17 Ekim 2018 Çarşamba

Modern dünyaya başkaldıran bir çocuk: Momo

Bazı kitaplar bir çocuk kitabından çok daha fazlasıdır, tıpkı Saint-Exupery’nin Küçük Prens’i gibi. Michael Ende’nin Momo’su da onlardan biri. Son derece samimi ve önemli mesajlar içeren harika bir roman.

Hikayemiz küçük bir kız çocuğu olan Momo’nun yaşadığı kentte başından geçen maceraları ele alıyor. Gayet akıcı diliyle biz okuyucularına lezzetli bir anlatım sunan Ende, aynı zamanda ciddi bir modern dünya eleştirisini de dile getiriyor. Romanda bahsi geçen zaman tasarruf şirketi adeta bir kapitalizm tasavvuru olup, modern ve gelişmiş insanın içine düşmüş olduğu buhranı temsil ediyor.

Kentteki insanlara daha çok kazanç ve mülk sahibi olmaları için zamanlarından tasarruf etmeleri gerektiğini savunan şirket çalışanları, adeta insanları içi boş hayallerle kuşatıp onları büyüleyen zaman avcılarına dönüşüyorlar. "Vakit nakittir" düsturuyla yola çıkan bu duman adamlar, gün geçtikçe tek tip evler, tek tip insanlar ve tekdüze yaşamlar oluşturmayı başarıyorlar. Bu noktada yazardan önemli bir tespit ortaya atılıyor: "Oysa zaman yaşamın kendisiydi. Ve yaşamın yeri yürekti. İnsanlar zamandan tasarruf ettikçe, zaman azalıyordu."

Romandaki bir diğer önemli nokta, çocuk saflığının ve masumiyetinin insanın özüne ne kadar yakın olduğu gerçeğini başarılı bir şekilde ortaya koyması. Öyle ki, zaman tasarruf şirketinin duman adamları bunu açık bir şekilde dillendiyorlardı: "...çocuklar bizim doğal düşmanlarımızdır.’’. Bu nedenle kurulan 'çocuk depoları', çocukların sadece bakıcıları tarafından uygun görülen oyunları oynayabilmelerini uygun görüyordu ve bu oyunların hep yararlı bir hizmet sunmalarını öngörüyordu. Böylece kaçınılmaz bir ruh ölümüne zemin hazırlanıyordu: "Sevinmeyi, hayal kurmayı ve heyecanlanmayı unuttular."

Michael Ende, bir çocuk romanı aracılığıyla son derece ciddi bir meseleye değinip önemli bir sistem ve modern dünya eleştirisi ortaya koyuyor ve bütün bunları yaparken de dilinin akıcılığı ve sadeliğinden de hiç ödün vermiyor. Yazıma Ende’nin kitaptaki önemli bir saptamasıyla son veriyorum: "Başkasıyla paylaşılmayan zenginlikler insanı mahvediyordu."

Koray Bağdatlı
twitter.com/KorayBgdtl

11 Ekim 2018 Perşembe

Sakıncasız felsefe

Günümüz şartları insanı farklı arayışlara, pratik çözümlere yönlendiriyor. Eski usüller, eski yöntemler bir bir terk ediliyor. Bunun getirileri gibi götürdükleri de oluyor muhakkak. Bu konuda pek iyimser değilim ama hangisinin ağır bastığını zaman gösterecektir.

Her okurun bir hevesle aldığı ama umduğunu bulamadığı kitaplar olmuştur. Belki de bunu engellemenin yolu kitapevleri, sahaf ya da kırtasiyelerden geçiyordur. Yani kitaba fiziki temas ve içeriğine göz atmak bir çözüm sunabilir. Yalnız hem temin zorluğu hem de fiyat yüksekliği açısından bu seçenek benim için önceliğini yitirdi diyebilirim. Uzun zamandır kitaplarımı internet üzerinden temin ediyorum. Hâl böyle olunca online kitap satış siteleri çok daha özen göstermeyi gerektiriyor. Dolayısıyla sepete eklediğim kitapların içeriğine, yazarına, tanıtım yazısına ve yayınevine azami derecede dikkat ediyorum. Ayrıca okur yorumlarına ve varsa iç sayfalara göz gezdirmeyi ihmal etmiyor, farklı siteleri karşılaştırıyorum. Bir çok insanın eziyet dediği bu işi yüksünmüyorum. Aksine, bir kitap sever için zevkli bir uğraş olarak görüyorum. Sözün kısası okuyacağım kitabı (ortam sanal da olsa) şöyle bir yoklamayı adet hâline getirmiş bulunuyorum. Lakin bazen insanın basireti bağlanıyor. Tıpkı bu yazıya konu olan deneyimimde olduğu gibi. Belki yayınevine aşırı güvendiğimden veya bu güvenle birlikte kitap isminin cazibesine kapıldığımdan, bilemiyorum. Elbette varsa bir hata benim, kimseye kusur bulmuyorum fakat bir okur olarak bazı şeyler beklediğimi de söylemek isterim. Kendisi bir yerlerde mahfuz kalsın.

Yazıyı buraya kadar okuyanlar kitabı merak etmiştir herhâlde. Vadi Yayınları’ndan çıkan Sakıncalı Medrese isimli kitaptan bahsediyorum. Müderris Sırrı imzalı kitap iki yüz sekiz sayfadan oluşuyor. “Felsefe Tarihinden Seçmeler” alt başlığını taşıyan çalışma filozoflardan alıntılanan sözlerin derlenmesiyle meydana getirilmiş. Ayrıca sözlerin hangi eserde yer aldığı da not düşülmüş. Filozoflar dönemselleştirilerek farklı bir bakış açısı kazandırılmış denilebilir belki veya belki bu tür aforizma derlemelerinin hatırı sayılır bir meraklısı vardır. Ya da aforizmaları ansiklopedik bir dizin içinde sunmak kolaylık sağlıyordur. Bilemiyorum. Doğrusunu söylemek gerekirse filozofların rahatlıkla ulaşılabilecek sözlerini böyle bir konseptle bir araya getirmenin benim açımdan bir esprisi yok. Ayrıca öncül ve ardıl gibi bir ilişki bulunmuyor. Yani seçilen sözlerde tematik herhangi bir bağ yok. Tamamen öznel bir çalışma. Unutmadan belirteyim; ‘aforizmalar’ ilgili filozoflara dair görsellerle desteklenmiş. Aklıma ergenlik dönemimde Ömer Sevinçgül kitaplarına merak sarışım geldi. Felsefeyle ilgili benzer bir çalışması vardı diye hatırlıyorum. Ama o daha çok filozofları ve temsil ettikleri akımları tanıtıyordu yanlış hatırlamıyorsam.

