Hani bir sözcük yazarsınız, sonra üstünü karalayıp başka bir kelimeyi denersiniz de camdaki su damlalarının kıvrılıp gittiği incecik bir selinti oluşur. İşte böyle bir kitap Hasan Yurtoğlu’nun Pathika’sı.
Üslubundaki efendiliği koruyan, yer yer de düşünce dozunu artırarak abartısındaki samimiyetle destekleyen bir anlatımla ve ancak felsefeye rağmen felsefe yapmak kaydıyla öykücülük adına özgül bir ilerleme sağlıyor. Biçimci yanı ağır basan kitap belli sorunsallar oluşturarak parmaklarınızın arasında kayıp gidiyor. Yerellik taşıyan deyim ve benzetilerden sıkça yararlanan, bu yönüyle de tanıdık gelen öyküleri, çocukluğa dair izler taşıyan bir dağardan kendisine çeşni olarak katıyor.
İlk karşılaştığımız güçlük, kimlik bağlamında bir çözümlemeyi güç hale getiriyor. Zaman zaman yazarın özdeşlik ilişkisi içinde sunduğu, gerçek bir isimle mi yoksa çıldırmanın eşiğinden yazıya akan bir tür kara güldürüyle mi okuduğumuzu ayırt edemiyoruz.
Kitapta açlık, kimlik arayışı, etik değerler, alışveriş teorisi, yemek ve yolculuk zamanı üzerine sözünü ettiğimiz tüm bu sorunsallara dair de tikel bir yaklaşımın denendiğini söyleyebiliriz. Korkmayın, Spinoza’dan, Hegel’den, Kant’tan, Feridüddin Attar’dan yararlanıyor görünse de kitap baş etmesi zor felsefi bilgiyi lümpen aşk şarkılarının, gündelik duyumların arasına ve çizgi dışı bir serüvene aktarmada başarılı. Kimlik arayışı, bireyin aşk çıldırmasından kurtulmak için sığındığı dünya, mesleki dezenformasyona ait uçurum ve rakip gördüğü kişiye karşı etik tutum her kelimede aşkla modern dünyanın eşiğinden tahayyül etmesi hoşnutluk uyandırıcı bir karakterizasyon çiziyor sınırlarıyla…
İlk kitap Veysel Paradoksu’ndaki aynı alaycı güldürü üslûbu, Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar önsözünde söylendiği gibi gümbürtülü davulunu bütün insan coğrafyasına teşmil etmeyi de kotarıyor. En tutarlı felsefi bir akıl yürütmeden birkaç sayfa içinde Türkiye’deki adsız kalabalığın devinimiyle yüklü bir parçaya denk geliveriyorsunuz. Derişik (yoğun-konsantre) bir anlatım sanırım kitabı her şeyin teorisi olarak okumaya çekiyor okuru. Doğru-yanlış, iyi-kötü üzerine Spinoza’nın söyleyebileceğinden daha az hatayla söz açabilen, hafif çatlak bir felsefe hocasının sevimliliğinde hayat bulan kendi değerini kendi biçen gözüpek bir yazarla karşı karşıyasınız.
Karakum Yayınları en arka sayfanın arkasına boş kâğıtlar bırakarak yeniden basarsa, kitaptaki sayfaları boş kitap metaforu Edgar Poe’nun çağdaşı bir kalem olarak belki o dört sayfalık mutluluk veren kitapçığı bulabilir.
Şu cümleyi rastgele alıntılıyorum:
“Yaşlı amcalar evimizi sorduklarında, ben çoktan kaybolmuş bir çocuktum.”
Kitap açısından eleştiri:
Hasan Yurtoğlu’nun ikinci kitabı Pathika, hemen söyleyeyim, ilk kitap Veysel Paradoksu'nun devamı; ancak yalnız bu ikincisini okursanız da samimiyetini hiç yitirmeyen bir yazarın sıcak anlatımıyla karşılanmış olacaksınız. Öykü, daha çok bir hayalet yazarın yazar hayaletinin izini sıcağı sıcağına yakalaması esasına dayanıyor. İyi kitaplarda arıyor olduğumuz sanılan bir yazar siluetinin hırsla bizi bir kitap yazma gayretine sürükleme olasılığı bu kitapta hızla gerçeklikle bağıntısını yitirmeyen yazar tarafından bölünüyor neyse ki. Böylece metni yazarın handiyse iç sesini duyacak kadar yakından dinliyoruz. Yani ben öyle yaptım. Kitabın beni sürüklemesine izin vermedim. Oldukça gözüpek bir bakış siyasete ve medyaya oradan da kişisel hayat yanılsamasına ışık tutuyor. En personel, girilmez yerden giriyor en impersonel eşyaya… Kitaba dair özel bir gerçekliğin yerini daima inancasıyla sınayarak. Yanlış bir sözcükten, yanlış çekirdek inanışlarına, vicdanına çağıran sesten uçuk kaçık felsefe öğreniminin değeri bilinmedik yanlarına sizi ustaca sürüklüyor. Okurun donanımına ihtiyaç duymuyor dersek yalan söylemiş oluruz. Okuru bilgilendirme görevini sıkı sıkıya etik bir sorumlulukla sürdürüyor yer yer de varılan yanlışın yergilenmesi hayıflanmasına dönüşüyor sesi. Nesne kitap bir çıkrığa dönüşmüştür ve bir çıkmazda altın bir el elinizi tutmuş gibi oluyorsunuz.
Okur açısından eleştiri:
Hayalet bir yazar olarak kendimi şaşırtma görevini üstlendiğim tuhaf gülümseme anlarında binlerce kitabın bir yerleri arasına gizlediğim yazı, tüy, çiçek karşıma tesadüfen çıktığında şaşkınlığımı ya belli edemiyorum, şaşırmıyorum ya da… Olası hayalet yazar bu kez Behçet Necatigil’in Radyo Oyunları kitabının içine gizlenmiş şiirlerle çıktı. Bunlar Necatigil’in kendi şiirleriydi benim el yazımla yazılmış. Çok şaşırdım canım yalan mı söyleyeyim. Bu şaşırmayan bene güvenilmez. Çünkü bense beklerdim ki kendime ait bir şiir çıksın. Oysa kitabın kalınlığına şaşıran ben aynı kitabın tekli formalardaki küçük versiyonuna da bir kendi kule şiirini yazamadığı hatırlatmasını not etmişti. Bütün bunlar hiç şaşırtmıyorsa kitabın arka kapak yazısı şuydu ki şu ana kadar da etkiledi: “Yolunu arayanların, bulduğu anda yitirenlerin, kendileri olamayanların hikâyelerini dinleyeceksiniz. Aşk uğruna her yaşanmışlık parçasını rastgele savuranların, yolları sonunda kendilerine çıkanların replikleri dolduracak odanızı. Seversiniz ya da hoşlanmazsınız, ama onları tanıyacaksınız. Yolda yanınızdan geçen insanların düşündüklerini, parçalanmış hayatlarını bütünleştirme çabalarını öğreneceksiniz.”. Şiirler kitabın tam da Yol Radyo oyunu arasında otel aradıkları yere yerleştirilmişti. O kitabı okurken bu kitabın etkisinden kurtulamamıştım. Hasan Yurtoğlu da Feridüddin Attar gibi bir yazarın etkisinden sıyrılarak adım adım kayboluşa ilerliyor. Sanırım kuantum evrende olduğu gibi sayısız ikiz var orda, özneden tam bağımsız olmamalarına rağmen…
Yazar açısından eleştiri:
Felsefede yeni yönelimlerden bahsedeceğim biraz: Pascal Quignard’ı hiç duymuş muydunuz? Kitabı okurken Enis Batur’la da ilişkilendirirsin bu yazdıklarını olur biter demiştim. Arka kapak yazısı şöyle devam ediyor: “bir dil ustası farklı kişilikleri sizin için sizin adınıza konuşturmuştu. Şimdi onu dinleme zamanı. Kendinizden ve çevrenizden çok şeyler bulacaksınız.”
"Bir takım hayatlar elinizde. Herkes kendi repliğini seçecektir kuşkusuz. Benim üzüntüm kitabın fişidir. 1.700.000 yazıyor ya işte ona sarılıp parmağımı emmektir. Sıkı bürokrasinin içinden yalnızca yazarlık heyecanıyla beni çekip kurtaran kitabın çok başarılı arka kapak yazısıdır. Başlıklar ne kadar etkiliyse arka kapak yazıları da o derece kurtarıcı rol üstleniyor kitaplarda. Salim bir kıyıya yanaşan bir denizci gibi söylersek parçaların bütüne irca ettiği o yerde duyulur bu nameler.”
Yazarın şiirleri de olduğunu unutulmaz bir utangaçlık kisvesi altında onları herkesten gizlediğini mahcubiyetinin altında bu şiirin öbeklendiği utanç çemberinde okuyorsunuz daha çok.
Hüve Hiye Hüme
Huvva hiyya humma
Huvva hiyya humma
Huvva hiyya humma
Ben kendim geldim
Kendim kendim geldim
Ben kendim geldim
Kendim kendim geldim
Ben eleştiri yazısı yazamıyorum. Bu kitabı okumalısınız diyorum yalnız.
Gökhan Ünen
30 Ekim 2018 Salı
27 Ekim 2018 Cumartesi
Sadece kadınlara!
“Bir kadın eğer kurmaca yazacaksa, parası ve kendine ait bir odası olmalıdır,” diyen Virginia Woolf’un kaleminin,19. yy gelene değin yok hükmündeki kadına dair anlatısı olan kitap; İngiltere’de seçme ve seçilme hakkının elde edilmesinden bir yıl sonra yayımlanınca, her dem, taze feminist tartışmalar içinde anıldı.
Bu yüzden dönemin koşulları değişse de, kendine ait bir odası hatta evi dahi olsa kadının, Woolf’tan öğreneceği omurgalı bir duruş her daim vardı.
123 sayfada 123 not alırsın aklına ya da kitabına.123 konu ile ilgili meraklanır, birçok yazarı yeterince okumadığını fark edersin. 123 sayfa ile dolaylı bir yılın dolar. Ve 90 yıldır artarak ilerleyen etkisi ile Woolf, kısaca anlatırken, okuyucu kadın, uzunca anlamak ister “Kendine Ait Bir Oda”nın sadece bir “oda” olmadığını.
Çünkü Jane Austen veya Charlotte Bronte’nin niçin bir “Savaş ve Barış” yazamadıklarına, Shakespeare’in hayali kız kardeşine, kadının yoksulluğuna, namusuna, hatta yaratıcı tarafından kadına bırakılan doğasına kadar cesurca karalayan Woolf, sana köprüden önceki son çıkışı anlatmak ister gibidir.
Edebiyatın neden erkeğin ismi ile anıldığını genişletirken; yerleşmiş olan inancın, erkek diktesi ve kadın onayı olduğu derdindedir.
Baba ya da kocanın para kazanmasına karşılık “hizmet etmeliyim” teslimiyetini irdeler kadının ve buna rağmen evde çalışmanın maaşa ve iltifata tabii bir marifet olmayışından kaynaklı kadın kabulünü eleştirir.
“Bütün bu yüzyıllar boyunca kadınlar, erkeği olduğundan iki kat büyük gösteren bir ayna görevi gördüler, büyülü bir aynaydı bu ve müthiş bir yansıtma gücü vardı. Böyle bir güç olmasaydı dünya hâlâ bataklık ve balta girmemiş ormanlardan ibaret olurdu. Savaşlarda zafer kazanıldığı duyulmazdı... Çar ve Kayzer ne taç giyerler, ne de tahttan inerlerdi. Uygar toplumlarda hangi işe yararlarsa yarasınlar, bütün şiddet ya da kahramanlık eylemlerinde aynalar gereklidir. İşte bu yüzden Napoléon da Mussolini de kadınların erkeklerden aşağı olduğunda bu kadar ısrarcıdırlar, eğer onlar aşağıda olmasalardı kendileri büyüyemezlerdi.”
Kadına, sabah başlayıp uyuyunca biten mesaisinde, “aydın” olarak hayata bakma görevi verilmeyişini; üzerine, eve gelip gazetesini alıp bütün gece oturan erkek tarafından, -sanki kendisi bilgi ve ışıkla doğmuş gibi haspam- sanat ya da edebiyattan anlamamakla suçlananın yine kadın olmuşunu anlatır.
Baba olmama hakkını istediği zaman kullanan, ailesinden uzaklaşma alternatifini “sanatçı” kimliğinde hak gören, yüzlerce edebiyatçı erkek sayabildiğimizi; bunun karşısında kadının anne olma hakkından asla feragat etmeyişinin onurunu hissedersiniz kemiklerinize kadar!
Woolf hayali bir karakter ile çizer iddiasını şekle koymak için; Shakespeare’in kardeşi Judith! Judith kadınlara verilmeyen eğitim, sanat, edebiyat imkanının metafor söylencesidir say ki. Masa başında çalışan bir Shakespeare ve yer silen bir kardeş canlanır gözünüzde. “Shakespeare, kadın olsa idi edebiyatta yoktu” gerçeğini kabullendirir. Sanki şiirlerin adı geçmeyen, geçirilmeyen ruhu gibidir Judith. (Salome de Sartre’nin gövdesi iken gölgesinde gibi gösterilmek istenmemiş midir?) Judith içinize siner koku gibi. Nerede görseniz benzerini, onu hatırlarsınız artık. Kendinizdeki Judith’den taşınırsınız. O sizin rızanız veya toplumsal kabuller ile üzerini örttüğünüz ilhamınızdır. Odanızın camlarını silmeyi bırakır, ruhunuzun camlarını açar, derin bir nefes alırsınız; Hoşgeldiniz!
