"Karşısında hepimiz, hayranlıktan ağzımız bir karış açık, elpençe divan duruyor, öksürdüğü zaman ‘Ne musiki!’, lütfedip kendi şiirlerinden bir mısra okursa, ‘Ne harika!' diye iki yana baş sallıyorduk."
- Halit Fahri Ozansoy, Edebiyatçılar Geçiyor
Bilhassa genç şairler, seleflerinden mutlaka etkilenir. Ama öyle, ama böyle. Kimi şairlere göre şiire zaten etkilenerek başlanır. Bu etkiden sıyrıldıkça özgün bir şiir çıkar ortaya. Tam manasıyla sıyrılmak ne kadar güçse de bunu başarabilen şairler seçkin bir yerde dururlar. O yer, her genç şairin hayali olsa da o yere varan yol hem zor hem de ciddi savaşlar verilmesi gereken bir yoldur. Bu yolda birçok şair şiirden vazgeçse de şiir onlardan vazgeçmez, böylece savaş bitmez. Her yara, özgün olmak adına yeni kapılar aralar şaire. O kapılardan çıkabildikçe kendi sesini daha berrak bir biçimde koyar ortaya. Etki şüphesiz devam eder ama şair kendi diliyle ve hâliyle de karşımızdadır.
Harold Bloom, şiirde etkilenme meselesini ciddi biçimde incelemiş bir isim. Etkilenme Endişesi: Bir Şiir Teorisi bu anlamda çok özel bir kitap. Bloom, her ne kadar zorlu ve yıkıcı bir süreç olduğunu söylese de etkilenmenin 'genç bir şairin başarılı olabilmesinin şartı' olarak görür. Yani etkilenmek aslında bir imkândır ona göre. etkilenmenin bu özelliklerini anlatabilmek için sel metaforunu kullanır. Ancak sel, karşısına çıkan her şeyi alıp götürmesiyle bilindiğinde genellikle yoğun etki altında kalan genç şairlerin bir türlü özgünleşemediğini vurgulamış olur. Gökhan Tunç ise Rüzgâra Karşı Duran Şair diyerek, etkilenme endişesinin üstesinden gelen şairin rüzgârı karşısına almak yerine arkasına almayı becererek, etkilenme endişesini bir imkân olarak kullandığını söyler. Bu anlamda verilecek en önemli isim şüphe yok ki Yahya Kemal'dir. Diğer yandan rüzgâr metaforunun ikinci çağrışımı ise onun, Eski Şiirin Rüzgârıyle adlı eserine yöneliktir. Burada, Sadettin Ökten hocamızın Yahya Kemal'in Rüzgarıyla Düşünceler ve Duyuşlar kitabını da anmalı...
Böylece kitap iki alt başlığı da beraberinde sunuyor: Etkilenme Endişesi Kavramı ve Yahya Kemal’in Türk Şiirine Etkisi. Gökhan Tunç, Harold Bloom’un 'etkilenme endişesi' kavramı merkeze alarak Yahya Kemal’den etkilenen, özgür bir şiir ve poetika geliştirme uğraşında bu etkiyi endişe olarak taşıyan şairlerin süreçlerini bir sorunsal olarak değerlendiriyor. Kitabın önemli bir bölümü işte bu şairlerin süreçlerinin anlatımından oluşuyor: Ahmet Haşim, Ahmet Hamdi Tanpınar, Nâzım Hikmet, Faruk Nafiz Çamlıbel ve Orhan Veli. Devam eden bölümlerde Türk edebiyatındaki Yahya Kemal algısı hem İkinci Yeni şairlerinin gözüyle hem de anket ve mülakatlar çerçevesinden tartışılıyor. Kitap, oldukça akıcı. Sık alıntı kullanımı hem meseleye 'tarihi bir belge' sunmak hem de başka okumalar yaparak etkilenme endişesini 'ilk ağızlardan' okumak anlamında kolaylık sağlıyor.
Bloom'un "Unutulan her selef tahayyülde bir deve dönüşür" sözünün aksine Yahya Kemal hiçbir zaman unutulmamıştır. Onun şöhreti, henüz şiirleri yayınlanmadan evvel dahi, yani Paris'teyken bile bu topraklarda bilinmiştir. Bazı kaynaklara göre o zamanlar dizeleri konuşulurmuş şiir meclislerinde. Paris'ten döndükten sonra ise tabiri caizse şairlik makamının saltanat tahtına geçivermiş. En büyük 'rakibi' ise Ahmet Haşim olmuş. Birbirlerinden övgüyle bahsettikleri de bir gerçek fakat her iki ismin de birbirlerinden etkilenmemek için büyük çaba sarf ettiği bir gerçek. Kierkegaard, "çalışmak isteyen biri kendi babasını doğurur" der. Her iki şairin de zaman zaman bazı dizeleri ve düşünüşleri arasındaki yakınlık, etkilenme endişesi bağlamında düşünülebilir. Burada her şairin farklı bir kurtuluş stratejisi vardır. Kimi, etkileneceğini düşündüğü şairi okumaz. Kimi istemeyerek de olsa yanlış okur, yanlış anlar. Kimi de şiirlerindeki esas temayı belirgin kılar. Ahmet Haşim bu anlamda daha insan duygularına odaklı bir şairdir; yalnızlık, anne-babasızlık, hasret, kavuşma... Yahya Kemal ne zaman ki Haşim'le arasında benzerlikler fark eder, o an duygu dünyasını topluma döndürür. Bireysel olanı toplumsal olana yayma denebilir buna. Gökhan Tunç'un önemli yorumları ve keşifleri var iki şairin etkilenme endişesi üzerine. Ancak bir yer var ki orada durup düşünmek gerekiyor belki de. O da Ahmet Haşim'in mektubu: "Biliyorum, hayatında beni bir dakika sevmedin, bir dakika havamda rahat etmedin, bir dakika bana dost sıfatını tamamen vermedin. Ben bunu bilerek dostun oldum, çünkü biliyorum ki ruhun benim ruhumun cinsindendi, çünkü biliyorum ki bedbahtsın ve mesut olmayacaksın, tıpkı benim gibi."
Yahya Kemal'in "Sedd-i Çin" olarak gören Tanpınar, hocasından en çok etkilenmiş şairlerin başında gelse de kendi şiirini oluşturabilmek için büyük gayret sarf etmiş. Gökhan Tunç birçok kaynaktan yararlanarak Tanpınar'la Yahya Kemal arasındaki etkilenme endişesini değerlendirirken, Tanpınar'ın Yahya Kemal'i öldürmeyi başaramadığını ve 'şair baba'sı Yahya Kemal'e karşı diklenemediğini söyler. Ne zaman ki Yahya Kemal ölür, Tanpınar bir nebze özgürlüğünü kazanır. Mehmet Kaplan'dan aktarılan çok önemli bir not da var: "Kaplan, Tanpınar'ın 'Yahya Kemal'in mukallidi' yahut 'muakkibi' olarak görülmeyi istemediğini, hatta bu yüzden çok rağbet görmesine rağmen "Bursa'da Zaman" adlı şiirinin Yahya Kemal'i hatırlatması nedeniyle, bu şiiri kitabına almamayı bile düşündüğünü dile getirir."
Nazım Hikmet'le Yahya Kemal arasındaki ilişki Türk toplumundaki klasik baba-oğul ilişkisi gibidir. Burada Freud'un 'ödipal kompleks'i güçlü bir okuma sağlıyor. Öyle ki Yahya Kemal, Nazım Hikmet'in annesine aşık. Celile Hanım'la yaşanan aşk Nazım Hikmet'in şiir serüvenini enine boyuna etkiliyor. Orhan Koçak'a göre Nazım Hikmet yeni bir poetika bulma konusunda ne zaman ki Mayakovski'nin sesini duyuyor, o zaman özgürleşiyor. Tıpkı Tanpınar'ın Valery'de durduğu gibi. Gökhan Tunç, Sermet Sami Uysal'ın Yahya Kemal'le Sohbetler kitabından yararlanarak 'nihai sonucu' Yahya Kemal'in 'Milli Mücadele Destanı' yazma isteği üzerinden belirler: "Vaktiyle öğrencisi olan ve 'Ben ritmi Yahya Kemal'den öğrendim' diyen; XX. yy. Türk şiirinin 'Hayal Şehir' şairinden sonra, en büyük ikinci 'ses'i Nazım Hikmet; Türkçe'yi en yalın, en duru biçimiyle şiirleştirerek Kuvâyı Milliye'si ile 'Millî Mücadele'yi destanlaştırınca, Yahya Kemal bu konuda 'çırağın ustayı geçtiğini' görerek, bu hevesinden vazgeçer!.."
Kitabın devamında Faruk Nafiz Çamlıbel ve Orhan Veli ile Yahya Kemal arasındaki etkilenme endişesi aktarılırken, İkinci Yeni kuşağının genel Yahya Kemal yorumu, anketler ve mülakatlar neticesindeki Yahya Kemal algısı değerlendiriliyor. Bir şiir okuru elbette Yahya Kemal'i tanır, bilir, şiirlerini sever-sevmez ancak Rüzgâra Karşı Duran Şair'le birlikte şunu görecektir ki Yahya Kemal'in etki alanı ünlü olmazdan evvel başlamış, ölümünden sonra da hiç durmadan genişlemiştir. Gökhan Tunç'un manzarayı daha berrak kılma adına yaptığı 'son yorum'u şöyle: "Görüldüğü gibi Yahya Kemal'in halefleri üzerindeki etkisi çok yönlü bir niteliğe sahiptir. Yahya Kemal'in şiir dili, şiirin ritmine verdiği önem, tarihe bakışı, eski şiire dair düşünceleri, şiirlerinde ele aldığı konular, mekân algısı, konuşmasındaki etkileyicilik ve karizmatik kişiliği, birbirinden çok farklı poetikalara ve dünya görüşlerine sahip şairlerin onu selef olarak konumlandırıp ondan etkilenme endişesi duymalarına neden olmuştur. Türk şiirinde çok önemli bir yer kazanan birçok şairin özgün şiir oluşturma sürecinde Yahya Kemal'le etkilenme endişesi çerçevesinde mücadeleye girmesi dikkat çekicidir. Son olarak Yahya Kemal'in Türk şiirindeki etkisi göz önünde bulundurulmadan Türk şiirini ve bu şiirin gelişim çizgisini doğru anlamlandırıp değerlendirmenin mümkün olmadığı söylenmelidir."
Rüzgâra Karşı Duran Şair, Yahya Kemal'in etki dairesindeki Türk şairlerinden bahsederken aynı zamanda Türk şiirinin poetik gelişimini de yeniden tartışmaya açan bir kitap. Gönlüne 'sahiden' şiir değmiş herkesin bundan sonraki okumalarını farklı bir gözle-bilinçle yapmasına imkân sağlayacaktır.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
13 Kasım 2018 Salı
9 Kasım 2018 Cuma
Türk aydını ve edebiyat
“Neden Oryantalizm’e uzaktan veya yakından benzeyen bir kitabın altında bir Türk’ün imzası yok?"
- Cemil Meriç
Türkiye’yle ilgili herhangi bir mesele konuşulurken Tanzimat Dönemi’nin tam anlamıyla dikkate alınmadığını düşünüyorum. Siyasi, askeri, ekonomik, sosyal, eğitim ya da sanat ve edebiyat gibi spesifik alanların ötesinde insana dair paradigmal bir kırılmaya neden olmuştur Tanzimat. Toplumun hayat algısı ve yaşam biçimi ters yüz olmuş desek yeridir. Dolayısıyla Tanzimat bugün yaşadığımız seküler anlayışın çerçevesini çizen bir öneme sahiptir. Bu arada, ‘seküler’ olmayan Tanzimat öncesinin de esaslı bir değerlendirmeye tabi tutulması gerekiyor. En azından bir kesimin abarttığı düzeyde yüksek değerlere sahip bir medeniyet olmadığını ve geleceğe bir vizyon sunma açısından yetersiz kaldığının söylenmesi/bilinmesi lazım.
Türkiye’de aydın kavramı da Tanzimat ile şekillenmeye başlamıştır. Dönemin tabiatı gereği Batı ve/veya Batılılaşma ile ilişkilendirilerek seküler bir içeriğe sahip olmuştur. Batılılaşmayı savunan kesimin kendini sol olarak adladırması aydın sıfatını/vasfını mecburen sol ideolojinin kullanım alanına taşımıştır. Bu durumun bir kimlik bunalımı hâline getirildiğini görüyoruz. ‘Sol’a karşılık olarak kendini muhafazakâr ya da dindar olarak tanımlayanlar aydın yerine münevver ya da mütefekkir demeyi yeğlemiştir. Mesele entelektüel uğraşın ötesinde ideolojik bir zemin kazanmıştır.
Karşılaştırmalı metinleri okumak ayrı bir haz veriyor. Örneğin Doğu-Batı veya liberal-sosyalist ya da pragmatist-idealist vb. karşılaştırmalar mevzuya geniş perspektiften bakmayı sağladığından konunun anlaşılırlık potansiyelini yükseltiyor. Zoom Kitap tarafından basılan ve Orhan Koçak imzalı Ataç, Meriç, Caliban, Bandung adlı kitapçık bu konsept üzere oluşturulmuş bir metin. “Evrensellik ve Kısmilik Üzerine Bir Taslak” alt başlıklı eser 1995 yılında kolektif bir çalışma (Türk Aydını ve Kimlik) içinde yer alan bir denemenin müstakil olarak basılmasıyla meydana getirilmiş. Kitapçığın yetmiş sayfalık bir deneme olması yanıltmasın. Katılıp katılmamak bir yana, acayip derecede bilgi ve düşünce yoğun bir çalışma. Açıkça söylemek gerekirse entelektüel eşiği yüksek ve polemiğe açık bir metin.
Orhan Koçak, eğer konu Türk Edebiyatı ve Aydın olsaydı daha kolay zemin bulunabileceğini, fakat Türk Aydını ve Edebiyat başlığının iki ayrı söylemi barındırdığından zor bir konu olduğunu belirterek başlıyor yazısına. Ona göre Türkiye’de aydın-siyaset ilişkisi başlıbaşına bir temsil alanını doğururken edebiyat bir estetik kültürün oluştuğu yerdir. Buradan hareketle, “birbirinden ayrık duran bu iki alan arasında bağlantı kurulabilir mi ya da bu iki olgu birbirini aydınlatabilir mi veya açıklayabilir mi?” diye soruyor.