Sakıncalı Medrese’yi dil açısından değerlendiremiyorum ama üzgün olduğumu da söylemek isterim. Çalışmanın tamamına denk diyebileceğim “Bu Bir Önsöz Değildir” başlıklı giriş yazısını çıkaran bir zihinden mahrum bırakılmış okuyucu. Giriş yazısında felsefenin ne olduğu, bilgi, filozof, bilgelik gibi kavramlara değinen yazar toplum olarak felsefeye bakışımız üzerinde duruyor. Felsefeyle haşır neşir olanların bile içeriksiz söylemlerde bulunduğunu iddia ediyor. Tam burada kitabın amacını, seçilen yöntemin sebebini kendince sıralıyor. Yazara göre “felsefe bilmeden felsefe yapmaya kalkışılmaktadır”. Bu hazin kalkışma sadece felsefeyi bilmemeye değil “ülkenin durumunu da anlamamaya sebep olmaktadır”. Bu yüzden “en baştan işi ehline vermek gerekmektedir”. Felsefe “filozoflara bırakılmalı ve öğrenmeye çalışılmalıdır”. Belki bu sayede “anlamsız lakırdılardan” kurtulmak mümkün olabilir. Yazarın felsefe konusunda söylediklerine katılmamak mümkün değil fakat yukarıda da değindiğim gibi bu değerli ‘çıkış’ bir kaç sayfayla sınırlı kalmış. Kitaptaki filozoflar ve alıntılar çok şey ifade ediyor muhakkak lakin böyle bir seçkinin ne derece sadra şifa olacağı da ayrı muamma. Açıkçası giriş yazısı haricindeki kısımlar ulusal bir gazetede köşe yazısı parçalayan ‘yazarı’ anımsattı. Hani şu kısa ve basit cümlelerini satır atlayarak yazan ‘gazeteci’. Gerçi kısma, kesme derdi olmadığından editörlere kolaylık oluyordur.

Kitabın isimlendirmesi konusunda da bir şeyler söylemezsem içim rahat etmeyecek. Bazı reklamlar vardır; ürünü anlatmada yetersiz kalır. Ürün çok daha yetkindir. Reklam güdük kalmıştır. Bazı reklamlar da vardır ki üründen bir kaç gömlek üstündür. Ürün yetersizdir. Reklam ürüne fazladır. Bu bağlamda isim-içerik değerlendirmesi yaptığımızda Sakıncalı Medrese ikinci sınıflandırmaya giriyor. İçerik isimlendirmeye yetersiz geliyor. Diğer yandan burada seçilen ‘medrese’ ve ‘sakınca’ kelimeleri hem anlam derinliği hem de sembolizm açısından önemli çağrışımlar sunuyor fakat aynı etki içerikte yankı bulmuyor. Zaman geçirmeye, kafa dağıtmaya yönelik eser derin okuma için uygun değil. Bunun dışında kitaptan bağımsız olarak her bir alıntı söz doğal olarak felsefi derinliğe sahip lakin bana göre her söz kendi bağlamında anlamlıdır.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

Geçmişi gölgeye teslim edip ondan kabuk yapanlar

"Benim bu dünyada bir yerim olmadı,
Kuytu gövdemi saymazsak eğer.
Gövdem ki varla yok arası,
Hem varlığa, hem yokluğa değer.
Ama yüreğim hiç solmadı."
- Metin Altıok, İzin Verin De

Ocak 2014'te şimdiye kadar okuduğum romanlar ve hikâyeler arasında ismini en beğendiğim ve elbette kıskandığım bir kitaba rastlamıştım: Atları Bağlayın, Geceyi Burada Geçireceğiz. Bir kitabın hem ismiyle hem de cismiyle -kapağı, içeriği, dili ve kurgusu- yazarının önüne geçip geçemeyeceğini düşünmüştüm. Melisa Kesmez'i bu kendi yarattığım endişeyle baş başa bırakıp kitabına uzanmıştım, keyifle okumuş ve sevmiştim. Bunu uzun yıllar evvel Sagopa Kajmer'in Bir Pesimistin Gözyaşları albümü çıktığında da yaşamıştım, eser sahibini de tanıdığım için. Nitekim Sagopa bu albümünü kanaatimce aşamadı. O albüm hep bir kenarda durdu ki beni de bu yazıyı bir an evvel yazmaya teşvik eden şarkıyı hanım tam karşımdan fırlattı: Geçmişi Gölgeye Teslim Ettim.

Ne hikmettir bilinmez, Kesmez'in Nisan 2015'te çıkan ikinci kitabı Bazen Bahar'ın yine ismi güzeldi fakat cismi beni çekememişti içine. Belki biraz da benim o vakitler göğsüme çöken yorgunluğumla ilgilidir, bazen yorgunluk... Ve Eylül 2018'te çıktı geldi Nohut Oda. Evirip çevirmeden söyleyeyim, bu kitabın da ismini görür görmez sevmiştim. Bir günde okudum, şimdi de bu yazıyı yazıyorum. Demek ki cismini de sevmiştim. Nohut, oda, ev, yuva, kabuk, yurt, gurbet, sevgi, hasret, öfke, sükûnet... Aradığım, yani bir romanda ya da hikâyede en çok sevdiğim konular, duygular, hisler vardı bu 125 sayfalık kitapta. Kesmez'in çekirdek bir okuyucu kitlesi olduğuna inanıyorum ve her kitabıyla bunu aştığına. Zira Nohut Oda'yı çıktıktan bir ay sonra 3. baskısını yapmış olarak görüyoruz. Bu kadar isim ve cisim demişken Sel Yayıncılık'ı da tebrik etmek lâzım. Mütevazı ve anlamlı çabaları için.