Hemen devamında; siz nefes alırken, nefesi daralan erkeklerden uzaklaşmanız gerektiği bilgisini edinirsiniz Woolf’dan, kim mi bunlar;
Başarılı kadınlarla ilgili “feminist” olmaları üzerinden entelektüel kimliklerine saldıranlar; erkek çocuğunu “veli nimet”; kızını “dizini dövmek” le eşleştirenler; ellerinin kirini yıkayıp, kadını “ahlaksızlık” ile suçlayanlar; sanatçı kimliği ile öne çıkan kadınları “lezbiyenlik” ile anmaya çalışanlar...
Aman ha, siz siz olun, yukarıdan konuşan Divan Edebiyatı şiirlerinden “oğlan sevici” dizeler dizmeyin yine de onlara, saldırır ama eşdeğer cevapları kaldıramazlar pek! Şanlı padişahlarının tarih ve edebiyat kitaplarına işlemiş eşcinsel eğilimleri yokmuş gibi davranın! Savaş meydanında sevdalandığı oğlanın dizine kapananları; Yeniçeri Ocağı’nda “civelek” kime denildiğini; sarayların peçeli oğlanlarını; Yunan hamamlarının içine kadın almayan hedonist bilgeleri; Gemi’ye uğursuz diye kadın sokmayıp oğlancılıktan nam yapan denizcileri, Avrupa’nın gay düşünürlerini; Kazıklı Voyvoda’nın nefretinin psikanalitik incelemesini ve kime karşı, neden olduğunu; Papa’nın ve kilisenin 8 yaşındaki oğlanların ırzına geçişini; Doğu’daki ağanın çocuk gelininin pedofili boyutunu; Kösem’in sırlarını… Aman ha, aramızda kalsın!
Zira ben; Doğu usulü oğlancılık ile Batı usulü homoseksüellik üzerinden daha fazla örneğe ihtiyaç duymadan da konunun anlaşılabildiğine inanıyorum şu an. Ve eşcinsellik konusunda en az edebiyatta olduğu kadar, erkeğin, gerek tarihte gerek güncel verilerde istatistiksel üstünlüğünü kabul ediyorum!
Bu yüzden, erkek, Woolf gibi kadınların edebi başarısını lekeleyecek başka sıfatlar ararken; siz Woolf’un size açtığı mavi pencerede nefes almaya devam edin, gözleriniz kapalı, yüzünüzde hınzır bir gülümseme…
“İnsanlar olgunlaştıkça ”taraflara” inanmayı bırakırlar.” farkındalığı ile…
Mavi Çınar
the.blue.gaia@gmail.com
Bu yüzden dönemin koşulları değişse de, kendine ait bir odası hatta evi dahi olsa kadının, Woolf’tan öğreneceği omurgalı bir duruş her daim vardı.
123 sayfada 123 not alırsın aklına ya da kitabına.123 konu ile ilgili meraklanır, birçok yazarı yeterince okumadığını fark edersin. 123 sayfa ile dolaylı bir yılın dolar. Ve 90 yıldır artarak ilerleyen etkisi ile Woolf, kısaca anlatırken, okuyucu kadın, uzunca anlamak ister “Kendine Ait Bir Oda”nın sadece bir “oda” olmadığını.
Çünkü Jane Austen veya Charlotte Bronte’nin niçin bir “Savaş ve Barış” yazamadıklarına, Shakespeare’in hayali kız kardeşine, kadının yoksulluğuna, namusuna, hatta yaratıcı tarafından kadına bırakılan doğasına kadar cesurca karalayan Woolf, sana köprüden önceki son çıkışı anlatmak ister gibidir.
Edebiyatın neden erkeğin ismi ile anıldığını genişletirken; yerleşmiş olan inancın, erkek diktesi ve kadın onayı olduğu derdindedir.
Baba ya da kocanın para kazanmasına karşılık “hizmet etmeliyim” teslimiyetini irdeler kadının ve buna rağmen evde çalışmanın maaşa ve iltifata tabii bir marifet olmayışından kaynaklı kadın kabulünü eleştirir.
“Bütün bu yüzyıllar boyunca kadınlar, erkeği olduğundan iki kat büyük gösteren bir ayna görevi gördüler, büyülü bir aynaydı bu ve müthiş bir yansıtma gücü vardı. Böyle bir güç olmasaydı dünya hâlâ bataklık ve balta girmemiş ormanlardan ibaret olurdu. Savaşlarda zafer kazanıldığı duyulmazdı... Çar ve Kayzer ne taç giyerler, ne de tahttan inerlerdi. Uygar toplumlarda hangi işe yararlarsa yarasınlar, bütün şiddet ya da kahramanlık eylemlerinde aynalar gereklidir. İşte bu yüzden Napoléon da Mussolini de kadınların erkeklerden aşağı olduğunda bu kadar ısrarcıdırlar, eğer onlar aşağıda olmasalardı kendileri büyüyemezlerdi.”
Kadına, sabah başlayıp uyuyunca biten mesaisinde, “aydın” olarak hayata bakma görevi verilmeyişini; üzerine, eve gelip gazetesini alıp bütün gece oturan erkek tarafından, -sanki kendisi bilgi ve ışıkla doğmuş gibi haspam- sanat ya da edebiyattan anlamamakla suçlananın yine kadın olmuşunu anlatır.
Baba olmama hakkını istediği zaman kullanan, ailesinden uzaklaşma alternatifini “sanatçı” kimliğinde hak gören, yüzlerce edebiyatçı erkek sayabildiğimizi; bunun karşısında kadının anne olma hakkından asla feragat etmeyişinin onurunu hissedersiniz kemiklerinize kadar!
Woolf hayali bir karakter ile çizer iddiasını şekle koymak için; Shakespeare’in kardeşi Judith! Judith kadınlara verilmeyen eğitim, sanat, edebiyat imkanının metafor söylencesidir say ki. Masa başında çalışan bir Shakespeare ve yer silen bir kardeş canlanır gözünüzde. “Shakespeare, kadın olsa idi edebiyatta yoktu” gerçeğini kabullendirir. Sanki şiirlerin adı geçmeyen, geçirilmeyen ruhu gibidir Judith. (Salome de Sartre’nin gövdesi iken gölgesinde gibi gösterilmek istenmemiş midir?) Judith içinize siner koku gibi. Nerede görseniz benzerini, onu hatırlarsınız artık. Kendinizdeki Judith’den taşınırsınız. O sizin rızanız veya toplumsal kabuller ile üzerini örttüğünüz ilhamınızdır. Odanızın camlarını silmeyi bırakır, ruhunuzun camlarını açar, derin bir nefes alırsınız; Hoşgeldiniz!
Hemen devamında; siz nefes alırken, nefesi daralan erkeklerden uzaklaşmanız gerektiği bilgisini edinirsiniz Woolf’dan, kim mi bunlar;
Başarılı kadınlarla ilgili “feminist” olmaları üzerinden entelektüel kimliklerine saldıranlar; erkek çocuğunu “veli nimet”; kızını “dizini dövmek” le eşleştirenler; ellerinin kirini yıkayıp, kadını “ahlaksızlık” ile suçlayanlar; sanatçı kimliği ile öne çıkan kadınları “lezbiyenlik” ile anmaya çalışanlar...
Aman ha, siz siz olun, yukarıdan konuşan Divan Edebiyatı şiirlerinden “oğlan sevici” dizeler dizmeyin yine de onlara, saldırır ama eşdeğer cevapları kaldıramazlar pek! Şanlı padişahlarının tarih ve edebiyat kitaplarına işlemiş eşcinsel eğilimleri yokmuş gibi davranın! Savaş meydanında sevdalandığı oğlanın dizine kapananları; Yeniçeri Ocağı’nda “civelek” kime denildiğini; sarayların peçeli oğlanlarını; Yunan hamamlarının içine kadın almayan hedonist bilgeleri; Gemi’ye uğursuz diye kadın sokmayıp oğlancılıktan nam yapan denizcileri, Avrupa’nın gay düşünürlerini; Kazıklı Voyvoda’nın nefretinin psikanalitik incelemesini ve kime karşı, neden olduğunu; Papa’nın ve kilisenin 8 yaşındaki oğlanların ırzına geçişini; Doğu’daki ağanın çocuk gelininin pedofili boyutunu; Kösem’in sırlarını… Aman ha, aramızda kalsın!
Zira ben; Doğu usulü oğlancılık ile Batı usulü homoseksüellik üzerinden daha fazla örneğe ihtiyaç duymadan da konunun anlaşılabildiğine inanıyorum şu an. Ve eşcinsellik konusunda en az edebiyatta olduğu kadar, erkeğin, gerek tarihte gerek güncel verilerde istatistiksel üstünlüğünü kabul ediyorum!
Bu yüzden, erkek, Woolf gibi kadınların edebi başarısını lekeleyecek başka sıfatlar ararken; siz Woolf’un size açtığı mavi pencerede nefes almaya devam edin, gözleriniz kapalı, yüzünüzde hınzır bir gülümseme…
“İnsanlar olgunlaştıkça ”taraflara” inanmayı bırakırlar.” farkındalığı ile…
Mavi Çınar
the.blue.gaia@gmail.com
26 Ekim 2018 Cuma
Her yönüyle insana dönük denemeler
"Her gelen benzim sorar
Bilmez kalbimde ne var."
- Kerkük Türküsü
Deneme yazmak en çok da etraflıca düşünebilenlere yakışıyor. Nedir etraflıca düşünmek? Belki şudur: Olanı biteni, olduğu bitti zamanla ve mekanla birlikte düşünebilmek. Böylece yorum yaparken adım adım, ahenk içinde yapmak. Her ahenkli metin bir mücevher gibi parlar edebiyat cenderesinde. Neden parlamasın? Çünkü o bir kenarda, tüm harfleri yüklense de sessizce durur. Okurunu bekler. Denemenin hikmeti galiba bu: okurunu beklemek. Okuruna gitmez deneme. Bir reklam panosunda sırıtan romanlardan apayrı bir yerde olması bundandır. "Gel gel" de demez üstelik, o gelişi bekler. O gelişteki hâle değer verir ve o hâlle birlikte hayaller girdabına sokar hem kendisini hem okuyucusunu.
Köksal Alver, 'etraflıca düşme'yi ülkemizde en sakin-sessiz yapan, ortaya koyduğu eserlerle okuyanı germeyen, aksine asıl mucizenin sıradanlığın içinde sırlı olduğunu söyleyen bir isim. Kitaplarına verdiği isimler, esas yazılması ve söylenmesi gerekenin ancak bir kenara çekilerek olabileceğini anlatıyor sanki: Çevgen, Yerli Yerinde, Bahane, Saklı Yara...
Bir sosyolog olarak etrafını çoktan belirlemiş, o etrafın sorumluluğuyla çalışan bir isim. Edebiyat, kültür, mekân ve kent; eser ürettiği alanlar. Henüz tanışmayanlar için söylemek gerekirse "Mahalle: Mahallenin Toplumsal ve Mekansal Portresi", "Mekân Hikâyeleri", "Taşra Halleri", "Kent Sosyolojisi" ve "Kültür Sosyolojisi" bu toprakların hem geleneksel yanını hem de modern yüzünü keşfe çıkmak için oldukça önemli eserler.
Haller Hayaller, Alver'in tanımlamasıyla "insanı, hayatı, hatırayı, hafızayı anlamaya dönük" bir deneme kitabı. Bölümlere ayrılmasa da samimi bir okuyucunun muhakkak fark edebileceği bir akışa sahip. Bu akış insan ruhu ve davranışlarından başlıyor, yakın çevreyle olan ilişkiyle sürüyor, şehir ve şehir alışkanlıklarıyla devam edip doğa ve mevsimlerle son buluyor. Son yazıya gelinceye kadar "ah bir de müzik olsaydı şu kitapta" diye düşünebilirsiniz. Alver de bunu düşünmüş olacak ki kitabın son yazısı "Türküler ne söyler?" imdada yetişiyor. Yazar özellikle ilk sayfalardan itibaren, bir duruş olarak neden deneme yazdığını, deneme yazmaya götüren yolları anlatıyor sanki. Mesela iyi deneme yazan insanların sık sık yalnızlığı seçmeleri konusunda şu cümleleri çok önemsedim: "Yalnızlık bir keşif düzlemidir. Tıpkı bir yüce dağa, tepeye tırmanıp etrafı seyre dalmak gibidir. Kendini ve diğer her şeyi yalnızlık penceresinden izlemeyi seçen insan, duyulmamış sözlere, görülmemiş resimlere ulaşabilir."
