadan ve 13 bölümden oluşan romanın başkarakteri Aziz’in başından geçen ilginç ve gizemli bir durumun anlatıldığı kitap, başından sonuna kadar Aziz’in bakış açısıyla anlatılır. ‘Saçma sapan’ aşk romanları çevirisiyle geçimini sağlayan; ancak bir gün Sait Faik hikâyelerini İngilizceye çevirme idealini her zaman diri tutan, evlenip boşanmış ve çok da iyi bir baba olduğu söylenemeyen, bazen uçarı, kendine güvensiz bir tipleme olarak karşılaştığımız Aziz’le, romanın sonundaki huzura kavuşmuş Aziz arasındaki farkın sebep olduğu olaylarla, yazar, yine başarılı bir kurgu ortaya çıkarmış.
“Gelecek, bazıları için, hakikaten de uzak bir hatıradan ibarettir. Böyleleri açısından varoluş, hayatın meşum bir noktasında, şimdiki zamandan ileriye doğru uzanan bir yol olmaktan çıkıp, onları geçmişle gelecek arasın sıkıştırıp bir hapishaneye dönüşmüştür. Bu, trajik bir hal midir? Herhalde öyledir. Fakat burada bize düşen, kimseyi yargılamak değil; bir köle, ama muhakkak ki pek isyankâr bir köle saymak gereken insanın hazin kaderine dair bir hikâye anlatmak. O yüzden, gelin, az önce sözünü ettiğim iflah olmaz türün bir mensubu sıfatıyla, size her şeyi ta en ortasından başlayarak anlatayım.” diyerek hikâyesine giriş yapar Aziz ve hikâyesini anlatmaya başlar. Kızının gösterisini seyretmek için gittiği ve aynı zamanda mezunu olduğu Boğaziçi Üniversitesi’nde başına gelen bir olaydan sonra, 1994 yılına dönen; fakat gelecekteki aklına sahip olan Aziz, yirmi yıl önceki hayatının gizemli dehlizlerini dolaşır ve gelecekte yaşadıklarıyla (o zaman için yaşayacaklarıyla) bağlantı kurmaya çalışır. Aynı zamanda, geri döndüğü tarih olan 1994’teki bir cinayeti engellemeye çalışan Aziz’in, hayatıyla ilgili öğrendiği birçok detay, yirmi yıl sonraki iç huzurunu kazanmak için oldukça önemli olur. Üniversite hayatına dönmeden önce “Yediğim lokma boğazıma takılıverdi. Yakıcı konulara dokunmadan, havadan sudan sohbet edebilecekken dostça bir sorumluluk duygusuyla konuşması duygulandırmıştı beni. Ne kadar ender karşılaşıyordu insan böyle şeylerle. İçime bir sıcaklık yayıldı. Ne ki, bu muhabbet dolu hislerim fazla uzun sürmeyecekti. Saffet’in sözlerinin sevgiden ziyade acımadan kaynaklandığı gibi bir kuşkuya kapılınca feci rahatsızlık duydum. Hâlbuki ben değil miydim, sevdiğim herkese biraz da acıdığımı söyleyip duran? Belki kendime ve herkese yalan söylüyor, belki de iyicil hiçbir şeyi hak etmiyordum” şeklinde kendi hakkında fikirleri olan Aziz, sonrasında “üzerimizde melekler dans etmekteydi” diyebilecek bir iç dinginliğe kavuşur.
Kitabın 49.sayfasına kadar gelecekteki reel hayatta geçen roman, 49.sayfadan itibaren kitabın son bölümü olan 13.bölümün başlangıcına kadar, Aziz’in döndüğü 1994 yılını anlatır. Aziz dejavu yaşadığı anı “Rüyanızda rüya gördüğünüz şüphesine düşerseniz, kesinlikle rüya görüyorsunuzdur. Öte yandan, hayat denen şeyi bütünüyle bir rüya olarak kabul etsek dahi, onun uyanıklık tabir edilen yakasındayken bunun farklı bir ontolojisi bulunduğunu ayrımsayabilirsiniz. Burada gerçek ile hayali ayırt etmek için bilimsel bir yöntem yoktur. Tek referansınız, düşünen şeyin, düşündüğü her şey yanıltıcı olsa dahi, varlığını yadsıyamayacağınız o noktadır. Hasılı, düşünüyordum ve vardı! Yaşadığım her şey, gerçek denince ne anlıyorsanız, o kadar gerçekti. Açlık ve üşüme de, bu hissi büsbütün güçlendiren unsurlardı” şeklinde tanımlayarak aslında tam olarak ne yaşadığını kavramaya çalışır.
Bu zamandan sonra son bölüme kadar tamamen geçmişinde kendinin ve geleceğinin peşinde koşan Aziz, eski karısıyla, tiyatrodan arkadaşlarıyla, geçmişini ilk yaşadığında hiç tanımadığı ancak ikinci sefer 1994’e döndüğünde tanıdığı Abdül’le garip, heyecanlı ve artan bir tempoda olaylar zincirine girer. Canıgüz, bu süreçte salt bir romandan çok, politik ve sosyal dönem değerlendirmelerini de yapmayı ihmal etmez.
Bundan önceki kitaplarından daha fazla oranda fikirlerini kitabın kurgusu içinde eriten yazar, genelde sırıtmayacak bir anlatımla bunları okurla paylaşır. Karakterlerinin psikolojik alt yapılarını oluşturmada başarılı olan Canıgüz, hikâyenin gizemini nerede koruyacağını, hikâyeyi nerede açacağını iyi belirlemiş. Ayrıca Aziz’in içine düştüğü olağanüstü hâlin verdiği duygudan kısa sürede kurtulmasının ve geçmişi değiştirerek geleceğe yön vermeye çalışmanın ‘çok’ gerçekçi olmayacağını düşündüğünden olsa gerek, Aziz’in kendi kendine gerçekleştirdiği iç sorgulamalarla bu durumu (her ne kadar olağanüstü olsa da) gerçeklerden saptırmamayı başarmış: “Peki insan hakikaten geçmişi değiştirebilir miydi? Ben pratik olarak içinde bulunduğum anı değiştiriyor ve neticenin umduğum gibi gelişmesini bekliyordum. Amazon’da bir kelebeğin kanat çırpması Amerika’da bir kasırgaya yol açıyorsa, bir aşk romanları çevirmeninin belediye otobüsü gasp etmesinin nasıl sonuçlar doğuracağını tahmin etmek mümkün müydü? Yani bizzat yapıp ettiklerimle olayların seyrini belirlemekteydim. Bu durumda geleceği görmek gibi bir avantajdan söz etmek güçtü. Belki de elime geçen tek şans, zarları bir kez daha atma fırsatından ibaretti. Belki de mühim olan geleceği değil, geçmişi görebilme yeteneğiydi. Belki de, hayatın kontrolsüz bir düşüş olduğunu kabul edip ona mutlu bir son aramak yerine, iyi bir hikâye olmasına gayret etmeliydim. Gençler bilseydi, yaşlılar yapabilseydi derler. Doğru muydu, görecektik bakalım?”
Erdem Bayazıt’ın bazı şiirlerinin başında, o şiirin nasıl ve hangi tempoda okunacağı yazılıdır. Alper Canıgüz’ün kitapları da hızlı bir tempoya sahip anlatımıyla dikkat çekiyor. Bu romanı da tıpkı diğer romanları gibi hız yönünden hiç eksik değil. Hatta okuma temposu en yüksek kitabı diyebilirim. Kitap, yavaş okunmaya çalışılsa bile tempoyu kendi kendine artırıyor. Tabii ki buna sebep olan şey dilin yalınlığı ve üslûbun oldukça sade oluşu. Fazla süslemelere girmeden, benzetmelerinden zaman zaman Murat Menteş tadı alınan kitap, (Örneğin; …çifte su verilmiş çelik grisi gözlü adamlar…) okuru yormadığı gibi anlamı da ağırlaştırmıyor. Ayrıca anlatıma mizahî unsurların katılması Canıgüz’ün klasik tarzı oldu artık. Kan ve Gül’de de mizah öne çıkıyor ama haddinden fazla kullanılmadığını görüyoruz. Üstelik -daha önce değindiğim gibi- bu kitabında önceki kitaplarına göre daha fazla (ya da daha belirgin mi demeliyiz) kullandığı politik mizah da kitabın içinde başarılı bir şekilde eritilmiş ve konu bütünlüğüne sekte vurmadan anlatımı kuvvetlendirmiş:
“Memleketimizdeki yükseköğrenim kurumlarından birine yolu düşen herkes, devletimizin bu ilim ve irfan yuvalarının üstüne nasıl titrediğini, kapıya yığdığı el güvenlik, polis gücü, çevik kuvvet ve hatta jandarmalara bakarak kolayca anlayabilir. Serbest düşüncenin kalesi üniversite, ülkemizde kelimenin tam anlamıyla kale gibi korunmaktadır yani. Hal böyleyken uluslararası akademik çevrelerde hiçbirinin esamisinin okunmaması, devlet büyüklerimizin pek çok farklı konuda defalarca dile getirdiği gibi, batılı güç odaklarının kıskançlığı dışında nasıl açıklanabilirdi cidden?”
Yazarın özellikle bazı karakterler üzerinden aktardığı siyasi, sosyal ve psikolojik fikirlerinin okunmaya değer ve oldukça başarılı olduğunu; hatta Canıgüz’ün sadece roman değil, düşünce tarzında da eser verdiği takdirde romandaki başarısını yakalayacağını düşünüyorum. Ülke ve insanlar hakkında yaptığı başarılı gözlemlerini ince bir zekâyla birleştiren yazar, orijinal fikirlerle okur karşısında Kan ve Gül’de. Kanaatimce yazarın Oğullar ve Rencide Ruhlar’la beraber en iyi kitabı olmuş Kan ve Gül.
Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10
Türk edebiyatının en şahsına münhasır yazarlarından olan Alper Canıgüz’ün, Kan ve Gül: Bir Kara Dejavu kitabı, 2017 yılında April Yayıncılık etiketiyle yayımlandı. Okurlarını son kitabından sonra dört yıl kadar bekleten Canıgüz, sağlam bir roman ve değişmeyen yüksek temposuyla bizleri selâmlıyor yine. 212 sayfadan ve 13 bölümden oluşan romanın başkarakteri Aziz’in başından geçen ilginç ve gizemli bir durumun anlatıldığı kitap, başından sonuna kadar Aziz’in bakış açısıyla anlatılır. ‘Saçma sapan’ aşk romanları çevirisiyle geçimini sağlayan; ancak bir gün Sait Faik hikâyelerini İngilizceye çevirme idealini her zaman diri tutan, evlenip boşanmış ve çok da iyi bir baba olduğu söylenemeyen, bazen uçarı, kendine güvensiz bir tipleme olarak karşılaştığımız Aziz’le, romanın sonundaki huzura kavuşmuş Aziz arasındaki farkın sebep olduğu olaylarla, yazar, yine başarılı bir kurgu ortaya çıkarmış.