Nohut Oda bir yanıyla kendimize nasıl bir mekân kurarsak kuralım orada kiracı olduğumuzu anlatıyor gibi. Bunu ille de hayat-ölüm arasında düşünmek gerekmiyor. Yeni bir ev kadar yeni bir iş, yeni bir araba kadar yeni bir arkadaş da bir gün ansızın çıkabiliyor hayatımızdan. Ama yazarın üzerinde durduğu, kitabın bir diğer yanı da şu: bir kabuğun var ve bu kabuk sana birileri tarafından doğar doğmaz yerleştiriliyor. Nereye gidersen git, ne yaparsan yap o kabuk senin sırtında, çenende, göğsünde, avuçlarında, ensende, tabanlarında. Bunu bil ve öyle git. Çünkü bunu bilmeden gittiğinde, her seferinde hayal kırıklığına uğramak, üzülüp yorulmak esas bağlantıyı yapabilmen için bir engel, hem de büyük ve büyülü bir engel. Nedir esas bağlantı? Şudur belki: Kendine sürekli "tutunacak dal" arayan insan, bir yere varmayan yollar boyunca yorulmaya mahkumdur. Ne yolu biter ne yorgunluğu. Kalbine ulaşabilmek isteyen önce "bir ağaç gibi tek ve hür" olabilme yoluna çıkmalı. (Kendi kendime söylenmek istemiyorum o yüzden: Tek çocuklar "bir ağaç gibi tek ve hür" olmak zorundadır. Ol/mak zor/unda.)

İşte bu iki yanıyla da Nohut Oda bir çocukluk-ergenlik ve ergenlik-yetişkinlik geçişleri kitabı benim gözümde. Yalnız geçiş demişken, geç(e)meyenler daha bir ağır sanki sayfalarda. Öyle sürüsüyle karakter falan yok, zaten buna gerek de yok. Çünkü kitaptaki bir karakter, şu an yaşadığımız topraklarda milyonlara tekabül ediyor, buna eminim. Eğer öyle olmasaydı en yakınımızdaki arkadaşlarımızın en sık söylediği söz şu olmazdı: Kendimi havada asılı hissediyorum, dev bir boşlukta gibiyim.

Öyle geldin çünkü dünyaya. Ebeveynlerin de muhakkak havada asılı kalmışlardı bir dönem, dev bir boşlukta gittiler geldiler, onların ebeveynleri de. Ama sorun şu, kimse bunun üzerine gitmeyi, o kabuğunun farkına varmayı tercih etmedi. Yüzleşmedi, daima kaçtı. ("Sabahın beşinde koşmaya giden insanların yüzde doksanı hayatlarında mutlaka bir şeylerden kaçıyordur" diyen Yüce Zerey'e selam olsun). Eh, kaçanların hesabı da sana kaldı. Nakit mi ödersin kartla mı? Üçüncü bir yol olarak mutfak var: bulaşıklar. Ev biraz da insan kalbinin mutfağı değil midir. Ne ararsan orada ve hatta nelerden kaçıyorsan orada. Dolayısıyla dön dolaş, kabuk sırtında...

Melisa Kesmez, bir röportajında "Evde kendi küçük cennetini yaratmak dışarıdaki gerçekliği değiştirmiyor" diyor. Çok haklı. Bu yüzden 'kendine ait bir oda' kurmanın da bir anlamı kalmadı. Ne zaman geçeceksin o odaya? Sabah gitmek zorunda olduğun bir iş, ödemek zorunda olduğun kiralar ve faturalar -araya sıkışan borçlar ve krediler-, üstlendiğin sorumluluklar, binmek zorunda olduğun metrobüs. Hep zorundasın. O yüzden zorunda olduklarımızdan biraz uzaklaşıp, kabuğumuzla barışık yaşamanın da bir formülünü üretmek gerekiyor: "Sonuçta her şeyin değil ama pek çok şeyin gerçekliği senin kendini neye inandırdığınla ilgiliydi."

Nohut Oda'nın en hain -evet en hain!- tarafı, tam bir şeylerin değişeceğine dair bir umuda, inanca yaklaştırırken hislerimizi ansızın her şeyin olduğu yere dönmesi. Kurgu anlamında söylemiyorum bunu, daha çok his, duygu. Bana İsmet Özel'in "her sevinç nöbetimde kusmak sunuldu bana" dizelerini hatırlatan şu cümlelere bir bakın, belki hak verirsiniz: "Gülüyorum kendime. Peki, diyorum, peki hayatcığım, anladım, daha bitmedi, daha doldurmam lazım gelen çile var, peki. Özgürlük erken bir hayaldi demek. Tamam, isyan etmiyorum. Sakinim. Ne zaman kendimi biraz güçlü, biraz haklı hissetsem, ivedilikle haddimin bildirilmesine alışkınım ben..."

Kitabın içindeki hikâyelerin isimleri çok şey söylüyor Nohut Oda'ya dair. Bizi nasıl insanların, nasıl hayatlarına beklediğine dair: Kalanlar, Son Bir Çay, Annemin Çadırı, Görüşürüz, Kız Kardeşim Handan. Burada son hikâyenin ciddi bir sarsıcı boyutu olduğunu da söylemem lâzım. Yani ne bileyim, bir kısa filmi mi olsaydı bu hikâyenin. Sanki bir romanın, hem de baya kuvvetli bir romanın hain bir editör -ne çok hain var!- tarafından kesilmiş, biçilmiş, kan revan içinde bırakılmış hâli gibi. Şu cümleler gibi:

"Aradığım bir şey vardı, beklediğim bir kurtuluş ânı, bir "her şey yoluna girecek" duygusu... Başta varmayı umduğum yer neresiydi, artık pek emin değildim ama oraya varamadığım kesindi."

O zaman bu yazı da bu cümlelerle bitsin be. Çünkü öyle bitiyor Nohut Oda. Acı bir iç çekişle. O biricik kabuğunun içine çekilmeyle...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

5 Ekim 2018 Cuma

Ölümcül fedakârlık

Bazı kitaplar sadece isimleriyle bile çok şey anlatır. Kitabın ismini duyan ‘okuyucu’ hafifçe irkilir. İhtimaller sıralanır. Anlatım mecazi ise anlam derinliği muhteşemdir ve edebi sanatın hakkı verilmiştir. Yok olay gerçek ise sarsıcıdır ve merak uyandırır. Kısa süre önce Jaguar Kitap’tan çıkan Kanını Satan Adam bu tür eserlere yerinde bir örnek. Modern Çin edebiyatının önemli temsilcilerinden Yu Hua’nın kaleme aldığı iki yüz altmış sayfalık eser Erdem Kurtuldu tarafından Türkçeye çevirilmiş. Özenli çeviri okumaya keyif katıyor.