Zaman anlamında hafızaya, mekan anlamındaysa hatıralara dokunan bir kitap Haller Hayaller. Çünkü "İnsan mekanlara öylesine uğrayıp geçmez; orada kalır. Birikir, kendini biriktirir, damıtır, kazır. Bir hafıza ve hatıra abidesi olarak yükselir mekân.". Eski sokaklardan geçerken, eski yapılar arasında gezinirken, mazisi geniş olan bir iklimde bulunurken ruhumuzun tuhaf duygular arasında gidip gelmesi bundandır. Bazı karşılaşmalar bu duyguları daha da artırır. Mesela çocukluk yıllarımızda sık sık geçip gittiğimiz bir sokak köşesindeki mezarlığın hikâyesi yirmi sene sonra karşımıza çıkabilir. Şaşırıp kalırız. Tekrar ve derhâl görmek isteriz orayı. "Umarım değişmemiştir" diye de dua ederiz. İsteriz ki hep o yalın, gösterişsiz ve ulvî hâliyle kalsın hem hatrımızda hem hafızamızda. Günümüzde ortalıkta yığınla dolaşan kişisel gelişim kitaplarıyla anlamını iyice kaybetse de aslında hafızayı yoklamaktan ziyade hafızanın tam da içine girip oradaki hatıralara ulaşmak, ulaşılan bölgede bir süre yoğunlaşmak, insana türlü türlü şifalar sunabilir. Hiç kapanmamış dosyalar kapanabilir, affedilmemiş meseleler son bulabilir, keşifler nihayete erebilir. Hafıza ve hatıra, insana insanlığını yeniden sunabilir.
Bellek saklı bir hazinedir ve zaman zaman kurcalanmak ister. Hiç kurcalanmadığında işlevini kaybeder. Teknolojik ürünlerde bile bu böyledir. Bir usb belleği uzun süre kullanmadığınızda bir daha hiç kullanamayabilirsiniz. Zaman zaman tazelemek gerekir, hatta bazen format atmak, yani sıfırlamak bile gerekebilir. Böylece yeniden kullanım için uygun hâle gelir bellek. İnsan belleğinden ilham alındığı besbelli. Bellek bize zamanın ve mekanın ötesindekileri ikram eder. Bak der, böyle böyle olmuştu, sen de şöyle şöyle yapmıştın. Şimdi aradaki bağlantıyı kur ve yoluna başka türlü devam et. Tam tersi de olabilir, daha önce girilmemiş bahçelere, sapılmamış yollara götürebilir bellek bizleri. Burada 'zamanı ve mekanı dost etmek' önemlidir: "Mekânlar da tıpkı insan gibi gelip geçicidir, fanidir. Her mekân kendince bir hayatı ve dili oluşturarak zamanı hecelemekte, zamandan geçmektedir. Eski mekânlar gibi yeni mekânlar da kendine özgü bir dili, sözü ve hayatı temsil etmektedir. Zamanın ruhu, mekânın ruhuyla buluşmaktadır. Kaybolan mekânlar, elbette, bir şeylerin kaybolduğunu da belki acımasızca haykırmakta; yeni mekânlar da yeni ama farklı bir hayatın cisimleştiğini belki hoyratça, belki kabaca, belki de munisçe dillendirmektedir. Kaybolan yahut yıkılan mekân, nasıl koca bir hatıra denizini kurutmakta ise, yeni zamanların mekânı da yeni yeni hatıra denizine su taşımaktadır. Hayat da zaten bu şaşmaz döngüde kendini bulmaktadır. Aslolan o mekânları var eden ruhla bütünleşmek ve o ruh iklimini hayata taşımak, hayatı o iklimde sürdürmek olsa gerek. Hayatı mekânla, mekânı hayatla süslerken, aynı şekilde ikisini birbirine kefil, dost ve aşina kılmak gerek."
Edebiyatın hayatımızda kapladığı yer önemli değil. Edebiyatın kapladığı yerde hayatımıza ne kattığı önemli. "Her gün en az iki saat kitap okurum" lafı bir alışkanlığın ifadesiyken "tarih okumak beni şiire ve müziğe götürdü" sözü daha anlamlı şeylerden bahseder, gerçek bir dokunuşu. Köksal Alver bunu oldukça güçlü biçimde anlatıyor: "Edebiyatın sırrı çağları aşan bir söz oluşunda saklıdır. Çağları çağlara katan edebiyat, insan tecrübesinin, insan hikayesinin kaydını tutar. İnsan ancak edebiyatta kendi çıplak ve yalın halini izleyebilir; geçtiği yolları, kıvrımları, düzlükleri ve tepeleri ancak edebiyatın izini sürerek çıkarabilir. Bunun için de her söylem edebiyata öykünmedir, edebiyatlaşma arzusu ile dile gelmedir. Çünkü söylem ancak edebiyatlaşırsa toplumun damarlarında akabilecektir. Aslolan edebiyattır, gerisi hikâye!"
Her yönüyle insana dönük bir kitap Haller Hayaller. Küsüp barışan, susup söyleyen, yorulup yürüyen ve hayatla sahici temaslar kuran.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Bilmez kalbimde ne var."
- Kerkük Türküsü
Deneme yazmak en çok da etraflıca düşünebilenlere yakışıyor. Nedir etraflıca düşünmek? Belki şudur: Olanı biteni, olduğu bitti zamanla ve mekanla birlikte düşünebilmek. Böylece yorum yaparken adım adım, ahenk içinde yapmak. Her ahenkli metin bir mücevher gibi parlar edebiyat cenderesinde. Neden parlamasın? Çünkü o bir kenarda, tüm harfleri yüklense de sessizce durur. Okurunu bekler. Denemenin hikmeti galiba bu: okurunu beklemek. Okuruna gitmez deneme. Bir reklam panosunda sırıtan romanlardan apayrı bir yerde olması bundandır. "Gel gel" de demez üstelik, o gelişi bekler. O gelişteki hâle değer verir ve o hâlle birlikte hayaller girdabına sokar hem kendisini hem okuyucusunu.
Köksal Alver, 'etraflıca düşme'yi ülkemizde en sakin-sessiz yapan, ortaya koyduğu eserlerle okuyanı germeyen, aksine asıl mucizenin sıradanlığın içinde sırlı olduğunu söyleyen bir isim. Kitaplarına verdiği isimler, esas yazılması ve söylenmesi gerekenin ancak bir kenara çekilerek olabileceğini anlatıyor sanki: Çevgen, Yerli Yerinde, Bahane, Saklı Yara...
Bir sosyolog olarak etrafını çoktan belirlemiş, o etrafın sorumluluğuyla çalışan bir isim. Edebiyat, kültür, mekân ve kent; eser ürettiği alanlar. Henüz tanışmayanlar için söylemek gerekirse "Mahalle: Mahallenin Toplumsal ve Mekansal Portresi", "Mekân Hikâyeleri", "Taşra Halleri", "Kent Sosyolojisi" ve "Kültür Sosyolojisi" bu toprakların hem geleneksel yanını hem de modern yüzünü keşfe çıkmak için oldukça önemli eserler.
Haller Hayaller, Alver'in tanımlamasıyla "insanı, hayatı, hatırayı, hafızayı anlamaya dönük" bir deneme kitabı. Bölümlere ayrılmasa da samimi bir okuyucunun muhakkak fark edebileceği bir akışa sahip. Bu akış insan ruhu ve davranışlarından başlıyor, yakın çevreyle olan ilişkiyle sürüyor, şehir ve şehir alışkanlıklarıyla devam edip doğa ve mevsimlerle son buluyor. Son yazıya gelinceye kadar "ah bir de müzik olsaydı şu kitapta" diye düşünebilirsiniz. Alver de bunu düşünmüş olacak ki kitabın son yazısı "Türküler ne söyler?" imdada yetişiyor. Yazar özellikle ilk sayfalardan itibaren, bir duruş olarak neden deneme yazdığını, deneme yazmaya götüren yolları anlatıyor sanki. Mesela iyi deneme yazan insanların sık sık yalnızlığı seçmeleri konusunda şu cümleleri çok önemsedim: "Yalnızlık bir keşif düzlemidir. Tıpkı bir yüce dağa, tepeye tırmanıp etrafı seyre dalmak gibidir. Kendini ve diğer her şeyi yalnızlık penceresinden izlemeyi seçen insan, duyulmamış sözlere, görülmemiş resimlere ulaşabilir."
Zaman anlamında hafızaya, mekan anlamındaysa hatıralara dokunan bir kitap Haller Hayaller. Çünkü "İnsan mekanlara öylesine uğrayıp geçmez; orada kalır. Birikir, kendini biriktirir, damıtır, kazır. Bir hafıza ve hatıra abidesi olarak yükselir mekân.". Eski sokaklardan geçerken, eski yapılar arasında gezinirken, mazisi geniş olan bir iklimde bulunurken ruhumuzun tuhaf duygular arasında gidip gelmesi bundandır. Bazı karşılaşmalar bu duyguları daha da artırır. Mesela çocukluk yıllarımızda sık sık geçip gittiğimiz bir sokak köşesindeki mezarlığın hikâyesi yirmi sene sonra karşımıza çıkabilir. Şaşırıp kalırız. Tekrar ve derhâl görmek isteriz orayı. "Umarım değişmemiştir" diye de dua ederiz. İsteriz ki hep o yalın, gösterişsiz ve ulvî hâliyle kalsın hem hatrımızda hem hafızamızda. Günümüzde ortalıkta yığınla dolaşan kişisel gelişim kitaplarıyla anlamını iyice kaybetse de aslında hafızayı yoklamaktan ziyade hafızanın tam da içine girip oradaki hatıralara ulaşmak, ulaşılan bölgede bir süre yoğunlaşmak, insana türlü türlü şifalar sunabilir. Hiç kapanmamış dosyalar kapanabilir, affedilmemiş meseleler son bulabilir, keşifler nihayete erebilir. Hafıza ve hatıra, insana insanlığını yeniden sunabilir.
Bellek saklı bir hazinedir ve zaman zaman kurcalanmak ister. Hiç kurcalanmadığında işlevini kaybeder. Teknolojik ürünlerde bile bu böyledir. Bir usb belleği uzun süre kullanmadığınızda bir daha hiç kullanamayabilirsiniz. Zaman zaman tazelemek gerekir, hatta bazen format atmak, yani sıfırlamak bile gerekebilir. Böylece yeniden kullanım için uygun hâle gelir bellek. İnsan belleğinden ilham alındığı besbelli. Bellek bize zamanın ve mekanın ötesindekileri ikram eder. Bak der, böyle böyle olmuştu, sen de şöyle şöyle yapmıştın. Şimdi aradaki bağlantıyı kur ve yoluna başka türlü devam et. Tam tersi de olabilir, daha önce girilmemiş bahçelere, sapılmamış yollara götürebilir bellek bizleri. Burada 'zamanı ve mekanı dost etmek' önemlidir: "Mekânlar da tıpkı insan gibi gelip geçicidir, fanidir. Her mekân kendince bir hayatı ve dili oluşturarak zamanı hecelemekte, zamandan geçmektedir. Eski mekânlar gibi yeni mekânlar da kendine özgü bir dili, sözü ve hayatı temsil etmektedir. Zamanın ruhu, mekânın ruhuyla buluşmaktadır. Kaybolan mekânlar, elbette, bir şeylerin kaybolduğunu da belki acımasızca haykırmakta; yeni mekânlar da yeni ama farklı bir hayatın cisimleştiğini belki hoyratça, belki kabaca, belki de munisçe dillendirmektedir. Kaybolan yahut yıkılan mekân, nasıl koca bir hatıra denizini kurutmakta ise, yeni zamanların mekânı da yeni yeni hatıra denizine su taşımaktadır. Hayat da zaten bu şaşmaz döngüde kendini bulmaktadır. Aslolan o mekânları var eden ruhla bütünleşmek ve o ruh iklimini hayata taşımak, hayatı o iklimde sürdürmek olsa gerek. Hayatı mekânla, mekânı hayatla süslerken, aynı şekilde ikisini birbirine kefil, dost ve aşina kılmak gerek."
Edebiyatın hayatımızda kapladığı yer önemli değil. Edebiyatın kapladığı yerde hayatımıza ne kattığı önemli. "Her gün en az iki saat kitap okurum" lafı bir alışkanlığın ifadesiyken "tarih okumak beni şiire ve müziğe götürdü" sözü daha anlamlı şeylerden bahseder, gerçek bir dokunuşu. Köksal Alver bunu oldukça güçlü biçimde anlatıyor: "Edebiyatın sırrı çağları aşan bir söz oluşunda saklıdır. Çağları çağlara katan edebiyat, insan tecrübesinin, insan hikayesinin kaydını tutar. İnsan ancak edebiyatta kendi çıplak ve yalın halini izleyebilir; geçtiği yolları, kıvrımları, düzlükleri ve tepeleri ancak edebiyatın izini sürerek çıkarabilir. Bunun için de her söylem edebiyata öykünmedir, edebiyatlaşma arzusu ile dile gelmedir. Çünkü söylem ancak edebiyatlaşırsa toplumun damarlarında akabilecektir. Aslolan edebiyattır, gerisi hikâye!"
Her yönüyle insana dönük bir kitap Haller Hayaller. Küsüp barışan, susup söyleyen, yorulup yürüyen ve hayatla sahici temaslar kuran.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
24 Ekim 2018 Çarşamba
İyi ile kötünün kadim savaşı
Makamların en güzeli “hayret makamı” olsa gerek. Beni bu makamda gezdiren üç şey var. Biri tabiat, diğeri çocuklar ve iyi kitaplar. Hepsinin de hamurunda büyülü bir yaratılış var.