“Gelecek, bazıları için, hakikaten de uzak bir hatıradan ibarettir. Böyleleri açısından varoluş, hayatın meşum bir noktasında, şimdiki zamandan ileriye doğru uzanan bir yol olmaktan çıkıp, onları geçmişle gelecek arasın sıkıştırıp bir hapishaneye dönüşmüştür. Bu, trajik bir hal midir? Herhalde öyledir. Fakat burada bize düşen, kimseyi yargılamak değil; bir köle, ama muhakkak ki pek isyankâr bir köle saymak gereken insanın hazin kaderine dair bir hikâye anlatmak. O yüzden, gelin, az önce sözünü ettiğim iflah olmaz türün bir mensubu sıfatıyla, size her şeyi ta en ortasından başlayarak anlatayım.” diyerek hikâyesine giriş yapar Aziz ve hikâyesini anlatmaya başlar. Kızının gösterisini seyretmek için gittiği ve aynı zamanda mezunu olduğu Boğaziçi Üniversitesi’nde başına gelen bir olaydan sonra, 1994 yılına dönen; fakat gelecekteki aklına sahip olan Aziz, yirmi yıl önceki hayatının gizemli dehlizlerini dolaşır ve gelecekte yaşadıklarıyla (o zaman için yaşayacaklarıyla) bağlantı kurmaya çalışır. Aynı zamanda, geri döndüğü tarih olan 1994’teki bir cinayeti engellemeye çalışan Aziz’in, hayatıyla ilgili öğrendiği birçok detay, yirmi yıl sonraki iç huzurunu kazanmak için oldukça önemli olur. Üniversite hayatına dönmeden önce “Yediğim lokma boğazıma takılıverdi. Yakıcı konulara dokunmadan, havadan sudan sohbet edebilecekken dostça bir sorumluluk duygusuyla konuşması duygulandırmıştı beni. Ne kadar ender karşılaşıyordu insan böyle şeylerle. İçime bir sıcaklık yayıldı. Ne ki, bu muhabbet dolu hislerim fazla uzun sürmeyecekti. Saffet’in sözlerinin sevgiden ziyade acımadan kaynaklandığı gibi bir kuşkuya kapılınca feci rahatsızlık duydum. Hâlbuki ben değil miydim, sevdiğim herkese biraz da acıdığımı söyleyip duran? Belki kendime ve herkese yalan söylüyor, belki de iyicil hiçbir şeyi hak etmiyordum” şeklinde kendi hakkında fikirleri olan Aziz, sonrasında “üzerimizde melekler dans etmekteydi” diyebilecek bir iç dinginliğe kavuşur.
Kitabın 49.sayfasına kadar gelecekteki reel hayatta geçen roman, 49.sayfadan itibaren kitabın son bölümü olan 13.bölümün başlangıcına kadar, Aziz’in döndüğü 1994 yılını anlatır. Aziz dejavu yaşadığı anı “Rüyanızda rüya gördüğünüz şüphesine düşerseniz, kesinlikle rüya görüyorsunuzdur. Öte yandan, hayat denen şeyi bütünüyle bir rüya olarak kabul etsek dahi, onun uyanıklık tabir edilen yakasındayken bunun farklı bir ontolojisi bulunduğunu ayrımsayabilirsiniz. Burada gerçek ile hayali ayırt etmek için bilimsel bir yöntem yoktur. Tek referansınız, düşünen şeyin, düşündüğü her şey yanıltıcı olsa dahi, varlığını yadsıyamayacağınız o noktadır. Hasılı, düşünüyordum ve vardı! Yaşadığım her şey, gerçek denince ne anlıyorsanız, o kadar gerçekti. Açlık ve üşüme de, bu hissi büsbütün güçlendiren unsurlardı” şeklinde tanımlayarak aslında tam olarak ne yaşadığını kavramaya çalışır.
Bu zamandan sonra son bölüme kadar tamamen geçmişinde kendinin ve geleceğinin peşinde koşan Aziz, eski karısıyla, tiyatrodan arkadaşlarıyla, geçmişini ilk yaşadığında hiç tanımadığı ancak ikinci sefer 1994’e döndüğünde tanıdığı Abdül’le garip, heyecanlı ve artan bir tempoda olaylar zincirine girer. Canıgüz, bu süreçte salt bir romandan çok, politik ve sosyal dönem değerlendirmelerini de yapmayı ihmal etmez.
Bundan önceki kitaplarından daha fazla oranda fikirlerini kitabın kurgusu içinde eriten yazar, genelde sırıtmayacak bir anlatımla bunları okurla paylaşır. Karakterlerinin psikolojik alt yapılarını oluşturmada başarılı olan Canıgüz, hikâyenin gizemini nerede koruyacağını, hikâyeyi nerede açacağını iyi belirlemiş. Ayrıca Aziz’in içine düştüğü olağanüstü hâlin verdiği duygudan kısa sürede kurtulmasının ve geçmişi değiştirerek geleceğe yön vermeye çalışmanın ‘çok’ gerçekçi olmayacağını düşündüğünden olsa gerek, Aziz’in kendi kendine gerçekleştirdiği iç sorgulamalarla bu durumu (her ne kadar olağanüstü olsa da) gerçeklerden saptırmamayı başarmış: “Peki insan hakikaten geçmişi değiştirebilir miydi? Ben pratik olarak içinde bulunduğum anı değiştiriyor ve neticenin umduğum gibi gelişmesini bekliyordum. Amazon’da bir kelebeğin kanat çırpması Amerika’da bir kasırgaya yol açıyorsa, bir aşk romanları çevirmeninin belediye otobüsü gasp etmesinin nasıl sonuçlar doğuracağını tahmin etmek mümkün müydü? Yani bizzat yapıp ettiklerimle olayların seyrini belirlemekteydim. Bu durumda geleceği görmek gibi bir avantajdan söz etmek güçtü. Belki de elime geçen tek şans, zarları bir kez daha atma fırsatından ibaretti. Belki de mühim olan geleceği değil, geçmişi görebilme yeteneğiydi. Belki de, hayatın kontrolsüz bir düşüş olduğunu kabul edip ona mutlu bir son aramak yerine, iyi bir hikâye olmasına gayret etmeliydim. Gençler bilseydi, yaşlılar yapabilseydi derler. Doğru muydu, görecektik bakalım?”
Erdem Bayazıt’ın bazı şiirlerinin başında, o şiirin nasıl ve hangi tempoda okunacağı yazılıdır. Alper Canıgüz’ün kitapları da hızlı bir tempoya sahip anlatımıyla dikkat çekiyor. Bu romanı da tıpkı diğer romanları gibi hız yönünden hiç eksik değil. Hatta okuma temposu en yüksek kitabı diyebilirim. Kitap, yavaş okunmaya çalışılsa bile tempoyu kendi kendine artırıyor. Tabii ki buna sebep olan şey dilin yalınlığı ve üslûbun oldukça sade oluşu. Fazla süslemelere girmeden, benzetmelerinden zaman zaman Murat Menteş tadı alınan kitap, (Örneğin; …çifte su verilmiş çelik grisi gözlü adamlar…) okuru yormadığı gibi anlamı da ağırlaştırmıyor. Ayrıca anlatıma mizahî unsurların katılması Canıgüz’ün klasik tarzı oldu artık. Kan ve Gül’de de mizah öne çıkıyor ama haddinden fazla kullanılmadığını görüyoruz. Üstelik -daha önce değindiğim gibi- bu kitabında önceki kitaplarına göre daha fazla (ya da daha belirgin mi demeliyiz) kullandığı politik mizah da kitabın içinde başarılı bir şekilde eritilmiş ve konu bütünlüğüne sekte vurmadan anlatımı kuvvetlendirmiş:
“Memleketimizdeki yükseköğrenim kurumlarından birine yolu düşen herkes, devletimizin bu ilim ve irfan yuvalarının üstüne nasıl titrediğini, kapıya yığdığı el güvenlik, polis gücü, çevik kuvvet ve hatta jandarmalara bakarak kolayca anlayabilir. Serbest düşüncenin kalesi üniversite, ülkemizde kelimenin tam anlamıyla kale gibi korunmaktadır yani. Hal böyleyken uluslararası akademik çevrelerde hiçbirinin esamisinin okunmaması, devlet büyüklerimizin pek çok farklı konuda defalarca dile getirdiği gibi, batılı güç odaklarının kıskançlığı dışında nasıl açıklanabilirdi cidden?”
Yazarın özellikle bazı karakterler üzerinden aktardığı siyasi, sosyal ve psikolojik fikirlerinin okunmaya değer ve oldukça başarılı olduğunu; hatta Canıgüz’ün sadece roman değil, düşünce tarzında da eser verdiği takdirde romandaki başarısını yakalayacağını düşünüyorum. Ülke ve insanlar hakkında yaptığı başarılı gözlemlerini ince bir zekâyla birleştiren yazar, orijinal fikirlerle okur karşısında Kan ve Gül’de. Kanaatimce yazarın Oğullar ve Rencide Ruhlar’la beraber en iyi kitabı olmuş Kan ve Gül.
Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10
10 Aralık 2019 Salı
Kadın cinayetlerine kurmaca bir manifesto
"Bir Kadını Öldürmeye Nereden Başlamalı?", Hatice Meryem’in İletişim Yayınları'ndan Kasım 2019’da yayınlanmış son kitabı. Başlığını gördüğümde çok rahatsız olduğumu belirtmeliyim. Nasıl bir yazar, hem de bir kadın yazar kitabına böylesine vahşetengiz bir başlık atabilir ki diye düşündüm. (Daha önce Hatice Meryem okumadığım için yazarı da tanımıyordum tabi.) Ama itiraf etmeliyim, kitabı bu başlık nedeniyle çok da merak ettim ve aldığım gün okumaya başlayıp bitirdim.
Kitap on kısa öyküden oluşuyor. Anlatıların sonunda ise Hatice Meryem’in bu kitabı neden kaleme aldığını kendi ağzından açıkladığı bir bölümle sonlanıyor. Haliyle, öykülerdeki anlatıcılar bilinmeyen biri olmaktan çıkıp Hatice Meryem’in kimliğine bürünüyor. Anlıyoruz ki bu öyküler, sadece öykü olmanın çok ötesinde. Bir yazarın çığlığı, bir yazarın elimden yazmak geliyorsa bu zulmü yazarak haykıracağım demesi, bir yazarın propagandası.
"Bir Kadını Öldürmeye Nereden Başlamalı?", başlığı ne kadar iddialı ise içinde yer alan öyküler bir o kadar iddiasız. Sanat kaygısı gütmüyor, son derece yalın ve akıcı bir dil kullanılmış. Zaten anlatıcı, ikinci tekil şahıs kullanıyor ve kahramanına her öyküde “sen” diye hitap ediyor. Bir sohbet gibi devam ediyor kitap. Bu yalınlık ve hadi biraz daha arttıralım söylemimizi, sıradanlık öykülerin konularına da yansıyor. Gelip bir kadını çok basit bir nedenden bile öldürebilirsinize danayanıyor. Kim olduğunuz önemli değil, fakir ya da zengin, yaşlı ya da genç, kültürlü ya da cahil fark etmeden, bir kadını çok basit bir nedenden öldürebilirsiniz.
Öyküler, okuyucuyu huzursuz ediyor. Böyle bir kitabın okuyucuyu zaten rahatsız etmesi gerekiyor. Bu rahatsızlığın en temel sebebi de, öldüren erkekleri anlayabiliyor olmanızdan kaynaklı.
Örneğin; de ki bir telefon mesajından isimli öykü boyunca süslenip evden hazırlanıp çıkan bir kadın görüyoruz. Belli ki kadın biraz hafifmeşrep (!). Erkek karakterimiz kadını çevresindeki kişilere sorunca, ki çevresindekiler de erkek, herkes başını eğerek bilmediklerini söylüyor. Bir mesaj da veriyor onlar; bir şey yapacak olursan hakkındır ve biz de zaten yanındayız. Bunun üzerine erkek karakterimiz de kadını aramaya geçiyor ve bir benzinliğin arkasında kadını ve bir adamı arabanın içinde görüyor. Erkeğin niyeti arabadaki adama bir ders vermekken, birden bıçağıyla kadına sonu gelmez darbeler savurmaya başlıyor. Kadın ölüyor. Erkek, kadının oğlu. Erkeğin öldürdüğü kadın, erkeğin hayatında en çok sevdiği insan. Annesi.
Katili anlayabiliyor muyuz? Evet.