Romanın dili oldukça sade ve anlatımı son derece akıcı. Bu açıdan Yu Hua ‘sıradan’ denilebilecek bir olayı ustaca hikâyeleştirmiş diyebiliriz. Yalnız buradaki sıradanlığı aleladelik ya da basitlik olarak değerlendirmemek gerekiyor. Yaşananlar ağır fakat anlatım hafifleştirilmiş. Bir anlamda okuma ve anlama kolaylaştırılmış. Daha önemlisi yazarın bu çabası romanı gerçeğe yaklaştırmış.

Metinde, ‘yazar anlatıcı’ (o anlatıcı) tekniği uygulayan Yu Hua’nın kendini olayın dışında tutma konusunda oldukça başaralı bir iş çıkardığı görülüyor. Eserin sahibi olarak konuya müdahil olmamasının yanında olayı kurgulayan değil aktaran (ya da gösteren) izlenimini veriyor. Anlatım kendi mecrasında akıyor, olaylar sanki kendiliğinden gelişiyor.

Çin’de komünist lider Mao Zedong’un (1893-1976) iktidar olduğu yıllarda (1954-1976) geçen hikâye dönemin kültürel, ekonomik, toplumsal ve siyasi yapısına yönelik bilgiler içeriyor. Çin komünist devrimi yapılmıştır. Baskı altında tutulan toplumun yaşam standartları oldukça düşüktür. İnsanlar zorlukla geçinmektedir. Buna ek olarak halk bir de kıtlıkla mücadele etmek durumunda kalmıştır. Arkasından gelen Kültür Devrimi (1965-1969) ve yönetimin keyfi uygulamaları hayatı zindana çevirmiştir.

Romanda köylü ve şehirlilerin farklı anlayışlara ve yaşam biçimlerine sahip olduğu görülüyor. Toplumdaki kadın-erkek algısına ve konumladırılışına özellikle dikkat çekmek gerekiyor diye düşünüyorum. İstisnasız her toplumda görülen erkek egemen anlayış bu romanda da kendini gösteriyor. Dikkat çeken bir başka nokta ise yumuşak bir üslupla yapılan komünizm eleştirisi diyebiliriz. Yu Hua komünizmin insanlık dışı uygulamalarının yol açtığı toplumsal kaosu hikâyenin doğal bir parçası hâline getiriyor. Acıları tüm çıplaklığıyla aktarıyor lakin tepkisel bir durum oluşmuyor. Sanki devrim ve yaşananlar hayatın doğal akışının bir parçası gibidir ve başka bir alternatif yoktur.

Eser baştan sona ekonomik sorunlar üzerinden kurgulanmış. Halk geçim zorluğu çekmektedir. Kan satarak para kazanacağını öğrenen başkarakter (Xu Sanguan) paraya ihtiyaç duyduğunda kanını satmaya başlar. Yalnız öyle her zaman yapmaz bu işi. Gerçekten para gerektiğinde bu yola başvurur. Kan satmak para kazandırmasının yanında sembolik anlamlar da taşır. Örneğin köylüler için kan satmak sağlıklı olmanın göstergesi iken şehirliler kan satmayı ahlaki bir zaaf olarak değerlendirir. Onlara göre kanını satan atalarını satmaktadır. Karısı ve üç çocuğuyla şehirde yaşayan Xu Sanguan bu yargıyı önemsemez. Sonuçta kanı ailesi için satmaktadır. Birgün çok fazla paraya ihtiyaç duyar. Dolayısıyla çok fazla kan satması gerekmektedir. Ölmek pahasına kan satmayı göze almıştır.

Her ne kadar siyasi dili ağır değilse de imalı anlatımdan devrimlerin topluma fayda vermediğini okumak mümkün. Az da olsa Çin kültürüne has dini/mitolojik dil bulunuyor. Bunun yanında alt metinde iyilik kavramı ve toplumsal ahlakın sorgulandığını söyleyebiliriz. Komünizme geçilmeye çalışılan bir toplumda cinsiyetçi bakış ve sınıfsal farklılıklar yaşantıyı belirliyor. Bu açıdan hikâye ironik bir yapıya sahip. Yozlaşmış sistem yer yer karikatürize edilerek anlatılıyor. Açlık, kıtlık, yoksulluk öne çıkan vurgular. İyilik ve fedakarlık ise kaosun içinde kendine yer bulan insani değerler. Psikolojik yönü ağır basan ve acıyla yoğrulan Kanını Satan Adam, insanı, insan olmayı yeniden sorgulatıyor okuyucuya.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

Yas kültürünün özgün romanı

Bir kitap okuyup da hakkında yazmak için bilgisayarın başına geçmeyeli epey zaman olmuş. Buna mukabil “iyi kitap” tanımlamasına “bende ona dair yazma güdüsü uyandıran” ifadesini ekliyorum.

Bayel Ağıtçıları romanı Gulam Hüseyin’in en bilinen aynı zamanda da ustalık eseri. Birbirine bağlı sekiz hikâyeden oluşan bir roman ve bu bölümler coğrafya ve karakterler bakımından birbiriyle ilişkili ama konu bakımından birbirinden ayrışan hikâyeler. Dördüncü ve bence en lezzetli hikâye olan inek meseli “Gav” adıyla sinemaya da uyarlanmış ve böylece hem yazarın hem de kitabın ünü yurtdışına kadar ulaşmış.

Bayel Ağıtçıları kültürel anlamda tam bir “doğu” romanı. Daha özele inmek gerekirse bir şii köyü olan Bayel’in insanlarının hikâyesi. En nihayetinde de 1960lar İran’ının panoraması. Elias Canetti’nin de Kitle ve İktidar kitabında işaret ettiği gibi bir yas kültürü olan şii toplumunun serencamı bu roman. Bunda tabi toplumsal yıkımların ve büyük kederlerin kitlelerin ruhuna nasıl sirayet ettiği de açık. Gulam Hüseyin, gerek siyasi gerek de sosyal geçmişin bir köyün ruhuna nasıl da keskin şekilde sirayet ettiğine işaret ediyor. Ağıt ve yas kültürünün Bayel halkının çevresini saran efsunuyla köy halkının tek ümidinin hep göklerden gelecek bir mucizeye bel bağlaması ise yine kültürel kodlamaların dışa vurumu. Ne yazık ki o mucize roman boyunca bir türlü vuku bulmuyor.