John Steinbeck, “Cennetin Doğusu” romanıyla bir edebiyat şölenine imza atarken bana düşündürttükleri tam olarak böyle bir şey. Salinas Vadisinde yaşam süren iki köklü ailenin süregelen iki neslinin hayatlarını derinlemesine ele aldığı bu roman temelde iyilik ve kötülük arasındaki kadim savaşın bir yansıması.
Steinbeck genelde alt sınıfı, toplumdaki ötekini basit olaylar çerçevesinde anlatmayı tercih eder. Sahneler oldukça vurucudur. Gösterme konusunda çok mahirdir. İnanılmaz durulukta bir tasvir gücü vardır. Okuyucuyu derinden etkileyen ve okurken yazarına sempati beslemesine neden olan başlıca şey de bu bence. Steinbeck’e göre siyah ve beyaz vardır ama gri yoktur. Romandaki karakterlere baktığımızda da bunu görürüz. Karakterler bir zıtlık üzerine inşa edilmişlerdir. Sevgi ya da nefret ağır basan iki duygudur.
Cennetin Doğusu’nda da hep iyi ile kötünün kavgasını izleriz. Karakterler oldukça canlı ve görünürlerdir. Bu kavgayı aktarırken yazar bir yandan da iyiliğin ve kötülüğün doğuştan mı yoksa sonradan edinilen bir seciye mi olduğu konusunda düşünür. Okuyucu da düşünmeye sevk eder böylece ama hiç vaaz etmez. Hatta bazen Tanrı’nın kötülüğü niye yarattığını sorgularken işi dönüp dolaştırıp kutsal kitaplara ve insanların anlayışına getirir. Bir sözcük üzerinden kutsal metin okuması yaptırırken teoloji derslerinde bulur kendini okuyucu. O “bir sözcük” romanın final sahnesinde okuyucuyu vurucu bir sahnede beklemektedir.
Roman boyunca savaşın insan ruhu üzerindeki yıkıcı etkisi, bilgelik, aile, yabancılık, çiftçilik, kasaba hayatı, trajedi gibi konular etrafında dolaşırken durup soluklandığımız nokta hep insan ruhu olur. Yaratılıştaki fıtratın kaderi nasıl şekillendirdiğin deneyi gibidir karakterlerin hayatı.
Daha romanın ikinci sayfasında “insanın başka şeyi yoksa sahip olduğu her neyse onunla övünür. Belki ne kadar az şeyi varsa, o kadar çok övünmesi gerekir” gibi bir cümleyle durup da hayata baktığı noktanın çok başka bir yer olduğunu imler bize yazar.
Romanın ikinci bölümünü şöyle açar yazar: “Gördüğünüz gibi, kitap 1900 adı verilen büyük sınıra vardı. Bir yüzyıl daha öğütülüp çalkalandı; olan bitenler insanların isteği doğrultusunda bulandırıldı.”. Bu cümle sizce de tarih yazma konusunda galiplerin riyakârlığını da açığa vurmuyor mu? Özellikle de savaş tarihi konusundaki yalanları.
Ve sarsıcı bir cümle daha. Zamanını bir cümleyle özetleyen mahir bir yazarın hayrette bırakan ifadesi. “ Öyle ki bazı uluslar Tanrı düşüncesinin yerine kollektiflik düşüncesini koydular. Benim zamanımın tehlikesi bu. Dünyada müthiş bir gerilim var, kopma noktasına yaklaşan bir gerilim; insanlar mutsuz, kafaları karışık.”
Mevzu edebiyat olunca beni düşündüren şeylerden biri de ancak bir sosyoloji çalıştayından ortak akıl ile çıkacak bir sonucun bir roman yazarının kaleminden çıkabilir olması. Tıpkı psikanaliz biliminin ilk örneklerine Dostoyevski’nin romanlarında rastlanması gibi. Bu bir hayat ustası olma sanatı mıdır yoksa gözlem gücünün etkileyici yansıması mı? Bu denli psikolojik tahlillerin, sosyolojik tespitlerin bir edebiyat eserinde bulunması beni hep büyülemiştir. Edebiyatı kıymetli yapan şey de bu olsa gerek.
Roman sanatını Fransızların bulduğu, Rusların geliştirdiği ve belli bir seviyeye çıkardığı söylenir. Faulkner, Ernest Hemingway, Salinger ve Steinbeck gibi isimleri düşününce Amerikalıların da onu bambaşka bir seviyeye getirdiği aşikâr.
Romanın 337. Sayfasında oldukça vurucu bir sahne var. Beni derinden etkileyen bir sahne. Neredeyse tam bir film sahnesi. Tüm canlılığıyla halen gözümün önünde. Bu kısmı okuduktan sonra durup nefeslenmek ve o anın tadını çıkarmak istedim. O an uzun sürsün istedim. Tekrar okudum ve bu kitap bitmesin diye vites düşürmek durumunda kaldım.
Bu edebiyat şölenine romanın çevirmeni Roza Hakmen de ustalıkla ayak uydurmuş ve ortaya usta işi bir çalışma çıkmış. 656 sayfalık hacmi ise uzaktan okuyucuyu korkutsa da elinize alıp Steinbeck ’in dünyasına girdiğinizde size az bile gelebilir.
Ve yazarın öykü sanatına dair manifesto niteliğinde bir cümlesiyle sizi baş başa bırakıp sonlandırıyorum.
“Gerçekte daha fazla güzellik vardır, derdi. Korkunç bir güzellik bile olsa. Şehir kapılarındaki öykücüler hayatı çarpıtır, tembellere, aptallara ve güçsüzlere güzel görünecek şekle getiriler; oysa bu, dinleyenlerin zaaflarını pekiştirir sadece, hiçbir şey öğretmez, hiçbir şeyi iyileştirme, kalbi de havalandırmaz.”
Kenan Yusuf Taşkın
twitter.com/knnysf
John Steinbeck, “Cennetin Doğusu” romanıyla bir edebiyat şölenine imza atarken bana düşündürttükleri tam olarak böyle bir şey. Salinas Vadisinde yaşam süren iki köklü ailenin süregelen iki neslinin hayatlarını derinlemesine ele aldığı bu roman temelde iyilik ve kötülük arasındaki kadim savaşın bir yansıması.
Steinbeck genelde alt sınıfı, toplumdaki ötekini basit olaylar çerçevesinde anlatmayı tercih eder. Sahneler oldukça vurucudur. Gösterme konusunda çok mahirdir. İnanılmaz durulukta bir tasvir gücü vardır. Okuyucuyu derinden etkileyen ve okurken yazarına sempati beslemesine neden olan başlıca şey de bu bence. Steinbeck’e göre siyah ve beyaz vardır ama gri yoktur. Romandaki karakterlere baktığımızda da bunu görürüz. Karakterler bir zıtlık üzerine inşa edilmişlerdir. Sevgi ya da nefret ağır basan iki duygudur.
Cennetin Doğusu’nda da hep iyi ile kötünün kavgasını izleriz. Karakterler oldukça canlı ve görünürlerdir. Bu kavgayı aktarırken yazar bir yandan da iyiliğin ve kötülüğün doğuştan mı yoksa sonradan edinilen bir seciye mi olduğu konusunda düşünür. Okuyucu da düşünmeye sevk eder böylece ama hiç vaaz etmez. Hatta bazen Tanrı’nın kötülüğü niye yarattığını sorgularken işi dönüp dolaştırıp kutsal kitaplara ve insanların anlayışına getirir. Bir sözcük üzerinden kutsal metin okuması yaptırırken teoloji derslerinde bulur kendini okuyucu. O “bir sözcük” romanın final sahnesinde okuyucuyu vurucu bir sahnede beklemektedir.
Roman boyunca savaşın insan ruhu üzerindeki yıkıcı etkisi, bilgelik, aile, yabancılık, çiftçilik, kasaba hayatı, trajedi gibi konular etrafında dolaşırken durup soluklandığımız nokta hep insan ruhu olur. Yaratılıştaki fıtratın kaderi nasıl şekillendirdiğin deneyi gibidir karakterlerin hayatı.
Daha romanın ikinci sayfasında “insanın başka şeyi yoksa sahip olduğu her neyse onunla övünür. Belki ne kadar az şeyi varsa, o kadar çok övünmesi gerekir” gibi bir cümleyle durup da hayata baktığı noktanın çok başka bir yer olduğunu imler bize yazar.
Romanın ikinci bölümünü şöyle açar yazar: “Gördüğünüz gibi, kitap 1900 adı verilen büyük sınıra vardı. Bir yüzyıl daha öğütülüp çalkalandı; olan bitenler insanların isteği doğrultusunda bulandırıldı.”. Bu cümle sizce de tarih yazma konusunda galiplerin riyakârlığını da açığa vurmuyor mu? Özellikle de savaş tarihi konusundaki yalanları.
Ve sarsıcı bir cümle daha. Zamanını bir cümleyle özetleyen mahir bir yazarın hayrette bırakan ifadesi. “ Öyle ki bazı uluslar Tanrı düşüncesinin yerine kollektiflik düşüncesini koydular. Benim zamanımın tehlikesi bu. Dünyada müthiş bir gerilim var, kopma noktasına yaklaşan bir gerilim; insanlar mutsuz, kafaları karışık.”
Mevzu edebiyat olunca beni düşündüren şeylerden biri de ancak bir sosyoloji çalıştayından ortak akıl ile çıkacak bir sonucun bir roman yazarının kaleminden çıkabilir olması. Tıpkı psikanaliz biliminin ilk örneklerine Dostoyevski’nin romanlarında rastlanması gibi. Bu bir hayat ustası olma sanatı mıdır yoksa gözlem gücünün etkileyici yansıması mı? Bu denli psikolojik tahlillerin, sosyolojik tespitlerin bir edebiyat eserinde bulunması beni hep büyülemiştir. Edebiyatı kıymetli yapan şey de bu olsa gerek.
Roman sanatını Fransızların bulduğu, Rusların geliştirdiği ve belli bir seviyeye çıkardığı söylenir. Faulkner, Ernest Hemingway, Salinger ve Steinbeck gibi isimleri düşününce Amerikalıların da onu bambaşka bir seviyeye getirdiği aşikâr.
Romanın 337. Sayfasında oldukça vurucu bir sahne var. Beni derinden etkileyen bir sahne. Neredeyse tam bir film sahnesi. Tüm canlılığıyla halen gözümün önünde. Bu kısmı okuduktan sonra durup nefeslenmek ve o anın tadını çıkarmak istedim. O an uzun sürsün istedim. Tekrar okudum ve bu kitap bitmesin diye vites düşürmek durumunda kaldım.
Bu edebiyat şölenine romanın çevirmeni Roza Hakmen de ustalıkla ayak uydurmuş ve ortaya usta işi bir çalışma çıkmış. 656 sayfalık hacmi ise uzaktan okuyucuyu korkutsa da elinize alıp Steinbeck ’in dünyasına girdiğinizde size az bile gelebilir.
Ve yazarın öykü sanatına dair manifesto niteliğinde bir cümlesiyle sizi baş başa bırakıp sonlandırıyorum.
“Gerçekte daha fazla güzellik vardır, derdi. Korkunç bir güzellik bile olsa. Şehir kapılarındaki öykücüler hayatı çarpıtır, tembellere, aptallara ve güçsüzlere güzel görünecek şekle getiriler; oysa bu, dinleyenlerin zaaflarını pekiştirir sadece, hiçbir şey öğretmez, hiçbir şeyi iyileştirme, kalbi de havalandırmaz.”
Kenan Yusuf Taşkın
twitter.com/knnysf
Müslümanca "düşünme" girişimi
Batı felsefesi üzerine şekillenen psikoloji bilimine İslami perspektiften bakmayı kendine görev addeden Sudanlı psikolog Malik Bedri’nin ‘tefekkür’ kavramını ele aldığı Düşünme adlı çalışması psikoloji biliminin ötesinde ‘Müslümanca düşünme’nin yollarını arıyor. “Gözlemden Tanıklığa” alt başlığıyla Mahya Yayınları tarafından neşredilen yüz yetmiş beş sayfalık kitabı Türkçeye Murat Çiftkaya çevirmiş. Oldukça kapsamlı bir konuyu genel çerçevesiyle değerlendiren Malik Bedri özelikle Müslüman bilim insanlarının çalışmalarında kullanmaları gereken yöntemler üzerinde duruyor. İkinci olarak bu yöntem ve bakış açısının Müslüman toplumlar içinde yaygınlaştırılması gerektiğini belirtiyor. Eser ebat olarak küçük olsa da verdiği mesajın oldukça önemli olduğunu düşünüyorum. Malik Bedri’nin Müslümanca düşünme ve üretmenin zihinsel kodlarını oluşturmaya çalıştığı görülüyor. Kitapta Batı taklitçiliğini alışkanlık, bağımlılık ve yaşam biçimi hâline getiren Müslümanların özgün bir bakış açısına ihtiyaç duyduğununun altı çiziliyor. Yazarın en başta terminolojik olarak İslami bir kavram olan tefekkürü seçmesi hem bakış açısını hem de amacını ortaya koyuyor diyebiliriz. Malik Bedri tefekkürü salt düşünme kavramının ötesinde “sınırlanamayan bir ibadet biçimi” olarak tanımlıyor.