Öncelikle eserin isminde yer alan Caliban ve Bandung’a dair bir iki şey söylemek gerekiyor sanırım. Caliban, William Shakespeare’in (1564-1616) Fırtına isimli oyunundaki bir karakterdir. Fırtına’nın başkarakteri Prospero Milano düküdür. İktidarını kaybettiği kardeşi tarafından bir adaya sürülür: “Burada sihirbazlık gücünü geliştiren Prospero, adanın tek yerlisi Caliban ve orman perisi Ariel’i kendine bağlar. Caliban, şekilsiz bir vahşidir, bir ucube. Prospero ve kızının maddi ihtiyaçlarını karşılar, ama Prospero ancak büyünün zoruyla kontrol altında tutabiliyordur onu. Caliban’a konuşmayı da öğreten Prospero’dur; ama nankördür Caliban: ‘Dil öğrenmişin, ne olmuş, ne kârım oldu ki benim/Sövmeyi bellemekten başka!’ Caliban, fırtına sırasında adaya sığınmış iki sarhoşla birleşerek Prospero’ya karşı ayaklanır. Ama başarısız kalır bu ayaklanma. Sonunda Prospero eski gaspçıları da Caliban’ı da bağışlar. Herkes Prospero’nun yüceliğini kabul etmiştir.”. Orhan Koçak eserin Batı’nın sahip olduğu kolonyalist anlayışın bir yansıması olarak kabul ediyor. Bu önemli bir detay çünkü yapılan karşılaştırma ve tespitlerin temellendirildiği bir nokta bu değerlendirme. Bandung ise 1955 yılında Afrika ve Asya’da yeni bağımsızlığını kazanan devletlerin bir araya geldiği konferansa ev sahipliği yapmış Endonezya şehridir. Soğuk Savaş’ın giderek tırmandığı bir dönemdir ve Türkiye, Hindistan başbakanı “Nehru’nun deyimiyle ‘Batı’nın avukatı’ olarak katılır.” konferansa. Orhan Koçak o dönem Türkiye’nin tutumunu tanımladığı “Emperyalizme karşı ilk bağımsızlık savaşını vermiş olmakla övünen bir devlet, başka ülkelerin anti-emperyalist tasarılarını hiç umursamıyordur.” cümlesini dipnot olarak buraya iliştiriyorum.
Metin, farklı düşünsel zeminlerde bulunan Nurullah Ataç (1898-1957) ve Cemil Meriç’in (1916-1987) aynı esere yönelik çıkarımları üzerinden ele alınmış. Buradaki ‘aynı eser’ genel anlamda Batı düşüncesine irca edilebilir. Evvela belirtelim ki, Ataç-Meriç karşıtlığı gelenekçi-yenilikçi çatışması bağlamında birer sembol olarak seçilmiş. Nurullah Ataç ve Cemil Meriç Türkiye’deki iki farklı ‘entelektüel’ anlayışı temsil ediyor. Yazar bu çatışmayı “Batıcı Ataç, Doğucu Meriç” şeklinde formülüze ediyor. Yalnız, Orhan Koçak buradaki çatışmadan ziyade asıl üzerinde durduğu nokta, bu iki karşıt eğilimin Batı orijinli bir metni yorumlarken aynı tuzağa düşmüş olmalarıdır. Bu durumu “Bütün psikoloji ve ideoloji farklılığına karşın, Shakespeare’in Fırtına’sına bakarken iki yazarın da aynı noktada buluştuğu, aynı noktada körleştiği görülür: Caliban figürünün kaynağında, Avrupalı istilacılar tarafından köleleştirilen Yeni Dünya yerlisinin olabileceğini düşünmemişlerdir.” şeklinde açıklıyor. Orhan Koçak, Ataç ve Meriç’in Fırtına yorumunu şöyle özetliyor. “Prospero ile Caliban’ın ilişkisi, iki ayrı kültürün çatışması değil, tek bir evrensel kültürün kendi içindeki çekişmesidir onlara göre. Ataç için ayaktakımıyla aydınlar arasındaki, Meriç içinse burjuvaziyle soylular arasındaki karşıtlık. İkisi de Avrupa tarihinden türetilmiş bir evrenselci paradigmanın sınırları içindedir Caliban’a bakarken.”
Farklı iki eğilim her ne kadar ayrı bağlam kullanmışsalar da olumsuz bir karakter olan Caliban’ı halkla özdeşleştirme noktasında uzlaşmaktadır. İlginçtir ki bu garip uzlaşı Avrupa’da yapılan oryantalist yorumlarla da örtüşmektedir. Orhan Koçak bu uzlaşıyı şöyle değerlendiriyor: “Ataç’la Meriç’e gelen Caliban, Renan’ın Caliban’ıydı: Mekânsızlaştırılmış, bağlamsızlaştırılmış ve Evrensel Kültürün ‘doğasına’ dönüştürülmüş Caliban.”. Bu durum bizdeki aydın anlayışını ve zihinsel arka planını açıkça gösteriyor: Yapay, Avrupa merkezli kronolojik bir sürecin takliti.
Orhan Koçak yapı-söküme uğrattığı Batı düşüncesinin bilinçaltında bulunan emperyalizmi açığa çıkarıyor. Ümit ve coşkuyla anlatılan keşiflerin aslında birer işgal olduğunu gösteriyor. Dolayısıyla ne Rönesans ne de Yeni Çağ ütopyacılığı insana bir fayda sağlamaya yöneliktir. Yazar sadece bir metin analizinde bile bu çelişkiyi ortaya koymayı başarıyor. Örneğin, Caliban karakteri oluşturulurken fonetik olarak da semantik olarak da ‘yamyam’ sözcüğünden esinlenme vardır ve bu tek bir örnek değildir. Dahası, işgal eden Avrupalı, yamyam olan işgale maruz kalanlardır. Buradaki çarpıklık varoluşsal bir gerçeklik olarak lanse edilmiştir. Batı kendi vahşiliği meşrulaştırmakla kalmamış idealleştirmiştir de.
Orhan Koçak, Türkiye’de genel olarak bir aydın sorunu olduğunu belirtiyor. Bu aydınların bir kısmı “emperyalistlerle iş tutan yapıyı” anti-emperyalist biçimde tevil etmeye çalışmaktadır. Arap karşıtlığı kendine Batı hayranlığını liman olarak seçmekte, Batılılaşmayı Türkleşmek olarak değerlendirmektedir. Kendisini sömürmek için gelenlerin Araplar değil Batılılar olduğunu unutan bu anlayış ulusal bilinci öne çıkarmak için öncelikle milli duyguları ve retoriği kullanmaktadır. Geliştirilen milli bilinç ‘tarihte Türk’e biçilen rol’ ve ‘Türk’e Türk’ten başka dostun olmadığı’ iç politikaya yönelik retoriktir. İlginç olan, Batı’ya karşı bir Batıcılıktır bu. Bir yandan anti-emperyalist olduğunu söyleyip bir yandan da sisteme dâhil olmak isteyen anlayışla mücadeleye emperyalist blok içinde devam edilmektedir. Aynı zamanda anti-emperyalizm adı altında bir ulusa bağımsızlığını bir başka ulusu tahakküm altına alarak kazandırmıştır.
Cemil Meriç’in hem reaksiyoner hem de paradoksal yorumlarına değiniyor Orhan Koçak. Meriç, toptancı yaklaşarak Batı’nın tüm değerlerini reddettikten sonra içinden kendisine güzel gelenleri olumlamaktan geri durmamaktadır. Kendisi gelenekçidir fakat “gelenek/çilik geri kavuşulamayacak yitirilmiş bir kayıptır”. Orhan Koçak’ın pozitivist-elitist olarak tanımladığı Ataç’a göre “gelenekçi olan çoğunluk hep gericidir ve ilerleme hep yeniliktedir.” Yenilik de Batı’ya doğru hareket etmekle mümkündür. Yazar buradaki her iki anlayışın temsilcisi oldukları eğilimlerin açmazlarını gözler önüne seriyor.
Ataç, Meriç, Caliban, Bandung ilk başta dağınık ve birbiriyle bağlamsız konuların toplamıymış gibi görünüyor fakat Orhan Koçak aradaki ilişkiyi ustaca kuruyor. Eser, Türk aydının paradoksal anlayışını gözler önüne sererken ‘neden evrensel ölçülerde eser üretemiyoruz’ sorusunun da cevabını veriyor.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
- Cemil Meriç
Türkiye’yle ilgili herhangi bir mesele konuşulurken Tanzimat Dönemi’nin tam anlamıyla dikkate alınmadığını düşünüyorum. Siyasi, askeri, ekonomik, sosyal, eğitim ya da sanat ve edebiyat gibi spesifik alanların ötesinde insana dair paradigmal bir kırılmaya neden olmuştur Tanzimat. Toplumun hayat algısı ve yaşam biçimi ters yüz olmuş desek yeridir. Dolayısıyla Tanzimat bugün yaşadığımız seküler anlayışın çerçevesini çizen bir öneme sahiptir. Bu arada, ‘seküler’ olmayan Tanzimat öncesinin de esaslı bir değerlendirmeye tabi tutulması gerekiyor. En azından bir kesimin abarttığı düzeyde yüksek değerlere sahip bir medeniyet olmadığını ve geleceğe bir vizyon sunma açısından yetersiz kaldığının söylenmesi/bilinmesi lazım.
Türkiye’de aydın kavramı da Tanzimat ile şekillenmeye başlamıştır. Dönemin tabiatı gereği Batı ve/veya Batılılaşma ile ilişkilendirilerek seküler bir içeriğe sahip olmuştur. Batılılaşmayı savunan kesimin kendini sol olarak adladırması aydın sıfatını/vasfını mecburen sol ideolojinin kullanım alanına taşımıştır. Bu durumun bir kimlik bunalımı hâline getirildiğini görüyoruz. ‘Sol’a karşılık olarak kendini muhafazakâr ya da dindar olarak tanımlayanlar aydın yerine münevver ya da mütefekkir demeyi yeğlemiştir. Mesele entelektüel uğraşın ötesinde ideolojik bir zemin kazanmıştır.
Karşılaştırmalı metinleri okumak ayrı bir haz veriyor. Örneğin Doğu-Batı veya liberal-sosyalist ya da pragmatist-idealist vb. karşılaştırmalar mevzuya geniş perspektiften bakmayı sağladığından konunun anlaşılırlık potansiyelini yükseltiyor. Zoom Kitap tarafından basılan ve Orhan Koçak imzalı Ataç, Meriç, Caliban, Bandung adlı kitapçık bu konsept üzere oluşturulmuş bir metin. “Evrensellik ve Kısmilik Üzerine Bir Taslak” alt başlıklı eser 1995 yılında kolektif bir çalışma (Türk Aydını ve Kimlik) içinde yer alan bir denemenin müstakil olarak basılmasıyla meydana getirilmiş. Kitapçığın yetmiş sayfalık bir deneme olması yanıltmasın. Katılıp katılmamak bir yana, acayip derecede bilgi ve düşünce yoğun bir çalışma. Açıkça söylemek gerekirse entelektüel eşiği yüksek ve polemiğe açık bir metin.
Orhan Koçak, eğer konu Türk Edebiyatı ve Aydın olsaydı daha kolay zemin bulunabileceğini, fakat Türk Aydını ve Edebiyat başlığının iki ayrı söylemi barındırdığından zor bir konu olduğunu belirterek başlıyor yazısına. Ona göre Türkiye’de aydın-siyaset ilişkisi başlıbaşına bir temsil alanını doğururken edebiyat bir estetik kültürün oluştuğu yerdir. Buradan hareketle, “birbirinden ayrık duran bu iki alan arasında bağlantı kurulabilir mi ya da bu iki olgu birbirini aydınlatabilir mi veya açıklayabilir mi?” diye soruyor.
Öncelikle eserin isminde yer alan Caliban ve Bandung’a dair bir iki şey söylemek gerekiyor sanırım. Caliban, William Shakespeare’in (1564-1616) Fırtına isimli oyunundaki bir karakterdir. Fırtına’nın başkarakteri Prospero Milano düküdür. İktidarını kaybettiği kardeşi tarafından bir adaya sürülür: “Burada sihirbazlık gücünü geliştiren Prospero, adanın tek yerlisi Caliban ve orman perisi Ariel’i kendine bağlar. Caliban, şekilsiz bir vahşidir, bir ucube. Prospero ve kızının maddi ihtiyaçlarını karşılar, ama Prospero ancak büyünün zoruyla kontrol altında tutabiliyordur onu. Caliban’a konuşmayı da öğreten Prospero’dur; ama nankördür Caliban: ‘Dil öğrenmişin, ne olmuş, ne kârım oldu ki benim/Sövmeyi bellemekten başka!’ Caliban, fırtına sırasında adaya sığınmış iki sarhoşla birleşerek Prospero’ya karşı ayaklanır. Ama başarısız kalır bu ayaklanma. Sonunda Prospero eski gaspçıları da Caliban’ı da bağışlar. Herkes Prospero’nun yüceliğini kabul etmiştir.”. Orhan Koçak eserin Batı’nın sahip olduğu kolonyalist anlayışın bir yansıması olarak kabul ediyor. Bu önemli bir detay çünkü yapılan karşılaştırma ve tespitlerin temellendirildiği bir nokta bu değerlendirme. Bandung ise 1955 yılında Afrika ve Asya’da yeni bağımsızlığını kazanan devletlerin bir araya geldiği konferansa ev sahipliği yapmış Endonezya şehridir. Soğuk Savaş’ın giderek tırmandığı bir dönemdir ve Türkiye, Hindistan başbakanı “Nehru’nun deyimiyle ‘Batı’nın avukatı’ olarak katılır.” konferansa. Orhan Koçak o dönem Türkiye’nin tutumunu tanımladığı “Emperyalizme karşı ilk bağımsızlık savaşını vermiş olmakla övünen bir devlet, başka ülkelerin anti-emperyalist tasarılarını hiç umursamıyordur.” cümlesini dipnot olarak buraya iliştiriyorum.
Metin, farklı düşünsel zeminlerde bulunan Nurullah Ataç (1898-1957) ve Cemil Meriç’in (1916-1987) aynı esere yönelik çıkarımları üzerinden ele alınmış. Buradaki ‘aynı eser’ genel anlamda Batı düşüncesine irca edilebilir. Evvela belirtelim ki, Ataç-Meriç karşıtlığı gelenekçi-yenilikçi çatışması bağlamında birer sembol olarak seçilmiş. Nurullah Ataç ve Cemil Meriç Türkiye’deki iki farklı ‘entelektüel’ anlayışı temsil ediyor. Yazar bu çatışmayı “Batıcı Ataç, Doğucu Meriç” şeklinde formülüze ediyor. Yalnız, Orhan Koçak buradaki çatışmadan ziyade asıl üzerinde durduğu nokta, bu iki karşıt eğilimin Batı orijinli bir metni yorumlarken aynı tuzağa düşmüş olmalarıdır. Bu durumu “Bütün psikoloji ve ideoloji farklılığına karşın, Shakespeare’in Fırtına’sına bakarken iki yazarın da aynı noktada buluştuğu, aynı noktada körleştiği görülür: Caliban figürünün kaynağında, Avrupalı istilacılar tarafından köleleştirilen Yeni Dünya yerlisinin olabileceğini düşünmemişlerdir.” şeklinde açıklıyor. Orhan Koçak, Ataç ve Meriç’in Fırtına yorumunu şöyle özetliyor. “Prospero ile Caliban’ın ilişkisi, iki ayrı kültürün çatışması değil, tek bir evrensel kültürün kendi içindeki çekişmesidir onlara göre. Ataç için ayaktakımıyla aydınlar arasındaki, Meriç içinse burjuvaziyle soylular arasındaki karşıtlık. İkisi de Avrupa tarihinden türetilmiş bir evrenselci paradigmanın sınırları içindedir Caliban’a bakarken.”