Acıya ve kedere yas tutarak karşı koyma gayreti içindeki köy halkı aynı zamanda da fena bir yoksullukla idame ettirmeye çalışıyorlar hayatlarını ama bu konuda da bir isyanları söz konusu değil. Ve kanıksanan bu yokluk durumunu alt metne çok iyi yerleştirmiş. Anlatımda beni en sarsan şey ise tüm bu ölüm, açlık, yokluk meselelerinde kimsenin hatta köyün bilge kişisi Kethüda’nın bile sorunun özündeki gerçeği kavramaya yeltenmeyişlerindeki edilgenliğini anlatışı oldu. Meseleyi kavrama, derine inme ve değiştirme çabası yerine kabullenişlerini izah etmedeki ustalığı takdire şayan. Yüzünü tamamen batıla dönmüş bir köyün bu hastalıklı haliyle yaşama mücadelesi hem absürt hem de gerçeğe çok yakın duruyor ki okurken gelgitler yaşıyorsunuz. Bunu “gerçekle büyülü gerçeklik” arasında kalmak diye de tanımlayabiliriz.

Bayel Ağıtçıları romanı metafor anlamında da oldukça yüklü bir roman. Karakeçi, at, ana karakterlerden İslam, Kethüda, köpek, çıngırak sesi, siyah musalla taşı, siyah gömlek, Puruslular gibi atmosfere uygun imgelerle dolu. Köyün iyi yürekli ve herkese yardıma koşan kişisi İslam bir iftiraya uğrayıp da bu kırgınlıkla köyü terk etmeden önce evini çamurla kaplar ve öyle gider mesela. İslam’ın gidişinden hemen sonra komşu köyün ahalisinin İslam’a işe düşer ve Bayel’e gelip onu ararken “kimi arıyorsunuz” sorusuna “İslam’ı arıyoruz” der Seyyidablılar. Ve bu diyaloğun üzerine kitap Meşhedi Baba’nın şu sözleriyle son bulur:

Sizi ne yapacağımı bilmiyorum!” dedi. Dönüp bir daha İslam’ın evine baktı. Meşhedi Baba ve Meşhedi Safer’in oğlu yaklaşıp atlara baktılar, atlar istifra eden biri gibi ayaklarını açıp başlarını aşağı indirmişlerdi, boğazlarından gelen kıvamlı kan, yarı açık ağızlarından köpürerek dışarı sızıyor; damla damla havuzun suyuna dökülüp can buluyordu. Tıpkı kanalizasyonun karanlık suyundan kurtulup engin denizlerin pırıl pırıl sularına dökülen irili ufaklı kurbağalar gibi."

Uzun süre daha böylesine kendine has bir roman daha okur muyum bilmiyorum.

Kenan Yusuf Taşkın
twitter.com/knnysf

4 Ekim 2018 Perşembe

Çin'e gidemeyen Çin imparatoru

Alman Edebiyatı’nın son dönemdeki önemli yazarlarından olan Tilman Rammstedt’in dilimize çevrilen tek kitabı Çin İmparatoru, geçtiğimiz Ekim 2017'de, Dedalus Kitap etiketiyle yayımlandı. Alanında önemli bir yazar olan Rammstedt’in, Çin İmparatoru kitabıyla, Almanca yazılmış eserlere verilen Ingeborg Bachmann Ödülü'nü de aldığını söylememiz gerekir.

182 sayfalık kitaba aslında bir novella da diyebiliriz. Zira içinde bir tane ana olayın geçtiği kitabın fazla dal budak salmadan sona ermesi, uzun hikâye tadı da verebiliyor okura. Kanaatimce romandan ziyade novella demek daha doğru bir ibare olacaktır.

Bazı kitaplar konularının farklılığıyla, bazıları ise sıradan konuları işleyiş tarzıyla diğer kitaplardan ayrılırlar. Ben Çin İmparatoru'nu, farklı bir konuyu işlediğinden dolayı dikkate değer buluyorum.

İlişkiler bazında klâsik bir Avrupa ailesine sahip olan Keith, kardeşleri ve dedesiyle yaşamaktadır. Dedelerine bir sürpriz yapmak isteyen torunları, ona, nereye gideceğini kendisinin seçeceği bir gezi hediye ederler. Keith’in dedesi Çin diye tutturunca hikâye başlar. Diğer kardeşler bu gezide dedelerine refakat edecek kişi olarak da Keith’i seçince, kitap boyunca Keith ve dedesi ekseninde başlayan ve adım adım gelişen bir hikâye karşımıza çıkar. Fakat ilginç olan şudur ki, Keith, dedesiyle gitmesi için gerekli olan parayı kumarda kaybeder ve dedesini tek başına Çin’e gönderir. Kendisi de bu süre zarfında, kardeşlerinin yaşadığı evin hemen karşısındaki kendi küçük evinde, bir masanın altında saklanır. Daha ilk sayfada bu durumdan şöyle bahseder Keith: “On gündür neredeyse bütün hikâye çalışma masasının altında dönüyordu. Sağa sola emekleyerek gidiyor, odanın yalnızca dışarıdan görünmeyen bölümlerinde hareket ediyordum. Dizlerime bulaşık süngerleri bağlamıştım. Çalışma masasının altında uyuyor, kendime orada sandviç hazırlıyordum. Masanın alt yüzüne yıldızlı bir gökyüzü çizmiştim ve Çin’den dönmem için inandırıcı bir süre olan iki haftanın geçmesini bekliyordum ki sonra da açıklanabilecek ne varsa bir şekilde açıklayabileyim.

Fakat ölümsüz olmaya çalışan ve belki de ölümün ona uğramayı unutabileceğini düşünen dedesi, henüz yoldayken, Çin’e gidemeden ölür. Dedesinin cesedini teşhis etmesi için morga çağrılan Keith, bundan sonra kendisiyle bir savaşa başlar. Sığındığı masanın altında durup oyuna devam etmek ya da saklanmayı bırakıp dedesinin ölüsünü teşhise gitmek. Fakat sonunda oyundan vazgeçer ve dedesini teşhis etmek için morga gider.