Düşünce ile beden faaliyetleri arasında doğrudan bir ilişki olduğunu belirtiyor Malik Bedri. Bu bağlamda psikoloji buradaki etkileşimi inceleyen bilimsel disiplindir. Batı’nın ürettiği psikolojik çalışmaların faydaları muhakkak vardır fakat yetersiz olmalarının yanında İslami perspektiften yoksundur. Ayrıca insana fayda verdiği kadar zarar da vermektedir. Bu şartlar altında Müslümanlar psikoloji biliminden faydalanmak istiyorsa eğer mevcut psikoloji kuram ya da ekollerini İslamileştirmelidirler. Öncelikle sosyal bilimlere yaklaşımın değişmesi gerekmektedir. Değişim eğitim alanında başlatılmalıdır. Psikoloji pozitif bilimlerin kesinliğine indirgendiği sürece insanı anlamada yetersiz kalmaya mahkumdur. Zira indirgemeci yaklaşımlar insanı makineleştirmektedir. Örneğin psikolojinin en etkin kuramları olan psikanalitik yöntem, davranışçılık ve nöropsikanalizm biyolojik belirlenimciliğe yol açarak insanı kimyasal ve biyolojik bir makine olmaya mahkum etmektedir. Bu yaklaşımlarca sunulan çözüm önerileri de aynı oranda insana yabancıdır. Psikanalitik yöntem ve davranışçılık insanı dış uyaranların veya biyolojik ve biyokimyasal faktörlerin hükmettiği bir makineye, nöropsikanalitik yöntem ise insanın duygu ve düşüncelerini bilinçdışı bir aldanmaya indirgemektedir. Bu bakış açısına göre insan manevi değişkenleri olmayan, rahatlıkla laboratuvar ortamına sokulabilen biyo-mekanik bir varlık olarak kabul edilmektedir.
Malik Bedri mevcut psikolojik yaklaşımların kimyasal ve biyolojik deneyciliğin kesinliğiyle hareket etmesinin insanı anlamada sorunlara yol açtığını belirtiyor. Son yıllarda ‘bilgi işlemci insan modeli’ daha dengeli sonuçlar sunmaktadır. Zira yaşam boyunca beyin bilgi işlemeye devam etmektedir. Zihin-beyin ayrımı yapan Malik Bedri zihni “beynin kendisinin farkında olması” olarak tanımlıyor. Bu bağlamda zihin ile ne olduğu hiç bir zaman net olarak bilinemeyecek olan ruh ilişkilendirilebilir. Düşüncenin eylemlerle ilişkisi üzerinde duran yazar kalp-beyin-zihin etkileşiminin bilimsel verilerle desteklendiğini belirtiyor. Bilimsel çalışmalara göre modern bilimin iddia ettiği gibi “hormonlar asıl değildir, işlevsel araçlardır”.
Düşünmenin ana vasıtası dildir ve düşünme bilişsel süreçler yoluyla sembollerin kullanılmasıyla gerçekleşir. Aralarında kesin bir ilişki bulunan düşünce-eylem söz konusu olduğunda duygu ve duygusal tepkiler düşünsel faaliyetlerden sonra gelir. Tüm bu değerlendirmeleri İslami bakış etrafında yapan Malik Bedri’ye göre paradigmanın dönüştürülmesi gerekmektedir. Burada amaç yeni bir ruh modellemesinin sunulmasıdır. Ruhun yeniden modellenmesi için tefekkür kavramının etkisi önemlidir. Tefekkür, bilişsel süreçler sonucunda insanın söylem ve eylemlerini etkileyen bir faaliyettir. Bu açıdan tefekkür sayesinde istenmeyen davranışlar düzenlenerek istenilen sonuçlar elde edilebilir.
Malik Bedri bir çok yerde İslam alimlerinin tefekkürü ele alış biçimlerini değerlendiriyor. Klasik dönem Müslüman bilim insanlarının güzel amel için tefekkürün önemi üzerinde durduğu görülüyor. Alimlerin görüşlerini çağdaş psikoloji bilimiyle karşılaştıran yazar bugünün şartlarının Müslümanları getirdiği yer ve tefekkürün İslam’ın tasavvufi yorumundaki etkilerine değiniyor. Malik Bedri’nin “İslami tefekkür aşamaları” dediği süreç dört merhaleden oluşmaktadır. Birbirinin devamı ve tamamlayıcısı olan sürecin ilk aşaması bilgi, ikincisi inceleme ve hayret, üçüncüsü yaratıcı ile yaratılanın farkındalığı ve dördüncüsü “manevi idrak”tir. Tefekkür ilk başta düşünsel bir arınma süreci olan meditasyonla özdeşleştirilebilir fakat bunlar çok farklı iki yöntemdir. Hristiyanlık ve Yahudilik’te de rastlanan ama genellikle Doğu dinlerinde görülen meditasyonda akıl devre dışı bırakılırken İslam’ın önerdiği düşünme (tefekkür) biçimi için akıl vazgeçilmezdir. Dolayısıyla İslam’ın hedefi olan ideal insanın tekamülü için tefekkür şarttır.
Malik Bedri tefekkür konusundaki sorunlu algıya da dikkat çekiyor. Ona göre bazı Müslümanlar çağdaş bilimin insanın faydası için ürettiklerini reddetmektedir. Dolayısıyla bu insanlar tefekkürden uzak durmaktadır. Oysa “Müslüman ya da gayrimüslim her insanın ürettiğini yaratan Allah’tır. Her şeyin sahibi olan Allah düşünenin ve faaliyette bulunanın gayretince yaratır.”. Her şeyden önce Vahiy tefekkür etmeye yöneltir. Vahiy’in yönlendirdiği şekilde hareket etmemek tefekkürü askıya almanın ötesinde hayatın akışında etkisiz olmaya sebep olmaktadır. Müslümanların yaptığı ise tam olarak budur. Tefekkür konusunda “sınırlandırılmamış ibadet” tarifini kullanan Malik Bedri tek sınırlandırmanın “Allah’ın zatı” olduğunu belirtiyor. Fıtratı itibariyle kısıtlı olan insanın potansiyelini aşan konular dışında sınırsız tefekkür etmesi beklenmektedir. Burada önemli olan nokta tefekkürün niteliğidir. Tefekkürün niteliği ise kişisel, çevresel, kültürel faktörler tarafından belirlenmektedir. Bu aşamada tefekkür-takva ilişkisi ortaya çıkar. Tefekkür-takva ilişkisi doğru orantılıdır.
Malik Bedri’nin Düşünme adlı çalışması psikoloji disiplini özelinde Batı’nın bilimsel ve toplumsal anlayışının yanı sıra Müslümanların düşünce (tefekkür) algılamasının eleştirisini sunuyor. Modernizm paradigmasının bilim ve dini ayrıştırarak dayattığı seküler mantığın sonucu ortaya çıkan bilimsel faaliyetlerin insanı anlama, anlamlandırma ve sorunlarını çözmede yetersiz kaldığını gösteriyor. Ona göre İslam mevcut bilimsel verilerden yararlanarak özgün bir paradigma üretebilecek potansiyele sahiptir. Yalnız bunun için evvela Müslüman bilim insanların ve halklarının Batı taklitçiliğini terk ederek Vahiy’in yönlendirmesiyle hareket etmesi gerekmektedir. Bu aşamada “tefekkür” denilen sürecin anlaşılması ve uygulanması çok önemlidir. Malik Bedri tespit ve çözüm önerisinden öte bir yol haritası çıkarıyor. Elbette eksikleri vardır fakat İslam coğrafyasının hâline baktığımızda bu çabanın çok daha önem kazandığını söylemek gerekiyor.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
Düşünce ile beden faaliyetleri arasında doğrudan bir ilişki olduğunu belirtiyor Malik Bedri. Bu bağlamda psikoloji buradaki etkileşimi inceleyen bilimsel disiplindir. Batı’nın ürettiği psikolojik çalışmaların faydaları muhakkak vardır fakat yetersiz olmalarının yanında İslami perspektiften yoksundur. Ayrıca insana fayda verdiği kadar zarar da vermektedir. Bu şartlar altında Müslümanlar psikoloji biliminden faydalanmak istiyorsa eğer mevcut psikoloji kuram ya da ekollerini İslamileştirmelidirler. Öncelikle sosyal bilimlere yaklaşımın değişmesi gerekmektedir. Değişim eğitim alanında başlatılmalıdır. Psikoloji pozitif bilimlerin kesinliğine indirgendiği sürece insanı anlamada yetersiz kalmaya mahkumdur. Zira indirgemeci yaklaşımlar insanı makineleştirmektedir. Örneğin psikolojinin en etkin kuramları olan psikanalitik yöntem, davranışçılık ve nöropsikanalizm biyolojik belirlenimciliğe yol açarak insanı kimyasal ve biyolojik bir makine olmaya mahkum etmektedir. Bu yaklaşımlarca sunulan çözüm önerileri de aynı oranda insana yabancıdır. Psikanalitik yöntem ve davranışçılık insanı dış uyaranların veya biyolojik ve biyokimyasal faktörlerin hükmettiği bir makineye, nöropsikanalitik yöntem ise insanın duygu ve düşüncelerini bilinçdışı bir aldanmaya indirgemektedir. Bu bakış açısına göre insan manevi değişkenleri olmayan, rahatlıkla laboratuvar ortamına sokulabilen biyo-mekanik bir varlık olarak kabul edilmektedir.
Malik Bedri mevcut psikolojik yaklaşımların kimyasal ve biyolojik deneyciliğin kesinliğiyle hareket etmesinin insanı anlamada sorunlara yol açtığını belirtiyor. Son yıllarda ‘bilgi işlemci insan modeli’ daha dengeli sonuçlar sunmaktadır. Zira yaşam boyunca beyin bilgi işlemeye devam etmektedir. Zihin-beyin ayrımı yapan Malik Bedri zihni “beynin kendisinin farkında olması” olarak tanımlıyor. Bu bağlamda zihin ile ne olduğu hiç bir zaman net olarak bilinemeyecek olan ruh ilişkilendirilebilir. Düşüncenin eylemlerle ilişkisi üzerinde duran yazar kalp-beyin-zihin etkileşiminin bilimsel verilerle desteklendiğini belirtiyor. Bilimsel çalışmalara göre modern bilimin iddia ettiği gibi “hormonlar asıl değildir, işlevsel araçlardır”.
Düşünmenin ana vasıtası dildir ve düşünme bilişsel süreçler yoluyla sembollerin kullanılmasıyla gerçekleşir. Aralarında kesin bir ilişki bulunan düşünce-eylem söz konusu olduğunda duygu ve duygusal tepkiler düşünsel faaliyetlerden sonra gelir. Tüm bu değerlendirmeleri İslami bakış etrafında yapan Malik Bedri’ye göre paradigmanın dönüştürülmesi gerekmektedir. Burada amaç yeni bir ruh modellemesinin sunulmasıdır. Ruhun yeniden modellenmesi için tefekkür kavramının etkisi önemlidir. Tefekkür, bilişsel süreçler sonucunda insanın söylem ve eylemlerini etkileyen bir faaliyettir. Bu açıdan tefekkür sayesinde istenmeyen davranışlar düzenlenerek istenilen sonuçlar elde edilebilir.
Malik Bedri bir çok yerde İslam alimlerinin tefekkürü ele alış biçimlerini değerlendiriyor. Klasik dönem Müslüman bilim insanlarının güzel amel için tefekkürün önemi üzerinde durduğu görülüyor. Alimlerin görüşlerini çağdaş psikoloji bilimiyle karşılaştıran yazar bugünün şartlarının Müslümanları getirdiği yer ve tefekkürün İslam’ın tasavvufi yorumundaki etkilerine değiniyor. Malik Bedri’nin “İslami tefekkür aşamaları” dediği süreç dört merhaleden oluşmaktadır. Birbirinin devamı ve tamamlayıcısı olan sürecin ilk aşaması bilgi, ikincisi inceleme ve hayret, üçüncüsü yaratıcı ile yaratılanın farkındalığı ve dördüncüsü “manevi idrak”tir. Tefekkür ilk başta düşünsel bir arınma süreci olan meditasyonla özdeşleştirilebilir fakat bunlar çok farklı iki yöntemdir. Hristiyanlık ve Yahudilik’te de rastlanan ama genellikle Doğu dinlerinde görülen meditasyonda akıl devre dışı bırakılırken İslam’ın önerdiği düşünme (tefekkür) biçimi için akıl vazgeçilmezdir. Dolayısıyla İslam’ın hedefi olan ideal insanın tekamülü için tefekkür şarttır.
Malik Bedri tefekkür konusundaki sorunlu algıya da dikkat çekiyor. Ona göre bazı Müslümanlar çağdaş bilimin insanın faydası için ürettiklerini reddetmektedir. Dolayısıyla bu insanlar tefekkürden uzak durmaktadır. Oysa “Müslüman ya da gayrimüslim her insanın ürettiğini yaratan Allah’tır. Her şeyin sahibi olan Allah düşünenin ve faaliyette bulunanın gayretince yaratır.”. Her şeyden önce Vahiy tefekkür etmeye yöneltir. Vahiy’in yönlendirdiği şekilde hareket etmemek tefekkürü askıya almanın ötesinde hayatın akışında etkisiz olmaya sebep olmaktadır. Müslümanların yaptığı ise tam olarak budur. Tefekkür konusunda “sınırlandırılmamış ibadet” tarifini kullanan Malik Bedri tek sınırlandırmanın “Allah’ın zatı” olduğunu belirtiyor. Fıtratı itibariyle kısıtlı olan insanın potansiyelini aşan konular dışında sınırsız tefekkür etmesi beklenmektedir. Burada önemli olan nokta tefekkürün niteliğidir. Tefekkürün niteliği ise kişisel, çevresel, kültürel faktörler tarafından belirlenmektedir. Bu aşamada tefekkür-takva ilişkisi ortaya çıkar. Tefekkür-takva ilişkisi doğru orantılıdır.