Farklı iki eğilim her ne kadar ayrı bağlam kullanmışsalar da olumsuz bir karakter olan Caliban’ı halkla özdeşleştirme noktasında uzlaşmaktadır. İlginçtir ki bu garip uzlaşı Avrupa’da yapılan oryantalist yorumlarla da örtüşmektedir. Orhan Koçak bu uzlaşıyı şöyle değerlendiriyor: “Ataç’la Meriç’e gelen Caliban, Renan’ın Caliban’ıydı: Mekânsızlaştırılmış, bağlamsızlaştırılmış ve Evrensel Kültürün ‘doğasına’ dönüştürülmüş Caliban.”. Bu durum bizdeki aydın anlayışını ve zihinsel arka planını açıkça gösteriyor: Yapay, Avrupa merkezli kronolojik bir sürecin takliti.
Orhan Koçak yapı-söküme uğrattığı Batı düşüncesinin bilinçaltında bulunan emperyalizmi açığa çıkarıyor. Ümit ve coşkuyla anlatılan keşiflerin aslında birer işgal olduğunu gösteriyor. Dolayısıyla ne Rönesans ne de Yeni Çağ ütopyacılığı insana bir fayda sağlamaya yöneliktir. Yazar sadece bir metin analizinde bile bu çelişkiyi ortaya koymayı başarıyor. Örneğin, Caliban karakteri oluşturulurken fonetik olarak da semantik olarak da ‘yamyam’ sözcüğünden esinlenme vardır ve bu tek bir örnek değildir. Dahası, işgal eden Avrupalı, yamyam olan işgale maruz kalanlardır. Buradaki çarpıklık varoluşsal bir gerçeklik olarak lanse edilmiştir. Batı kendi vahşiliği meşrulaştırmakla kalmamış idealleştirmiştir de.
Orhan Koçak, Türkiye’de genel olarak bir aydın sorunu olduğunu belirtiyor. Bu aydınların bir kısmı “emperyalistlerle iş tutan yapıyı” anti-emperyalist biçimde tevil etmeye çalışmaktadır. Arap karşıtlığı kendine Batı hayranlığını liman olarak seçmekte, Batılılaşmayı Türkleşmek olarak değerlendirmektedir. Kendisini sömürmek için gelenlerin Araplar değil Batılılar olduğunu unutan bu anlayış ulusal bilinci öne çıkarmak için öncelikle milli duyguları ve retoriği kullanmaktadır. Geliştirilen milli bilinç ‘tarihte Türk’e biçilen rol’ ve ‘Türk’e Türk’ten başka dostun olmadığı’ iç politikaya yönelik retoriktir. İlginç olan, Batı’ya karşı bir Batıcılıktır bu. Bir yandan anti-emperyalist olduğunu söyleyip bir yandan da sisteme dâhil olmak isteyen anlayışla mücadeleye emperyalist blok içinde devam edilmektedir. Aynı zamanda anti-emperyalizm adı altında bir ulusa bağımsızlığını bir başka ulusu tahakküm altına alarak kazandırmıştır.
Cemil Meriç’in hem reaksiyoner hem de paradoksal yorumlarına değiniyor Orhan Koçak. Meriç, toptancı yaklaşarak Batı’nın tüm değerlerini reddettikten sonra içinden kendisine güzel gelenleri olumlamaktan geri durmamaktadır. Kendisi gelenekçidir fakat “gelenek/çilik geri kavuşulamayacak yitirilmiş bir kayıptır”. Orhan Koçak’ın pozitivist-elitist olarak tanımladığı Ataç’a göre “gelenekçi olan çoğunluk hep gericidir ve ilerleme hep yeniliktedir.” Yenilik de Batı’ya doğru hareket etmekle mümkündür. Yazar buradaki her iki anlayışın temsilcisi oldukları eğilimlerin açmazlarını gözler önüne seriyor.
Ataç, Meriç, Caliban, Bandung ilk başta dağınık ve birbiriyle bağlamsız konuların toplamıymış gibi görünüyor fakat Orhan Koçak aradaki ilişkiyi ustaca kuruyor. Eser, Türk aydının paradoksal anlayışını gözler önüne sererken ‘neden evrensel ölçülerde eser üretemiyoruz’ sorusunun da cevabını veriyor.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
Özgürlük tek kişiliktir
Her ne kadar kitabı bu kadar ünlü yapan asıl faktör, Freud'un Kitle Psikolojisi kitabında Gustave Le Bon'u referans almasıdır diye düşünülebilse de kitle psikolojisinden bahsederken akla gelen ilk isim Le Bon'dur.
Yaşadığı çağın Fransa’sından hareketle kitle psikolojisi üzerine çeşitli çalışmalar yapmış, topluluğu yaratan bireylerin bireysel farklılıklarını tek bir potada eritmek esasını, kitleyi idare yöntemi olarak belirlemiştir.
Sosyal psikolojinin bireyin psikolojik yapısı ile kitlenin psişik yapısının ne derece aynı olduğu üzerinden ilerlediğinin inşasını örüyor Gustave Le Bon kitabında. Kitleyi tanıma yolunun, bireyin psikolojisini de bilmekten geçtiği bilgisini edindirme gayreti de cabası. Ve Türk okurlarının bu konuda ulaşabilecekleri yerli bir eser olmaması kitabı zorunlu hedef haline getirmekte meraklısına.
Bir kitlenin psikolojik yapısını çözmek, mevcut fonksiyonlarını betimlemek ve bu kitlenin neler yapabileceğinin sınırlarını belirlemenin, kitle yönetmeye talip olanlar için esas olduğunu fark edebilmiş herkesin hayatına katma değeri yüksektir bu kitabın. Zararlı kitle… Faydalı kitle… Kitle içindeki bireyin durumu… Gücü, psikozları…
“İmha” amaçlı fiillerin bile kitleler halinde başka kitlelere yaptırıldığı yeni Dünya düzeninde popülaritesi artan, üzerine daha da fazla konuşulan eserler arasındadır “Kitle Psikolojisi”.
Aslında kitleler insanlık tarihinde hep büyük roller oynamışlardır. Ama etkileri bakımından hiç bugünkü gibi kitlenin bilinçsiz hareketi bireyin bilinçli eylemi gibi değer görmemişti! Artık “Suç” içerikli eylemlerin cezası kayboluyor, yasada onanıyor, toplum tolere ediyor, din kutsuyor… Psikoloji ise faili “kahraman” gibi isimlerle aynaya bakmaya yöneltiyor.
Kitlelerin yönetimi yüzyılın en tehlikeli silahı oluyor!
İnsan(lık) ölüyor kitle büyüyor!
Çünkü “Kolay kışkırtılmak, kızgınlık, kontrolsüz öfke, bireysel kararlarını verme ve eleştiri yetersizliği, duygularındaki abartılar, telkine kapılma ve çabuk inanma, bilinçaltı ve bilinçdışı ile yönetilme” gibi ortak hareket motivasyonlarından beslenen bir canavardır kitle.
Canavar diyorum zira Le Bon, betimlemelerinin içine benim bunu düşünmem için yeterli örnekleri özenle koymuştur. Bir kahramanlık destanının kitle ruhuna pek değinmemiş gözü dönmüş galeyanların insanlarını çizmiştir kitlelerin içine. Ve onları yöneten “kötü”ler!
Aslında;
“Vende Savaşı'nı kendimi Katolik göstererek kazandım, daha sonra kendimi Müslüman göstererek Mısır'a yerleştim, Papa'nın nüfuzunu yaymaya taraftar biri gibi göstererek de İtalya'da papazları elde ettim. Eğer Yahudi bir kavme hükmetseydim Süleyman'ın mabedini yeniden inşa ederdim." diyen Napolyon’un bir kitle yönetiminde politika dehası mı, alacası içinde civcivi paketinde münafık mı, milli değerleri uğruna stratejiler planlayan bir savaşçı mı olduğunun, “tarihin objektif değerlendirilmesi” gereği düşünülürse bir cevabı olmamalı!
Ama Le Bon bize üzeri kapalı “özgürlük tek kişiliktir” demeye çalışır!
Yakın mesafelerde bize başka ne demiş olabilir Le Bon;
''Büyük liderler bunun farkında olsalar da olmasalar da genelde insan psikolojisini en iyi bilen ve yönlendiren kişilerdir.'' diye bahsedilen liderlerden biri de R. Tayyip Erdoğan’dır mesela! Çünkü 15 Temmuz şehitlerinden olan ünlü reklamcı Erol Olçok tarafından en başarılı seçim kampanyalarına atılan imzanın da başucu kitabıdır bu eser.
Fakat kitabın gücünü tarih sahnesinde, bile isteye kullananlar daha çoğunluktadır. En ciddi etkilenenlerden bir diğer ünlü gurup da ittihatçılardır. "Ünlü bir matematikçi ile kunduracı arasında entelektüel karşılaştırma bakımından uçurum bulunabilir. Fakat ahlak ve inanç bakımından hiç fark yoktur, ya da pek azdır." Jön Türkler işte bu benzerliği fark ederek, kitleyi yönetmeye, kitle psikolojisini algıladıkları yerde talip olmuş olmalılar. Yoksa tüm o ünlü kafaların yatak odalarındaki komidinlerin üzerine, "Milletlerin kaderi artık hükümdar divanlarında değil, kitlelerin ruhunda hazırlanmaktadır." ön kabulü ile mıh gibi çakılmış bu kitabın başka nasıl açıklanabilir.
Yani "Kitleler bir dereceye kadar uyuyan bir insana benzerler." derken, birilerinin bizi bu bilgileri başucu edip doğru dikte ile uyandırıp yönettiğini anlatır ve uyanık olmamız gerektiği mesajını almayı aklımıza havale eder Le Bon.
Çünkü bu cinnet hali, yasal olarak cinayet olup, psikolojik olarak “iyi” ve “etik” tanımlara kolaylıkla girme konforuna sahiptir!
Örnek;
Bastille Muhafızı’nın katli! Aşçının içinden yükselen katil!
Kalenin zaptından sonra galeyana gelmiş halk muhafıza işkence yöntemleri arasında karar veremezken sıradan bir aşçıya muhafızın arbedede tekmesi gelir. Onu öldürme lütfu(!) kendisine verilir. Kör bir kılıç verilir eline. Madalya alacağının da hayali ile yarım kalan kesmesini o sıradan aşçı arka cebinden çıkarttığı mutfak bıçağı ile profesyonel bir katil gibi tamamlar! Keza Septempri-Seurs olayları da böyledir. Ruhumu yorduğu için anlatmamayı tercih ediyorum devamını.
Buna Freud’un anlatımından Le Bon’un fikirlerine bakarak cevap ararsak;
* Bireysel yolla edinilmiş özellikler kitle içerisinde silinir.
* Tüm bireylerde aynı özellik gösteren bir bilinçdışı oluşturulur.
* Birey kitle içerisinde kendine ait olmayan pek çok özellik kazanır.
* Bireyin bastırdığı içgüdüsel birtakım davranışlarını kitleden güç alarak ortaya çıkartmasıdır. Ki bu potansiyel sınır kişiliktir!
“Birey artık davranışlarının bilincinde değildir, bir çeşit hipnoz altındadır. Bu hipnozda, temeli saldırganlık olmak üzere, pek çok eyleme yönelebilir. Telkin yöntemiyle aldığı güçten hız alan birey, herhangi bir kitle içinde olmayan, tek bir bireyden daha durdurulamaz, daha bilinçsiz ve tehlikelidir” (Freud,1975).
Sonuç olarak; işlerliği ve kullanım yolları anlatılırken bıyık altı bir kinaye ile sürekli aşağılandığını hissedersiniz yazarın kitle psikolojisini.
"Kitleler hiçbir zaman gerçeğe susamamıştır. Hoşlarına gitmeyen açık gerçekler karşısında, sahte olan eğer kendilerini cezbederse sahte olanı ilahlaştırarak açık gerçeklere yüz çevirmeyi daha uygun bulurlar." gibi cümlelerin arkasından “özgürlük tek kişiliktir” diye sessiz ve kimliksiz çığlıklar atmaktadır.
“Özgürlük tek kişiliktir!”
Ve son cümlede;
“Bir ideali takip ederek, barbarlıktan medeniyete geçmek sonra bu ideal kuvvetini kaybedince çözülmek ve ölmek. İşte bir kavmin hayatına ait çemberi bundan ibarettir.” derken, “ibaret” olmak, yeterince duyabilen için, yeterince hakarettir!
Tekrar edelim o zaman;
“Özgürlük, tek kişiliktir.”
Ve bireyinin zihni hür olmayan ülkenin sınırları hür değildir!
Mavi Çınar
the.blue.gaia@gmail.com
Yaşadığı çağın Fransa’sından hareketle kitle psikolojisi üzerine çeşitli çalışmalar yapmış, topluluğu yaratan bireylerin bireysel farklılıklarını tek bir potada eritmek esasını, kitleyi idare yöntemi olarak belirlemiştir.
Sosyal psikolojinin bireyin psikolojik yapısı ile kitlenin psişik yapısının ne derece aynı olduğu üzerinden ilerlediğinin inşasını örüyor Gustave Le Bon kitabında. Kitleyi tanıma yolunun, bireyin psikolojisini de bilmekten geçtiği bilgisini edindirme gayreti de cabası. Ve Türk okurlarının bu konuda ulaşabilecekleri yerli bir eser olmaması kitabı zorunlu hedef haline getirmekte meraklısına.
Bir kitlenin psikolojik yapısını çözmek, mevcut fonksiyonlarını betimlemek ve bu kitlenin neler yapabileceğinin sınırlarını belirlemenin, kitle yönetmeye talip olanlar için esas olduğunu fark edebilmiş herkesin hayatına katma değeri yüksektir bu kitabın. Zararlı kitle… Faydalı kitle… Kitle içindeki bireyin durumu… Gücü, psikozları…
“İmha” amaçlı fiillerin bile kitleler halinde başka kitlelere yaptırıldığı yeni Dünya düzeninde popülaritesi artan, üzerine daha da fazla konuşulan eserler arasındadır “Kitle Psikolojisi”.
Aslında kitleler insanlık tarihinde hep büyük roller oynamışlardır. Ama etkileri bakımından hiç bugünkü gibi kitlenin bilinçsiz hareketi bireyin bilinçli eylemi gibi değer görmemişti! Artık “Suç” içerikli eylemlerin cezası kayboluyor, yasada onanıyor, toplum tolere ediyor, din kutsuyor… Psikoloji ise faili “kahraman” gibi isimlerle aynaya bakmaya yöneltiyor.
Kitlelerin yönetimi yüzyılın en tehlikeli silahı oluyor!
İnsan(lık) ölüyor kitle büyüyor!
Çünkü “Kolay kışkırtılmak, kızgınlık, kontrolsüz öfke, bireysel kararlarını verme ve eleştiri yetersizliği, duygularındaki abartılar, telkine kapılma ve çabuk inanma, bilinçaltı ve bilinçdışı ile yönetilme” gibi ortak hareket motivasyonlarından beslenen bir canavardır kitle.
Canavar diyorum zira Le Bon, betimlemelerinin içine benim bunu düşünmem için yeterli örnekleri özenle koymuştur. Bir kahramanlık destanının kitle ruhuna pek değinmemiş gözü dönmüş galeyanların insanlarını çizmiştir kitlelerin içine. Ve onları yöneten “kötü”ler!
Aslında;
“Vende Savaşı'nı kendimi Katolik göstererek kazandım, daha sonra kendimi Müslüman göstererek Mısır'a yerleştim, Papa'nın nüfuzunu yaymaya taraftar biri gibi göstererek de İtalya'da papazları elde ettim. Eğer Yahudi bir kavme hükmetseydim Süleyman'ın mabedini yeniden inşa ederdim." diyen Napolyon’un bir kitle yönetiminde politika dehası mı, alacası içinde civcivi paketinde münafık mı, milli değerleri uğruna stratejiler planlayan bir savaşçı mı olduğunun, “tarihin objektif değerlendirilmesi” gereği düşünülürse bir cevabı olmamalı!
Ama Le Bon bize üzeri kapalı “özgürlük tek kişiliktir” demeye çalışır!
Yakın mesafelerde bize başka ne demiş olabilir Le Bon;
''Büyük liderler bunun farkında olsalar da olmasalar da genelde insan psikolojisini en iyi bilen ve yönlendiren kişilerdir.'' diye bahsedilen liderlerden biri de R. Tayyip Erdoğan’dır mesela! Çünkü 15 Temmuz şehitlerinden olan ünlü reklamcı Erol Olçok tarafından en başarılı seçim kampanyalarına atılan imzanın da başucu kitabıdır bu eser.
Fakat kitabın gücünü tarih sahnesinde, bile isteye kullananlar daha çoğunluktadır. En ciddi etkilenenlerden bir diğer ünlü gurup da ittihatçılardır. "Ünlü bir matematikçi ile kunduracı arasında entelektüel karşılaştırma bakımından uçurum bulunabilir. Fakat ahlak ve inanç bakımından hiç fark yoktur, ya da pek azdır." Jön Türkler işte bu benzerliği fark ederek, kitleyi yönetmeye, kitle psikolojisini algıladıkları yerde talip olmuş olmalılar. Yoksa tüm o ünlü kafaların yatak odalarındaki komidinlerin üzerine, "Milletlerin kaderi artık hükümdar divanlarında değil, kitlelerin ruhunda hazırlanmaktadır." ön kabulü ile mıh gibi çakılmış bu kitabın başka nasıl açıklanabilir.
Yani "Kitleler bir dereceye kadar uyuyan bir insana benzerler." derken, birilerinin bizi bu bilgileri başucu edip doğru dikte ile uyandırıp yönettiğini anlatır ve uyanık olmamız gerektiği mesajını almayı aklımıza havale eder Le Bon.
Çünkü bu cinnet hali, yasal olarak cinayet olup, psikolojik olarak “iyi” ve “etik” tanımlara kolaylıkla girme konforuna sahiptir!
Örnek;
Bastille Muhafızı’nın katli! Aşçının içinden yükselen katil!
Kalenin zaptından sonra galeyana gelmiş halk muhafıza işkence yöntemleri arasında karar veremezken sıradan bir aşçıya muhafızın arbedede tekmesi gelir. Onu öldürme lütfu(!) kendisine verilir. Kör bir kılıç verilir eline. Madalya alacağının da hayali ile yarım kalan kesmesini o sıradan aşçı arka cebinden çıkarttığı mutfak bıçağı ile profesyonel bir katil gibi tamamlar! Keza Septempri-Seurs olayları da böyledir. Ruhumu yorduğu için anlatmamayı tercih ediyorum devamını.
Buna Freud’un anlatımından Le Bon’un fikirlerine bakarak cevap ararsak;
* Bireysel yolla edinilmiş özellikler kitle içerisinde silinir.
* Tüm bireylerde aynı özellik gösteren bir bilinçdışı oluşturulur.
* Birey kitle içerisinde kendine ait olmayan pek çok özellik kazanır.
* Bireyin bastırdığı içgüdüsel birtakım davranışlarını kitleden güç alarak ortaya çıkartmasıdır. Ki bu potansiyel sınır kişiliktir!
“Birey artık davranışlarının bilincinde değildir, bir çeşit hipnoz altındadır. Bu hipnozda, temeli saldırganlık olmak üzere, pek çok eyleme yönelebilir. Telkin yöntemiyle aldığı güçten hız alan birey, herhangi bir kitle içinde olmayan, tek bir bireyden daha durdurulamaz, daha bilinçsiz ve tehlikelidir” (Freud,1975).
Sonuç olarak; işlerliği ve kullanım yolları anlatılırken bıyık altı bir kinaye ile sürekli aşağılandığını hissedersiniz yazarın kitle psikolojisini.
"Kitleler hiçbir zaman gerçeğe susamamıştır. Hoşlarına gitmeyen açık gerçekler karşısında, sahte olan eğer kendilerini cezbederse sahte olanı ilahlaştırarak açık gerçeklere yüz çevirmeyi daha uygun bulurlar." gibi cümlelerin arkasından “özgürlük tek kişiliktir” diye sessiz ve kimliksiz çığlıklar atmaktadır.
“Özgürlük tek kişiliktir!”
Ve son cümlede;
“Bir ideali takip ederek, barbarlıktan medeniyete geçmek sonra bu ideal kuvvetini kaybedince çözülmek ve ölmek. İşte bir kavmin hayatına ait çemberi bundan ibarettir.” derken, “ibaret” olmak, yeterince duyabilen için, yeterince hakarettir!
Tekrar edelim o zaman;
“Özgürlük, tek kişiliktir.”
Ve bireyinin zihni hür olmayan ülkenin sınırları hür değildir!
Mavi Çınar
the.blue.gaia@gmail.com
Bilinmeyeni ararken kendini bulmak
"Hayat dediğin dünya üzerinde bir arayış. İnsan ne aradığını da bilmiyor işin kötüsü."
- Ayfer Tunç, Dünya Ağrısı
Eyüp Aygün Tayşir ismiyle karşılaşmamız ilk olarak 4 Hane 1 Teslim adlı kitapla olmuştu. Bu kitabı, Engin Ergönültaş'ın fevkalade romanı Minare Gölgesi'nden hemen sonra okumuş ve peş peşe iki güzel mahalle romanı okumanın tadına varmıştım. Dünyaya gelişleri arasında neredeyse 30 yıl olan iki yazarın bakış açıları, metni işleyişleri, karakterleri sanki çok uzun yıllar önce çekilmiş bir fotoğrafı anlatır gibiydi. Bir fotoğrafı anlamlandırmak da şüphesiz o fotoğrafı daha kalıcı bir hâle getiriyordu. Şehir hiç önemli değil bu durumda, anlatılan çünkü bizim hikâyemiz, "illallah" dedirten o yaşamımızın hikâyesi.
Tuhaflıklar Fabrikası her yönüyle sanki bambaşka bir Tayşir romanı okuyacağımızı söyler gibiydi. İsmi, kapağı, kapağındaki ev ve renkler, tabiri caizse fantastik bir kurguyla karşılaşacakmışız gibi duruyordu. Oysa kitabına aldığı epigrafla beraber Tayşir fısıltıyla karışık anlatıyordu derdini. Alejandro Zambra'nın nefis kitabı Eve Dönmenin Yolları'ndan: "Çünkü her ne kadar bir yabancının hikâyesini anlatmak istesek de eninde sonunda hep kendi hikâyemizi anlatırız."
Kitap, bir arayışın romanı. Bir kitaba ulaşma gayreti, bu gayretin yanında da düşünceler, boğuşmalar, yorgunluklar, umutlar ve sürekli yeni kapıların açılması ve elbette zaman zaman kapanması. Kitabın sahibi merhum bir profesör. Öyle bir kitap bıraktığına inanılıyor ki bu kitapla birlikte batının ulaşmış olduğu bilgilere profesörün çok daha önce ulaştığı anlaşılıyor. Eğer 'biz', bu kitaba ve profesörün eriştiği bilgilere vaktinde ulaşabilseydik, yani batı bu kitabı bizden kaçırmasaydı, saklamasaydı, inanılmaz bir gelişim sağlayabilirdik. Profesör, Merhum Hoca olarak tanınıyor, hatırlanıyor. Tüm bu geri kalmışlığımız, miskinliğimiz, daire dışında kalışımız hep bu kitap yüzündenmiş.
Arayışın sahibi, aynı zamanda Tuhaflıklar Fabrikası'nın bir hocası. Diğer hocalarla beraber büyük bir tuhaflıklar fabrikasında çalışıyor. Tarihiyle, çalışma şekliyle son derece tuhaf bir fabrika. Buradaki hocalar isimleriyle değil, lakaplarıyla tanınıyor. Bu lakaplar o kadar tanıdık ki acaba fabrika değil de ülke mi demeli? Bir tuhaflıklar ülkesi mi burası? Tayşir bunu hocalar üzerinden son derece trajik işlemiş. Mizahı ve hüznü yan yana koymuş, okuyanın da bir fabrikadan çok bir ülkeyi düşünmesini istemiş. Hocalar arasından bazılarını saymalı: Avcı Hoca, Kibar Hoca, Derin Hoca, Değerli Hoca, Danışman Hoca, Sanatçı Hoca, Hatip Hoca, Dost Hoca... Elbette fabrikanın bir rektörü var; Yeşil Papağan. Dekanı ve baş müstahdemi de var. Not Dilenen Çocuk'u da var. Şurası bir gerçek ki hocaların birbirleriyle olan ilişkileri günümüz akademik dünyasını da yere seriyor. Muazzam bir eleştiri romanın içine komple yediriliyor.
Kim ve ne olduğu tam olarak bilinmeyen, görenin ve bilenin olmadığı fakat ulaşılamaz bir kutsallık atfedilen Büyük Âlim... Bu karakteri daha çok günümüzdeki her tarihi karakter üzerindeki 'eleştirilemez', 'yorumlanamaz' tavrımıza karşı bir ironi olarak tanımladım kendimce. İçdeniz denen bir yerin kıyısındaki Tuhaflıklar Fabrikası'nda, genç asistan işte bu büyük âlimin yazma eserinin peşinden tuhaf mı tuhaf bir serüvene çıkar. Vardığı yer aynı zamanda dönüşü olmayan bir yerdir. Aslında bu durumu önceden hissetmiş, anlatırken de hissettirmiştir: "Ne müfessirim ne de kutsal kitapların sırlarını ifşa etmek haddim. Lakin belki de sürgünümüz budur, kim bilir? Şimdi lütfen beni, numarasını açık etmek için pürdikkat izlediğiniz bir gözbağcıymışım gibi izleyiniz. Sonuçta yine hayret edecek olsanız da..."
Bir kitabın peşinden giderken insanın geçmiş ve gelecek arasındaki düşünceleri, yolculuğunu şekillendirebiliyor. Bu durumda Dücane Cündioğlu'nun dediği gibi yol insanı terbiye ediyor. Tökezleyip düşmek yolun bir gereği ama ayağa kalkmak şartıyla. Ayağa kalkıp yoluna devam etmek zorunda insan. Bazı arayışların nihayetinde ulaşmak yok üstelik. Tek bir maksadı olabilir o arayışın: aramak. Daima ve durmadan aramak: "İnsan, zamanı önünden kazdığı bir toprak misali fırlatıp attıkça ardına, önünde açılan boşlukta geçmişi ve şimdiyi birbirine karışmış olarak bulur. Gelecek ise, o boşluğun görünmez derinliklerindedir."
Sürekli arayışta olmak. Bunun hem huzurunu hem de huzursuzluğunu yaşamak. Kitaplarda, müziklerde, filmlerde kendini ve insanı yeniden keşfetmek. Budur yaşamı anlamlı, insanı kıymetli kılan. Kendine sadece bir konu seçip o konuya hapsolmuş insandan benim alabileceğim bir şey yok. Onun düşünce dünyasını sadece gündem belirleyecek çünkü. Bana anlamlı, kıymetli gelen şeyler, bir başkasının kabına topladığı ve hatta taşırdığı şeyler. Orada var esas yaşam kavgası çünkü. İşte o kavga kendi kavgandır. Kendi içindenki arayışın dışarıya doğru yönelişi: "Bazı insanların böyle bir özelliği vardır; kalabalıkların içinde kalabalığın rengine bürünerek kamufle olmuş gibi varlıklarını unutturup etraflarında olan biten her şeyin farkına varır ve zihinlerine kaydederler. Ve birgün kaydettiklerini ifşa ederler bir kelamları ya da yazdıkları bir kitapla... O anda tüm gözler onların üzerine dikilir. Ancak o an da geçicidir ve bu her şeyi görüp kendi görülmeyen göz, görmeyi ve kaydetmeyi sürdürür. Belki bir lanet, belki bir lütuftur bu; belki de hem bir lanet, hem de bir lütuf."
İnsanı hikâyeci olmaya götüren nedir? Bilinmeyeni, bilmenin imkânsız olduğunu anlatma isteği belki de. Tuhaflıklar Fabrikası tam da bunun romanı. Olana bitene anlam verememenin yanı sıra, bir anlam vermeye de çabalamanın romanı.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
- Ayfer Tunç, Dünya Ağrısı
Eyüp Aygün Tayşir ismiyle karşılaşmamız ilk olarak 4 Hane 1 Teslim adlı kitapla olmuştu. Bu kitabı, Engin Ergönültaş'ın fevkalade romanı Minare Gölgesi'nden hemen sonra okumuş ve peş peşe iki güzel mahalle romanı okumanın tadına varmıştım. Dünyaya gelişleri arasında neredeyse 30 yıl olan iki yazarın bakış açıları, metni işleyişleri, karakterleri sanki çok uzun yıllar önce çekilmiş bir fotoğrafı anlatır gibiydi. Bir fotoğrafı anlamlandırmak da şüphesiz o fotoğrafı daha kalıcı bir hâle getiriyordu. Şehir hiç önemli değil bu durumda, anlatılan çünkü bizim hikâyemiz, "illallah" dedirten o yaşamımızın hikâyesi.
Tuhaflıklar Fabrikası her yönüyle sanki bambaşka bir Tayşir romanı okuyacağımızı söyler gibiydi. İsmi, kapağı, kapağındaki ev ve renkler, tabiri caizse fantastik bir kurguyla karşılaşacakmışız gibi duruyordu. Oysa kitabına aldığı epigrafla beraber Tayşir fısıltıyla karışık anlatıyordu derdini. Alejandro Zambra'nın nefis kitabı Eve Dönmenin Yolları'ndan: "Çünkü her ne kadar bir yabancının hikâyesini anlatmak istesek de eninde sonunda hep kendi hikâyemizi anlatırız."
Kitap, bir arayışın romanı. Bir kitaba ulaşma gayreti, bu gayretin yanında da düşünceler, boğuşmalar, yorgunluklar, umutlar ve sürekli yeni kapıların açılması ve elbette zaman zaman kapanması. Kitabın sahibi merhum bir profesör. Öyle bir kitap bıraktığına inanılıyor ki bu kitapla birlikte batının ulaşmış olduğu bilgilere profesörün çok daha önce ulaştığı anlaşılıyor. Eğer 'biz', bu kitaba ve profesörün eriştiği bilgilere vaktinde ulaşabilseydik, yani batı bu kitabı bizden kaçırmasaydı, saklamasaydı, inanılmaz bir gelişim sağlayabilirdik. Profesör, Merhum Hoca olarak tanınıyor, hatırlanıyor. Tüm bu geri kalmışlığımız, miskinliğimiz, daire dışında kalışımız hep bu kitap yüzündenmiş.
Arayışın sahibi, aynı zamanda Tuhaflıklar Fabrikası'nın bir hocası. Diğer hocalarla beraber büyük bir tuhaflıklar fabrikasında çalışıyor. Tarihiyle, çalışma şekliyle son derece tuhaf bir fabrika. Buradaki hocalar isimleriyle değil, lakaplarıyla tanınıyor. Bu lakaplar o kadar tanıdık ki acaba fabrika değil de ülke mi demeli? Bir tuhaflıklar ülkesi mi burası? Tayşir bunu hocalar üzerinden son derece trajik işlemiş. Mizahı ve hüznü yan yana koymuş, okuyanın da bir fabrikadan çok bir ülkeyi düşünmesini istemiş. Hocalar arasından bazılarını saymalı: Avcı Hoca, Kibar Hoca, Derin Hoca, Değerli Hoca, Danışman Hoca, Sanatçı Hoca, Hatip Hoca, Dost Hoca... Elbette fabrikanın bir rektörü var; Yeşil Papağan. Dekanı ve baş müstahdemi de var. Not Dilenen Çocuk'u da var. Şurası bir gerçek ki hocaların birbirleriyle olan ilişkileri günümüz akademik dünyasını da yere seriyor. Muazzam bir eleştiri romanın içine komple yediriliyor.
Kim ve ne olduğu tam olarak bilinmeyen, görenin ve bilenin olmadığı fakat ulaşılamaz bir kutsallık atfedilen Büyük Âlim... Bu karakteri daha çok günümüzdeki her tarihi karakter üzerindeki 'eleştirilemez', 'yorumlanamaz' tavrımıza karşı bir ironi olarak tanımladım kendimce. İçdeniz denen bir yerin kıyısındaki Tuhaflıklar Fabrikası'nda, genç asistan işte bu büyük âlimin yazma eserinin peşinden tuhaf mı tuhaf bir serüvene çıkar. Vardığı yer aynı zamanda dönüşü olmayan bir yerdir. Aslında bu durumu önceden hissetmiş, anlatırken de hissettirmiştir: "Ne müfessirim ne de kutsal kitapların sırlarını ifşa etmek haddim. Lakin belki de sürgünümüz budur, kim bilir? Şimdi lütfen beni, numarasını açık etmek için pürdikkat izlediğiniz bir gözbağcıymışım gibi izleyiniz. Sonuçta yine hayret edecek olsanız da..."
Bir kitabın peşinden giderken insanın geçmiş ve gelecek arasındaki düşünceleri, yolculuğunu şekillendirebiliyor. Bu durumda Dücane Cündioğlu'nun dediği gibi yol insanı terbiye ediyor. Tökezleyip düşmek yolun bir gereği ama ayağa kalkmak şartıyla. Ayağa kalkıp yoluna devam etmek zorunda insan. Bazı arayışların nihayetinde ulaşmak yok üstelik. Tek bir maksadı olabilir o arayışın: aramak. Daima ve durmadan aramak: "İnsan, zamanı önünden kazdığı bir toprak misali fırlatıp attıkça ardına, önünde açılan boşlukta geçmişi ve şimdiyi birbirine karışmış olarak bulur. Gelecek ise, o boşluğun görünmez derinliklerindedir."
Sürekli arayışta olmak. Bunun hem huzurunu hem de huzursuzluğunu yaşamak. Kitaplarda, müziklerde, filmlerde kendini ve insanı yeniden keşfetmek. Budur yaşamı anlamlı, insanı kıymetli kılan. Kendine sadece bir konu seçip o konuya hapsolmuş insandan benim alabileceğim bir şey yok. Onun düşünce dünyasını sadece gündem belirleyecek çünkü. Bana anlamlı, kıymetli gelen şeyler, bir başkasının kabına topladığı ve hatta taşırdığı şeyler. Orada var esas yaşam kavgası çünkü. İşte o kavga kendi kavgandır. Kendi içindenki arayışın dışarıya doğru yönelişi: "Bazı insanların böyle bir özelliği vardır; kalabalıkların içinde kalabalığın rengine bürünerek kamufle olmuş gibi varlıklarını unutturup etraflarında olan biten her şeyin farkına varır ve zihinlerine kaydederler. Ve birgün kaydettiklerini ifşa ederler bir kelamları ya da yazdıkları bir kitapla... O anda tüm gözler onların üzerine dikilir. Ancak o an da geçicidir ve bu her şeyi görüp kendi görülmeyen göz, görmeyi ve kaydetmeyi sürdürür. Belki bir lanet, belki bir lütuftur bu; belki de hem bir lanet, hem de bir lütuf."
İnsanı hikâyeci olmaya götüren nedir? Bilinmeyeni, bilmenin imkânsız olduğunu anlatma isteği belki de. Tuhaflıklar Fabrikası tam da bunun romanı. Olana bitene anlam verememenin yanı sıra, bir anlam vermeye de çabalamanın romanı.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
5 Kasım 2018 Pazartesi
Hayatın sisini aralamaya çalışmak
"Biz insanlar, ne büyük acılara yeniliriz ne de büyük sevinçlere; çünkü bu acılar ve sevinçler küçücük olayların muazzam sisiyle örtülüdür. İşte budur hayat, sistir. Hayat bir nebülözdür.”
- Miguel de Unamuno, Sis
Yirminci yüzyıl İspanyol edebiyatının usta isimlerinden Miguel de Unamuno (1864-1936) geç keşfettiğim için hayıflandığım yazarlardan. Bir duruş sergileyen yazarların ayrı bir yeri vardır bende. Miguel de Unamuno da onlardan. Unamuno muhalif tavrı yüzünden iktidarla uyuşamayan bir edebiyat profesörüdür. Bu yüzden sıkıntılar da yaşamıştır. Onun diğer bir özelliği ise kendine özgü üslubudur. Kullandığı dil o kadar çarpıcı ki sözcüklerle adeta illüzyon gösterisi yapıyor. Genelde edebiyatla akademik olarak ilgilenen yazarlar kurgusal türlerde (teorik kusursuzluk adına) metni kasar. Doğal olarak bu da okuyucuyu yorar. Fakat Unamuno’nun akademik kimliği ne metni kasıyor ne de okuyucuyu yoruyor.
Miguel de Unamuno’nun Sis adlı eserinin telif hakkı olmadığı için farklı yayınevlerinden baskıları mevcut. Bu değerlendirme yazısı Olvido Kitap’tan çıkan baskısını içeriyor. İki yüz on sayfalık eserin çevirisi Gökhan Aksay tarafından yapılmış.
Sis’te intihar ettiği söylenen (yazar cinayet olduğunu düşünüyor) bir adamın ölmeden kısa süre önce yaşadıkları anlatılıyor. Daha doğrusu onu ölüme götüren süreç psikolojik ve duygusal açıdan felsefi bir değerlendirmeyle ele alınıyor.
Varlıklı bir genç olan Augusto Pérez sokakta tesadüfen gördüğü bir kadına aşık olur. Aşkı karşılıksızdır fakat sevdiği kadının peşini bırakacak da değildir. İlk başta reddilen Augusto Pérez ısrarcı olmuştur. Israr işe yaramış gibidir. Genç kadın birkaç şart öne sürerek evliliğe razı olur. Augusto Pérez’in istediği olmaktadır. Başkarakter için mutlu sona yaklaşıldığında hesapta olmayan şeyler çıkar ortaya. Başka biriyle ortadan kaybolan genç kadın Augusto Pérez’i kandırmıştır. Yazar olayları aktarırken başkarakterin yaşadığı duygusal-psikolojik gerilimi ön plana çıkarıyor. Eser tam anlamıyla edebiyat klasiği tadı veriyor lakin klasik akımı aşan yönleri de çok fazla.
Hikâye gerçek bir olay üzerinden kurgulanmış. Bu gerçeği yazar ve ölen kişinin ortak arkadaşı tarafından yazılan Önsöz’den anlıyoruz. Metinde, ‘o’/yazar anlatıcı, diyalog ve iç monolog teknikleri bir arada kullanılmış. Romanın 1914 yılında yayınlandığı dikkate alınırsa, Sis’i bir geçiş eseri olarak tanımlamak mümkün. Bu açıdan tür olarak modern roman ile klasik roman arasında duruyor. Zira metinde her iki akımın da etkileri görülüyor. Diğer yandan Miguel de Unamuno’nun, döneminin ilerisinde bir edebi üslubununun olduğunu söylemek mümkün. Özellikle iç monologlar daha sonra büyük ses getirecek olan bilinçakışı tekniğinin ön habercisi şeklinde yorumlanabilir. Dolayısıyla Sis çok yönlü bir metin. Klasisizmin yanında romantizmden ve modern hatta postmodern romandan örüntüler bir arada görülüyor.
Yunan dili ve edebiyatı profesörü olan Miguel de Unamuno metnin içine romanda yeniliğin gerektiğini belirten düşüncelerini yerleştirmiş. Gerek roman karakterlerinin söylem ve düşüncelerinde gerekse romanın yazar anlatıcı kısımlarında mevcut edebiyat anlayışı eleştiriliyor. Bu bağlamda yazarlığı, romanı ve edebi algıyı sorguluyor. Örneğin, “romanda klasik-romantik ayrımının gereksiz olduğunu” belirtiyor. Diğer yandan romanlardaki kurgu ile yaşanılan gerçeğin karşılaştırmasını yapıyor. Dikkat edilmezse “yazarın, kurgusu elinde oyuncak olabileceğini” belirttikten sonra “kurgunun yazarın (insanın) yetkilerini aşan bir durum olabileceğine” işaret ediyor. Gerçek ile kurgu arasındaki bilinmezliğe dikkat çekerek “Ya kurgulayan, daha doğrusu kurguladığını zanneden kişi kurgunun içindeyse” diyor. Onun vardığı noktada her şey tanrısal bir determinizm ile oluşturulmuş gibi görünüyor. Buradaki anlayışı ‘katı kadercilik’ olarak da tanımlayabiliriz.
Kitapta edebiyat eleştirisi yanında felsefi değiniler oldukça fazla yer kaplıyor. Miguel de Unamuno felsefenin dozunu iyi ayarlamış diyebiliriz. Konuları teknik detaylara boğmadan hikâyeye yedirmesi okumayı kolaylaştırmış. Tartışmaları farklı karakterler üzerinden yapması hem akıcılığı arttırmış hem de kurguyu sağlamlaştırmış. Evlilik, aile, aşk, kadın gibi konuların yanında özgürlük ile anarşizm ve aralarındaki ilişki varlık üzerinden sorgulanıyor.
Sis, sosyolojik açıdan da okunabilecek bir metin. Satır aralarında toplumsal gerçekliğe dair detaylar bulunuyor. Eserde toplumun farklı katmanlarından kişilere yer verilmiş. Örneğin Augusto Pérez zengin, iyi eğitimli, çalışmayan bir tiptir. Dolayısıyla hayatın ekonomik yükünden ve bu yükün insanları sürüklediği hayattan habersizdir. Diğer karakterler ekonomik açıdan daha alt seviyededir. Gerçek hayatın ne kadar acımasız olduğunu bilmenin ötesinde yaşamaktadırlar. Augusto Pérez’e maddi gücünden dolayı saygı duyulmaktadır. Genç kadın, onun sahip olduğu imkanları kullanmasını zor durumdakilerden faydalanmaya çalışmak olarak görmektedir. Oysa Augusto Pérez toplum içinde ayrıcalıklarının olduğunun farkında bile değildir. Ne yapıyorsa aşkından ve iyi niyetinden yapmaktadır. Eserde toplumun kadın ve erkeğe bakışını görmek de mümkün. Satır aralarında toplumsal cinsiyetçi anlayışın örneklerine sık sık rastlanıyor.
Sis’te ilgimi çeken en önemli konulardan biri yazarın metne sıradışı müdahalesi oldu. Romanlarda yazarın okurla konuştuğuna sıkça rastlarız. Özellikle yazarın kendini gizlemeden yönlendirdiği klasik dönem romanları için bu normal bir şeydir. Fakat Sis’te farklı bir şeyle karşılaşıyorsunuz. Miguel de Unamuno kurguladığı karakterle buluşuyor. Onunla konuşarak kurgusunu izah etmeye çalışıyor. Yazarın kurgusuna karşı roman karakteri boyun eğmeyen bir tavırla yazarın izahını makul bulmuyor. Kurgulayan ve kurgulan adeta pazarlık ediyor. Miguel de Unamuno teolojik bir zeminde varlık, gerçek ve kurgu sorguluması yapıyor.
Çok farklı ilgi ve algı düzeylerine hitap eden Sis’i bir aşk romanı gibi okumak da felsefi bir sorgulama metni olarak okumak da mümkün. Aforizma niteliğinde tespit ve tenkitler, sembolizm ve şiirsel dil eseri edebi açıdan zenginleştiriyor. Bunun yanında kitaplara, dine, kültüre atıflar bulunuyor. Bu yönleriyle felsefi, dini ve kültürel açılardan eleştiri sunuyor diyebiliriz.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
- Miguel de Unamuno, Sis
Yirminci yüzyıl İspanyol edebiyatının usta isimlerinden Miguel de Unamuno (1864-1936) geç keşfettiğim için hayıflandığım yazarlardan. Bir duruş sergileyen yazarların ayrı bir yeri vardır bende. Miguel de Unamuno da onlardan. Unamuno muhalif tavrı yüzünden iktidarla uyuşamayan bir edebiyat profesörüdür. Bu yüzden sıkıntılar da yaşamıştır. Onun diğer bir özelliği ise kendine özgü üslubudur. Kullandığı dil o kadar çarpıcı ki sözcüklerle adeta illüzyon gösterisi yapıyor. Genelde edebiyatla akademik olarak ilgilenen yazarlar kurgusal türlerde (teorik kusursuzluk adına) metni kasar. Doğal olarak bu da okuyucuyu yorar. Fakat Unamuno’nun akademik kimliği ne metni kasıyor ne de okuyucuyu yoruyor.
Miguel de Unamuno’nun Sis adlı eserinin telif hakkı olmadığı için farklı yayınevlerinden baskıları mevcut. Bu değerlendirme yazısı Olvido Kitap’tan çıkan baskısını içeriyor. İki yüz on sayfalık eserin çevirisi Gökhan Aksay tarafından yapılmış.
Sis’te intihar ettiği söylenen (yazar cinayet olduğunu düşünüyor) bir adamın ölmeden kısa süre önce yaşadıkları anlatılıyor. Daha doğrusu onu ölüme götüren süreç psikolojik ve duygusal açıdan felsefi bir değerlendirmeyle ele alınıyor.
Varlıklı bir genç olan Augusto Pérez sokakta tesadüfen gördüğü bir kadına aşık olur. Aşkı karşılıksızdır fakat sevdiği kadının peşini bırakacak da değildir. İlk başta reddilen Augusto Pérez ısrarcı olmuştur. Israr işe yaramış gibidir. Genç kadın birkaç şart öne sürerek evliliğe razı olur. Augusto Pérez’in istediği olmaktadır. Başkarakter için mutlu sona yaklaşıldığında hesapta olmayan şeyler çıkar ortaya. Başka biriyle ortadan kaybolan genç kadın Augusto Pérez’i kandırmıştır. Yazar olayları aktarırken başkarakterin yaşadığı duygusal-psikolojik gerilimi ön plana çıkarıyor. Eser tam anlamıyla edebiyat klasiği tadı veriyor lakin klasik akımı aşan yönleri de çok fazla.
Hikâye gerçek bir olay üzerinden kurgulanmış. Bu gerçeği yazar ve ölen kişinin ortak arkadaşı tarafından yazılan Önsöz’den anlıyoruz. Metinde, ‘o’/yazar anlatıcı, diyalog ve iç monolog teknikleri bir arada kullanılmış. Romanın 1914 yılında yayınlandığı dikkate alınırsa, Sis’i bir geçiş eseri olarak tanımlamak mümkün. Bu açıdan tür olarak modern roman ile klasik roman arasında duruyor. Zira metinde her iki akımın da etkileri görülüyor. Diğer yandan Miguel de Unamuno’nun, döneminin ilerisinde bir edebi üslubununun olduğunu söylemek mümkün. Özellikle iç monologlar daha sonra büyük ses getirecek olan bilinçakışı tekniğinin ön habercisi şeklinde yorumlanabilir. Dolayısıyla Sis çok yönlü bir metin. Klasisizmin yanında romantizmden ve modern hatta postmodern romandan örüntüler bir arada görülüyor.
Yunan dili ve edebiyatı profesörü olan Miguel de Unamuno metnin içine romanda yeniliğin gerektiğini belirten düşüncelerini yerleştirmiş. Gerek roman karakterlerinin söylem ve düşüncelerinde gerekse romanın yazar anlatıcı kısımlarında mevcut edebiyat anlayışı eleştiriliyor. Bu bağlamda yazarlığı, romanı ve edebi algıyı sorguluyor. Örneğin, “romanda klasik-romantik ayrımının gereksiz olduğunu” belirtiyor. Diğer yandan romanlardaki kurgu ile yaşanılan gerçeğin karşılaştırmasını yapıyor. Dikkat edilmezse “yazarın, kurgusu elinde oyuncak olabileceğini” belirttikten sonra “kurgunun yazarın (insanın) yetkilerini aşan bir durum olabileceğine” işaret ediyor. Gerçek ile kurgu arasındaki bilinmezliğe dikkat çekerek “Ya kurgulayan, daha doğrusu kurguladığını zanneden kişi kurgunun içindeyse” diyor. Onun vardığı noktada her şey tanrısal bir determinizm ile oluşturulmuş gibi görünüyor. Buradaki anlayışı ‘katı kadercilik’ olarak da tanımlayabiliriz.
Kitapta edebiyat eleştirisi yanında felsefi değiniler oldukça fazla yer kaplıyor. Miguel de Unamuno felsefenin dozunu iyi ayarlamış diyebiliriz. Konuları teknik detaylara boğmadan hikâyeye yedirmesi okumayı kolaylaştırmış. Tartışmaları farklı karakterler üzerinden yapması hem akıcılığı arttırmış hem de kurguyu sağlamlaştırmış. Evlilik, aile, aşk, kadın gibi konuların yanında özgürlük ile anarşizm ve aralarındaki ilişki varlık üzerinden sorgulanıyor.
Sis, sosyolojik açıdan da okunabilecek bir metin. Satır aralarında toplumsal gerçekliğe dair detaylar bulunuyor. Eserde toplumun farklı katmanlarından kişilere yer verilmiş. Örneğin Augusto Pérez zengin, iyi eğitimli, çalışmayan bir tiptir. Dolayısıyla hayatın ekonomik yükünden ve bu yükün insanları sürüklediği hayattan habersizdir. Diğer karakterler ekonomik açıdan daha alt seviyededir. Gerçek hayatın ne kadar acımasız olduğunu bilmenin ötesinde yaşamaktadırlar. Augusto Pérez’e maddi gücünden dolayı saygı duyulmaktadır. Genç kadın, onun sahip olduğu imkanları kullanmasını zor durumdakilerden faydalanmaya çalışmak olarak görmektedir. Oysa Augusto Pérez toplum içinde ayrıcalıklarının olduğunun farkında bile değildir. Ne yapıyorsa aşkından ve iyi niyetinden yapmaktadır. Eserde toplumun kadın ve erkeğe bakışını görmek de mümkün. Satır aralarında toplumsal cinsiyetçi anlayışın örneklerine sık sık rastlanıyor.
Sis’te ilgimi çeken en önemli konulardan biri yazarın metne sıradışı müdahalesi oldu. Romanlarda yazarın okurla konuştuğuna sıkça rastlarız. Özellikle yazarın kendini gizlemeden yönlendirdiği klasik dönem romanları için bu normal bir şeydir. Fakat Sis’te farklı bir şeyle karşılaşıyorsunuz. Miguel de Unamuno kurguladığı karakterle buluşuyor. Onunla konuşarak kurgusunu izah etmeye çalışıyor. Yazarın kurgusuna karşı roman karakteri boyun eğmeyen bir tavırla yazarın izahını makul bulmuyor. Kurgulayan ve kurgulan adeta pazarlık ediyor. Miguel de Unamuno teolojik bir zeminde varlık, gerçek ve kurgu sorguluması yapıyor.
Çok farklı ilgi ve algı düzeylerine hitap eden Sis’i bir aşk romanı gibi okumak da felsefi bir sorgulama metni olarak okumak da mümkün. Aforizma niteliğinde tespit ve tenkitler, sembolizm ve şiirsel dil eseri edebi açıdan zenginleştiriyor. Bunun yanında kitaplara, dine, kültüre atıflar bulunuyor. Bu yönleriyle felsefi, dini ve kültürel açılardan eleştiri sunuyor diyebiliriz.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
Âşıkların nefeslerine hüseynî yorumlar
“Metnin dışında bir şey yoktur. Her söz söyleyenin ve söylenenin yokluğunda söylenmiştir. Dil’e gelen, aşkın (müteal, metafizik) bir gösterilene asla işaret etmez” diyen Derida’dan ilhamla; Allah’ın, “işitir” isminde kulağı vardır, dokundu ise eli vardır diyenleri koyar bir kıyıya önce.
Karşı kıyıya, asıl derdin, bu “iz”lerden manayı çıkartacak “furkaniyet”i kazanmak olduğuna varamadan, “iz”leri küllüm reddedenleri koyar.
Tam ortada “Sevi-yorum” der yazar; iki kıyının ortasında, uçsuz bucaksız bir okyanusta…
Resul’ün “Kuran’ın ikiz kardeşi olanlar ölmezler” müjdesini; ilk sayfadan, “fetvayı kalbine sor” diye dikta eden ön okuma ile okutur mesela… Topladıklarınla vücut olup ilerilersin.
Ya orada ya burada olmayı elzem bilenleri suya salar, kulağını çekiştirerek inceden! Kuran’la ikiz kardeş olan ölmez ise “ölen hayvan imiş…” diye haykırır Yunus, maviliğin orta yerinden tüm kıyılara.
Yorum; yer kabuğu, şerh; mağma, te’vil; çekirdek, biliniz ama Yunus… Ama Yunus kulağının içinde;
“ölen hayvan imiş”…
“Her daim yeniden doğarız / bizden kim usanası” şiirindeki kararlı sancıyı karnında duymaya başlarsın, derdim malumat aktarmak değil dediğinde kitap, aklının rahmine aklın düşer,
“Ölen kim?”.
7 deyiş seçilir. “Güzel ne var ise “nefes”ten, kötüsü nefsimden”, diyerek, ince ince işlenir. Nur topu gibi 7 oğlun olur, 7 kızın… Neyse cinsin, kendinden olan 7’den seversin!
Aralarda, alan dışı, günlük, didaktiğin boğumundan azade, sohbetin içine çeken sokak ağzı dillenir. Bu, hem okur-yazarlığı seven hem mahallede misket, çizgi, kör ebe oynayarak büyümüş; küfür ettiği için ağzına bir iki biber sürülmüş; toprağına özdeş bir entelektüel için “kendinden mülhem” keyiftir.
Böylece; “Malumat”ı hor görenin, irfan yolunda karga yürüyüşü yaptığı yola gülersin, sayfalar ilerledikçe. Bin kişi gelir gözünün önüne, tekke ehli ama eşyanın “şey”inden bihaber.
“Eşeği saldım çayıra
Otlaya karnın doyura
Gördüğü düşü hayıra
Yoranında avradını.”
Olur olur… “Muhabbet zuhura tabii olur…”. “Münkir” inkar eden; Aramice “nalpak”tan, vücuttaki ur, tümör, necaset olur; “necasetten taharet” ile “bok”tan değil nifaktan temizlenmen gerektiğine etimolojik çağrışımlar olur… Yüzüne bir gülümseme düşer, içinde bir dem olur, bismillah…
Pür heves bir solukta ararsın buldum zannettiklerinde başka neleri kaybettiğini… Ve “Nifak necasetten bir durum” diye küfür etsen etimolojik ıspatın vardır artık kapı gibi!
“Oku” ki; Sevi-yorum dedikçe yazar; sana da bana denenden densin; “Kaf-u Nun’dan başıma tac eyledim” diyebilen ehlinden “Kün” ol-an ile “kün” edeni bir eyleyen ilhamdan üflensin…
Kazak Abdal, Kaygusuz Abdal, Kul Nesimi, Edip Harabi Baba, Yunus Emre, Dedemoğlu, Yemini “oku”; ki gör toprağın neler taşıyor içinde. Heidegger, Berkeley, monist, düalist didiklerken “varlık” diye; oynadığın türküden, duymadan dinlediğin ilahiden içine aşk sinsin… Kuantum’un yaklaştırdığı; istidlali akıl ve aklı-ı maad’a saldığın merak ile sezgisel kavrayışını, aklını seversin! Ve “Allah pisliği aklını kullanmayanların üzerine bırakır“; bıraksın.
Sevi-yorken ilerleyen satırlar, 7 “nefes”i, 7 ile çarpa çarpa anlatsın; Nelm 44; “…Hükümdarlar bir memlekete girdiler mi orayı perişan ederler!”. Nefs padişahını gönül şehrinden nasıl uzak tutmazsın, desin. “Kendi özünü dara çekenin Münker-Nekir’e dahi pervası olmaz" desin.
Şahı-ı Merdan Hz. Ali’nin kazdığı kuyuya Yusuf düşer desin! Her çile Hak’tan bilip avuç avuç içtiğin “Prozac”ların uzaklaştırdığı aklını toparla desin; kuyuyu kimin kazdığına bak ta düş; Ali kazarsa bekleme ki itilesin, nefsini al, aklınla düş, içine düş… Dediği gibi Şebusteri’nin, “düşünmek” içine düşmektir desin!
Ve kuyuya tutkunluk ettiğin anları tutan kancalar esvabına değil etine batıyordur artık, henüz ilk “nefes” penceresinden izlediğin kendinde bile…
“…Sonra da çevirdik, aşağıların aşağısına attık!” (Tin/5)
Ali’nin attığı kuyudan haz alan Yusuf’a özenmez misin o an. Rabbinin attığı kuyuyu azaba çevirmeye utanmaz mısın; bu dünyası azap olunca öbür tarafta güleceğine ettiğin iman körelmez mi?
İşte böyle erenler; abdal kişi ancak ehli anlasın, “nadan” bilmesin diye tebdil-i kelime kelam eder ki idrak seviyesine göre okunsun. Tıpkı yaradan gibi.
Cesetlerimize ruhundan üfleyene şükürler olsun!
Şah-ı Merdan’ın ittiği kuyunun karanlığına güneşleri değişmeyenler var olsun!
“Şahıs”ı, “şahlanmak”tan türetip ayağa kaldıran, üzerine bastırmayanla demimiz “Bir” olsun.
Sahip-sohbet kökteş edip; “nefsini bilen Rabbin’i bilir” şiarıyla kendinle sohbet eden, Rabbi ile hemhal olanların, postu meraklısına kalsın; lafzı bize ilham olsun…
“Ben gizli bir hazine idim bilinmeyi seçtim” diyenin suretinden esinli kul!
Gizli 7 hazinenin bilinmeyi seçip uğradığı bir kitabı, sen de bilmeyi seçtiğinde, şairin; “Sen bu Alem’i boş mu zannedersin / Her zamanın vardır bir peygamberi” dediği adamlarla çay içiyorsun, afiyet, bereket olsun…
Mavi Çınar
the.blue.gaia@gmail.com
Karşı kıyıya, asıl derdin, bu “iz”lerden manayı çıkartacak “furkaniyet”i kazanmak olduğuna varamadan, “iz”leri küllüm reddedenleri koyar.
Tam ortada “Sevi-yorum” der yazar; iki kıyının ortasında, uçsuz bucaksız bir okyanusta…
Resul’ün “Kuran’ın ikiz kardeşi olanlar ölmezler” müjdesini; ilk sayfadan, “fetvayı kalbine sor” diye dikta eden ön okuma ile okutur mesela… Topladıklarınla vücut olup ilerilersin.
Ya orada ya burada olmayı elzem bilenleri suya salar, kulağını çekiştirerek inceden! Kuran’la ikiz kardeş olan ölmez ise “ölen hayvan imiş…” diye haykırır Yunus, maviliğin orta yerinden tüm kıyılara.
Yorum; yer kabuğu, şerh; mağma, te’vil; çekirdek, biliniz ama Yunus… Ama Yunus kulağının içinde;
“ölen hayvan imiş”…
“Her daim yeniden doğarız / bizden kim usanası” şiirindeki kararlı sancıyı karnında duymaya başlarsın, derdim malumat aktarmak değil dediğinde kitap, aklının rahmine aklın düşer,
“Ölen kim?”.
7 deyiş seçilir. “Güzel ne var ise “nefes”ten, kötüsü nefsimden”, diyerek, ince ince işlenir. Nur topu gibi 7 oğlun olur, 7 kızın… Neyse cinsin, kendinden olan 7’den seversin!
Aralarda, alan dışı, günlük, didaktiğin boğumundan azade, sohbetin içine çeken sokak ağzı dillenir. Bu, hem okur-yazarlığı seven hem mahallede misket, çizgi, kör ebe oynayarak büyümüş; küfür ettiği için ağzına bir iki biber sürülmüş; toprağına özdeş bir entelektüel için “kendinden mülhem” keyiftir.
Böylece; “Malumat”ı hor görenin, irfan yolunda karga yürüyüşü yaptığı yola gülersin, sayfalar ilerledikçe. Bin kişi gelir gözünün önüne, tekke ehli ama eşyanın “şey”inden bihaber.
“Eşeği saldım çayıra
Otlaya karnın doyura
Gördüğü düşü hayıra
Yoranında avradını.”
Olur olur… “Muhabbet zuhura tabii olur…”. “Münkir” inkar eden; Aramice “nalpak”tan, vücuttaki ur, tümör, necaset olur; “necasetten taharet” ile “bok”tan değil nifaktan temizlenmen gerektiğine etimolojik çağrışımlar olur… Yüzüne bir gülümseme düşer, içinde bir dem olur, bismillah…
Pür heves bir solukta ararsın buldum zannettiklerinde başka neleri kaybettiğini… Ve “Nifak necasetten bir durum” diye küfür etsen etimolojik ıspatın vardır artık kapı gibi!
“Oku” ki; Sevi-yorum dedikçe yazar; sana da bana denenden densin; “Kaf-u Nun’dan başıma tac eyledim” diyebilen ehlinden “Kün” ol-an ile “kün” edeni bir eyleyen ilhamdan üflensin…
Kazak Abdal, Kaygusuz Abdal, Kul Nesimi, Edip Harabi Baba, Yunus Emre, Dedemoğlu, Yemini “oku”; ki gör toprağın neler taşıyor içinde. Heidegger, Berkeley, monist, düalist didiklerken “varlık” diye; oynadığın türküden, duymadan dinlediğin ilahiden içine aşk sinsin… Kuantum’un yaklaştırdığı; istidlali akıl ve aklı-ı maad’a saldığın merak ile sezgisel kavrayışını, aklını seversin! Ve “Allah pisliği aklını kullanmayanların üzerine bırakır“; bıraksın.
Sevi-yorken ilerleyen satırlar, 7 “nefes”i, 7 ile çarpa çarpa anlatsın; Nelm 44; “…Hükümdarlar bir memlekete girdiler mi orayı perişan ederler!”. Nefs padişahını gönül şehrinden nasıl uzak tutmazsın, desin. “Kendi özünü dara çekenin Münker-Nekir’e dahi pervası olmaz" desin.
Şahı-ı Merdan Hz. Ali’nin kazdığı kuyuya Yusuf düşer desin! Her çile Hak’tan bilip avuç avuç içtiğin “Prozac”ların uzaklaştırdığı aklını toparla desin; kuyuyu kimin kazdığına bak ta düş; Ali kazarsa bekleme ki itilesin, nefsini al, aklınla düş, içine düş… Dediği gibi Şebusteri’nin, “düşünmek” içine düşmektir desin!
Ve kuyuya tutkunluk ettiğin anları tutan kancalar esvabına değil etine batıyordur artık, henüz ilk “nefes” penceresinden izlediğin kendinde bile…
“…Sonra da çevirdik, aşağıların aşağısına attık!” (Tin/5)
Ali’nin attığı kuyudan haz alan Yusuf’a özenmez misin o an. Rabbinin attığı kuyuyu azaba çevirmeye utanmaz mısın; bu dünyası azap olunca öbür tarafta güleceğine ettiğin iman körelmez mi?
İşte böyle erenler; abdal kişi ancak ehli anlasın, “nadan” bilmesin diye tebdil-i kelime kelam eder ki idrak seviyesine göre okunsun. Tıpkı yaradan gibi.
Cesetlerimize ruhundan üfleyene şükürler olsun!
Şah-ı Merdan’ın ittiği kuyunun karanlığına güneşleri değişmeyenler var olsun!
“Şahıs”ı, “şahlanmak”tan türetip ayağa kaldıran, üzerine bastırmayanla demimiz “Bir” olsun.
Sahip-sohbet kökteş edip; “nefsini bilen Rabbin’i bilir” şiarıyla kendinle sohbet eden, Rabbi ile hemhal olanların, postu meraklısına kalsın; lafzı bize ilham olsun…
“Ben gizli bir hazine idim bilinmeyi seçtim” diyenin suretinden esinli kul!
Gizli 7 hazinenin bilinmeyi seçip uğradığı bir kitabı, sen de bilmeyi seçtiğinde, şairin; “Sen bu Alem’i boş mu zannedersin / Her zamanın vardır bir peygamberi” dediği adamlarla çay içiyorsun, afiyet, bereket olsun…
Mavi Çınar
the.blue.gaia@gmail.com
1 Kasım 2018 Perşembe
Düzensizliğe karşı hakikatli bir avaz: Şeyh Bedreddin
"Zahir bilginleri, iç yüzü bırakmışlar, kabuklara dayanmışlardır. Çoğunun içi, gönlü açılsa, gönüllerinde dünya sevgisinden, baş olmak, başa geçmek muhabbetinden başka bir şey bulunmaz. Allah onları rezil etsin."
- Şeyh Bedreddin, Vâridât
İdeolojik bakış açısı özellikle ölçüyü kaçırdığında, tarihimizdeki birçok karakteri yanlış anlamamıza yahut hiç tanıma girişiminde bulunmamamıza sebep olmuştur, hâlâ da olmaktadır. Objektiflikten uzak, polemiklerle ve rivayetlerle örülü bir takım araştırmalar maalesef ki asırlık irfan ocağı olan Anadolu'dan yetişmiş, oradan geçip gitmiş ve şimdiye dek uzanan çınarları görmemize engel olmuştur. Şeyh Bedreddin de bu anlattığım tipteki araştırmacıların ve tarihçilerin titizlikten uzak, günü kurtarmak için yazılmış ve tamamen gündemden, güncelden, popüler kültürden faydalanmak adına kaleme alınmış çalışmaları sebebiyle yanlış tanınmış, üstelik hiç de ciddiyetli bir biçimde merak edilmemiştir.
Şairler, meseleye daha doğru biçimde bakmışlardır. Bu bakış hiç şüphe yok ki ilhamın ve sezginin yanı sıra ayakların basıldığı toprağı iyi bilmekle, sevmekle de doğrudan bağlantılıdır. Mesela Nazım Hikmet'in Şeyh Bedreddin Destanı, elbette bir takım detaylar ekseninde kusurları olsa da harikulade bir metindir. Bedreddin'i hiç tanımayan biri bile bu destanı okuduktan sonra merak duyabilir, incelemesini derinleştirebilir.
Ahmed Güner Sayar, hocalarına beslediği sevgiyi ve onlara uzanan yolları genişletmeyi çok iyi bilen bir isimdir. Bu yollar onu başka yollara da götürebildiği için kaynak denebilecek eserler de üretebilmiştir. A. Süheyl Ünver, Sahhaf Raif Yelkenci, Sabri F. Ülgener, Hasan Ali Yücel, Abdülbaki Gölpınarlı gibi tarihimizin kıymetli isimlerinin hayatları, düşünce dünyamıza katkıları, Sayar'ın doymak bilmez gayretleriyle yeniden ve daha fazla bilinir olmuştur. Ekim 2018'te Ötüken Neşriyat tarafından yayınlanan Şeyh Bedreddin, yukarıda anlattığım bakış açıları ve çalışma biçimleri sebebiyle gerçek tarihin ve bilhassa hakikate dair kurulan düşünce dairesinin dışında bırakılmış bir portreyi adeta yeni baştan ortaya koyuyor. Kitap bittiğinde çok açık biçimde görülüyor ki Şeyh Bedreddin birileri tarafından sanki kasıtlı, bile isteye, şiddetli biçimde yargıların, rivayetlerin kurbanı olmuş. Diğer yandan, Sayar'ın bu takdire şayan gayreti de William C. Chittick'in Kozmus'un Hakikati kitabındaki bir 'tavsiye'yi yeniden hatırlatıyor: "İdrak ve görüşü derinleştirme -ta'mîk-i nazar- kafa teneşire vurana kadar bitmeyecek bir görevdi."
504 sayfalık kitabın muhtevası oldukça geniş. Kronolojik bir düzeni var. Evvela bu kitabın yazılma hikâyesi çarpıcı biçimde anlatılmış. Sonrasında Şeyh Bedreddin'e dair literatürdeki hareketlere değinilmiş. Bu sert girişlerden sonra Sayar Şeyh Bedreddin'in tarih içinde efsaneden çok somut bir yerde olması gerektiğine vurgu yaparak onun 'düzenlemeyi esas alan' tarafını gözler önüne seriyor. Mutasavvıf ve fakih taraflarıyla Bedreddin yeniden yorumlanıyor. İktisadî ve siyasî görüşleri tüm detaylarıyla aktarılıyor. Tam burada, Sayar'ın kaleminden Bedreddin'in esas derdine değinmek gerekiyor:
"Şeyh Bedreddin, iki oluşumdan çok rahatsızdı. İlki, kadıların (ulemânın), hukûku, parasal zenginlik için bir araç olarak kullanmaları; ikincisi ise, fakihlerin, Sultan Orhan - Sultan I. Murad - Sultan I. Bâyezîd döneminde, ki bu dönem takriben 70 yıl kadardır, kamusal alana ilişkin düzenlemelerde, verdikleri fetvâların, Kur'ân - sünnet bağlamından kopmuşluğunun söz konusu olmasıydı. Fakihler, olmaları gereken, özerk ve özgür hukûk adamlığı hüviyetini, siyâsî iradeye terk etmişlerdi. Bu meyanda, Fetret Devri'nde, sürüp giden taht kavgalarının ateşlenmesinde fakihlerin ihtirasının payı büyük olsa gerektir."
Bu kitapla birlikte Fetret Devri'ne dair okumalar yapmak da meseleleri daha gerçekçi biçimde kavramak adına önemli olacaktır. Zira bu devir, sanıldığının aksine bir dağılmanın ardından gelen düzenden çok daha ötesidir. Diğer devletlerle olan ilişkilerin yanı sıra bazı önemli karakterlerin nasıl bir tavır takındıkları da bilinmesi gerekiyor. Burada Musa Çelebi çok önemli bir yer tutuyor. Bedreddin'in kadıaskerlik serüveni onunla başlıyor. Üstelik bu serüven, hiç de 'Bedreddinî' değil. Kendisi devletle, makamlarla daima mesafeli ve uzak biçimde yaşamış, dervişlerine de bunu telkin etmiş bir zat. Ancak bu kadıaskerlik ona, devletin yönetiliş biçimindeki kendince sıkıntıları görebilmesi anlamında önemli bir imkân tanıyor. 'Her şey', tabiri caizse bu görevden sonra başlıyor. Torlak Kemal'in ve Börklüce Mustafa'nın kendilerine adına çevirdikleri numaralar dönüyor dolaşıyor şeyhleri Bedreddin'de duruyor. Bu da devlet erkanının nezdinde isyanın, asiliğin ve 'fitne'nin kaynağı olarak Bedreddin'i işaret ediyor. İznik'teki göz hapsinden sonra hayatının en fazla aksiyona sahip olan bölümü başlıyor. İznik'ten Kastamonu'ya gitmek zorunda kalıyor. Bu gidiş, belki de bir kaçış. Üstelik isyan da bu evrede patlıyor. Bedreddin meselelerden uzaklaşmak için sultandan hacca gitmek için izin istiyor, izin çıkmayınca müthiş bir umutsuzluğa kapılıyor. Çünkü olacakları tahmin ediyor. Bu isyan mutlaka, bir şekilde onu yakacak, sadece onun başını yakacak. Peki tarih onu nasıl yazacak?
Yargılanmasının akabinde örfî yolla verilen fetva: idam. Çünkü ortada Osmanlılar için en önemli konulardan biri var: hurûc-ı ales-'sultan, yani sultana karşı ayaklanma. Serez'de gerçekleşen idamının akabinde ne kadar sevildiği de ortaya çıkıyor. Halk hemen idam edildiği yeri belirgin kılıyor. Aslında dönemin diğer tasavvuf büyükleri ve erenleri incelendiğinde zaten Bedreddin'in 'ne'liği hemen bir cevap buluyor:
"Şeyh Bedreddin, İznik'te ikamete mecbur bırakıldığı günlerde Şeyh Akşemseddin'in kendisinden, gökbilim, tefsir ve fıkıh dersleri aldığını Manakıbı'ndan öğreniyoruz. Şeyh Akşemseddin, Şeyh Bedreddin'i üstadı olarak görmekte ve onu şu sözlerle tebcil etmekteydi: "Gözümün nûrudur' dirdi Şeyh için / gönlümün Tûrıdur' dirdi Şeyh için.". Şeyh Bedreddin'in iki oğlu ile torunu Hâfız Halil Efendi de, "zamanın en büyük şeyhi" dediği Şeyh Akşemseddin'e müntesiptiler. Halil bin İsmail Efendi, bu intisapla Bayramî tarîkatına intisap etmiş ve şeyhi Akşemseddin'le birlikte İstanbul'un fethine katılmıştı."
Söz buraya gelmişken Halvetî yolunun büyüklerinden Niyâzî-i Mısrî Hazretlerinin Şeyh Bedreddin'in Vâridât'ına ilişkin gazeline değinmeden de olmaz. Bu gazel
"Can kuşunun her zaman ezkârıdır Vâridât
Akl ü hayâlin hemân efkârıdır Vâridât
...
Sıdk ile gönlüm sever görmeğe cânım eğer
Anın çün kim Hakk'ın envârıdır Vâridât
...
Muhyiddin, Bedreddin, eylediler ihyâ-yı din
Deryâ Niyâzî Füsûs, enharıdır Vâridât."
1359'da başlayan ömrü 1418'de son buluyor. 59 yıllık ömrüne, sırları diğer büyükler tarafından her defasında vurgulanmış, başvurulmuş, yalnız Osmanlı coğrafyasında değil dünyanın birçok kütüphanesinde yer bulmuş önemli eserler sığdırmış
Letâ'ifü’l-işârât: Bu eser bilhassa fıkhî meselelerdeki vukufiyetini ve 'müctehid derecesinde bir fakih' olduğunu göstermesi bakımından oldukça önemli.
Câmi'u'l-fusûleyn: Edirne’de kazaskerliğe tayin edildikten sonra telif ettiği, kazâ ve mahkemeyle ilgili konuların ağırlıkta olduğu bir fıkıh kitabı. Türkiye ve dünya kütüphanelerinde birçok yazma nüshası bulunuyor.
Vâridât: Yoğun rivayetlerin işaret etmesine göre bu eseri Rumeli’de verdiği derslerden oluşuyor ve felsefî, tasavvufî, kelâmî ve diğer fikrî konulara temas ediyor. Bu kitap bilindiği gibi en önemli eseri. Yani onun tartışılmasına sebep olan eseri.
Bu eserlerin yanı sıra torunu Halîl b. İsmâil’in yazmış olduğu Menâkıbnâme'si esasında Bedreddin'e dair yazılmış en teferruatlı kaynak. Fakat objektifliği daima sorgulanmış. Sayar'ın kitabı bittikten sonra bu kaynağın önemi biraz daha artıyor. Menâkıbnâme her ne kadar tamamiyle şeyhi temize çıkarmayı gayret edinmiş gibi görünse de aslında şeyhin başına gelenlerin Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal gibi yakınlarındaki asilerle beraber ulemânın kıskançlığından ileri geldiğini açıkça ortaya koyuyor.
Ahmed Güner Sayar, bu derinlikli çalışmasının son bölümünde 'değerlendirmelerin aydınlığında tashihe açık bir sonuç' ortaya koyuyor. Burada birçok önemli ismin yorumlarına da kitabın her bölümünde olduğu gibi başvuruluyor. Mesela A. Süheyl Ünver'in kanaati şöyle: "Müslümanlıkta yeni âkidelerin tevlîdine çalışmış... esaslı bir tahsil görmüştür. İlmî ve siyasî faaliyette bulunmuş, nihâyet haksız yere hayatına son verilmiştir."
Bu son verilişi Sayar şöyle yorumluyor: "Şeyh Bedreddin'in tasfiyesi ile Osmanlı Devleti'nin merkeziyetçiliğinin önündeki büyük bir teorisyen kafa susturulmuş oldu. Bundan böyle, ne iktidarın meşrûiyeti sorgulanacak, ne de toprakta özel mülkiyet ve serbest piyasa mekanizmasına dönüş sorunları yaşanacaktı. Özellikle de toprakta özel mülkiyet meselesi tartışılmayacaktı."
1961 yılında Şeyh Bedreddin'in bir torba içinde Türkiye'ye getirilen kemikleri bir müddet Sultanahmed Camii'nde, daha sonra da 1961 Kasım'ına dek Topkapı Sarayı'nda muhafaza edildi. 29 Kasım 1961'de, Çemberlitaş'taki Sultan Mahmud Türbesi'ne defnedildi. Yani padişahların ve devlet ricalinin arasına. Bu bile onun ne kadar yanlış anlaşıldığının bir göstergesidir. Haksızlık el'an sürmektedir.
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin, oğlu Alaeddin Çelebi'ye gönderdiği mektupta geçen şu ifadeler, Şeyh Bedreddin'e ait olup Vâridât'ta geçmektedir ve neticeyi toparlayan bir özelliğe sahiptir: "Toz - duman kalktı mı göreceksin / altındaki at mıdır, eşek mi?"
Ahmed Güner Sayar, Fetret Devri'nin dağınıklığı ve düzensizliği içinde "Hakk’ı bilen bir arif ve gerçeği gerçekleştirmiş erlerin seçkini" Şeyh Bedreddin'in avazını duyuruyor bizlere. Derviş Kemâl'in şiiriyle bitirelim:
"Ne zaman yüzümü Garb'a döndürsem
Guruba bakarak hayale girsem
Güneşi batarken sararmış görsem
Bedreddin'i hatırlayıp ağlarım."
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
- Şeyh Bedreddin, Vâridât
İdeolojik bakış açısı özellikle ölçüyü kaçırdığında, tarihimizdeki birçok karakteri yanlış anlamamıza yahut hiç tanıma girişiminde bulunmamamıza sebep olmuştur, hâlâ da olmaktadır. Objektiflikten uzak, polemiklerle ve rivayetlerle örülü bir takım araştırmalar maalesef ki asırlık irfan ocağı olan Anadolu'dan yetişmiş, oradan geçip gitmiş ve şimdiye dek uzanan çınarları görmemize engel olmuştur. Şeyh Bedreddin de bu anlattığım tipteki araştırmacıların ve tarihçilerin titizlikten uzak, günü kurtarmak için yazılmış ve tamamen gündemden, güncelden, popüler kültürden faydalanmak adına kaleme alınmış çalışmaları sebebiyle yanlış tanınmış, üstelik hiç de ciddiyetli bir biçimde merak edilmemiştir.
Şairler, meseleye daha doğru biçimde bakmışlardır. Bu bakış hiç şüphe yok ki ilhamın ve sezginin yanı sıra ayakların basıldığı toprağı iyi bilmekle, sevmekle de doğrudan bağlantılıdır. Mesela Nazım Hikmet'in Şeyh Bedreddin Destanı, elbette bir takım detaylar ekseninde kusurları olsa da harikulade bir metindir. Bedreddin'i hiç tanımayan biri bile bu destanı okuduktan sonra merak duyabilir, incelemesini derinleştirebilir.
Ahmed Güner Sayar, hocalarına beslediği sevgiyi ve onlara uzanan yolları genişletmeyi çok iyi bilen bir isimdir. Bu yollar onu başka yollara da götürebildiği için kaynak denebilecek eserler de üretebilmiştir. A. Süheyl Ünver, Sahhaf Raif Yelkenci, Sabri F. Ülgener, Hasan Ali Yücel, Abdülbaki Gölpınarlı gibi tarihimizin kıymetli isimlerinin hayatları, düşünce dünyamıza katkıları, Sayar'ın doymak bilmez gayretleriyle yeniden ve daha fazla bilinir olmuştur. Ekim 2018'te Ötüken Neşriyat tarafından yayınlanan Şeyh Bedreddin, yukarıda anlattığım bakış açıları ve çalışma biçimleri sebebiyle gerçek tarihin ve bilhassa hakikate dair kurulan düşünce dairesinin dışında bırakılmış bir portreyi adeta yeni baştan ortaya koyuyor. Kitap bittiğinde çok açık biçimde görülüyor ki Şeyh Bedreddin birileri tarafından sanki kasıtlı, bile isteye, şiddetli biçimde yargıların, rivayetlerin kurbanı olmuş. Diğer yandan, Sayar'ın bu takdire şayan gayreti de William C. Chittick'in Kozmus'un Hakikati kitabındaki bir 'tavsiye'yi yeniden hatırlatıyor: "İdrak ve görüşü derinleştirme -ta'mîk-i nazar- kafa teneşire vurana kadar bitmeyecek bir görevdi."
504 sayfalık kitabın muhtevası oldukça geniş. Kronolojik bir düzeni var. Evvela bu kitabın yazılma hikâyesi çarpıcı biçimde anlatılmış. Sonrasında Şeyh Bedreddin'e dair literatürdeki hareketlere değinilmiş. Bu sert girişlerden sonra Sayar Şeyh Bedreddin'in tarih içinde efsaneden çok somut bir yerde olması gerektiğine vurgu yaparak onun 'düzenlemeyi esas alan' tarafını gözler önüne seriyor. Mutasavvıf ve fakih taraflarıyla Bedreddin yeniden yorumlanıyor. İktisadî ve siyasî görüşleri tüm detaylarıyla aktarılıyor. Tam burada, Sayar'ın kaleminden Bedreddin'in esas derdine değinmek gerekiyor:
"Şeyh Bedreddin, iki oluşumdan çok rahatsızdı. İlki, kadıların (ulemânın), hukûku, parasal zenginlik için bir araç olarak kullanmaları; ikincisi ise, fakihlerin, Sultan Orhan - Sultan I. Murad - Sultan I. Bâyezîd döneminde, ki bu dönem takriben 70 yıl kadardır, kamusal alana ilişkin düzenlemelerde, verdikleri fetvâların, Kur'ân - sünnet bağlamından kopmuşluğunun söz konusu olmasıydı. Fakihler, olmaları gereken, özerk ve özgür hukûk adamlığı hüviyetini, siyâsî iradeye terk etmişlerdi. Bu meyanda, Fetret Devri'nde, sürüp giden taht kavgalarının ateşlenmesinde fakihlerin ihtirasının payı büyük olsa gerektir."
Bu kitapla birlikte Fetret Devri'ne dair okumalar yapmak da meseleleri daha gerçekçi biçimde kavramak adına önemli olacaktır. Zira bu devir, sanıldığının aksine bir dağılmanın ardından gelen düzenden çok daha ötesidir. Diğer devletlerle olan ilişkilerin yanı sıra bazı önemli karakterlerin nasıl bir tavır takındıkları da bilinmesi gerekiyor. Burada Musa Çelebi çok önemli bir yer tutuyor. Bedreddin'in kadıaskerlik serüveni onunla başlıyor. Üstelik bu serüven, hiç de 'Bedreddinî' değil. Kendisi devletle, makamlarla daima mesafeli ve uzak biçimde yaşamış, dervişlerine de bunu telkin etmiş bir zat. Ancak bu kadıaskerlik ona, devletin yönetiliş biçimindeki kendince sıkıntıları görebilmesi anlamında önemli bir imkân tanıyor. 'Her şey', tabiri caizse bu görevden sonra başlıyor. Torlak Kemal'in ve Börklüce Mustafa'nın kendilerine adına çevirdikleri numaralar dönüyor dolaşıyor şeyhleri Bedreddin'de duruyor. Bu da devlet erkanının nezdinde isyanın, asiliğin ve 'fitne'nin kaynağı olarak Bedreddin'i işaret ediyor. İznik'teki göz hapsinden sonra hayatının en fazla aksiyona sahip olan bölümü başlıyor. İznik'ten Kastamonu'ya gitmek zorunda kalıyor. Bu gidiş, belki de bir kaçış. Üstelik isyan da bu evrede patlıyor. Bedreddin meselelerden uzaklaşmak için sultandan hacca gitmek için izin istiyor, izin çıkmayınca müthiş bir umutsuzluğa kapılıyor. Çünkü olacakları tahmin ediyor. Bu isyan mutlaka, bir şekilde onu yakacak, sadece onun başını yakacak. Peki tarih onu nasıl yazacak?
Yargılanmasının akabinde örfî yolla verilen fetva: idam. Çünkü ortada Osmanlılar için en önemli konulardan biri var: hurûc-ı ales-'sultan, yani sultana karşı ayaklanma. Serez'de gerçekleşen idamının akabinde ne kadar sevildiği de ortaya çıkıyor. Halk hemen idam edildiği yeri belirgin kılıyor. Aslında dönemin diğer tasavvuf büyükleri ve erenleri incelendiğinde zaten Bedreddin'in 'ne'liği hemen bir cevap buluyor:
"Şeyh Bedreddin, İznik'te ikamete mecbur bırakıldığı günlerde Şeyh Akşemseddin'in kendisinden, gökbilim, tefsir ve fıkıh dersleri aldığını Manakıbı'ndan öğreniyoruz. Şeyh Akşemseddin, Şeyh Bedreddin'i üstadı olarak görmekte ve onu şu sözlerle tebcil etmekteydi: "Gözümün nûrudur' dirdi Şeyh için / gönlümün Tûrıdur' dirdi Şeyh için.". Şeyh Bedreddin'in iki oğlu ile torunu Hâfız Halil Efendi de, "zamanın en büyük şeyhi" dediği Şeyh Akşemseddin'e müntesiptiler. Halil bin İsmail Efendi, bu intisapla Bayramî tarîkatına intisap etmiş ve şeyhi Akşemseddin'le birlikte İstanbul'un fethine katılmıştı."
Söz buraya gelmişken Halvetî yolunun büyüklerinden Niyâzî-i Mısrî Hazretlerinin Şeyh Bedreddin'in Vâridât'ına ilişkin gazeline değinmeden de olmaz. Bu gazel
"Can kuşunun her zaman ezkârıdır Vâridât
Akl ü hayâlin hemân efkârıdır Vâridât
...
Sıdk ile gönlüm sever görmeğe cânım eğer
Anın çün kim Hakk'ın envârıdır Vâridât
...
Muhyiddin, Bedreddin, eylediler ihyâ-yı din
Deryâ Niyâzî Füsûs, enharıdır Vâridât."
1359'da başlayan ömrü 1418'de son buluyor. 59 yıllık ömrüne, sırları diğer büyükler tarafından her defasında vurgulanmış, başvurulmuş, yalnız Osmanlı coğrafyasında değil dünyanın birçok kütüphanesinde yer bulmuş önemli eserler sığdırmış
Letâ'ifü’l-işârât: Bu eser bilhassa fıkhî meselelerdeki vukufiyetini ve 'müctehid derecesinde bir fakih' olduğunu göstermesi bakımından oldukça önemli.
Câmi'u'l-fusûleyn: Edirne’de kazaskerliğe tayin edildikten sonra telif ettiği, kazâ ve mahkemeyle ilgili konuların ağırlıkta olduğu bir fıkıh kitabı. Türkiye ve dünya kütüphanelerinde birçok yazma nüshası bulunuyor.
Vâridât: Yoğun rivayetlerin işaret etmesine göre bu eseri Rumeli’de verdiği derslerden oluşuyor ve felsefî, tasavvufî, kelâmî ve diğer fikrî konulara temas ediyor. Bu kitap bilindiği gibi en önemli eseri. Yani onun tartışılmasına sebep olan eseri.
Bu eserlerin yanı sıra torunu Halîl b. İsmâil’in yazmış olduğu Menâkıbnâme'si esasında Bedreddin'e dair yazılmış en teferruatlı kaynak. Fakat objektifliği daima sorgulanmış. Sayar'ın kitabı bittikten sonra bu kaynağın önemi biraz daha artıyor. Menâkıbnâme her ne kadar tamamiyle şeyhi temize çıkarmayı gayret edinmiş gibi görünse de aslında şeyhin başına gelenlerin Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal gibi yakınlarındaki asilerle beraber ulemânın kıskançlığından ileri geldiğini açıkça ortaya koyuyor.
Ahmed Güner Sayar, bu derinlikli çalışmasının son bölümünde 'değerlendirmelerin aydınlığında tashihe açık bir sonuç' ortaya koyuyor. Burada birçok önemli ismin yorumlarına da kitabın her bölümünde olduğu gibi başvuruluyor. Mesela A. Süheyl Ünver'in kanaati şöyle: "Müslümanlıkta yeni âkidelerin tevlîdine çalışmış... esaslı bir tahsil görmüştür. İlmî ve siyasî faaliyette bulunmuş, nihâyet haksız yere hayatına son verilmiştir."
Bu son verilişi Sayar şöyle yorumluyor: "Şeyh Bedreddin'in tasfiyesi ile Osmanlı Devleti'nin merkeziyetçiliğinin önündeki büyük bir teorisyen kafa susturulmuş oldu. Bundan böyle, ne iktidarın meşrûiyeti sorgulanacak, ne de toprakta özel mülkiyet ve serbest piyasa mekanizmasına dönüş sorunları yaşanacaktı. Özellikle de toprakta özel mülkiyet meselesi tartışılmayacaktı."
1961 yılında Şeyh Bedreddin'in bir torba içinde Türkiye'ye getirilen kemikleri bir müddet Sultanahmed Camii'nde, daha sonra da 1961 Kasım'ına dek Topkapı Sarayı'nda muhafaza edildi. 29 Kasım 1961'de, Çemberlitaş'taki Sultan Mahmud Türbesi'ne defnedildi. Yani padişahların ve devlet ricalinin arasına. Bu bile onun ne kadar yanlış anlaşıldığının bir göstergesidir. Haksızlık el'an sürmektedir.
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin, oğlu Alaeddin Çelebi'ye gönderdiği mektupta geçen şu ifadeler, Şeyh Bedreddin'e ait olup Vâridât'ta geçmektedir ve neticeyi toparlayan bir özelliğe sahiptir: "Toz - duman kalktı mı göreceksin / altındaki at mıdır, eşek mi?"
Ahmed Güner Sayar, Fetret Devri'nin dağınıklığı ve düzensizliği içinde "Hakk’ı bilen bir arif ve gerçeği gerçekleştirmiş erlerin seçkini" Şeyh Bedreddin'in avazını duyuruyor bizlere. Derviş Kemâl'in şiiriyle bitirelim:
"Ne zaman yüzümü Garb'a döndürsem
Guruba bakarak hayale girsem
Güneşi batarken sararmış görsem
Bedreddin'i hatırlayıp ağlarım."
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)