Çin İmparatoru olayların belli bir kronolojiyle ilerlemediği, hatta karma bir şekilde dizildiği bir kitap. Fakat Tilman Rammstedt, bu durumun içinden başarılı bir şekilde sıyrılmış. Keith'in bakış açısından anlatılan kitapta herhangi bir karışıklık sezmiyor okur. Geri dönüş tekniğinin kullanılarak, Keith'in dedesiyle olan ilişkisinin ne durumda olduğunu, aralarının eskiden beri nasıl olduğunu da öğrenebiliyoruz. Hatta kardeşler de kısmen yer buluyor geri dönülen anlarda. Ayrıca anlatıma katılan, Keith’in kardeşlerine sanki Çin’deymiş gibi yazdığı fakat göndermediği, tamamen Keith tatafından kurgulanan mektuplar, kitabın büyük bir bölümünü kaplıyor. Bu mektuplar sayesinde, Keith ve dedesi sanki Çin’deymiş gibi ayrıntılı birçok şeyi okura aksettiriyor yazar. Kitabın sonunda Çin’e dair anlatılanlarda gerçeğe uygun olan her şeyin Lonely Planet Çin gezi rehberinden alındığının da notu düşülmüş.

Yazar, kitapta karakter incelemelerinde biraz eksik kalmış diyebilirim. En başarılı ve ayrıntılı olarak Keith’in dedesinin profilini çizmiş. 'Fırlama' bir dede olarak yansıttığı bu karakterin davranışlarını gözümüzün önünde canlandırmak hiç zor olmuyor; fakat Keith’in hangisinin gerçek hangisinin üvey olduğunu bilmediği kardeşlerini neredeyse hiç tanıtmamış okura. Aslında kardeşler üzerinden de bir konu açılsaydı, kitap hacim ve konu olarak biraz daha genişlemekle birlikte daha başarılı bir noktaya gidebilirdi. O zaman tam olarak bir roman denebilirdi Çin İmparatoru'na.

Tilman Rammstedt, dede karakterinden başka, Keith’in de duygusal yönden gelgitlerini ve iç düşüncelerini başarılı bir şekilde yansıtmış diyebilirim. Öyle ki bir dede-torun ilişkisini olumlu ve olumsuz anlamlarda görebiliyoruz. Bu ilişkinin içinde, dedesinden uzak kalmaya çalışan; fakat bazen duygusal bir şekilde dedesine yaklaşan, hatta onun ölümünü öğrendikten sonra dedesi hakkında en olumlu duyguları hissetmeye başlayan Keith’in psikolojisinin çizdiği çerçeve son derece başarılı oluşturulmuş yazar tarafından. Bir kimseyi sağlığında çok önemsemezken öldükten sonra değerini anlama durumunu eserine aktarması çok başarılı Rammstedt’in. Keith başlarda dedesi için “…en azından dedemle, daha yakından bakacak olursak onunla hiçbir yere gitmek istemiyordum, hiçbir dağa, hiçbir sahile, hiçbir çöle, hiçbir müzeye, hiçbir kaplıcaya” dediği hâlde, sonrasında dedesini morgda teşhis ederken “…gözlerimi kapamamalı, inlememeli, bağırmamalı ya da hıçkırmamalıydım, çok uzun da bakamazdım, oysa uzun uzun bakmak istiyordum, en az bir saat bakmak, hiçbir şeyi kaçırmamak, her şeyi hafızama kazımak istiyordum. Dedemin cildindeki her lekeyi, her kırışıklığı, saçının her bir telini.” deme safhasına gelmesi aradaki duygu farkını net şekilde okura gösteriyor.

Suçluluk duygusunun -Keith’in dedesiyle Çin’e gitmemesi- başarılı bir şekilde işlendiği kitapta yazar, belki de böyle bir eserde karşımıza çıkacağını ummayacağımız şekilde mizahi unsurlar kullanmış. Özellikle dede karakterinin mizahi tarafı oldukça yüksek tutulmuş. Bu da okurun ara ara da olsa gülümsemesine yol açacaktır. Son olarak çeviriye de değinmek gerekir diye düşünüyorum. Son olarak değiniyor olmam, çeviri işinin önemsizliğine değil, aksine, önemine binaen yaptığım bir şeydir. Arada kaynayıp gitmesin istedim. Çevirmen Esen Tezel’in yaptığı işi son derece başarılı buldum. Okumayı kolaylaştırmasının yanında, birkaç yerde bizim kültürümüzle ilgili motifler de kullanması hiç sırıtmamış. Tersine, zaten sade bir üslûpla yazılan kitabın okunuşunu daha da kolaylaştırmış.

Türkçeye, özellikle son birkaç yıldır bazı yayınevleri, farklı farklı ülkelerin edebiyatlarından çok başarılı ve güncel çeviri romanlar, hikâyeler kazandırıyor. Dedalus da bunlardan biri. Çin İmparatoru eksikleriyle beraber başarılı bir eser. Yazarının da genç olması, daha da başarılı eserlerin yazılabilmesi için bir umut bence. Bekleyelim, görelim.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

İrfan yollarının birleştiği bir gönül eri: Harakânî

"Ârifin her bir kelâmı bir mücevher kânıdır
Cânlara verir hayâtı âb-ı hayatdan leziz."

- Sâlih Baba, Divan

Anadolu'nun tasavvuf bahçelerinde öyle ulular yetişmiştir ki biz bazen onlardan ziyade talebelerini daha çok tanırız. Onlara ulaşana kadar talebelerinin yapıp ettikleriyle ilgileniriz. Bu elbette, biraz da popüler kültürün eseri. Ancak tasavvuf okumalarını araştırmaya dönüştüren, bunları yaparken de ciddiyetini koruyan herkes bahse konu ettiğim bahçelerin manevi mimarlarına ulaşabilirler. Yol muhakkak bir uluya uzanır. Er ya da geç bu olur ancak zamanın erliği ve geçliği bize göredir. Olan biten her şey, zaten belirlenmiş olan bir zamanda olur. Gayret bizden, tevfik Allah'tandır.

Ebu'l-Hasan el-Harakânî, Bistâm'ın kuzeyindeki Harakân köyünde dünyayı teşrif etmiş bir ulu zât. Öyle bir ulu ki Bâyezîd-i Bistamî henüz hayattayken, kendisinden yüz sene sonra Harakân'dan büyük bir Hakk dostunun çıkacağını söylemiş. Bu menkıbeye Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin naklinden ulaşıyoruz. Öte yandan Hz. Pir Mevlânâ'nın "Biz ilim mahfillerinde insanlara neyi arz ediyorsak Harakânî'den aldığımızdır" mealinde de bir sözü vardır.