Malik Bedri’nin Düşünme adlı çalışması psikoloji disiplini özelinde Batı’nın bilimsel ve toplumsal anlayışının yanı sıra Müslümanların düşünce (tefekkür) algılamasının eleştirisini sunuyor. Modernizm paradigmasının bilim ve dini ayrıştırarak dayattığı seküler mantığın sonucu ortaya çıkan bilimsel faaliyetlerin insanı anlama, anlamlandırma ve sorunlarını çözmede yetersiz kaldığını gösteriyor. Ona göre İslam mevcut bilimsel verilerden yararlanarak özgün bir paradigma üretebilecek potansiyele sahiptir. Yalnız bunun için evvela Müslüman bilim insanların ve halklarının Batı taklitçiliğini terk ederek Vahiy’in yönlendirmesiyle hareket etmesi gerekmektedir. Bu aşamada “tefekkür” denilen sürecin anlaşılması ve uygulanması çok önemlidir. Malik Bedri tespit ve çözüm önerisinden öte bir yol haritası çıkarıyor. Elbette eksikleri vardır fakat İslam coğrafyasının hâline baktığımızda bu çabanın çok daha önem kazandığını söylemek gerekiyor.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
23 Ekim 2018 Salı
Zamanın arifini ararsan, spotların altına bakma
Ken'an Rifâî (1867-1950), Rifâî Tarîkatının büyük şeyhlerindendir ki bizim için makbul yanı şeyhliğinden mülhem değildir.
Arka kapaktan hisse; "Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, idrâki, kültür ve imâniyle İslâmın Çağa seslenişini dile getirmiştir. Böylece İslâm, O'nun şahsında genç nesillere ulaşma, onların ruhlarını aydınlatma imkânına kavuşmuştur... Aklı ve îman arayışı arasında kalmış günümüzün insanına ilâhı dostluğun kapılarını açmaktadır. Hakikati arayan her insanın okuması gereken bir temel eserdir."
Nasip almak, kuru başını kurtarmak değil der, Samiha anne. Derdi ile dertlenmekte nasip almaktır yaşamaktan. Nasibini alan adamlar, Tanrı’dan üflenen ruha, O’nun tornasından dökülen toza yakışan adamlar, sayfalardan göz nuruna geçmeye talip olmuşlar.
Her satırına imrendiğim Safiye Erol. Dilhıraş, ne desem bilemediğim, ne desem güdük kalan kadın; "Aşklarımız hep ezelî olanın çehresine bürünüyor ve biz kendi meçhul kimliğimizi bu çehrenin aksinde arıyoruz,” dediğinde; boynumu bıçağının ucuna saldığım… Aşk ne… Ezeli olmayandan giden basamağı hep ıskaladık mı? Aşk ne? Sımsıkı sarıldığım ruhundan, Kabil bir aidiyet kokuyor buram buram, Ciğerdelen’den bir anlama eşiği daha düşüyor kucağıma, kamillerin pencerelerinin, “bir” ve “Bir” pencere olduğunu okudukça!
"Ademoğlu evvela kendi kendisi ile sulh yaptıktan sonra, cümle alemle barış haline geçmekle huzur ve sukuna kavuşur, ki işte hürriyet budur."
Hürriyet budur!
Birinci Kısım ve İkinci Kısım olarak ayrılır kitap; Birinci Kısım; “Birinci Etüd”; Samiha Ayverdi ve Neziha Araz hanımefendilerin ellerinden kadın zarafetinden dökülür. annesi, çocukluğu, memuriyeti, ilk iştirak edenleri; Medine ve kendine erişen elleri; ahlak, ilim, tasavvuf, aşk anlayışı; kadına baktığı gözleri ve Semiha Cemal…
“İkinci Etüd”; benim zamandan mekandan azade prensesim; pasaklı kontesim Safiye Erol taneleri, salkımını sevdiğim…
“Homo Sapiens”; “Şarkın azizleri, İslam’ın ve Yunan’ın hakimleri, Garp aleminin ilim adamları her ne kadar birbirinden külliyen ayrı gruplar gibi dursa da yakından tetkik ile müşterek bir fonksyonda buluşurlar. ‘Sır bulucular’ yahut ‘yeniyi görücüler’(…)”.
Atom keşfine bile mistik demek caiz olur, mademki meçhulün peşinde… Al sana evrenin tamamını gören pencere… Çevir çevir bak… “Kadim medeniyet” derdinde olanda bir kibir; Garb’ın ilminden dem vuranda başka kibir… Biri dilini korurken tüm dünya lal olsun duasında, diğeri “my darling Amerika”… Of ki ne of… Safiye Erol’un elinde fındık büyüklüğünde kalan dünyayı çekiştirerek çirkinleştiren, öylece de söyleyen, bilmediğinden söyleyen, bildiğinden çoğunu söyleyen dinlence… Vesaire vesaire…
“Üçüncü Etüd”; “Mektuplar” ki ne menem sevda…
İkinci Kısım; “Sohbetler…”, “Aşk mevzuunda…”, “Dil Ve İlim…”, “Terbiye…”, “Tevhit Anlayışı…”, “Günlük Hayatından…” diye sona erer okuma.
“Günlük Hayatından Bazı hatıralar”da; Resulullah’a giden yolda, sağa sola nazar etmekten imtina edip, dinlenmek için konakladığı Mısır ve İskenderiye’den hiç anısının olmadığını öğrenirsiniz. Veya; Semiha Cemal hanımın ölümünden doğan hüzne Saime Özveren’e "Mami dinlendir şu elektiriği" dedikten sonra; “biraz önce burada kaç kişi iseniz yine hepiniz varsınız… Şimdi sadece size birbirinizi gösteren ışık yok…” der Ken’an Rıfai. Gözünün nurundaki eksiğine dön der gibidir! Görmeyi sadece göze atan zannına bakarsın, eksik olan ne varsa, yaratandan da yarattığından da taşır, bilgindeki çatlağa yanarsın.
Aşk der işte; burada bitecek gibi değildir ne demesi ne dediğini diyenlerinin demesi… “Aşk vasıta mıdır gaye midir” sorarsan Kenan Rıfai’ye; hem mebde, hem maaddır; bu varlığın evveli de sonrası da aşktır der. Ve Beyazıd-ı Bestami’den demler, bir tutam ölümsüz defne; hakikate erdikten sonra 4 şeyde yanlışım var anladım dermiş üstad; Zannediyordum ki ben Allah’a talibim, anladım ki Allah bana talip imiş. Ben Allah’ı zikrediyorum zannediyordum, Allah beni zikrediyormuş. Benim yaptıklarım benim faydam içindir diyordum, fakat bildim ki Allah benim hayırhahımdır. Nihayette Allah’a kavuşacağımı zannederdim, bildim ki evvelden vuslatta imişim.
Kitap nihayet; ihsan etmezse zuhur etmeyecek olanları “mış” gibi yaparak yorgunluğuna değmez. Yapana da cefa; o “mış”ın, “mış” olduğunu anlayana kadar, 4göz/4kulak koşuşturana da.
"Cehd eyle bir arif-i danayı bul
Ya bir sanem-i latıf ü ranayı bul
Bu ikisinden biri nasib olmazsa
Evkatını zayetme, var tenhayı bul."
21.yy'da zamanın arifini ararsan, spotların altına bakma hakeza, ya tenhada olur, ya tenhanın kendisidir zannımca.
Mavi Çınar
the.blue.gaia@gmail.com
Arka kapaktan hisse; "Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, idrâki, kültür ve imâniyle İslâmın Çağa seslenişini dile getirmiştir. Böylece İslâm, O'nun şahsında genç nesillere ulaşma, onların ruhlarını aydınlatma imkânına kavuşmuştur... Aklı ve îman arayışı arasında kalmış günümüzün insanına ilâhı dostluğun kapılarını açmaktadır. Hakikati arayan her insanın okuması gereken bir temel eserdir."
Nasip almak, kuru başını kurtarmak değil der, Samiha anne. Derdi ile dertlenmekte nasip almaktır yaşamaktan. Nasibini alan adamlar, Tanrı’dan üflenen ruha, O’nun tornasından dökülen toza yakışan adamlar, sayfalardan göz nuruna geçmeye talip olmuşlar.
Her satırına imrendiğim Safiye Erol. Dilhıraş, ne desem bilemediğim, ne desem güdük kalan kadın; "Aşklarımız hep ezelî olanın çehresine bürünüyor ve biz kendi meçhul kimliğimizi bu çehrenin aksinde arıyoruz,” dediğinde; boynumu bıçağının ucuna saldığım… Aşk ne… Ezeli olmayandan giden basamağı hep ıskaladık mı? Aşk ne? Sımsıkı sarıldığım ruhundan, Kabil bir aidiyet kokuyor buram buram, Ciğerdelen’den bir anlama eşiği daha düşüyor kucağıma, kamillerin pencerelerinin, “bir” ve “Bir” pencere olduğunu okudukça!
"Ademoğlu evvela kendi kendisi ile sulh yaptıktan sonra, cümle alemle barış haline geçmekle huzur ve sukuna kavuşur, ki işte hürriyet budur."
Hürriyet budur!
Birinci Kısım ve İkinci Kısım olarak ayrılır kitap; Birinci Kısım; “Birinci Etüd”; Samiha Ayverdi ve Neziha Araz hanımefendilerin ellerinden kadın zarafetinden dökülür. annesi, çocukluğu, memuriyeti, ilk iştirak edenleri; Medine ve kendine erişen elleri; ahlak, ilim, tasavvuf, aşk anlayışı; kadına baktığı gözleri ve Semiha Cemal…
“İkinci Etüd”; benim zamandan mekandan azade prensesim; pasaklı kontesim Safiye Erol taneleri, salkımını sevdiğim…
“Homo Sapiens”; “Şarkın azizleri, İslam’ın ve Yunan’ın hakimleri, Garp aleminin ilim adamları her ne kadar birbirinden külliyen ayrı gruplar gibi dursa da yakından tetkik ile müşterek bir fonksyonda buluşurlar. ‘Sır bulucular’ yahut ‘yeniyi görücüler’(…)”.
Atom keşfine bile mistik demek caiz olur, mademki meçhulün peşinde… Al sana evrenin tamamını gören pencere… Çevir çevir bak… “Kadim medeniyet” derdinde olanda bir kibir; Garb’ın ilminden dem vuranda başka kibir… Biri dilini korurken tüm dünya lal olsun duasında, diğeri “my darling Amerika”… Of ki ne of… Safiye Erol’un elinde fındık büyüklüğünde kalan dünyayı çekiştirerek çirkinleştiren, öylece de söyleyen, bilmediğinden söyleyen, bildiğinden çoğunu söyleyen dinlence… Vesaire vesaire…
“Üçüncü Etüd”; “Mektuplar” ki ne menem sevda…
İkinci Kısım; “Sohbetler…”, “Aşk mevzuunda…”, “Dil Ve İlim…”, “Terbiye…”, “Tevhit Anlayışı…”, “Günlük Hayatından…” diye sona erer okuma.
“Günlük Hayatından Bazı hatıralar”da; Resulullah’a giden yolda, sağa sola nazar etmekten imtina edip, dinlenmek için konakladığı Mısır ve İskenderiye’den hiç anısının olmadığını öğrenirsiniz. Veya; Semiha Cemal hanımın ölümünden doğan hüzne Saime Özveren’e "Mami dinlendir şu elektiriği" dedikten sonra; “biraz önce burada kaç kişi iseniz yine hepiniz varsınız… Şimdi sadece size birbirinizi gösteren ışık yok…” der Ken’an Rıfai. Gözünün nurundaki eksiğine dön der gibidir! Görmeyi sadece göze atan zannına bakarsın, eksik olan ne varsa, yaratandan da yarattığından da taşır, bilgindeki çatlağa yanarsın.
Aşk der işte; burada bitecek gibi değildir ne demesi ne dediğini diyenlerinin demesi… “Aşk vasıta mıdır gaye midir” sorarsan Kenan Rıfai’ye; hem mebde, hem maaddır; bu varlığın evveli de sonrası da aşktır der. Ve Beyazıd-ı Bestami’den demler, bir tutam ölümsüz defne; hakikate erdikten sonra 4 şeyde yanlışım var anladım dermiş üstad; Zannediyordum ki ben Allah’a talibim, anladım ki Allah bana talip imiş. Ben Allah’ı zikrediyorum zannediyordum, Allah beni zikrediyormuş. Benim yaptıklarım benim faydam içindir diyordum, fakat bildim ki Allah benim hayırhahımdır. Nihayette Allah’a kavuşacağımı zannederdim, bildim ki evvelden vuslatta imişim.