Öykülerin hepsinde kadına atfedilen bir hata var; gevezelik, muhtaçlık, en çok da iffetsizlik. Okurken, kadın karakterlere karşı bir öfke belirebiliyor içinizde. Erkeklerse aksine, günlük hayatımızda gördüğümüz yakınlarımızdan farksız, normal insanlar. İyi niyetliler. Öldürme eylemine gelene kadar anlayışımızı hak eden karakterler. Katiller, öldürme işi gerçekleştikten sonra bizim medyadan ya da çevremizden gördüklerimizle beraber “vahşi, merhametsiz, insanlıktan nasibini almamış” diye etiketlediğimiz kişiler, aslında öyle sıradanlar ki… Birilerimizin babası, iş arkadaşı, belki dostu… Kötü bir eylemi asla yakıştıramayacaklarımız bunu yapanlar. Ancak öldürdükten sonra içlerindeki zorbalığı fark edebildiğimiz insanlar. Bu nedenle yazarın, anlayışlı bir üslubu var erkek karakterlere karşı.
İşte bu yüzden rahatsız edici biraz da bu kitap. Öldürdükten sonra birini “katil, vahşi” diye etiketleyebilmek daha kolay. Evet, kadın katillerinin psikolojilerini anlayabiliriz ama onlara hak vermek başka bir şey diye bağırıyor kitap. Evet, o katletme fiiline erkeklerin nasıl geldiğini, nedenlerini anlayabiliriz ancak o nedenlerin kadınların canına malolduğunu görmezden gelemeyiz, diyor bize.
"Bir Kadını Öldürmeye Nereden Başlamalı?" rahatsız olarak, tüyleriniz ürpererek, kendi vicdanınızla yüzleşerek okuyabileceğiniz bir öykü kitabı. Haberlerde izlediğimiz ve üzüldüğümüz olayların perde arkası. Kadın ölmeden, erkek öldürmeden hemen öncesi. O halde biraz da perdenin ardındakilere bakalım derseniz, alıp okuyun derim.
Feyza Gönüler
twitter.com/FeyzaGonuler
Kitap on kısa öyküden oluşuyor. Anlatıların sonunda ise Hatice Meryem’in bu kitabı neden kaleme aldığını kendi ağzından açıkladığı bir bölümle sonlanıyor. Haliyle, öykülerdeki anlatıcılar bilinmeyen biri olmaktan çıkıp Hatice Meryem’in kimliğine bürünüyor. Anlıyoruz ki bu öyküler, sadece öykü olmanın çok ötesinde. Bir yazarın çığlığı, bir yazarın elimden yazmak geliyorsa bu zulmü yazarak haykıracağım demesi, bir yazarın propagandası.
"Bir Kadını Öldürmeye Nereden Başlamalı?", başlığı ne kadar iddialı ise içinde yer alan öyküler bir o kadar iddiasız. Sanat kaygısı gütmüyor, son derece yalın ve akıcı bir dil kullanılmış. Zaten anlatıcı, ikinci tekil şahıs kullanıyor ve kahramanına her öyküde “sen” diye hitap ediyor. Bir sohbet gibi devam ediyor kitap. Bu yalınlık ve hadi biraz daha arttıralım söylemimizi, sıradanlık öykülerin konularına da yansıyor. Gelip bir kadını çok basit bir nedenden bile öldürebilirsinize danayanıyor. Kim olduğunuz önemli değil, fakir ya da zengin, yaşlı ya da genç, kültürlü ya da cahil fark etmeden, bir kadını çok basit bir nedenden öldürebilirsiniz.
Öyküler, okuyucuyu huzursuz ediyor. Böyle bir kitabın okuyucuyu zaten rahatsız etmesi gerekiyor. Bu rahatsızlığın en temel sebebi de, öldüren erkekleri anlayabiliyor olmanızdan kaynaklı.
Örneğin; de ki bir telefon mesajından isimli öykü boyunca süslenip evden hazırlanıp çıkan bir kadın görüyoruz. Belli ki kadın biraz hafifmeşrep (!). Erkek karakterimiz kadını çevresindeki kişilere sorunca, ki çevresindekiler de erkek, herkes başını eğerek bilmediklerini söylüyor. Bir mesaj da veriyor onlar; bir şey yapacak olursan hakkındır ve biz de zaten yanındayız. Bunun üzerine erkek karakterimiz de kadını aramaya geçiyor ve bir benzinliğin arkasında kadını ve bir adamı arabanın içinde görüyor. Erkeğin niyeti arabadaki adama bir ders vermekken, birden bıçağıyla kadına sonu gelmez darbeler savurmaya başlıyor. Kadın ölüyor. Erkek, kadının oğlu. Erkeğin öldürdüğü kadın, erkeğin hayatında en çok sevdiği insan. Annesi.
Katili anlayabiliyor muyuz? Evet.
Öykülerin hepsinde kadına atfedilen bir hata var; gevezelik, muhtaçlık, en çok da iffetsizlik. Okurken, kadın karakterlere karşı bir öfke belirebiliyor içinizde. Erkeklerse aksine, günlük hayatımızda gördüğümüz yakınlarımızdan farksız, normal insanlar. İyi niyetliler. Öldürme eylemine gelene kadar anlayışımızı hak eden karakterler. Katiller, öldürme işi gerçekleştikten sonra bizim medyadan ya da çevremizden gördüklerimizle beraber “vahşi, merhametsiz, insanlıktan nasibini almamış” diye etiketlediğimiz kişiler, aslında öyle sıradanlar ki… Birilerimizin babası, iş arkadaşı, belki dostu… Kötü bir eylemi asla yakıştıramayacaklarımız bunu yapanlar. Ancak öldürdükten sonra içlerindeki zorbalığı fark edebildiğimiz insanlar. Bu nedenle yazarın, anlayışlı bir üslubu var erkek karakterlere karşı.
İşte bu yüzden rahatsız edici biraz da bu kitap. Öldürdükten sonra birini “katil, vahşi” diye etiketleyebilmek daha kolay. Evet, kadın katillerinin psikolojilerini anlayabiliriz ama onlara hak vermek başka bir şey diye bağırıyor kitap. Evet, o katletme fiiline erkeklerin nasıl geldiğini, nedenlerini anlayabiliriz ancak o nedenlerin kadınların canına malolduğunu görmezden gelemeyiz, diyor bize.
"Bir Kadını Öldürmeye Nereden Başlamalı?" rahatsız olarak, tüyleriniz ürpererek, kendi vicdanınızla yüzleşerek okuyabileceğiniz bir öykü kitabı. Haberlerde izlediğimiz ve üzüldüğümüz olayların perde arkası. Kadın ölmeden, erkek öldürmeden hemen öncesi. O halde biraz da perdenin ardındakilere bakalım derseniz, alıp okuyun derim.
Feyza Gönüler
twitter.com/FeyzaGonuler
Pervari nire, Paris nire?
“Okumak cennet, yazmak cehennemdir.”
İslâmî câmiâdaki hâtırat trendi veyahut İslâmî neşriyat yapan yayınevlerinin hâtıratlara olan ilgisi zannımca merhum Ali Ulvi Kurucu hoca ile alakalı çalışmadan sonra başladı. Yayıncıların bu ilgisinin sebebi ticari kaygılar mı yoksa başka bir şey mi bilemiyorum; ancak bahsettiğim çalışma gerçekten çok büyük ilgi gördü ve faydalı oldu. Sonraki süreçte de Ahmet İslamoğlu ve Muhammed Emin Er gibi hocaların hâtıralarını anlattıkları pek çok benzer eser neşredildi. Hâtıralarını okumak için tabir caizse yanıp tutuştuğum isimlerin başında M. Emin Saraç hoca (sellemehullah) geliyor. İnşallah bir gün onun hâtıralarını okumak da nasip olur.
"İhsan Süreyya Sırma Kitabı: Pervari’den Paris’e", Beyan Yayınları’nın 743. kitabı olarak 2018’de yayına hazırlanmış. Eser 543 sayfadan müteşekkil. Kitabın bu kadar hacimli olmasının sebebi İhsan Süreyya Sırma hocanın bizzat kendi çektiği epey bir fotoğrafın kitapta yer alıyor olması. Söyleşiyi gerçekleştiren kişi ise İhsan Süreyya Sırma hocanın talebelesi, İslâm Tarihi üzerine yaptığı emek mahsülü çalışmalarla bilinen Prof. Dr. Adnan Demircan hoca. Nam-ı diğer İhsan Süreyya Sırma hocayı profesör yapan hoca… Nasıl mı? Gelin bizzat Adnan Demircan hocadan dinleyelim:
“İhsan Süreyya Sırma, Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nden emekli olduktan sonra bir süre Viyana'da öğrencilerle ilgilenmeye devam etmiş, Türkiye'ye döndükten sonra Siirt Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nden üniversiteye dönüş için teklif almıştı. Mevcut kanuna göre görevdeyken bulunduğu üniversiteden başka bir üniversiteye geçiş yapan ya da emekliyken üniversiteye dönen kişi ilan edilen kadroya müracaat eder, yeniden dosya hazırlar ve dosyaları jüriye göndirir. Hocamın dosyalarının gönderildiği jüri üyelerinden biriydim. Ben de raporu yazıp gönderdim. Bu arada, "Hocam, bundan böyle İhsan Süreyya Sırma Hoca'yı ben profesör yaptım, diyeceğim" diyerek latife yaptım. Bu sözüm Hocanın hoşuna gitti. Beraber gittbuiğimiz birçok yerde beni tanıştırırken "Beni profesör yapan hoca budur" diyerek latife yapar.”
Kitabı okumadan önce hoca hakkında bildiğim şeyler oldukça azdı. İslâm Tarihi üzerine çalıştığını, eserlerinin Beyan Yayınları’ndan çıktığını, Muhammed Hamidullah hocanın talebesi olduğunu biliyordum. Hâtıratı okuduktan sonra hem hoca hakkında, hem de genel kültür anlamında çok şey öğrendim; ama “okurken hiç sıkılmadım” dersem de yalan olur. Kitabın bazı bölümleri beni çok sıktı. Okurken beni gerçekten şaşırtan birkaç şeyi paylaşmak istiyorum.
Hocanın babası Gazali Bey ile başlayalım. “Gazali Bey” deyince aklıma gelen ilk şey İmam Gazali’nin eserlerini neşreden yayınevini arayarak; “Ben (İmam) Gazali Bey ile görüşmek istiyorum. İletişim bilgilerini paylaşır mısınız?” diyen memleketimin güzide aydınları (!) oluyor. İhsan Süreyya Sırma hoca diyor ki: “Sanıyorum babam, Türkiye'de bu ismi taşıyan tek insandır. Rahmetli dedem İmam Gazali'yi çok sevdiği için babamın adını Gazali koymuş.”. Günümüzdeki bazı ebeveynlerde ise çocuklarına hiç kimsenin vermediği isimleri vermek gibi acayip bir takıntı var. Bu kimseler evlatlarına verecek isim bulmakta güçlük çekiyorlarsa onlara bir iki tavsiyem olacak: Zemahşerî, Cüveynî, Cürcânî, Şehristânî… Nasıl ama? Anlamsız isimler yerine İslâm Tarihi’ne damgasını vurmuş bu isimlerden birini seçmek tuhaf kaçmasa gerek.
Hâtırat okumaktan çok büyük zevk alıyorum. Kendinize örnek aldığınız bir ilim adamının lisedeki hayallerine tanıklık etmek paha biçilemez bir şey olsa gerek: “Okumayı seviyordum. Lise 1'deyken Sefiller'i okudum. Victor Hugo'nun beş ciltlik meşhur romanı... Sefiller'i okuyunca Paris'i çok merak ettim. Orada Fransız Devrimi'nin olduğunu öğrenmiştim. Paris'e gidip devrimcilerin ülkesini, eserlerini görmek hayalimdi adeta.”
Hocanın Necip Fazıl hayranı olduğunu da öğreniyoruz. Kendisi diyor ki: “Necip Fazıl'a bayılırdım. Bir gün Üstad'ı konferans için Kırıkkale'ye götürmüştük. Konferanstan önce yemek yiyoruz. Tabii biz götürdüğümüz için aynı masadayız. "Üstadım, Hilmi Ziya Ülken için ne dersiniz?" dedim. Bizim felsefe hocamız, Türkiye'de sosyolojiyi kuran hoca. "Pilav yapmasını bilmiyor" dedi. Hiç unutmuyorum, başka bir şey söylemedi. Sonra ne olduğunu öğrendim pilav yapmanın ne demek olduğunu. Her malzemesi var; ama pilav yapmasını bilmiyor.”. Necip Fazıl’ın Hamidullah hoca hakkındaki olumsuz kanaatini öğrendikten sonra hocadaki Necip Fazıl hayranlığı devam mı etti yoksa nefrete mi dönüştü diye düşünürken kitabın bir yerinde şu anekdota denk geldim: “Yusuf Ziya [Kavakçı] Bey’le ikimiz Necip Fazıl’ın yanına gittik. Yusuf Ağabey, “Üstâdım, akşam böyle [Ba’îdullah] dediniz. Siz Hamidullah hocanın hiçbir kitabını okudunuz mu?” dedi. “Ben kitap okumam!” diye bir cevap alınca, Yusuf Ağabey, “İhsan, kalk gidelim. Okumayan bir adam” dedi."
Pervari (Siirt) doğumlu olan hocanın anadili Kürtçe. Türkçe ile ilkokulda tanışmış. İlerleyen yıllarda İngilizcesini geliştirmiş. Doktora için Paris’e gitmiş ve doktora tezini Fransızca olarak yazmış. Yabancı bir dilde doktora tezi yazmanın ne kadar güç bir şey olduğunu izah etmeye bile gerek yok. Peki hoca bunu nasıl başarmış? Azim, gayret ve biraz da yaramazlıkla: "Strasbourg'da Magmud diye bir mağaza vardı. Bugünkü tabirle AVM ve sadece bir taneydi. Bizim Türkler mağazaya "Mahmut" diyorlardı. Magmud'du, ama onlar Mahmut mağazası diyorlardı. Mağazanın içi oldukça kalabalık oluyordu. O gün de öyle kalabalıktı. Orada bir şeyler ararken 25-30 yaşlarında bir adamla çarpıştık. Adam "Pardon!" dedi. Ama öyle bir güzel telaffuz etti ki çok hoşuma gitti. O arada orada bir şey yaptım: Adamcağız farkına varmadan onun pardon telaffuzunu öğrenebilmek için altı defa kendisine çarptım. Her çarpışmamızda "Pardon!" dedi."
Hocanın gezmediği çok az ülke kalmış. Hâtıratını okurken oturduğunuz yerde yeni kültürlerle ve insanlarla tanışıyorsunuz: "Faslı bir çocuk vardı, adını unuttum. Bir gün sohbet ediyoruz, bana bir hadis okuyacaktı. Başladı sened zincirini okumaya: "an fulân, an fulân, an fulân [filan kişiden, filan kişiden, filan kişiden]". "Niye senedi okuyorsun?" dedim. "Böyle olmasa okuyamam ki! Ben Buhârî hâfızıyım." dedi. O zaman Fas'ta Buhârî ve Müslim hâfızları olduğunu öğrendim. Daha sonraki senelerde Fas'a gidince o hâfızları ben de gördüm."
Şimdi de isterseniz Mısır’a geçelim: "Mısır’da taksiye binildiğinde iki şey çalar: Ya Ümmü Gülsüm veya Kur’an-ı Kerim. Taksici de “Hangisini istersin?” diye sorar. Üçüncü bir şey yok. Bizim Muhammed taksiye binmiş, Ümmü Gülsüm söylüyormuş. Taksiciye, “Allah aşkına kimdir bu adam, her yerde bu söylüyor?” demiş. Taksici acı bir fren yapmış ve “Nereden geldin?” diye sormuş. Bizimki, “Türkiye” demiş. “Türkiye’den geleli kaç saat oldu?” diye sormuş. “Dört sene önce geldim” demiş. “Mısır’a dört sene önce geldin ve Ümmü Gülsüm’ü tanımıyorsun öyle mi? İnzel, İnzel [İn arabamdan, in!] demiş. “Neredeyse beni dövecekti. Ümmü Gülsüm’ü tanımıyorum diye; hakikaten beni indirdi.” diyor. Mısır’da Ümmü Gülsüm böyle bir şey…”
Hâtıratı okurken Sultan Abdülhamid hayranı olduğunu öğrendiğiniz hocanın şu sözleri son derece câlib-i dikkat: “Sultan Abdülhamid hakkında sadece gerçekleri yazarsak yeter. Ama methiyeye kaçarsak gerçekleri kaybederiz. Onun gerçekliği “büyük ulu hakan” methiyeleri arasında kaybolur gider. “Peki, niye bu adam büyüktür?” diye sorduğunuzda size cevap veremezler. Bugünkü tarihçi meslektaşlarımızın daha ileriye gitmeleri, daha çok belge bulmaları ve objektif olarak bunları methiyeye kaçmadan yazmaları gerekir. Çünkü tarihçi övgüye başladı mı gerçeği kaybeder. O zaman o tarih olmaz, methiye olur. Biz methiyelerden çok çektik. Methiyecilik o raddeye vardı ki Behçet Kemal Çağlar, Atatürk için mevlit bile yazdı. Mevlit bir ıstılahtır. Meclid Peygamber için yazılır. Başkası için yazıldığında o kişinin Peygamber gibi veya Peygamber’in fevkinde olduğu düşüncesi empoze edilmeye çalışılıyor demektir.”
Kitapta Muhammed Hamidullah hocaya beklediğimden daha az yer verilmiş. Dikkatimi çeken nokta ise Hamidullah hocanın son yıllardaki şu hâli oldu: "Hocam sadece anadili Urduca dışında bildiği bütün dilleri unutmuştu. Kur’an-ı Kerim hıfzı duruyordu. Arapçayı, Fransızcayı, İngilizceyi hepsini unutmuştu. Hiçbir şey bilmiyordu. “Anadiliyle Kur’an-ı Kerim’i beraber öğrenmişti. Onları unutmamasını buna yoruyoruz” dediler. Karşısına oturdum. Boşluğa bakar gibi bakıyordu. Adımı kağıda Arapça olarak yazdım. Tanımadı. Türkiye yazdım. Onu da hatırlayamadı. Nasıl aklıma geldiyse bilmiyorum, Erzurum yazdım, güldü. Erzurum’u hatırladı.”
Epey bir uzattığımın farkındayım. Son söz yerine yazıyı bir uyarı ile nihayete erdirmek istiyorum. Diyelim ki bir röportaj için hoca ile randevulaştınız. Benim size tavsiyem randevu saatinden 5-10 dakika önce buluşacağınız yerde olun. Geç kalacaksanız da hocaya haber verin; çünkü gördüm ki hoca randevuya geç kalanları milletvekili veyahut çok yakın bir dostu da olsa affetmiyor.
Deniz Çıkılı
twitter.com/cikilideniz
İslâmî câmiâdaki hâtırat trendi veyahut İslâmî neşriyat yapan yayınevlerinin hâtıratlara olan ilgisi zannımca merhum Ali Ulvi Kurucu hoca ile alakalı çalışmadan sonra başladı. Yayıncıların bu ilgisinin sebebi ticari kaygılar mı yoksa başka bir şey mi bilemiyorum; ancak bahsettiğim çalışma gerçekten çok büyük ilgi gördü ve faydalı oldu. Sonraki süreçte de Ahmet İslamoğlu ve Muhammed Emin Er gibi hocaların hâtıralarını anlattıkları pek çok benzer eser neşredildi. Hâtıralarını okumak için tabir caizse yanıp tutuştuğum isimlerin başında M. Emin Saraç hoca (sellemehullah) geliyor. İnşallah bir gün onun hâtıralarını okumak da nasip olur.
"İhsan Süreyya Sırma Kitabı: Pervari’den Paris’e", Beyan Yayınları’nın 743. kitabı olarak 2018’de yayına hazırlanmış. Eser 543 sayfadan müteşekkil. Kitabın bu kadar hacimli olmasının sebebi İhsan Süreyya Sırma hocanın bizzat kendi çektiği epey bir fotoğrafın kitapta yer alıyor olması. Söyleşiyi gerçekleştiren kişi ise İhsan Süreyya Sırma hocanın talebelesi, İslâm Tarihi üzerine yaptığı emek mahsülü çalışmalarla bilinen Prof. Dr. Adnan Demircan hoca. Nam-ı diğer İhsan Süreyya Sırma hocayı profesör yapan hoca… Nasıl mı? Gelin bizzat Adnan Demircan hocadan dinleyelim:
“İhsan Süreyya Sırma, Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nden emekli olduktan sonra bir süre Viyana'da öğrencilerle ilgilenmeye devam etmiş, Türkiye'ye döndükten sonra Siirt Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nden üniversiteye dönüş için teklif almıştı. Mevcut kanuna göre görevdeyken bulunduğu üniversiteden başka bir üniversiteye geçiş yapan ya da emekliyken üniversiteye dönen kişi ilan edilen kadroya müracaat eder, yeniden dosya hazırlar ve dosyaları jüriye göndirir. Hocamın dosyalarının gönderildiği jüri üyelerinden biriydim. Ben de raporu yazıp gönderdim. Bu arada, "Hocam, bundan böyle İhsan Süreyya Sırma Hoca'yı ben profesör yaptım, diyeceğim" diyerek latife yaptım. Bu sözüm Hocanın hoşuna gitti. Beraber gittbuiğimiz birçok yerde beni tanıştırırken "Beni profesör yapan hoca budur" diyerek latife yapar.”
Kitabı okumadan önce hoca hakkında bildiğim şeyler oldukça azdı. İslâm Tarihi üzerine çalıştığını, eserlerinin Beyan Yayınları’ndan çıktığını, Muhammed Hamidullah hocanın talebesi olduğunu biliyordum. Hâtıratı okuduktan sonra hem hoca hakkında, hem de genel kültür anlamında çok şey öğrendim; ama “okurken hiç sıkılmadım” dersem de yalan olur. Kitabın bazı bölümleri beni çok sıktı. Okurken beni gerçekten şaşırtan birkaç şeyi paylaşmak istiyorum.
Hocanın babası Gazali Bey ile başlayalım. “Gazali Bey” deyince aklıma gelen ilk şey İmam Gazali’nin eserlerini neşreden yayınevini arayarak; “Ben (İmam) Gazali Bey ile görüşmek istiyorum. İletişim bilgilerini paylaşır mısınız?” diyen memleketimin güzide aydınları (!) oluyor. İhsan Süreyya Sırma hoca diyor ki: “Sanıyorum babam, Türkiye'de bu ismi taşıyan tek insandır. Rahmetli dedem İmam Gazali'yi çok sevdiği için babamın adını Gazali koymuş.”. Günümüzdeki bazı ebeveynlerde ise çocuklarına hiç kimsenin vermediği isimleri vermek gibi acayip bir takıntı var. Bu kimseler evlatlarına verecek isim bulmakta güçlük çekiyorlarsa onlara bir iki tavsiyem olacak: Zemahşerî, Cüveynî, Cürcânî, Şehristânî… Nasıl ama? Anlamsız isimler yerine İslâm Tarihi’ne damgasını vurmuş bu isimlerden birini seçmek tuhaf kaçmasa gerek.
Hâtırat okumaktan çok büyük zevk alıyorum. Kendinize örnek aldığınız bir ilim adamının lisedeki hayallerine tanıklık etmek paha biçilemez bir şey olsa gerek: “Okumayı seviyordum. Lise 1'deyken Sefiller'i okudum. Victor Hugo'nun beş ciltlik meşhur romanı... Sefiller'i okuyunca Paris'i çok merak ettim. Orada Fransız Devrimi'nin olduğunu öğrenmiştim. Paris'e gidip devrimcilerin ülkesini, eserlerini görmek hayalimdi adeta.”
Hocanın Necip Fazıl hayranı olduğunu da öğreniyoruz. Kendisi diyor ki: “Necip Fazıl'a bayılırdım. Bir gün Üstad'ı konferans için Kırıkkale'ye götürmüştük. Konferanstan önce yemek yiyoruz. Tabii biz götürdüğümüz için aynı masadayız. "Üstadım, Hilmi Ziya Ülken için ne dersiniz?" dedim. Bizim felsefe hocamız, Türkiye'de sosyolojiyi kuran hoca. "Pilav yapmasını bilmiyor" dedi. Hiç unutmuyorum, başka bir şey söylemedi. Sonra ne olduğunu öğrendim pilav yapmanın ne demek olduğunu. Her malzemesi var; ama pilav yapmasını bilmiyor.”. Necip Fazıl’ın Hamidullah hoca hakkındaki olumsuz kanaatini öğrendikten sonra hocadaki Necip Fazıl hayranlığı devam mı etti yoksa nefrete mi dönüştü diye düşünürken kitabın bir yerinde şu anekdota denk geldim: “Yusuf Ziya [Kavakçı] Bey’le ikimiz Necip Fazıl’ın yanına gittik. Yusuf Ağabey, “Üstâdım, akşam böyle [Ba’îdullah] dediniz. Siz Hamidullah hocanın hiçbir kitabını okudunuz mu?” dedi. “Ben kitap okumam!” diye bir cevap alınca, Yusuf Ağabey, “İhsan, kalk gidelim. Okumayan bir adam” dedi."
Pervari (Siirt) doğumlu olan hocanın anadili Kürtçe. Türkçe ile ilkokulda tanışmış. İlerleyen yıllarda İngilizcesini geliştirmiş. Doktora için Paris’e gitmiş ve doktora tezini Fransızca olarak yazmış. Yabancı bir dilde doktora tezi yazmanın ne kadar güç bir şey olduğunu izah etmeye bile gerek yok. Peki hoca bunu nasıl başarmış? Azim, gayret ve biraz da yaramazlıkla: "Strasbourg'da Magmud diye bir mağaza vardı. Bugünkü tabirle AVM ve sadece bir taneydi. Bizim Türkler mağazaya "Mahmut" diyorlardı. Magmud'du, ama onlar Mahmut mağazası diyorlardı. Mağazanın içi oldukça kalabalık oluyordu. O gün de öyle kalabalıktı. Orada bir şeyler ararken 25-30 yaşlarında bir adamla çarpıştık. Adam "Pardon!" dedi. Ama öyle bir güzel telaffuz etti ki çok hoşuma gitti. O arada orada bir şey yaptım: Adamcağız farkına varmadan onun pardon telaffuzunu öğrenebilmek için altı defa kendisine çarptım. Her çarpışmamızda "Pardon!" dedi."
Hocanın gezmediği çok az ülke kalmış. Hâtıratını okurken oturduğunuz yerde yeni kültürlerle ve insanlarla tanışıyorsunuz: "Faslı bir çocuk vardı, adını unuttum. Bir gün sohbet ediyoruz, bana bir hadis okuyacaktı. Başladı sened zincirini okumaya: "an fulân, an fulân, an fulân [filan kişiden, filan kişiden, filan kişiden]". "Niye senedi okuyorsun?" dedim. "Böyle olmasa okuyamam ki! Ben Buhârî hâfızıyım." dedi. O zaman Fas'ta Buhârî ve Müslim hâfızları olduğunu öğrendim. Daha sonraki senelerde Fas'a gidince o hâfızları ben de gördüm."
Şimdi de isterseniz Mısır’a geçelim: "Mısır’da taksiye binildiğinde iki şey çalar: Ya Ümmü Gülsüm veya Kur’an-ı Kerim. Taksici de “Hangisini istersin?” diye sorar. Üçüncü bir şey yok. Bizim Muhammed taksiye binmiş, Ümmü Gülsüm söylüyormuş. Taksiciye, “Allah aşkına kimdir bu adam, her yerde bu söylüyor?” demiş. Taksici acı bir fren yapmış ve “Nereden geldin?” diye sormuş. Bizimki, “Türkiye” demiş. “Türkiye’den geleli kaç saat oldu?” diye sormuş. “Dört sene önce geldim” demiş. “Mısır’a dört sene önce geldin ve Ümmü Gülsüm’ü tanımıyorsun öyle mi? İnzel, İnzel [İn arabamdan, in!] demiş. “Neredeyse beni dövecekti. Ümmü Gülsüm’ü tanımıyorum diye; hakikaten beni indirdi.” diyor. Mısır’da Ümmü Gülsüm böyle bir şey…”
Hâtıratı okurken Sultan Abdülhamid hayranı olduğunu öğrendiğiniz hocanın şu sözleri son derece câlib-i dikkat: “Sultan Abdülhamid hakkında sadece gerçekleri yazarsak yeter. Ama methiyeye kaçarsak gerçekleri kaybederiz. Onun gerçekliği “büyük ulu hakan” methiyeleri arasında kaybolur gider. “Peki, niye bu adam büyüktür?” diye sorduğunuzda size cevap veremezler. Bugünkü tarihçi meslektaşlarımızın daha ileriye gitmeleri, daha çok belge bulmaları ve objektif olarak bunları methiyeye kaçmadan yazmaları gerekir. Çünkü tarihçi övgüye başladı mı gerçeği kaybeder. O zaman o tarih olmaz, methiye olur. Biz methiyelerden çok çektik. Methiyecilik o raddeye vardı ki Behçet Kemal Çağlar, Atatürk için mevlit bile yazdı. Mevlit bir ıstılahtır. Meclid Peygamber için yazılır. Başkası için yazıldığında o kişinin Peygamber gibi veya Peygamber’in fevkinde olduğu düşüncesi empoze edilmeye çalışılıyor demektir.”
Kitapta Muhammed Hamidullah hocaya beklediğimden daha az yer verilmiş. Dikkatimi çeken nokta ise Hamidullah hocanın son yıllardaki şu hâli oldu: "Hocam sadece anadili Urduca dışında bildiği bütün dilleri unutmuştu. Kur’an-ı Kerim hıfzı duruyordu. Arapçayı, Fransızcayı, İngilizceyi hepsini unutmuştu. Hiçbir şey bilmiyordu. “Anadiliyle Kur’an-ı Kerim’i beraber öğrenmişti. Onları unutmamasını buna yoruyoruz” dediler. Karşısına oturdum. Boşluğa bakar gibi bakıyordu. Adımı kağıda Arapça olarak yazdım. Tanımadı. Türkiye yazdım. Onu da hatırlayamadı. Nasıl aklıma geldiyse bilmiyorum, Erzurum yazdım, güldü. Erzurum’u hatırladı.”
Epey bir uzattığımın farkındayım. Son söz yerine yazıyı bir uyarı ile nihayete erdirmek istiyorum. Diyelim ki bir röportaj için hoca ile randevulaştınız. Benim size tavsiyem randevu saatinden 5-10 dakika önce buluşacağınız yerde olun. Geç kalacaksanız da hocaya haber verin; çünkü gördüm ki hoca randevuya geç kalanları milletvekili veyahut çok yakın bir dostu da olsa affetmiyor.
Deniz Çıkılı
twitter.com/cikilideniz
9 Aralık 2019 Pazartesi
O vazgeçilmez ve korkutucu mesele: hayatın anlamı
"Benim kanaatime göre her yaratık, tam anlamıyla, bütün insanlığın ağırlığını taşır. Yalnızca onların tek tek işin ucunu ortasını bulma tarzlarıdır onları ayıran."
- Thomas Bernhard, Hakikatin İzinde
İnsan için hem son derece vazgeçilmez hem de oldukça korkutucu bir meseledir hayatın anlamı. Yaşamın girdabı içinde, akşamın nasıl geldiğini dahi anlamadığımız şu zamanlarda bir de "şu hayatın bana göre ne anlamı var mı?" diye sormak, kişiye çok büyük kapılar açabileceği gibi -şimdiye kadar hiç sormadıysa eğer- acı gerçekleri de yüzüne çarpabilir. Kapıları açmak da kapılara çarpmak da insanın elinde. Demek ki burada bir irade meselesi var, bu burada dursun.
Hayatın anlamı meselesine dair raflarda dolanan birçok kitap var. Zamanla, önüne gelenin kitap yazdığı bir konu olup çıktı ki insanlara da gına geldi. Meseleyi derinlemesine irdelemek isteyenlerin önünde birkaç "yiğit" kitap duruyor. Okuduklarımdan birkaçını sayacak olursam: Viktor E. Frankl - İnsanın Anlam Arayışı, Paul Tillich - Olmak Cesareti, Alfred Adler - Yaşamın Anlam ve Amacı, Erich Fromm - Sahip Olmak ya da Olmak, Rollo May - Kendini Arayan İnsan... Görüldüğü gibi saydıklarımın hepsi yabancı kaynaklar. Ülkemizde bu meseleye giren yazarların ve düşünürlerin iki farklı dünyaya saplanıp kaldığını görüyoruz. Bu da düşünce taassubunu ortaya çıkarıyor. Nedir bu iki dünya? İlki ilahiyat. İkincisi felsefe. Ne biri ne diğeri, meseleye herkesin anlayabileceği ve herkesin özümseyebileceği bir cevap sunamıyor. Çünkü biri diğerine, diğeri de birine uyamıyor. Yazarın dünyası çoğu zaman üste çıkıyor. Objektiflik kayboluyor ve dolayısıyla kitaplar da 'okunup geçilenler' arasında yerini alıyor. Son zamanlarda ülkemizin kalemlerinden hayatın anlamına dair hangi kitaplar çıktığıyla pek ilgilenmemiştim. Ta ki Erol Göka'nın Twitter hesabından yeni kitap duyurusunu görene kadar. "Hayatın Anlamı Var Mı?" adlı kitap, Ağustos 2019'da Kapı Yayınları tarafından neşredildi. Bazı kitapçıların psikoloji, bazı kitapçıların da kişisel gelişim raflarında yerini aldı. Sessiz sakin bir yer alıştı bu zira 'çok satanlar' hep 'çok gözükenler' arasından oluyor. Çoğu zaman rafları iyi karıştırmak gerekiyor. Bu teknik meselelere dair son bir kelam daha edeyim. Çok net bir isim, kapak ve renk seçmiş Erol Göka. Devir değişti, insan önce gözüne hitap etsin istiyor bir şeyler, sonra gönlüne. Gelelim kitabın gönle hitap eden tarafına dair konuşmaya...
Erol hoca kitabı üç bölüme ayırmış. Bölümler kitabın sorduğu soruya nasıl cevap verileceği konusunda da bir ipucu sunuyor. Çünkü hayatın anlamına dair konuşulması gereken ilk şey belki de irade. Dolayısıyla kitabın ilk bölümü de Hayat ve İrade başlığını taşıyor. Bu bölümde Göka, modern zamanların en büyük problematiği olan iradeyi masaya yatırıyor. Bir rüyada gibi yaşayan ve dolayısıyla iradesinden bihaber insanların hayatın anlamını arama konusunda 'çoktan kaybetmişler' arasında yerlerini aldıklarını söylüyor. Yine bu zamanların şeytan üçgeni olan ihtiyaç, talep, arzu konularında iradenin saptığı yerleri tespit ediyor. "Bize verilmiş en mühim emanet 'kendimiz'iz. Kendini ihmal eden, gerçekten kahramanlığın gerektiği çok istisnai haller dışında, kendini taşıyamayan kimselerin aslında başkalarında da bir faydaları olmaz. Bu nedenle varoluşsal suçluluk duygusuna batmak istemiyorsak ilk yapmamız gereken kendi sorumluluğumuzu üstlenmek, kendi potansiyellerimizi hayata geçirmeye gayret etmektir. İrade, her şeyden önce hayatın önümüze koyduğu yollardan birini tercih etmek, bu uğurda çaba göstermektir; onun ilk işi istemek, çabanın tetiğini çekmektir" diyerek okuyucuyu bölümün son konusu duygu-mantık karşıtlığına hazırlıyor. Çünkü irade söz konusu olduğunda akılla kalp arasında gidip geliyor insan fakat Göka teknolojik bir tabir kullanacak olursam 'kullanıcı dostu' bir edayla noktayı hedefin tam ortasına koyuyor: "Anlamını arayacağımız âlemde bir eksik yoktur; sadece âlem de insan da ziyadesiyle karışıktır."
Kitabın ikinci bölümü Hayat ve Anlam başlığını taşıyor. Anlamsız bir hayata sövmelerine rağmen kendilerini 'elli ton' içinde gerçekleştiren(?) kimseler hocayı da zıvanadan çıkartmış olmalı ki bölümün ilk konusu bu. Akabinde hayat derken neyin kastedildiği, inanç ve hayatın anlamı arasındaki ilişki, insanın anlam üretme noktasındaki vaziyeti, hayatın anlamını dert edinen psikoterapistler -ki şahane faydalı bir yazı-, anlam-amaç-amaçlılık arasındaki irtibat, insan ve endişe(si) birlikteliği, 'sıkı can'ın ne olup ne olmadığı, her şeye rağmen anlamsızlık duygusu çıkıp geldiğinde neler yapılabileceği gibi meseleler bu bölümü oluşturuyor. Kitabın en yoğun, en sert ve etkileyici bölümü. Ayrıca farklı okumalar yapmak isteyenler için dipnotlarda harikulade kitaplar olduğunu da zevkle belirtmeliyim. Bu bölümün bana kalırsa en güzel yanı, 'tek bir cevap arama-bulma' illüzyonuna tokat sallaması. Hani Dostoyevski, "Her şeyi fazlasıyla anlamak, hastalıktır" diyor ya, işte Erol Göka da bu pencereden bakıyor meseleye: "İnsan varoluşsal olarak, böylesine kaygan, sürprizler ve mucizelerle, umutlar ve hayal kırıklıklarıyla dolu bu dünya hayatında, anlam olmadan yapamaz ama anlamsızlığa da çok yakındır. Bütün her şeyin, olup bitenin anlamına vakıf olamamak nasıl tabii ise anlamsızlık yaşamak da öyledir. 'İnsan-ı kâmil' makamında değilsek, hayat bizim için muamma olma özelliğini koruyacaktır. Her bilgisizlik, karanlığı; her karanlık, ayağımızın kayma, tökezleme ihtimalini haber verir. Anlam varsa anlayamamak da, anlamsızlık da şöyle ya da böyle olacaktır."
İyi hayat nedir, diye soruyor kitabın son bölümünde Göka. Bu sorunun peşinden bir insanın ömrünü neye vermesi gerektiğini, otantik insan olmanın tanımı, sorumluluk ve ödev ahlakı, mücadele ve teslimiyet gibi önemli konular geliyor. Zaten hoca kitabının bütününde hem mücadelenin hem de teslimiyetin insanın vazgeçilmez yaşam kaynakları olması gerektiğini telkin ediyor. 'Şimdi ve burada' olmanın, popüler söylemin aksine sahiden an'da olmanın, ve an'ı yaşamanın en sağlıklı formülü bu. Hayalimizdeki her şeye kavuşmanın son derece tehlikeli olduğunu söylüyor Göka. Büyük İskender'in fethedecek başka bir yer bulamayınca ağladığını hatırlatıyor. Bu da akıllara Fromm'un, işkolik bir adamın hedefine -tekne almak- ulaştıktan sonra "şimdi ne yapacağım?" diye büyük bir boşluğa düştüğü hikâyesini hatırlatıyor. Tek bir hayal olmamalı, tek bir amaç da olmamalı demek doğru olsa gerek. Belki birkaç meşgale, birkaç hobi, birkaç tutku; insanın bilhassa ruh sağlığını koruma altına alması için büyük vasıtalar: "Hakikat arayıcısı için zirve yoktur, tırmanış hep sürer ve sağlıklı insanlar için hayat, sürekli mücadele gerektiren bir etik gerilim hattı olmayı sürdürür. Can sıkıntısına çare olsun diye uydurma bir anlam aramak yerine, önüne açılan bir işi yapmaya başlayan kimse daha şanslıdır. Gün boyunca karşılaştığı işlere hiç üşenmeden koyulan insan, can sıkıntısına karşı gerçek panzehri yakalamıştır."
Eseri sayısız altı çizili paragraf ve alınmış notla bitirdikten sonra memnuniyetimi gizleyemezdim. Çünkü böylesine ciddi bir konuda etraf 'edebiyat parçalayan' sözde diplomalı kimselerle doluyken, yetkin bir kalem ve mühim bir zihinden aldığım dersler karşısında vefakar olmalıydım. İşte tam da böyle düşünürken aklıma vefa bahsi geldi. Abdurrahman Câmî'nin Nefehâtü’l-üns'ünde önemli bir hikâye vardır. Büyük sufilerden Ebu Hasan Urmevî'ye "Vefa nedir?" diye sorarlar. Hazret şöyle cevap verir: "Bu dünyaya niçin geldiğini bilmendir."
Herkesin kendince peşine düştüğü bir yahut birkaç anlam var, bu hayatı üzerine inşa ettiği, etmeye çalıştığı. Kimi abid olmak için, kimi zahid, kimi alim, kimi gönül ehli, kimi de tacir... Herkes dert edindiğini sahiden dert edinirse, herhalde anlam boşluğu da kalmayacaktır. Zira "kainat boşluk kaldırmaz" der erenler. Her şeyin yeri dolar. İnsan da şu içindeki boşluk hissini doldurup, kaynağa dönmeli yüzünü, gönlünü. "Hayatın Anlamı Var Mı?" en çok da bunu hatırlatan bir kitap...
Hamiş: Kitabın hemen başında yer alan, Sünbül Sinan ve Mûsâ Muslihuddin arasında geçen hikâyeyi daha önceden bilseniz dahi koparıp cebinize, cüzdanınıza koyun. Canınız sıkıldıkça açıp okuyun. Gönül teraziniz 'merkez'ini bulsun!
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
- Thomas Bernhard, Hakikatin İzinde
İnsan için hem son derece vazgeçilmez hem de oldukça korkutucu bir meseledir hayatın anlamı. Yaşamın girdabı içinde, akşamın nasıl geldiğini dahi anlamadığımız şu zamanlarda bir de "şu hayatın bana göre ne anlamı var mı?" diye sormak, kişiye çok büyük kapılar açabileceği gibi -şimdiye kadar hiç sormadıysa eğer- acı gerçekleri de yüzüne çarpabilir. Kapıları açmak da kapılara çarpmak da insanın elinde. Demek ki burada bir irade meselesi var, bu burada dursun.
Hayatın anlamı meselesine dair raflarda dolanan birçok kitap var. Zamanla, önüne gelenin kitap yazdığı bir konu olup çıktı ki insanlara da gına geldi. Meseleyi derinlemesine irdelemek isteyenlerin önünde birkaç "yiğit" kitap duruyor. Okuduklarımdan birkaçını sayacak olursam: Viktor E. Frankl - İnsanın Anlam Arayışı, Paul Tillich - Olmak Cesareti, Alfred Adler - Yaşamın Anlam ve Amacı, Erich Fromm - Sahip Olmak ya da Olmak, Rollo May - Kendini Arayan İnsan... Görüldüğü gibi saydıklarımın hepsi yabancı kaynaklar. Ülkemizde bu meseleye giren yazarların ve düşünürlerin iki farklı dünyaya saplanıp kaldığını görüyoruz. Bu da düşünce taassubunu ortaya çıkarıyor. Nedir bu iki dünya? İlki ilahiyat. İkincisi felsefe. Ne biri ne diğeri, meseleye herkesin anlayabileceği ve herkesin özümseyebileceği bir cevap sunamıyor. Çünkü biri diğerine, diğeri de birine uyamıyor. Yazarın dünyası çoğu zaman üste çıkıyor. Objektiflik kayboluyor ve dolayısıyla kitaplar da 'okunup geçilenler' arasında yerini alıyor. Son zamanlarda ülkemizin kalemlerinden hayatın anlamına dair hangi kitaplar çıktığıyla pek ilgilenmemiştim. Ta ki Erol Göka'nın Twitter hesabından yeni kitap duyurusunu görene kadar. "Hayatın Anlamı Var Mı?" adlı kitap, Ağustos 2019'da Kapı Yayınları tarafından neşredildi. Bazı kitapçıların psikoloji, bazı kitapçıların da kişisel gelişim raflarında yerini aldı. Sessiz sakin bir yer alıştı bu zira 'çok satanlar' hep 'çok gözükenler' arasından oluyor. Çoğu zaman rafları iyi karıştırmak gerekiyor. Bu teknik meselelere dair son bir kelam daha edeyim. Çok net bir isim, kapak ve renk seçmiş Erol Göka. Devir değişti, insan önce gözüne hitap etsin istiyor bir şeyler, sonra gönlüne. Gelelim kitabın gönle hitap eden tarafına dair konuşmaya...
Erol hoca kitabı üç bölüme ayırmış. Bölümler kitabın sorduğu soruya nasıl cevap verileceği konusunda da bir ipucu sunuyor. Çünkü hayatın anlamına dair konuşulması gereken ilk şey belki de irade. Dolayısıyla kitabın ilk bölümü de Hayat ve İrade başlığını taşıyor. Bu bölümde Göka, modern zamanların en büyük problematiği olan iradeyi masaya yatırıyor. Bir rüyada gibi yaşayan ve dolayısıyla iradesinden bihaber insanların hayatın anlamını arama konusunda 'çoktan kaybetmişler' arasında yerlerini aldıklarını söylüyor. Yine bu zamanların şeytan üçgeni olan ihtiyaç, talep, arzu konularında iradenin saptığı yerleri tespit ediyor. "Bize verilmiş en mühim emanet 'kendimiz'iz. Kendini ihmal eden, gerçekten kahramanlığın gerektiği çok istisnai haller dışında, kendini taşıyamayan kimselerin aslında başkalarında da bir faydaları olmaz. Bu nedenle varoluşsal suçluluk duygusuna batmak istemiyorsak ilk yapmamız gereken kendi sorumluluğumuzu üstlenmek, kendi potansiyellerimizi hayata geçirmeye gayret etmektir. İrade, her şeyden önce hayatın önümüze koyduğu yollardan birini tercih etmek, bu uğurda çaba göstermektir; onun ilk işi istemek, çabanın tetiğini çekmektir" diyerek okuyucuyu bölümün son konusu duygu-mantık karşıtlığına hazırlıyor. Çünkü irade söz konusu olduğunda akılla kalp arasında gidip geliyor insan fakat Göka teknolojik bir tabir kullanacak olursam 'kullanıcı dostu' bir edayla noktayı hedefin tam ortasına koyuyor: "Anlamını arayacağımız âlemde bir eksik yoktur; sadece âlem de insan da ziyadesiyle karışıktır."
Kitabın ikinci bölümü Hayat ve Anlam başlığını taşıyor. Anlamsız bir hayata sövmelerine rağmen kendilerini 'elli ton' içinde gerçekleştiren(?) kimseler hocayı da zıvanadan çıkartmış olmalı ki bölümün ilk konusu bu. Akabinde hayat derken neyin kastedildiği, inanç ve hayatın anlamı arasındaki ilişki, insanın anlam üretme noktasındaki vaziyeti, hayatın anlamını dert edinen psikoterapistler -ki şahane faydalı bir yazı-, anlam-amaç-amaçlılık arasındaki irtibat, insan ve endişe(si) birlikteliği, 'sıkı can'ın ne olup ne olmadığı, her şeye rağmen anlamsızlık duygusu çıkıp geldiğinde neler yapılabileceği gibi meseleler bu bölümü oluşturuyor. Kitabın en yoğun, en sert ve etkileyici bölümü. Ayrıca farklı okumalar yapmak isteyenler için dipnotlarda harikulade kitaplar olduğunu da zevkle belirtmeliyim. Bu bölümün bana kalırsa en güzel yanı, 'tek bir cevap arama-bulma' illüzyonuna tokat sallaması. Hani Dostoyevski, "Her şeyi fazlasıyla anlamak, hastalıktır" diyor ya, işte Erol Göka da bu pencereden bakıyor meseleye: "İnsan varoluşsal olarak, böylesine kaygan, sürprizler ve mucizelerle, umutlar ve hayal kırıklıklarıyla dolu bu dünya hayatında, anlam olmadan yapamaz ama anlamsızlığa da çok yakındır. Bütün her şeyin, olup bitenin anlamına vakıf olamamak nasıl tabii ise anlamsızlık yaşamak da öyledir. 'İnsan-ı kâmil' makamında değilsek, hayat bizim için muamma olma özelliğini koruyacaktır. Her bilgisizlik, karanlığı; her karanlık, ayağımızın kayma, tökezleme ihtimalini haber verir. Anlam varsa anlayamamak da, anlamsızlık da şöyle ya da böyle olacaktır."
İyi hayat nedir, diye soruyor kitabın son bölümünde Göka. Bu sorunun peşinden bir insanın ömrünü neye vermesi gerektiğini, otantik insan olmanın tanımı, sorumluluk ve ödev ahlakı, mücadele ve teslimiyet gibi önemli konular geliyor. Zaten hoca kitabının bütününde hem mücadelenin hem de teslimiyetin insanın vazgeçilmez yaşam kaynakları olması gerektiğini telkin ediyor. 'Şimdi ve burada' olmanın, popüler söylemin aksine sahiden an'da olmanın, ve an'ı yaşamanın en sağlıklı formülü bu. Hayalimizdeki her şeye kavuşmanın son derece tehlikeli olduğunu söylüyor Göka. Büyük İskender'in fethedecek başka bir yer bulamayınca ağladığını hatırlatıyor. Bu da akıllara Fromm'un, işkolik bir adamın hedefine -tekne almak- ulaştıktan sonra "şimdi ne yapacağım?" diye büyük bir boşluğa düştüğü hikâyesini hatırlatıyor. Tek bir hayal olmamalı, tek bir amaç da olmamalı demek doğru olsa gerek. Belki birkaç meşgale, birkaç hobi, birkaç tutku; insanın bilhassa ruh sağlığını koruma altına alması için büyük vasıtalar: "Hakikat arayıcısı için zirve yoktur, tırmanış hep sürer ve sağlıklı insanlar için hayat, sürekli mücadele gerektiren bir etik gerilim hattı olmayı sürdürür. Can sıkıntısına çare olsun diye uydurma bir anlam aramak yerine, önüne açılan bir işi yapmaya başlayan kimse daha şanslıdır. Gün boyunca karşılaştığı işlere hiç üşenmeden koyulan insan, can sıkıntısına karşı gerçek panzehri yakalamıştır."
Eseri sayısız altı çizili paragraf ve alınmış notla bitirdikten sonra memnuniyetimi gizleyemezdim. Çünkü böylesine ciddi bir konuda etraf 'edebiyat parçalayan' sözde diplomalı kimselerle doluyken, yetkin bir kalem ve mühim bir zihinden aldığım dersler karşısında vefakar olmalıydım. İşte tam da böyle düşünürken aklıma vefa bahsi geldi. Abdurrahman Câmî'nin Nefehâtü’l-üns'ünde önemli bir hikâye vardır. Büyük sufilerden Ebu Hasan Urmevî'ye "Vefa nedir?" diye sorarlar. Hazret şöyle cevap verir: "Bu dünyaya niçin geldiğini bilmendir."
Herkesin kendince peşine düştüğü bir yahut birkaç anlam var, bu hayatı üzerine inşa ettiği, etmeye çalıştığı. Kimi abid olmak için, kimi zahid, kimi alim, kimi gönül ehli, kimi de tacir... Herkes dert edindiğini sahiden dert edinirse, herhalde anlam boşluğu da kalmayacaktır. Zira "kainat boşluk kaldırmaz" der erenler. Her şeyin yeri dolar. İnsan da şu içindeki boşluk hissini doldurup, kaynağa dönmeli yüzünü, gönlünü. "Hayatın Anlamı Var Mı?" en çok da bunu hatırlatan bir kitap...
Hamiş: Kitabın hemen başında yer alan, Sünbül Sinan ve Mûsâ Muslihuddin arasında geçen hikâyeyi daha önceden bilseniz dahi koparıp cebinize, cüzdanınıza koyun. Canınız sıkıldıkça açıp okuyun. Gönül teraziniz 'merkez'ini bulsun!
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
6 Aralık 2019 Cuma
Yüz günlük bir katliamın öyküsü
“Nezaketten, haklılardan yanayızdır hepimiz
Sevinmemiz çapkıncadır, ağlatır bizi küpeşteler
Yaşamak deriz –Oh, dear- ne kadar tekdüze
Katliamlar ne kötü be birader.”
- İsmet Özel, Dişlerimiz Arasındaki Ceset
Ruanda’da, 1994 yılında büyük bir katliam yapıldı. Hutu liderliğindeki hükümet ve milisler Ruanda’da yüz günde 800 bin kişiyi öldürdü. Bahsettiğim kitabın adının Yüz Gün olmasının sebebi, bu insanlık dışı katliamın süresinden dolayıdır. Elbette bu katliamın iç ve dış birçok sebebi bulunuyor. Bu olayı sadece Ruanda’nın iç meselesi olarak görmek mümkün değil. Tabii ki Batı yine oradaydı, Afrika’da gerçekleşen diğer katliamlarda olduğu gibi.
İsviçre Edebiyatı’nın ünlü tiyatro yazarı Lukas Barfuss’un ilk romanıdır Yüz Gün. Metis Yayınları’ndan 2010 yılında, Zehra Aksu Yılmazer çevirisiyle neşredildi. Sadece bir katliamın romanlaştırılmasından ziyade bir belgesel kitap özelliği de taşıyor.
Romanın başkahramanı ve olayların içinde olan kişi, İsviçre Kalkınma ve İşbirliği Teşkilatı’nın bir üyesi olan ve Ruanda’ya bu sıfatla giden David’dir. Kitap, David’in, arkadaşına Ruanda’da yaşadığı o zor 100 günü anlatmasıyla başlıyor ve sonuna kadar David’in yaşadıkları resmediliyor, 167 sayfa boyunca ve David’in bakış açısından. Aslında klasik bir savaş resmi çizer bu roman. Batılı ve yardımsever kahramanımız, onu güçlü ve güvenli topraklara, yani Batı’ya taşıyacak uçağa, helikoptere binmez ve olaylar gelişir. Burada da başlangıç bu şekilde oluyor, David, İsviçreli arkadaşlarıyla o uçağa binmiyor ve işler karışmasına rağmen Ruanda’dan ayrılmıyor. Tabii bunun bir sebebi de Ruandalı sevgilisi Agathe.
Yazar, David’i oryantalist bir havadan, Batı’nın o rahat ve uzak koltuğundan Doğu’ya bakan bir karakterden ziyade Afrika’ya duyarlı bir kalkınma teşkilatı üyesi olarak karşımıza çıkarıyor. Aynı zamanda dünya vatandaşlığına inanan, ırkçılık karşıtı biri olarak görüyoruz David’i. Kendini bir davaya adamış ve İsviçre’deki o konforlu hayatını bırakmayı göze alacak biri olduğunu da söylemek mümkün:
“Ülkemden, her şeyi derhal unutan dar kafalılardan gına gelmişti, arkadaşlarımın çoğu gibi bir köşeye sinip saçımı uzatmakla, işgal edilmiş bir at ahırında devrimci broşürler basmakla yetinemeyeceğim kadar değerliydi hayat benim için, öteki tarafa çark edemeyeceğim, sıradan bir büro çalışanı olarak zenginlikten payıma düşeni talep edip cebimi olabildiğince doldurmaya bakamayacağım kadar da önemliydi. Kapitalizmin piyade siperlerinde topun ağzına atılarak helak olmak da istemiyordum, eğer kendimi feda edeceksem, sadece büyük bir dava için feda ederdim, bunun için de gitmem gerekiyordu. Ülkemin bana ihtiyacı yoktu, oysa orada, Afrika’da mütevazı bilgimin binde biri bile bir servetti ve bu serveti paylaşmak istiyordum.”
David’in olaylara bakışından yola çıkarak Batı’nın ve daha özelde İsviçre gibi refahın çok yüksek olduğu ülke halklarının da hayata ve Doğu’ya ne nazarla baktıklarını tahmin edebiliriz. Aslında David’in Ruanda’ya yardım için gidişinde vicdani bir yön de bulunuyor. Çünkü Afrika’nın sefaletinden sorumlu tutuyor “beyazları”:
“Biz kendimizi beyazların bu kıtaya getirdiği sefaletten sorumlu hissediyor ve bu suçun bir kısmını olsun telafi edebilmek için canla başla savaşıyorduk.”
Ruanda, birçok Afrika ülkesi gibi karışık bir coğrafya. Kimin kiminle saf tuttuğu belli olmayan, kendi kendini güçsüz düşüren bir ülke. Yıllardır devam eden, bazen azalan bazen artan iç çarpışmaların elbette bir geçmişi var. Yazar, bu geçmişi okura gayet açık bir şekilde ve gerektiği kadar detay kullanarak anlatıyor. Yani bu iç savaş ve katliam nereden çıktı diyen bir okur bunun cevabını kitapta buluyor. Burada da yazar oryantalist bir havaya bürünmeden, ansiklopedik bilgi kuruluğundan kaçınarak okurun merakını kitaba yöneltiyor. Ben kitabı okuduğumda kendimi, Ruanda’da neler olduğuna dair detaylı bir araştırma yaparken buldum. Fakat bu ülkenin sosyolojik ve tarihsel geçmişinden daha çok David’in yaşadıkları ön plana çıkarılmış kitap boyunca. Özellikle katliamın sürdüğü yüz gün boyunca saklandığı Amsar Evi’nde yaşadıkları ve duyguları:
“Bazen kendimi yerin altında, arada sırada geğiren, yalayıp yuttuğu tüm o cesetlerden çıkan hazım gazlarını sesli bir osurukla salan leş kokulu bir canavarın içinde gibi hissediyordum.”
100 Gün’ü ikiye ayırmak mümkün. Katliam öncesi ve katliamın gerçekleştiği yüz günlük süre. Katliam öncesindeki sürede yazar katliama giden yolu başarılı bir şekilde çizmiş ancak katliamın gerçekleştiği yüz günlük sürede biraz eksik kalmış diyebilirim; çünkü yazar burada karakterin ruh haline daha da yoğunlaşıyor ve ülkenin ne halde olduğu biraz arka planda kalıyor. Bu kısım, yani ikinci kısım biraz daha detaylandırılsa roman daha başarılı bir hal alırdı.
100 Gün kitabında, zaman zaman David’in ülkesi olan İsviçre’ye ya da Batı’ya yöneltilen eleştirileri de görmek mümkün. Kitabı okutan önemli bir sebeptir bu: objektiflik. Özellikle kitabın ilginç karakterlerinden Missland’in dilinden yansıtılır bu düşünceler. Missland’e göre İsviçre bu ülkeye gelmiştir çünkü Ruanda, Afrika ülkeleri içinde Afrika’ya en benzemeyen ülkedir. Missland, yardım ederken dahi riyakâr olduğunu düşünür ülkesinin. David’le iyi anlaşsa da, yardım konusunda tamamen zıt düşünürler. Burada da yine okurun vicdanına kalır neye inanacağı. Ancak Missland’in dedikleri de yabana atılacak cinsten değildir, Batı’nın onca zulmünden sonra:
“Missland’e göre, bu ülkeyi sevmemizin en önemli nedeni burada zenci olmamasıydı. Gerçi insanlar zenciye benziyordu, tenleri siyah, saçları kıvırcıktı ama gerçekte bunlar Afrikalı Prusyalılardı, dakiklerdi, düzeni seviyorlardı, son derece kibardılar. Asla yere tükürmüyorlardı, müzikten nefret ediyorlardı, dansları da berbattı. En önemlisi de iyi işleyen bir devletleri vardı, abagetsi’lerin, nüfuz sahiplerinin her emrine uyuyor, işlerini güvenilir bir biçimde ve de mızırdanmadan yapıyorlardı.”
Kitap en sonunda David’in de hem Teşkilatı hem Ruanda hükümetini hem de bu yardımların ne için yapıldığını sorgulamasıyla sonlanıyor. Karakterin kitabın sonlarındaki haliyle, başlardaki yardımsever hali arasındaki fark, aslında bize dünya siyasetinin nasıl bir çukurda, çamurda olduğunu net bir şekilde gösteriyor:
“Dağıtım birkaç saat sürdü, herkes payına düşeni aldı, günlük bin dokuz yüz kalorilik paketlerde dört yüz gram mısır, otuz gram sıvı yağ, kırk gram balık konservesi vardı ama biz paketleri tek tek ailelere değil, belediye başkanlarına ve bölge şeflerine dağıtıyorduk, bunların tamamı yüz günlük katliamı başlatanlardı. Onlar da değişim geçirmişti, zira yardım örgütleri kaçak katillere de yiyecek, battaniye, çadır yardımı yapıyordu. Asla siyaset yapmayan Teşkilat gibi bu örgütler de siyaset dışıydı. Bizim yerimize başkaları, bizzat katiller siyaset yapıyordu, kamplarda eski devletlerinin aynısını kurmuşlardı, mevki sahipleri mevki sahipleri olmaya devam ediyor, yiyecekleri ilk onlar alıyordu, en iyi konumlardaki en büyük çadırlar da onlarındı, sıradan insanlara onlardan arta kalan kırıntılar düşüyordu ve elbette bunun bile parasını ödemek zorundaydılar.”
Tarihsel olayların gerçek, kişilerin kurgu olduğu ve başarılı bir çeviriye sahip bu eser, benzer şeyleri okumaktan sıkılan ve farklı bir roman okumak isteyenler için oldukça ideal. Yaşanmış bir olayın, bir Avrupalının gözünden anlatılması okurları uzaklaştırmasın. Yazar, birçok Doğulu veya Afrikalı görünenden daha objektif bakmış çoğu olaya.
Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10
Sevinmemiz çapkıncadır, ağlatır bizi küpeşteler
Yaşamak deriz –Oh, dear- ne kadar tekdüze
Katliamlar ne kötü be birader.”
- İsmet Özel, Dişlerimiz Arasındaki Ceset
Ruanda’da, 1994 yılında büyük bir katliam yapıldı. Hutu liderliğindeki hükümet ve milisler Ruanda’da yüz günde 800 bin kişiyi öldürdü. Bahsettiğim kitabın adının Yüz Gün olmasının sebebi, bu insanlık dışı katliamın süresinden dolayıdır. Elbette bu katliamın iç ve dış birçok sebebi bulunuyor. Bu olayı sadece Ruanda’nın iç meselesi olarak görmek mümkün değil. Tabii ki Batı yine oradaydı, Afrika’da gerçekleşen diğer katliamlarda olduğu gibi.
İsviçre Edebiyatı’nın ünlü tiyatro yazarı Lukas Barfuss’un ilk romanıdır Yüz Gün. Metis Yayınları’ndan 2010 yılında, Zehra Aksu Yılmazer çevirisiyle neşredildi. Sadece bir katliamın romanlaştırılmasından ziyade bir belgesel kitap özelliği de taşıyor.
Romanın başkahramanı ve olayların içinde olan kişi, İsviçre Kalkınma ve İşbirliği Teşkilatı’nın bir üyesi olan ve Ruanda’ya bu sıfatla giden David’dir. Kitap, David’in, arkadaşına Ruanda’da yaşadığı o zor 100 günü anlatmasıyla başlıyor ve sonuna kadar David’in yaşadıkları resmediliyor, 167 sayfa boyunca ve David’in bakış açısından. Aslında klasik bir savaş resmi çizer bu roman. Batılı ve yardımsever kahramanımız, onu güçlü ve güvenli topraklara, yani Batı’ya taşıyacak uçağa, helikoptere binmez ve olaylar gelişir. Burada da başlangıç bu şekilde oluyor, David, İsviçreli arkadaşlarıyla o uçağa binmiyor ve işler karışmasına rağmen Ruanda’dan ayrılmıyor. Tabii bunun bir sebebi de Ruandalı sevgilisi Agathe.
Yazar, David’i oryantalist bir havadan, Batı’nın o rahat ve uzak koltuğundan Doğu’ya bakan bir karakterden ziyade Afrika’ya duyarlı bir kalkınma teşkilatı üyesi olarak karşımıza çıkarıyor. Aynı zamanda dünya vatandaşlığına inanan, ırkçılık karşıtı biri olarak görüyoruz David’i. Kendini bir davaya adamış ve İsviçre’deki o konforlu hayatını bırakmayı göze alacak biri olduğunu da söylemek mümkün:
“Ülkemden, her şeyi derhal unutan dar kafalılardan gına gelmişti, arkadaşlarımın çoğu gibi bir köşeye sinip saçımı uzatmakla, işgal edilmiş bir at ahırında devrimci broşürler basmakla yetinemeyeceğim kadar değerliydi hayat benim için, öteki tarafa çark edemeyeceğim, sıradan bir büro çalışanı olarak zenginlikten payıma düşeni talep edip cebimi olabildiğince doldurmaya bakamayacağım kadar da önemliydi. Kapitalizmin piyade siperlerinde topun ağzına atılarak helak olmak da istemiyordum, eğer kendimi feda edeceksem, sadece büyük bir dava için feda ederdim, bunun için de gitmem gerekiyordu. Ülkemin bana ihtiyacı yoktu, oysa orada, Afrika’da mütevazı bilgimin binde biri bile bir servetti ve bu serveti paylaşmak istiyordum.”
David’in olaylara bakışından yola çıkarak Batı’nın ve daha özelde İsviçre gibi refahın çok yüksek olduğu ülke halklarının da hayata ve Doğu’ya ne nazarla baktıklarını tahmin edebiliriz. Aslında David’in Ruanda’ya yardım için gidişinde vicdani bir yön de bulunuyor. Çünkü Afrika’nın sefaletinden sorumlu tutuyor “beyazları”:
“Biz kendimizi beyazların bu kıtaya getirdiği sefaletten sorumlu hissediyor ve bu suçun bir kısmını olsun telafi edebilmek için canla başla savaşıyorduk.”
Ruanda, birçok Afrika ülkesi gibi karışık bir coğrafya. Kimin kiminle saf tuttuğu belli olmayan, kendi kendini güçsüz düşüren bir ülke. Yıllardır devam eden, bazen azalan bazen artan iç çarpışmaların elbette bir geçmişi var. Yazar, bu geçmişi okura gayet açık bir şekilde ve gerektiği kadar detay kullanarak anlatıyor. Yani bu iç savaş ve katliam nereden çıktı diyen bir okur bunun cevabını kitapta buluyor. Burada da yazar oryantalist bir havaya bürünmeden, ansiklopedik bilgi kuruluğundan kaçınarak okurun merakını kitaba yöneltiyor. Ben kitabı okuduğumda kendimi, Ruanda’da neler olduğuna dair detaylı bir araştırma yaparken buldum. Fakat bu ülkenin sosyolojik ve tarihsel geçmişinden daha çok David’in yaşadıkları ön plana çıkarılmış kitap boyunca. Özellikle katliamın sürdüğü yüz gün boyunca saklandığı Amsar Evi’nde yaşadıkları ve duyguları:
“Bazen kendimi yerin altında, arada sırada geğiren, yalayıp yuttuğu tüm o cesetlerden çıkan hazım gazlarını sesli bir osurukla salan leş kokulu bir canavarın içinde gibi hissediyordum.”
100 Gün’ü ikiye ayırmak mümkün. Katliam öncesi ve katliamın gerçekleştiği yüz günlük süre. Katliam öncesindeki sürede yazar katliama giden yolu başarılı bir şekilde çizmiş ancak katliamın gerçekleştiği yüz günlük sürede biraz eksik kalmış diyebilirim; çünkü yazar burada karakterin ruh haline daha da yoğunlaşıyor ve ülkenin ne halde olduğu biraz arka planda kalıyor. Bu kısım, yani ikinci kısım biraz daha detaylandırılsa roman daha başarılı bir hal alırdı.
100 Gün kitabında, zaman zaman David’in ülkesi olan İsviçre’ye ya da Batı’ya yöneltilen eleştirileri de görmek mümkün. Kitabı okutan önemli bir sebeptir bu: objektiflik. Özellikle kitabın ilginç karakterlerinden Missland’in dilinden yansıtılır bu düşünceler. Missland’e göre İsviçre bu ülkeye gelmiştir çünkü Ruanda, Afrika ülkeleri içinde Afrika’ya en benzemeyen ülkedir. Missland, yardım ederken dahi riyakâr olduğunu düşünür ülkesinin. David’le iyi anlaşsa da, yardım konusunda tamamen zıt düşünürler. Burada da yine okurun vicdanına kalır neye inanacağı. Ancak Missland’in dedikleri de yabana atılacak cinsten değildir, Batı’nın onca zulmünden sonra:
“Missland’e göre, bu ülkeyi sevmemizin en önemli nedeni burada zenci olmamasıydı. Gerçi insanlar zenciye benziyordu, tenleri siyah, saçları kıvırcıktı ama gerçekte bunlar Afrikalı Prusyalılardı, dakiklerdi, düzeni seviyorlardı, son derece kibardılar. Asla yere tükürmüyorlardı, müzikten nefret ediyorlardı, dansları da berbattı. En önemlisi de iyi işleyen bir devletleri vardı, abagetsi’lerin, nüfuz sahiplerinin her emrine uyuyor, işlerini güvenilir bir biçimde ve de mızırdanmadan yapıyorlardı.”
Kitap en sonunda David’in de hem Teşkilatı hem Ruanda hükümetini hem de bu yardımların ne için yapıldığını sorgulamasıyla sonlanıyor. Karakterin kitabın sonlarındaki haliyle, başlardaki yardımsever hali arasındaki fark, aslında bize dünya siyasetinin nasıl bir çukurda, çamurda olduğunu net bir şekilde gösteriyor:
“Dağıtım birkaç saat sürdü, herkes payına düşeni aldı, günlük bin dokuz yüz kalorilik paketlerde dört yüz gram mısır, otuz gram sıvı yağ, kırk gram balık konservesi vardı ama biz paketleri tek tek ailelere değil, belediye başkanlarına ve bölge şeflerine dağıtıyorduk, bunların tamamı yüz günlük katliamı başlatanlardı. Onlar da değişim geçirmişti, zira yardım örgütleri kaçak katillere de yiyecek, battaniye, çadır yardımı yapıyordu. Asla siyaset yapmayan Teşkilat gibi bu örgütler de siyaset dışıydı. Bizim yerimize başkaları, bizzat katiller siyaset yapıyordu, kamplarda eski devletlerinin aynısını kurmuşlardı, mevki sahipleri mevki sahipleri olmaya devam ediyor, yiyecekleri ilk onlar alıyordu, en iyi konumlardaki en büyük çadırlar da onlarındı, sıradan insanlara onlardan arta kalan kırıntılar düşüyordu ve elbette bunun bile parasını ödemek zorundaydılar.”
Tarihsel olayların gerçek, kişilerin kurgu olduğu ve başarılı bir çeviriye sahip bu eser, benzer şeyleri okumaktan sıkılan ve farklı bir roman okumak isteyenler için oldukça ideal. Yaşanmış bir olayın, bir Avrupalının gözünden anlatılması okurları uzaklaştırmasın. Yazar, birçok Doğulu veya Afrikalı görünenden daha objektif bakmış çoğu olaya.
Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)