Süleyman Uludağ hocanın İslam Ansiklopedisi'nde yer alan Harakânî sayfalarında gezindiğimizde, hazretin tam adının Ebü’l-Hasen Alî b. Ahmed (Ca‘fer) el-Harakānî olduğunu öğreniyoruz. Çiftçi bir ailedenmiş ve ümmîymiş. Bâyezîd-i Bistamî'nin türbesini ziyaret ettikten sonra onun ruhaniyetiyle terbiye edildiği belirtiliyor. Burada meraklılar üveysilik maddesine de muhakkak bakmalı ki bu terbiye meselesi anlam bulsun. Herevî'ye göre de Harakâni Hazretleri Ebü’l-Abbas el-Kassâb’ın mürididir fakat Herevî onun mertebesini şeyhinin mertebesinden daha yukarıda olarak zikreder.

Horasan'lı büyük mutasavvıflardan Ebû Saîd-i Ebü’l-Hayr da sık sık Harakânî Hazretlerinin bahçesinden istifade edenlerden. Hücvîrî'nin aktardığına göre Ebû Saîd, Harakānî’yi ziyarete gittiğinde meclisinde susmayı tercih edermiş. "Neden konuşmuyorsun?" diye sorulduğunda da "Bir hususta iki tercümana gerek yoktur" diye cevap verirmiş. Aralarında ciddi meşrep farklılıkları olan bu iki büyük zâtın aynı mecliste bir araya gelmesi de önem arz eder. Zira Harakâni Hazretleri raksa, semaya, tasavvufun hırka ve seccade gibi şeklî taraflarına uzak bir meşrepteyken Ebû Saîd kendi tekkesinde bunlara değer verirmiş. Ferîdüddin Attâr da Harakânî üzerine önemli bilgiler verenlerden. Tezkiretü’l-evliyâ adlı eserinde Abdülkerîm el-Kuşeyrî’nin, “Harakān’a gittiğimde Ebü’l-Hasan’ın heybeti ve haşmeti bana o kadar tesir etti ki dilim tutuldu" dediğini nakleder.

Büyüyenay Yayınları tarafından neşredilen Anadolu'nun Kalbi: Harakânî, ülkemizde tasavvuf araştırmaları dendiğinde ilk akla gelen kalemlerden Sadık Yalsızuçanlar'ın sorularına, ömrünü Harakânî Hazretleri'ne adamış ve Harakânî Vakfı başkanlığıyla birlikte Harakânî Kültür Merkezi faaliyetlerini yürüten bir gönül eri olan Yavuz Selim Uzgur'un verdiği cevaplardan oluşuyor. Bu tip kitapların en güzel yanı, büyüklerin hayatlarını en doğru ağızdan ve kaynakların ışığında öğrenebilmek oluyor. Çünkü bizler klasiklere ulaşıp onları okuma ve büyüklerin yamacına varıp, diz kırıp öğrenme iştiyakı besleme noktasında maalesef ki zayıf bir nesil olduk. Hiç değilse bu tip soru-cevap kitapları okuyarak aşka tutulmak mümkün. Hazretin dediği gibi: "Bu aşkı tatmak için okyanusta balık ol..."

Kitap boyunca şaşkınlık okuyucunun yakasını bırakmıyor. Çünkü karşımızda Hz. Peygamber'den itibaren gelen irfani kolların kendisinde birleştiği bir zat var. Bu zatın yanında veya uzağında yetişmiş, ondan feyz alıp beslenmiş diğer zatları duyunca insan daha da şaşırıyor. "Her kim bu kapıya gelirse ekmeğini verin ve sakın inancını sormayın" diyen bu ulus zat, aynı zamanda Gazneli Mahmud'u Hindistan'a, Çağrı Bey'i de Anadolu'ya doğru hareketlendirmiş, onlara dualarıyla ve manevi işaretleriyle güç-kuvvet olmuş.

Gazneli Mahmud bir vakit Harakânî Hazretleri'ni ziyaret etmek istiyor. Yola çıkmadan evvel haber gönderiyor, "sultan geliyor" manasında. Uzun bir yolculuk sonrasında tekkeye varıyor fakat kimse onu karşılamıyor. Sultan duruma bozuluyor ama pek bilmiyor ki kalplerin sultanlarının her hareketlerinde bir 'cevap' var. Gazneli Mahmud sultanlık elbisesini çıkarıp yanındaki görevlilerden Ayaz'a giydirip arkaya geçiyor. Bu sırada yanlarına gelen Harakânî Hazretleri elini uzatarak "Arkada durma, seni Allah sultan yaptı, millete hizmet edeceksin, sen öne gel" deyince sultan mahcup oluyor, aşkı meşk eden sohbet de başlıyor. Gazneli Mahmud'a öğütlerini verdikten sonra Harakânî Hazretleri'nin önüne sultan tarafından bir kese altın konuyor. Hazret "Bu nedir?" diye soruyor, sultan "Bunu tekkenize ve dervişlerinize harcarsınız" cevabını veriyor. Hazret hemen bir dervişinden kuru arpa ekmeği getirmesini istiyor. Sultana ikram edip "ye" diyor. Sultan iki lokma alıyor ama kuru ekmek tabii gitmiyor boğazdan. "Bu senin boğazında kaldı herhalde" diyor hazret. Sultan ancak "evet efendim" diyebiliyor. Derken hazret söyleyeceğini söylüyor: "E, oğlum, bu altınlar da yarın benim boğazımda kalır. al bunları ve buradan kaldır"... Yavuz Selim Uzgur şöyle neticelendiriyor meseleyi: "Hiçbir kimseden, hiçbir kraldan, hiçbir vezirden, devlet adamından hediye kabul etmemiş. Nakşibendî Efendimiz de öyledir malum."

Soruları soran bir tasavvuf âşığı, cevapları veren bir büyük gönül eri olunca kitap sadece Harakânî etrafında da dönmüyor elbette. Tıpkı bir zikir halkası gibi açıldıkça açılıyor, gelişip serpiliyor. Dolayısıyla birçok büyükten önemli nakiller, menkıbeler ve sözler peşi sıra söyleniyor. Bendenizi tasavvuf okumalarımda naçizane en çok etkileyen konu, büyüklerin taliplerine 'nasiplerince' söylemeleri. Yalsızuçanlar bu konuda güzel bir örnek veriyor: "Bursa'da Somuncu Baba Şeyh Hamid-i Veli Hazretleri'nin sırrı açığa çıkınca Molla Güranî Hazretleri de -kadıymış orada- birden bir aşka düşüyor. "Efendim, ben de dervişiniz olmak isterim" diye niyaz ediyor. Hazret, "Tabii olur, evladım" diyor. "Ne yapmam lazım?" diyor, "Ne emredersiniz?". "Şu, eşeğime bin, Bursa sokaklarında dolaş da gel" diyor. Güranî "Bunu yapamam sultanım" deyince, Somuncu Baba, "Peki evladım," yapacağın kadarını veririz sana da" diyor."