Kitap nihayet; ihsan etmezse zuhur etmeyecek olanları “mış” gibi yaparak yorgunluğuna değmez. Yapana da cefa; o “mış”ın, “mış” olduğunu anlayana kadar, 4göz/4kulak koşuşturana da.
"Cehd eyle bir arif-i danayı bul
Ya bir sanem-i latıf ü ranayı bul
Bu ikisinden biri nasib olmazsa
Evkatını zayetme, var tenhayı bul."
21.yy'da zamanın arifini ararsan, spotların altına bakma hakeza, ya tenhada olur, ya tenhanın kendisidir zannımca.
Mavi Çınar
the.blue.gaia@gmail.com
22 Ekim 2018 Pazartesi
Annemarie Schimmel'in tasavvuf notları
"Gönül ehli gitti de aşk şehri boş kaldı deme.
Cihân Şems-i Tebrîzî ile dolu,
Mevlânâ gibi mürid nerede?"
- Kâsım-ı Envâr
Hayatını tasavvuf araştırmalarına adamış, dünyanın en ücra köşelerinde inananların O'na ulaşma yöntemlerini keşfetmiş bir isim Annemarie Schimmel. Onun şevkini, merakını ve hayretini Türkçeye kazandırılan her eserinde görmek mümkün. Ancak Kasım 2017'de Sufi Kitap tarafından neşredilen Doğuda Batıya adlı kitap, Schimmel'in hayatını daha yakından öğrenmeye vesile olmuştu. En önemlisi de 2002'de dünyayı terk eylemiş bu önemli tasavvuf araştırmacısının neden mezarlığındaki kitabede "İnsanlar uykudadır ölünce uyanırlar" sözünün yazdığına dair epey işaret gösteriyordu. Kuşkusuz bu işaretlerin her biri, birçok batılı araştırmacının ilgisini çeken o mistik, gizemli hâller ve çoktan bu dünyadan göçmüş büyüklerin O'nunla olan irtibatlarına dair meraklardan oluşuyordu. Basit gibi görünse de Schimmel, ariflerin ölmeyeceğini gayet iyi biliyordu. Türkçenin o büyük şairinin "Ölen hayvan imiş, âşıklar ölmez" dizelerinden de haberdardı.
Ekim 2018 itibariyle Schimmel'in yeni bir eseri daha yine Sufi Kitap tarafından dilimize kazandırıldı. 112 sayfadan oluşan ve temel kavramlar etrafında gayet güzel bir çerçeve çizen bu kitabın adı, Tasavvuf Notları. Eser, özellikle tasavvufa dair okumalar yapmaya başlamış 'yeni' kimselere büyük meraklar kazandıracaktır. Zira Schimmel hızla geçtiği konuları her ne kadar özetlemiş gibi görünse de aslında konu biter bitmez okuyucu kendini başka araştırmalara yelken açarken yakalayabilir. Uzun yıllar evvel Mustafa Kara okumaları yaparak kazandığım -Allah hocanın ömrünü bereketli kılsın- tasavvuf tarihi okuma ve araştırma merakına başkaları da Schimmel vesilesiyle kapılabilir. Bu, bir okuyucu için çok kıymetli bir şeydir çünkü samimi olursa yaşamını bütünüyle etkileyebilir. (Buraya not olarak ekleyelim: Mustafa Kara, Schimmel için "Elli yıl hiç yoruldum demedi" ifadesini kullanmıştır.)
Bu okuduğum kaçıncı Schimmel kitabı bilmiyorum, ancak şunu samimiyetle söyleyebilirim: Bizler genellikle yabancıların kendi değerlerimizle, inancımızla, geleneklerimizle ve hatta tarihimizle ilgili yazdıklarını, söylediklerini önemsemeyiz. Hatta mümkünse yazmamalarını, söylememelerini isteriz. Açık ararız, fırsat kollarız, hata bulduk mu üstüne çullanırız. Ancak Schimmel böyle bir isim değil, aslında onun bir diğer ismi de Cemile Kıratlı. Mustafa Kara'nın bir röportajından okuyalım: "Bu ismi/lakabı Türkiye’ye gelmeden önce almış. Memur olarak çalışırken onu Şimele diye çağıran arkadaşı, bir gün de Cemile deyivermiş… Bunun Arapça “güzel” anlamına geldiğini bildiği için çok hoşuna gitmiş. Kıratlı ise Schimmel kelimesinin Türkçesi. 50’li yıllarda ülkemize gelince bu ismi bazı mektuplarında kullanmaya devam etti. Bazı dostları ona Cemile Bacı demeyi tercih etti. O da bu isimlendirmeden mutlu oldu."
Tasavvuf Notları, kısa ve etkileyici bir giriş ile önsözden sonra, evvela tasavvufun teşekkülünü sunuyor okuyucuya. Burada tasavvufî kavramlar, sufilerin âdâbı, bir mürşide intisabın nasıl olduğu, seyr u sülûk mertebelerinin ne olduğu konusunda Schimmel bir taslak çiziyor. Kitaptan şu ifade, tam da bu bölümü anlatıyor: "Tasavvuf, ilahî güzelliğin ve ruhun özleminin sembolü haline gelen mis kokulu güllerin ve feryad eden bülbüllerin olduğu çiçekli bir bahçe, seyr u sülûkun başındaki derviş için anlaması neredeyse imkânsız olan Arapçanın nazarî çölleri ve çok az kişinin ulaşabileceği en yüksek hikemi bilginin uzaklarda ışıldayan karlı dorukları gibidir."
İlahi aşk bölümünde Schimmel, batılı şairlerle doğulu şairleri harmanlayıp yorumlarını da katarak bu aşkın söze nasıl döküldüğünü anlatıyor. Burada Goethe'nin, Mutluluk Veren Hasret şiirinde geçen "Kimseye değil, yalnız ehline anlat" dizesi üzerinden tasavvufta hakikata ulaşmış bir kimsenin sırrı ifşa etmemesi gerektiğine dair kısa fakat önemli bir anlatım da mevcut. Bilindiği üzere birçok büyük zât, sırrı ifşa ettiği gerekçesiyle yahut bu ifşanın hiç anlaşılmaması sebebiyle ya sürgün edilmiş ya da öldürülmüştür. Hallâc-ı Mansûr'un "Ene'l-Hakk" mevzusu gibi. O, "Ben Hakk'ım" derken, "Ben Hakk'tan gayrı, ayrı değilim" demek istiyordu duyana, duyabilene. Çünkü: "İlahî aşk konusunda Kur’ân-ı Kerîm’den delil getirilir. Maide Suresi’nin 54. ayetinde, Allah onları sever ve onlar da Allah’ı severler, denmektedir. Dünyadaki her şey gibi bu aşkın da esas kaynağı Allah’tır, insanın yaptığı sadece bu aşka karşılık vermektir. Ve bu aşkın, Zünnun el-Mısrî’nin de söylediği gibi, haddi hududu yoktur."
Birbirini takip eden teozofik tasavvuf ile sufi ve edebiyat bölümleri, Arapça'nın tasavvufla birlikte nasıl bir ivme kazandığını açık ediyor. Özellikle sufi şairlerin yazıp söyledikleri, mûsıkîyle birleşince ortaya kıyamete dek sürecek bir medeniyet çıkıyor. Bir inşa bu. Kademe kademe, silsile silsile gelişmiş, asırlar boyunca bugünlere dek uzanmış bir mimarî. Her şeyin başı ise dil, yani söz: "Tasavvuf, hâlihazırda zaten çok zengin olan Arapçaya yeni bir veçhe daha kazandırmıştır: Takva ehlinin sahih deneyimi. Tasavvuf, günümüzde dahi diğer dillerin linguistik gelişimlerinde önemli bir rol oynamaktadır."
Tasavvuftaki tarikatlar bölümü, Schimmel'in gitmek istediği her şehre gitmesiyle ortaya çıkmış araştırmaların bir özeti. Dünyanın neresinden hangi yollar doğmuş, ne şekilde bugünlere gelmiş ve hassas noktaları neler, bu bölüm oldukça iyi bir başlangıç makalesi. Bu bölümü okurken Schimmel'in Mevlânâ, Yunus Emre, Ataullah İskenderî ve Muhammed İkbâl gibi isimlere ne kadar meraklı olduğu rahatlıkla görülebilir. Zira kendisi bu isimlere dair çok ciddi çalışmalar yapmış ve müstakil eserler de ortaya çıkarmıştır. ABD ve Avrupa ülkelerinin yanı sıra ömrü boyunca gezdiği şu topraklar, zaten tasavvufun tarih boyunca serpilip geliştiği topraklardır: Pakistan, İran, Hindistan, Mısır, Sudan, Fas, Tunus, Afganistan, Suriye, Ürdün, Körfez ülkeleri, Yemen, Endonezya, Türki cumhuriyetler.
Halkın tasavvufu bölümü; abdallıktan kalenderîliğe, mevlevîlikten nakşibendîliğe dek belirli bir yola girmiş insanların kimleri takip ettiğini ve tasavvufun bilhassa hangi damarlarından beslendiğini göstermesi açısından önemli. Burada yine şiir başı çekiyor. Çünkü mistik aşk şiirlerinin anlaşılması kimi zaman güçleştikçe ortaya onları şerh eden birileri çıkıyor. Bu da halkın o şiirle, o sözle olan irtibatını kuvvetlendiriyor. Dilden dillere, gönülden gönüllere uzanan bir köprü: "Kendi memleketlerinin kırsal bölgelerine göçen mürşidler, sıradan insanların sadece çok az Arapça bildiğini, edebiyat ve yönetim kadrosunun dili olan Farsçadan ise hiçbir şey anlamadığını biliyorlardı. Bu yüzden insanlara düşüncelerini aktarmak için bölgede konuşulan dili kullanmışlardır. Ev kadınının, balıkçının ya da yoksul bir gündelikçinin rahatlıkla anlayabileceği yalınlıkta dizelerini söyleyen, muhabbetullahın esrarından dem vurup Allah'a bağlılıklarını tasvir eden bu hatipler, yerel dillerin gelişmesinde önemli rol oynamışlardır."
Kitabın son bölümü modern dönemde tasavvufun durumunu özetliyor. Henüz 10. yüzyılda yazdığı Kitabu'l-Lumâ fi't-Tasavvuf kitabında Serrâc, gerçek mutasavvıfların kalmadığından ve tasavvufun hakikatten uzaklaştığından söz ediyordu. "Eskiden tasavvufun adı yoktu içi vardı, şimdi içi yok adı var" sözü de yine o yüzyıllarda söylenmiştir. Anadolu türkülerine baktığımızda da kamil mürşidin kalmadığı, yolların kapandığı, devrin sahte mürşit (zamane şeyhi) devri olduğuna dair sözleri görmek de mümkündür. Unutulmamalı ki bu sözleri yazanların çoğunluğu da büyük birer sufi idi. Schimmel bu güncel konuya temas ederken okunması gereken bazı isimleri de zikrediyor; Rene Guenon, Frithjof Schuon, Seyyid Hüseyin Nasr, Titus Burckhardt, Martin Lings gibi. Ben buraya William Chittick adını da eklemezsem rahatsız olurum. Günümüz tasavvufuna dair o yıllardan şöyle bir bakış atmış Schimmel ki ne kadar haklı olduğunu söylemeye gerek yoktur sanırım: "Medya sayesinde tasavvufun çok çeşitli yönleri yayılma imkânı buldu. Tasavvufî faaliyetlerin, ayin-i şeriflerin harikulade fotoğrafları ya da önde gelen mürşidlerin portreleri, İslam dünyasının çeşitli bölgelerindeki hayatı gösteren sanatsal filmler ve internetteki fotoğraflar bir zamanlar gizemli ve saklı olan tasavvufu artık herkes için ulaşılabilir kıldı. Ama bu durum, sufiler arasında en büyük günahlardan olan ifşâü's-sır yani, sırrın ifşası demek olmuyor mu? En son sırrı telaffuz dahi edemiyorken, medya tarafından ifşa edilen bu sırrın olumsuz bir şekilde yorumlanmayacağının ya da insanlık için tehlikeli olmayacağının garantisini kim verebilir? Büyük Hintli şeyh, Şah Veliyullah 18. yüzyılda şöyle yazıyordu: "Mutasavvıfların kitap ve risaleleri havass ehlinin kimyasına mükemmel bir şekilde uygundur ancak onlar, avam için öldürücü bir zehirdir."
Hz. Pîr Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, kendisine "tasavvuf nedir?" diye sorulduğunda, "kederli vakitler geldiğinde kalpte bulunan sürurdur" demiş. Bugün bu düşünceden, bu yaşayıştan çok uzağız. Ortada belirgin bir taklit var. Tasavvuf şov dünyasının bir ürününe dönüşmüş durumda. Doğum günü kutlamalarında ve hatta kına gecelerinde bile birileri 'dönüyor', Mesnevi'den şiirler okutuluyor. Her yönüyle güzel olan ve her yönüyle güzelliği telkin eden bu asırlık hazine, sanki bir şeylere kurban gidiyor. Oysa Hâce Abdullah el-Ensârî el-Herevî dokuz yüzyıl önceki sufilerin hâllerini şöyle tanımlamıştı: "O kimseler ki, hiçbir zaman ayakları kıskançlığın çalılarına dolaşmaz, teslimiyet kıyafetleri nefis tozuyla kirlenmez, gözleri hiçbir zaman benlik aşkıyla buğulanmaz. Onlar fakirlik yolunun hükümdarları, insan görünümündeki meleklerdir ve ağırbaşlılıkla yürürler."
Tasavvuf Notları, tasavvufa dair okumalar yapmaya yeni başlamış kimseler için iştah açıcı bir başlangıç kitabı.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Cihân Şems-i Tebrîzî ile dolu,
Mevlânâ gibi mürid nerede?"
- Kâsım-ı Envâr
Hayatını tasavvuf araştırmalarına adamış, dünyanın en ücra köşelerinde inananların O'na ulaşma yöntemlerini keşfetmiş bir isim Annemarie Schimmel. Onun şevkini, merakını ve hayretini Türkçeye kazandırılan her eserinde görmek mümkün. Ancak Kasım 2017'de Sufi Kitap tarafından neşredilen Doğuda Batıya adlı kitap, Schimmel'in hayatını daha yakından öğrenmeye vesile olmuştu. En önemlisi de 2002'de dünyayı terk eylemiş bu önemli tasavvuf araştırmacısının neden mezarlığındaki kitabede "İnsanlar uykudadır ölünce uyanırlar" sözünün yazdığına dair epey işaret gösteriyordu. Kuşkusuz bu işaretlerin her biri, birçok batılı araştırmacının ilgisini çeken o mistik, gizemli hâller ve çoktan bu dünyadan göçmüş büyüklerin O'nunla olan irtibatlarına dair meraklardan oluşuyordu. Basit gibi görünse de Schimmel, ariflerin ölmeyeceğini gayet iyi biliyordu. Türkçenin o büyük şairinin "Ölen hayvan imiş, âşıklar ölmez" dizelerinden de haberdardı.
Ekim 2018 itibariyle Schimmel'in yeni bir eseri daha yine Sufi Kitap tarafından dilimize kazandırıldı. 112 sayfadan oluşan ve temel kavramlar etrafında gayet güzel bir çerçeve çizen bu kitabın adı, Tasavvuf Notları. Eser, özellikle tasavvufa dair okumalar yapmaya başlamış 'yeni' kimselere büyük meraklar kazandıracaktır. Zira Schimmel hızla geçtiği konuları her ne kadar özetlemiş gibi görünse de aslında konu biter bitmez okuyucu kendini başka araştırmalara yelken açarken yakalayabilir. Uzun yıllar evvel Mustafa Kara okumaları yaparak kazandığım -Allah hocanın ömrünü bereketli kılsın- tasavvuf tarihi okuma ve araştırma merakına başkaları da Schimmel vesilesiyle kapılabilir. Bu, bir okuyucu için çok kıymetli bir şeydir çünkü samimi olursa yaşamını bütünüyle etkileyebilir. (Buraya not olarak ekleyelim: Mustafa Kara, Schimmel için "Elli yıl hiç yoruldum demedi" ifadesini kullanmıştır.)
Bu okuduğum kaçıncı Schimmel kitabı bilmiyorum, ancak şunu samimiyetle söyleyebilirim: Bizler genellikle yabancıların kendi değerlerimizle, inancımızla, geleneklerimizle ve hatta tarihimizle ilgili yazdıklarını, söylediklerini önemsemeyiz. Hatta mümkünse yazmamalarını, söylememelerini isteriz. Açık ararız, fırsat kollarız, hata bulduk mu üstüne çullanırız. Ancak Schimmel böyle bir isim değil, aslında onun bir diğer ismi de Cemile Kıratlı. Mustafa Kara'nın bir röportajından okuyalım: "Bu ismi/lakabı Türkiye’ye gelmeden önce almış. Memur olarak çalışırken onu Şimele diye çağıran arkadaşı, bir gün de Cemile deyivermiş… Bunun Arapça “güzel” anlamına geldiğini bildiği için çok hoşuna gitmiş. Kıratlı ise Schimmel kelimesinin Türkçesi. 50’li yıllarda ülkemize gelince bu ismi bazı mektuplarında kullanmaya devam etti. Bazı dostları ona Cemile Bacı demeyi tercih etti. O da bu isimlendirmeden mutlu oldu."
Tasavvuf Notları, kısa ve etkileyici bir giriş ile önsözden sonra, evvela tasavvufun teşekkülünü sunuyor okuyucuya. Burada tasavvufî kavramlar, sufilerin âdâbı, bir mürşide intisabın nasıl olduğu, seyr u sülûk mertebelerinin ne olduğu konusunda Schimmel bir taslak çiziyor. Kitaptan şu ifade, tam da bu bölümü anlatıyor: "Tasavvuf, ilahî güzelliğin ve ruhun özleminin sembolü haline gelen mis kokulu güllerin ve feryad eden bülbüllerin olduğu çiçekli bir bahçe, seyr u sülûkun başındaki derviş için anlaması neredeyse imkânsız olan Arapçanın nazarî çölleri ve çok az kişinin ulaşabileceği en yüksek hikemi bilginin uzaklarda ışıldayan karlı dorukları gibidir."
İlahi aşk bölümünde Schimmel, batılı şairlerle doğulu şairleri harmanlayıp yorumlarını da katarak bu aşkın söze nasıl döküldüğünü anlatıyor. Burada Goethe'nin, Mutluluk Veren Hasret şiirinde geçen "Kimseye değil, yalnız ehline anlat" dizesi üzerinden tasavvufta hakikata ulaşmış bir kimsenin sırrı ifşa etmemesi gerektiğine dair kısa fakat önemli bir anlatım da mevcut. Bilindiği üzere birçok büyük zât, sırrı ifşa ettiği gerekçesiyle yahut bu ifşanın hiç anlaşılmaması sebebiyle ya sürgün edilmiş ya da öldürülmüştür. Hallâc-ı Mansûr'un "Ene'l-Hakk" mevzusu gibi. O, "Ben Hakk'ım" derken, "Ben Hakk'tan gayrı, ayrı değilim" demek istiyordu duyana, duyabilene. Çünkü: "İlahî aşk konusunda Kur’ân-ı Kerîm’den delil getirilir. Maide Suresi’nin 54. ayetinde, Allah onları sever ve onlar da Allah’ı severler, denmektedir. Dünyadaki her şey gibi bu aşkın da esas kaynağı Allah’tır, insanın yaptığı sadece bu aşka karşılık vermektir. Ve bu aşkın, Zünnun el-Mısrî’nin de söylediği gibi, haddi hududu yoktur."
Birbirini takip eden teozofik tasavvuf ile sufi ve edebiyat bölümleri, Arapça'nın tasavvufla birlikte nasıl bir ivme kazandığını açık ediyor. Özellikle sufi şairlerin yazıp söyledikleri, mûsıkîyle birleşince ortaya kıyamete dek sürecek bir medeniyet çıkıyor. Bir inşa bu. Kademe kademe, silsile silsile gelişmiş, asırlar boyunca bugünlere dek uzanmış bir mimarî. Her şeyin başı ise dil, yani söz: "Tasavvuf, hâlihazırda zaten çok zengin olan Arapçaya yeni bir veçhe daha kazandırmıştır: Takva ehlinin sahih deneyimi. Tasavvuf, günümüzde dahi diğer dillerin linguistik gelişimlerinde önemli bir rol oynamaktadır."
Tasavvuftaki tarikatlar bölümü, Schimmel'in gitmek istediği her şehre gitmesiyle ortaya çıkmış araştırmaların bir özeti. Dünyanın neresinden hangi yollar doğmuş, ne şekilde bugünlere gelmiş ve hassas noktaları neler, bu bölüm oldukça iyi bir başlangıç makalesi. Bu bölümü okurken Schimmel'in Mevlânâ, Yunus Emre, Ataullah İskenderî ve Muhammed İkbâl gibi isimlere ne kadar meraklı olduğu rahatlıkla görülebilir. Zira kendisi bu isimlere dair çok ciddi çalışmalar yapmış ve müstakil eserler de ortaya çıkarmıştır. ABD ve Avrupa ülkelerinin yanı sıra ömrü boyunca gezdiği şu topraklar, zaten tasavvufun tarih boyunca serpilip geliştiği topraklardır: Pakistan, İran, Hindistan, Mısır, Sudan, Fas, Tunus, Afganistan, Suriye, Ürdün, Körfez ülkeleri, Yemen, Endonezya, Türki cumhuriyetler.
Halkın tasavvufu bölümü; abdallıktan kalenderîliğe, mevlevîlikten nakşibendîliğe dek belirli bir yola girmiş insanların kimleri takip ettiğini ve tasavvufun bilhassa hangi damarlarından beslendiğini göstermesi açısından önemli. Burada yine şiir başı çekiyor. Çünkü mistik aşk şiirlerinin anlaşılması kimi zaman güçleştikçe ortaya onları şerh eden birileri çıkıyor. Bu da halkın o şiirle, o sözle olan irtibatını kuvvetlendiriyor. Dilden dillere, gönülden gönüllere uzanan bir köprü: "Kendi memleketlerinin kırsal bölgelerine göçen mürşidler, sıradan insanların sadece çok az Arapça bildiğini, edebiyat ve yönetim kadrosunun dili olan Farsçadan ise hiçbir şey anlamadığını biliyorlardı. Bu yüzden insanlara düşüncelerini aktarmak için bölgede konuşulan dili kullanmışlardır. Ev kadınının, balıkçının ya da yoksul bir gündelikçinin rahatlıkla anlayabileceği yalınlıkta dizelerini söyleyen, muhabbetullahın esrarından dem vurup Allah'a bağlılıklarını tasvir eden bu hatipler, yerel dillerin gelişmesinde önemli rol oynamışlardır."
Kitabın son bölümü modern dönemde tasavvufun durumunu özetliyor. Henüz 10. yüzyılda yazdığı Kitabu'l-Lumâ fi't-Tasavvuf kitabında Serrâc, gerçek mutasavvıfların kalmadığından ve tasavvufun hakikatten uzaklaştığından söz ediyordu. "Eskiden tasavvufun adı yoktu içi vardı, şimdi içi yok adı var" sözü de yine o yüzyıllarda söylenmiştir. Anadolu türkülerine baktığımızda da kamil mürşidin kalmadığı, yolların kapandığı, devrin sahte mürşit (zamane şeyhi) devri olduğuna dair sözleri görmek de mümkündür. Unutulmamalı ki bu sözleri yazanların çoğunluğu da büyük birer sufi idi. Schimmel bu güncel konuya temas ederken okunması gereken bazı isimleri de zikrediyor; Rene Guenon, Frithjof Schuon, Seyyid Hüseyin Nasr, Titus Burckhardt, Martin Lings gibi. Ben buraya William Chittick adını da eklemezsem rahatsız olurum. Günümüz tasavvufuna dair o yıllardan şöyle bir bakış atmış Schimmel ki ne kadar haklı olduğunu söylemeye gerek yoktur sanırım: "Medya sayesinde tasavvufun çok çeşitli yönleri yayılma imkânı buldu. Tasavvufî faaliyetlerin, ayin-i şeriflerin harikulade fotoğrafları ya da önde gelen mürşidlerin portreleri, İslam dünyasının çeşitli bölgelerindeki hayatı gösteren sanatsal filmler ve internetteki fotoğraflar bir zamanlar gizemli ve saklı olan tasavvufu artık herkes için ulaşılabilir kıldı. Ama bu durum, sufiler arasında en büyük günahlardan olan ifşâü's-sır yani, sırrın ifşası demek olmuyor mu? En son sırrı telaffuz dahi edemiyorken, medya tarafından ifşa edilen bu sırrın olumsuz bir şekilde yorumlanmayacağının ya da insanlık için tehlikeli olmayacağının garantisini kim verebilir? Büyük Hintli şeyh, Şah Veliyullah 18. yüzyılda şöyle yazıyordu: "Mutasavvıfların kitap ve risaleleri havass ehlinin kimyasına mükemmel bir şekilde uygundur ancak onlar, avam için öldürücü bir zehirdir."
Hz. Pîr Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, kendisine "tasavvuf nedir?" diye sorulduğunda, "kederli vakitler geldiğinde kalpte bulunan sürurdur" demiş. Bugün bu düşünceden, bu yaşayıştan çok uzağız. Ortada belirgin bir taklit var. Tasavvuf şov dünyasının bir ürününe dönüşmüş durumda. Doğum günü kutlamalarında ve hatta kına gecelerinde bile birileri 'dönüyor', Mesnevi'den şiirler okutuluyor. Her yönüyle güzel olan ve her yönüyle güzelliği telkin eden bu asırlık hazine, sanki bir şeylere kurban gidiyor. Oysa Hâce Abdullah el-Ensârî el-Herevî dokuz yüzyıl önceki sufilerin hâllerini şöyle tanımlamıştı: "O kimseler ki, hiçbir zaman ayakları kıskançlığın çalılarına dolaşmaz, teslimiyet kıyafetleri nefis tozuyla kirlenmez, gözleri hiçbir zaman benlik aşkıyla buğulanmaz. Onlar fakirlik yolunun hükümdarları, insan görünümündeki meleklerdir ve ağırbaşlılıkla yürürler."
Tasavvuf Notları, tasavvufa dair okumalar yapmaya yeni başlamış kimseler için iştah açıcı bir başlangıç kitabı.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)