Yavuz Selim Uzgur burada Yunus Emre'mizin İşitin Ey Yarenler şiirindeki "Ere aşk gerek önden andan dervîşe benzer" dizesini hatırlatıp şöyle açıyor meseleyi: "Aşk olmadan meşk olmaz. Bir üstada insanı vasıl edecek olan aşktır. Sonra nasibi erer, hakikat ilmini tahsil için mürşidin huzuruna varır. Bakınız Kuşeyrî gibi bir zat... Âlim, arif, nazari tasavvufun erken dönemde önemli isimlerinden. Hazret'in huzuruna varınca bütün bildiklerini unutuyor. Aşk, bu manada yıkıcıdır, yakıcıdır. Yıkar ve yeniden yapar. Önceden yıkılmak lazım. Satırdan, kitaplardan biraz bilgi alıyor insanlar "oldum" sanıyorlar kendilerini. Guenon, "Kitap okunarak arif olunmaz" diyor. Harakânî Efendimiz de, "O'na varlığını takdim ettiğin zaman, O sana hayat bahşeder" der. İnsan benlik davasıyla insan olmaz. Önce benliği aşkla yakmak gerekir. Bu süreç tabii çok sancılıdır. Harakânî Hazretleri, "Okyanusun dibinde tutuşmuş birisi, nasıl sükûnet içinde olabilir ki?" diyor. Ne güzel bir benzetme! Okyanusun dibindesin ve yanıyorsun. Hakk'ı arayan insanın, O'na vasıl olmak, ölmeden evvel ölmek, benliğinde Hakk'ı görmek, bulmak dileyen kişinin hâli böyledir."

Güncele ve magazine dalmadan, o dille konuşmadan, günümüzün tasavvuf etkinliklerine hangi nazarla bakmamız gerektiğine dair bazı örnekler de var kitapta. Özellikle efendilerin daima kendi kıyılarında, dervişleriyle bir arada vakit geçirmeleri ve devlet yöneticilerine olan mesafeleri konusunda... Nakşibendi yolunun büyüklerini bu konuda epey belirgin biçimde tanıyabiliyoruz kaynaklardan; tavırlarını, duruşlarını, usulden taviz vermemelerini... Bir de sema var. Günümüzde birçok turistik kafede, belirli günlerde görülebilecek, bir miktar para verdikten sonra izlenebilecek bir hâl almış durumda. İşte semanın hikmetine dair Yavuz Selim Uzgur'dan çok kıymetli bir bilgi: "Bayezid-i Bistamî Hazretleri devamlı bir yerde duruyor. Ebu Said-i Ebu'l-Hayr ise geziyor. Yıllarca şeyhlik yapmış, sonra gelip Harakânî'den irşad olmuş. Yani orada tamamlamış. İki yüz kişiyle, yüz elli kişiyle geziyor, köylerde, gittiği yerde halkalar kuruyor. Mevlevîlerin semaı ondan gelmiştir. Yani semayı ilk Hz. Mevlânâ icad etmemiştir, ilk sufilerde de sema vardır. Hatta Harakânî Efendimizin huzurunda da bir sefer sema yapmışlar. Harakânî Hazretleri devamlı cehri zikir yapmazmış, ama cehri zikri dinlermiş, elinin birini yastığa dayar, o şekilde dinlermiş. Çok ısrar etmiş "Sen de sema yap" diye, Hazret kalkmış yedi defa dönmüş, cübbesini nasıl sallamışsa... Ayağını bir sefer yere vurmuş, kırk gün o yörenin çocukları anne sütü emememişler. Diyor ki, "Sema o kimsenin hakkıdır ki, elini kaldırdığı zaman yedi göğü irşad eder ve görür, ayağını vurduğu zaman da yedi zemini görür ve irşad eder, bu kimse ancak sema yapabilir, gerisi bir hevestir."

Harakânî Hazretleri'nin kabri Kars'ta bulunuyor. Çevresindeki yapılarla beraber kabri geçmiş savaşlarda epey zarar görmüş. Bu arada kabrin keşfi de bir büyük öyküdür, kitapta öğrenebileceksiniz. Kabri ve çevresindeki külliyeye en önemli bakım ve onarımı, hazretin aşkına tutulmuş III. Murad yaptırıyor, onu da okuyacaksınız. Nakkaş Seyyid Lokman'ın Şehinşâhnâme'sinde III. Murad'ın talimatıyla Lala Mustafa Paşa'nın Kars Kalesi ve Harakânî Külliyesi'ni imar ve tamir ettirdiğini gösteren bir minyatür yer alıyor.

Anadolu'nun Kalbi: Harakânî, aşkı nice gönülleri tutuşturmuş büyük bir zata doğru yakınlaşmak, onu daha fazla tanımak için güzel bir imkân. Okuyanına ve sevenine ne mutlu derken, kitapta yer alan hazrete ait sözlerden bazılarını aktararak bitireyim.

"Türkistan'dan Şam'a kadar olan sahada birinin parmağına batan diken, benim parmağıma batmıştır; birinin ayağına çarpan taş, benim ayağıma çarpmıştır. Onun acısını ben de duyarım. Bir kalpte üzüntü varsa, o kalp benim kalbimdir."

"Varlıklara karşı merhameti olmayan kişi, Allah sevgisini kalbinde taşıyamaz."

"Kırdığım kişi benden yüz çevirir. Sen ise her gün kırdığım ancak her zaman benimle olansın."

"Bütün dünya O'nu arar; fakat sadece O'nun aradıkları O'nu bulur."

"Yaratan'ın aşkına tutulmuş birisi yaratılmış hiçbir şey tarafından tatmin edilemez."

"Âşıkların kalp sızısı bu dünyanın da diğer dünyanın da ötesindedir çünkü onlar sevgiliyi layık olduğu şekilde hamdı sena etmeye çalışırlar."

"Kişinin aklı için en manalı uğraş, Dost'u zikretmektir."

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf