3 Nisan 2017 Pazartesi

Nefretin çirkinleştirip çerçevelediği bir dünyada: Yalnızız

Son iki yüzyılda tüm gelişimini bilimin ölçülü ve katı kuralları dairesinde arayıp duran insanoğlu, bu mücadelenin eseri olarak 30 yıl içerisinde iki kez topyekûn savaşa durdu. İnsanlık, ilerleyeceği yola mantığını ve tasnifini esir alan bilimle mi yoksa içinde taşıdığı ruhun sınırsız tahayyülü ve hissiyle mi devam edecek?

Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatının en sofistike yazarlarından Peyami Safa, hikayelerinin birçoğunda olduğu gibi Yalnızız isimli romanında da, 20. yüzyılın başında medeniyet, fikir ve kültür çekişmeleri arasında bırakılan Türk toplumunun ruh halini kendine konu ve dert ediniyor.

Aslında Peyami Safa’nın bu en karakteristik romanı, tahlil etmek için oldukça ilginç bir eser. Çünkü bizatihi bu eser, adeta bir tahliller silsilesi. Bu silsilenin başını da Peyami Safa’nın kendi fikirleriyle ruhunu üflediği eserin başkarakteri Samim çekiyor.

Hikâye, klasik Türk edebiyatı okuyucularının aşina olduğu türden bir “konak” hikâyesi. Konaktaki karakterlerin ve birbirleriyle olan ilişkiler ağının dönemin ahlak normlarını aşan dikkat çekici hali, Peyami Safa’nın bu alandaki yozlaşmaya dair bir eleştirisi olarak okunabilir.

Okumak isteyenler için bu eserin hikâye kısmını karanlıkta bırakmayı tercih ediyorum. Bu incelemede bahsedeceğim ve kanaatimce eseri okunur kılan esas unsur; yazarın Samim karakteri üzerinden insanlığın son iki yüzyıldaki terakkisine ve benliğinin ruhsal teşekkülüne dair yaptığı tahlil ve yorumlarıdır.

Hikâye boyunca Samim, ilerlemeyi sadece fen ve çağdaş bilimde arayan insanoğluna gerçek ilerleme alanı olarak bizzat insan ruhunu işaret ediyor. İnsanlığın son 30 yıl içerisinde iki büyük dünya savaşına sürüklenmesinin sebebi olarak tüm mantığın ve tasnifin bilimin katı ölçülerine dayandırılmasını gösteriyor. Bu şartlarda ideal bir dünya düzenine ulaşmaktan bahsedilemeyeceğini hikaye boyunca çeşitli tartışmalar boyunca anlatan Samim, asıl ilerlemenin insanın kendi ruhsal alanında yapacağı atılım ve revizyonla mümkün olacağını savunuyor.

Esasen Peyami Safa tüm eser boyunca Samim üzerinden derin, uzun, fakat okuyan herkesin empatisine oldukça açık tiratlarıyla bir ütopyayı betimliyor. Bu ütopyanın ismi Simeranya.

Simeranya, Samim’in hayalinde kurduğu ve yaşattığı ideal bir diyar. Orada tüm mücadele, tüm yaşayış, tüm hayat uğraşıları insanların ruhunun ihtiyaçları üzerinden vuku bulur ve yine tüm faydayı insan ruhuna sağlar. Simeranya’da eğitim de, sanat da, sağlık da insan ruhunun hem ürünü hem üreticisidir.

Peyami Safa, Samim aracılığıyla kurduğu bu ütopyayı insanoğlunun gelecek asırdaki mefkûresi olarak betimliyor. Üst üste iki dünya savaşından çıkan yorgun, tedirgin ve yönünü kaybetmiş insanlığın geleceği için 1940’ların ortasından ta bir asır sonrasına kanca atıyor. Peyami Safa bu idealini hikayenin sonunda bir manifesto gibi haykırıyor;

Bırak şu maddeyi, boğ şu ölçü dehanı, doy şu matematik ve fizik tecessüsüne, kov şu kemiyet fikrini, dal kendi içine, koş kendi kendinin peşinden, bul onu, bul kendini, bul ruhunu, bul, sev, bil, an, gör, kendi içinde gör Allah’ını. Kendine dön, kendine bak, kendine gel. Ortaçağ papazında haklı olarak ayıpladığın dar kafalılığın anlayış sınırlarını daha fazla darlaştıran beş duyu idrakinin kapalı dünyası içinde kalma!

Peyami Safa, Yalnızız’da yine Samim aracılığı ile ikili ilişkiler üzerinden insan benliğini tahlil etmeye çabalıyor. Ona göre her insan; biri asıl, saf ve savunmasız, diğeri sahte fakat saldırgan iki alt benliğe sahiptir. Bu iki benliğin mücadelesi, insanın tüm davranışları, hissedişleri, yönelişleri üzerinde belirleyici olmaktadır. Bu iki alt benliğin mücadelesi, hikâye boyunca Meral karakteri üzerinden trajik bir akışla izleniyor.

Yalnızız, bir solukta okunacak bir romandan ziyade, Peyami Safa’nın çağın üstünde bir idealistlikle yarattığı dünyasını sindire sindire anlamamız gereken bir fikir deryası olarak karşımıza çıkıyor. Hikaye içerisinde karakterlerin birbirleriyle olan ilişkilerini alışılmış reaksiyonlarla değil, derin ruhi tahlillerle açıklayan Peyami Safa, okuyucusuna üzerine düşünmek için oldukça fazla fikri malzeme sunuyor.

Peyami Safa’nın hikâyecilikle fikirciliği ustalıkla harmanladığı, birini diğerine tercih ya da birini diğeri için kurban etmek hatasına düşmediği bu romanını metropolün materyalist fırtınalarına tutulmuş zihinlerin şifası için tavsiye ediyorum.

Murat Çınar
twitter.com/muratcnr

30 Mart 2017 Perşembe

Bir kitabın ismi ancak bu kadar yazarını işaret edebilir

Bir dostum kendini ele güne karşı borçlu hissetmemek için nasıl çözüm bulduğunu anlatıyordu. “Kimsenin bana iyilik yapmasına müsaade etmiyorum” diye özetlemişti bu dostumuz kendini minnet duygusundan korumanın yolunu. Minnet etmek insanı borçlu kılar. Karşısındaki insanda minnet duygusu oluşturmak ise yapılan iyiliği hükümsüz hale getirir.

Kimseye minnet etmeyen kişi aynı zamanda kimseye karşı taviz vermek, eğilmek ve yamulmak gibi omurga sorunları da çekmemiş olur. Minnet iyilik yapılanın boynunun borcudur. Bu borcun ağırlığı kişinin boynunu her gün biraz daha aşağıya doğru eğer.

Olursa şayet Allah’a karşı olmalıdır minnet ve de minnettarlık.

Önünde eğilmeye layık bir tek o vardır çünkü. Minnet duygularımızı harekete geçiren kişilerin karşısında Nesimî gibi söylemek lazım: “Har içinde biten gonca güle minnet eylemem / Arabi Farisi bilmem, dile minnet eylemem / sırat-ı müstakim üzre gözetirim rahimi / iblisin talim ettiği yola minnet eylemem.

Minnetsiz insanlar iyilik dilencisi değildirler. Erdemlerini menfaatleri karşılığında unutup değiştirmezler bu yüzden.

Şairlerin çoğu minnetsiz insanlardır.

Bir başka deyişle, minneti az mihneti çoktur şairlerin. Ne devlet kapısında beklerler ne de devletlu halkasında esas duruşa geçerler. Yağız Gönüler boşuna kitabına bu ismi vermemiş: "Minnet Eylemem". Bir kitabın ismi ancak bu kadar kitabın yazarını işaret edebilir. İkinci şiir kitabını çıkaran Yağız Gönüler edebiyatı ortamlardan bağımsız minnetsiz hayatına yoldaş edinenlerden. "Kırılınca Klarnet"te kendine özgü bir ses ve söyleyiş yakalayan Gönüler, ikinci kitabında da bu ses ve söyleyişin çıtasını yükseltmeyi başarmış. “Beyazları iliklenmiş gibiyim” diyen bir şair yolun bundan sonrasını bir başına kaybolmadan gidebilir demektir.

Yağız Gönüler tasannu ve artistliğe tenezzül etmeyecek, yolunun üzerine düşen alkışlara minnet etmeyecek denli hayatı kolaylaştıran dizeler yazıyor.

Hayat şiiri yormadığı gibi şiir de hayatı daha bir kolay kılıyor şu dizelerde: “Kaylule / Evine kat çıkan sahabeye selam vermeyen Resulün / Genellikle orta katları tercih eden utanası ümmeti / Kenefin hemen bitişiğinde ayakta duş yapan / Bir de evinde bereket arayan / Östrojeni ve testosteronuyla karar veren."

Yağız Gönüler’in "Minnet Eylemem" kitabında yer alan şiirler tek söyleyiş şiirleri. Yanlış saymadımsa şayet 31 şiirden oluşuyor. Bu sayı aynı zamanda 1986 doğumlu şairin yaşına tekabül ediyor. Her yaşa bir şiir düşüyor kitapta. Kendime yakın bulduğumdan mıdır nedir, Yağız Gönüler’in şiirlerinde en iyiyi bulmakta hep güçlük çekmişimdir.

Önceki kitapta da bu duyguyu yaşadım. Diğer şiirlerinden bağımsız bir tercih yapacak olursam, zarımı Yağız’ın "Akşam Ekmeği" şiirinden yana atabilirim. Hele yeni doğmuş oğul gibi şiirin son iki minik dizesini: "Oğlum oldu, uyandım / Akşam ekmeğine inandım."

Sevgili okur, şayet sen de minnetini mihnete çevirenlerden isen, akşam ekmeğine de inanmışlığın varsa hiç durma bu kitabı oku. Nerede mi bulabilirsin? Hemen söyleyeyim: Minnet Eylemem, Yağız Gönüler, İzdiham Yayınları, Ana Yayın Dağıtım, Cağaloğlu.

Hüseyin Akın
twitter.com/huseyinakin_
* Bu yazı daha evvel Millî Gazete'de yayımlanmıştır.

Batının Türklükle Müslümanlığı ayırma çabası hiç bitmeyecek

Bir zaman evvel Etyen Mahçupyan’ın Türkiye Cumhuriyeti Başbakan Başdanışmanı olarak atanmasından sonra Ebubekir Kurban’ın bir hatırlatması çınladı aklımda. Mahçupyan Türklükle İslamlığın birbirinden ayrılması gerektiğini ve bunun gelecek adına iyi bir şey olduğunu beyan etmişti bir vakit evvel. Gelecek kimin geleceği, iyi kimin iyisi? Bir sürü soru(n)lar…

İsmet Özel’in “La İlâhe’nin La’sı” başlıklı bir yazısı vardır. Bu yazı 2001’de Yeni Şafak’ta, 2001 ve 2003’te Millî Gazete’de yayımlandı. Daha sonra Şule Yayınları tarafından basılan “Başbaş Başbaşa Başabaş” adlı kitapta da yer aldı. Bu kadar önemli bir yazı mıydı? Sadece ilk cümlesi bunu ispat edebilir: “Bizi cehennem ateşinden kurtaracağına inandığımız söz “la” ile bir olumsuzlamayla başlar.

Önce Mahçupyan’a bu görüşü sebebiyle, sonra da Jenny B. White’a “Müslüman Milliyetçiliği ve Yeni Türkler” adlı kitabındaki Mahçupyan’a yakın görüşleriyle kocaman bir “La” demek gerekiyor. Çünkü dedikten sonra ben yine “La İlâhe’nin La’sı”ndan bir alıntıyla cevap vermek istiyorum: “Türklük benimsenen bir nitelik olarak söz konusu edildiğinde, tutulması vacip olan tarafın “gayri Müslim” taraf olmadığı aşikârdır. Gayr-i Müslimliğin Türklükle bağdaşmayacağı bedihidir. Hiçbir olayı, hiçbir değişimi, Müslümanlık lehine ve fakat Türklük aleyhine sonuç vereceği mülahazasıyla değerlendirmemiz mümkün değildir. Ters yönden gidilirse de yol kapalı. Yani herhangi bir olayın cereyan tarzının, herhangi bir değişimin gerekçesinin, Türklük için iyi; ama Müslümanlık için kötü sonuç vereceği de söylenemez. Söylenecekse La İlâhe’nin la’sı ancak tarihe ve topluma ilişkin gerçeklerin yükü altına girilerek söylenebilir. Türklük, ayrı; Müslümanlık ayrı diyenler, gerçekte hangi tarafı tuttuklarını saklamak isteyenlerdir.

İletişim Yayınları tarafından ilk baskısını Kasım 2013’te, ikinci baskısını da Şubat 2014’de yapan “Müslüman Milliyetçiliği ve Yeni Türkler” kitabı, Jenny B. White’ın Türk kimliğini bir yere oturtabilme gayretinin eseri. Yazar Türkiye’ye sadece oturduğu yerden (Amerika) bakmıyor, Türkiye’ye gelip bir takım cemaatler, örgütler ve insanlarla oturup konuşup tartışıyor. Bu kimseleri önceden planlayıp seçtiği kesin. Çünkü tüm bu söyleşileri yahut anketleri aynı kapıyı çalıyor: Türklük ayrı, Müslümanlık ayrı. Özellikle bazı tarikatlara bağlı kimselerin “Türklük umurumda değil, Müslümanım bu yeter, Türkiye’de doğmasam da olurdu, hem de güzel olurdu” sözlerini üstünü yağlaya ballaya aktarıyor White. Daha evvel yazdığı “Para ile Akraba: Kentsel Türkiye’de Kadın Emeği” (İletişim, 1999) ve “Türkiye’de İslamcı Kitle Seferberliği: Yerli Siyaset Üzerine Bir Araştırma” (Oğlak, 2007) ile birlikte bu kitabın da Amerika’da çok farklı disiplinlerde eğitim görmesine rağmen Türk toplumunu tanıttığı söylenen derslerde okutulduğunu belirtmek gerekiyor. Kitabın en ciddiye alınabilir tarafı bu. Çünkü sekiz bölüme ayrılan kitapta Amerikalı bir antropoloğun “İslam ve Millet”, “Korku Cumhuriyeti”, “Misyonerlik ve Başörtüsü”, “Melezlik Yasak”, “Cinsiyet ve Millet: Peçeli Kimlik”, “Tercihler ve Topluluk: Mavi Saçlı Kız” gibi popülerleşmiş fakat klişe yumağı haline dönüşmüş konular hakkında yazıları var. Her ne kadar açılışta İbn-i Haldun’un Mukaddime’sinden (1377) yapılan “İnsan atalarının değil, geleneklerin çocuğudur” gibi göz kamaştıran bir alıntı yer alsa da, giriş konusu olarak 2008’de Kırşehir’de yirmi lise öğrencisinin kendi kanlarından Türk bayrağı yapmaları seçilmiş. Kitabın hemen hemen her bölümünde bu konuya işaret edilerek bir taraftan anti-milliyetçilik diğer taraftan da anti-islamcılık yorumları yapıyor Jenny B. White. Ancak öğrencilerin bu eylemden iki ay evvel PKK ile çatışırken şehit olan yirmi askerimizden ne kadar etkilendiği, neden etkilendiği hakkında pek bir şey yok. Kitap hakkında çok küçük bir örnek olsa dahi bu not, yazarın milliyetçiliği irdelerken kemalizm ve başörtüsü arasındaki zikzaklardan sayfalar boyunca yararlanmasına (destek aramasına) sebep oluyor. Kitapta bölümler ilerledikçe Türk milletini neredeyse sadece oy kullanırken “harekete geçen” bireyler olarak gören White, hem AKP’yi hem de seçmenini milliyetçi-muhafazakâr olarak değerlendiriyor. Kitabın başlarında anti-kemalist olarak takdim edilen Erdoğan ve ekibinin gezi olaylarından sonra kemalistleştiğini vurguluyor. Bunu yaparken de Edhem Eldem’in 16 Haziran 2013’te New York Times’a verdiği (Turkey’s False Nostalgia) röportajından, son derece yerinde olan bir tespiti seçerek yapıyor: “Erdoğan’ın askerî vesayete karşı yıllardır sürdürdüğü başarılı mücadelesinin ardından onların yöntem ve stratejilerini canlandırdığını görmek rahatsız edici… Öncekilerin ordu eliyle yaptığını, şimdi o polis eliyle yapmaya çalışıyor.

Gallup’un 2013 yılındaki araştırmasına göre Türklerin % 35’i yaşam koşullarını “sefil” olarak nitelendiriyor. Bu oran, 2012 yılında ulaşılan % 18’in neredeyse iki katı. White, AKP seçmeninin büyük bir kısmını İslami burjuvazi olarak görerek, bu anket sonuçlarıyla birlikte yeni Türk milliyetçi kimliğinin İslami burjuvaziden ibaret olacağını düşünüyor. AKP’nin seçimiyle birlikte devlet ve ulus tanımlarının çok değiştiğini söylerken, bilhassa Ezgi Başaran’la yaptığı mülakatta bu durum açıkça görülüyor: “AKP bugün çoğunluk demokrasisi uyguluyor. Nedir bu? Biz kazandık, dolayısıyla siz bizim dediğimizi yapacaksınız. Beğenmiyorsanız bir dahaki sefere kendi hükümetinizi seçersiniz.”. Bu yorumuyla birlikte kitapta da görüleceği gibi White’a göre AKP tepeden inme, otokratik ve şiddet eğilimli bir yönetim anlayışına sahip. Sosyal mühendislik adı altında insanların yaşamlarına karışması, farklı kavramlarla yeni değerler yaratması, çıkabilecek her türlü kaos ortamına derhal “dış güçlerin oyunları” fikrinin bulaştırılması, süregelen statükoya karşı eleştirileri ise “ekonomik düzelme, halkın gelişen refahı ve güzelleşen şehirler” ile def etmesi cabası. Dikkat edilirse kitabın adından farklı olarak yoğun bir AKP eleştirisi de mevcut. 2013’te Princeton Üniversitesi’nin yayımladığı (Muslim Nationalism and the New Turks) bu kitap “Yeni Türkiye işte böyle olacak” dedirtmek için var gibi. Yüksek lisansını Hacettepe Üniversitesi’nde yapan White’ın hem milliyetçilik yaklaşımı çok eski ve klişe, hem de kitabın tarihi arka planı yok. Kavramlar, bugün Türkiye’de siyasilerin ağzından çıkanlar kadar eksik, sıkıcı ve klasik. White’ın Türkiye’de ve AKP’de gördüğü yeni milliyetçilik anlayışı, nüfusu aynılaştırma çabasında olan, tıpkı Osmanlı’nın “Pax Ottomana” stratejisi gibi her kültürü kendi içinde eriten bir yapıya sahip. Bunun dışında sınırların ihlali, namus, ahlak gibi kavramlarla birlikte Türklerin tabularının(?) hep aynı kaldığını düşünüyor. Laf arasında Türklüğü İslam’dan ayıran insanlarla yaptığı söyleşileri ise sık sık geçiriyor. 24 Haziran 2013’te Van Havaalanı’nın penceresinden gördüğü, halkın balkonlarına astığı Türk bayrağını İslam’la bağdaştırmıyor. “Ben burayı muhafazakâr bir çevre olarak düşünmüştüm” diye şaşırarak anlatıyor. Bayrağı sadece Kemalistlerin, ulusalcıların resmi tatillerde kullandığından ve İslamcıların bayrağı çok da önemsemediğinden bahsederek kitabını sonlandırıyor. Yani kitaba nasıl başlıyorsa öyle bitiriyor. Bayrağın sık kullanımını çok milliyetçi görüyor, fakat bir tarikat mensubunun “Türk olsam ne olur, olmasam ne olur, Müslümanlık yeter” demesinin yeni bir milliyetçilik anlayışı olup olamayacağını sorgulamakla derin bir araştırma yaptığına inanıyor.

White, İstiklâl Marşı’nı pek umursamamış gibi görünüyor. Kim bilir belki o da Kurt Vonnegut’a göre “Saçma sapan sözlerden ibaret olan” kendi ulusal marşlarındaki bayrak sentezini saçma buluyordur. Bu tip yazarlara bayrağın namus olduğunu söylemek ne kadar gülünç bir milliyetçilik anlayışı olacaksa, 1916’ya kadar Mekke Kalesi’nde dalgalanan bayrağın da Türk bayrağı olduğunu hatırlatmak o kadar “Osmanlıcılık” olacaktır. Oysa Osmanlı da Selçuklu da Mekke ve Medine’ye gelebilecek olası bir zarara misliyle karşılık vermek için Selçuklu ve Osmanlı idi. Kâbe’sinin hakkını gözetmeyen bir milliyetçilik tutumunun olsa olsa Orta Asya ile Kemalizm arasında bir “Ka’be Arab’ın olsun, Çankaya bize yeter” sakızından başka bir şey olmayacağını White’a hatırlatmak gerekir. Zira Türkiye “yeni” falan da değildir; dinine de, tarihine de, vatanına da, milletine de partisiz sahip çıkabilecek çok eski bir halka sahiptir. Türkiye’nin gücü mâzîdedir, yeni ve güçsüz olan sadece “Yeni Türkiye” kavramı ve sürekli yenileştirilmeye geliştirilmeye dolayısıyla yok edilmeye çalışılan karman çorman bir milliyetçilik söylemidir.

White’a “Eski Türkiye”nin eserlerine kulak vermesini hararetle öneririm. Çünkü orada Türk’ün diniyle dilinin ne kadar beraber olduğu apaçık ortadadır. Mesela Eşrefoğlu Abdullah Rûmî “Seni sevmek benim dinim imanım / İlâhi, dîni imandan ayırma” demiş. Sonra bu söz bir Hatay türkümüzde “Şu karşıki dağda kar var duman yok / benim sevdiğimde din var iman yok” diye yer edinmiş. Türk de tıpkı dili gibi yalın, temiz ve acımasız olduğundan “Dinden imandan habersiz olmak” diye bir atasözü bırakmış bu topraklara.

Yağız Gönüler

28 Mart 2017 Salı

Devlet ve doğadan koparılan insan

Modern devlet ve onun icbar ettiği yönetim anlayışı, hiç şüphe yok ki insanın yaşama biçimini de değiştiriyor. Bu değişiklik; yönetilenin yani insanın doğadan kopmasına ve dolayısıyla hem bedenini hem de ruhunu unutmasına yol açıyor. Henry David Thoreau’nun (1817-1862) küçük ölçekli fakat iri taneli iki makalesi olan “Sivil İtaatsizlik” ile “Yürümek”, Aykut Örkop’un çevirisi ve Zeplin Kitap etiketiyle Eylül 2014’te okuyucuya takdim edildi. Thoreau’nun 1854’te yayınlanan başyapıtı Walden, Amerikan düşünce tarihini etkilemesini biraz da Sivil İtaatsizlik (CivilDisobedience, 1849) makalesine borçludur. Zira bu makale, ödemeyi reddettiği vergi sebebiyle Thoreau’nun hapishanede geçirdiği bir gecede yazılmış, çok sonra Gandhi’nin dahi en büyük ilham kaynaklarından biri haline gelmiştir. Thoreau’nun fikirlerinden etkilenen isimler arasında Tolstoy ve Martin Luther King de zikredilebilir, keza eserlerinde bilhassa devlet ve yönetim anlayışlarında yazarın bu makalesinden feyz aldıkları dikkatli okuyucuların yakalayabileceği bir husus.

İki bölüme ayrılan kitabın ilk bölümü Sivil İtaatsizlik adlı makaleyi oluşturuyor. “En iyi devlet, en az yöneten devlettir” düsturunu içtenlikle kabul ederek makalesine başlayan Thoreau, bu cümlenin ikinci kısmını “hiç yönetmeyen devlettir” şeklinde değiştirerek, insanoğlunun buna her daim hazır olduğuna ve sahip olması gereken devletin de bu olduğuna kanaat getiriyor. Amerikan devleti üzerinden eleştiri yaparak tüm devlet rejimlerini ciddiyetle eleştiren yazar, devletin tamamıyla halk için çalışabileceğini, amiyane tabirle huzur vermesinin şart olduğunu ve insanın yaşamına asla karışmaması gerektiğini anlatıyor. Devletlerin insanları rahatlıkla ve başarıyla aldatabildiğini, hatta tüm insanlığı kendi çıkarları uğruna nasıl kullanabileceğini henüz o yıllarda gösterdiğine inanan yazar, “doğru ve yanlışın ne olduğuna çoğunluğun değil, vicdanın karar vereceği bir devlet var olamaz mı?” sorusuyla, bir vicdan devletinden söz eder. İnsanın da vicdanını kaybetmemesi gerektiğini ve fakat bir kanun koyucuya da vicdanını teslim etmemesi gerektiğini söyler: “Daha önce defalarca söylendiği üzere, bir kurumun vicdanı yoktur; ancak vicdanlı insanların oluşturduğu bir kurumun vicdanı olur.

Thoreau’nun tezlerinden biri; kanuna karşı duyulan yaygın ve aşırı saygının, tüm bu kanunların insanın yaşamını altüst edecek bir niteliğe bürünmesine sebep olduğunu yönünde. Kanunların insanı azıcık dahi olsa iyi biri haline getireceğini düşünmeyen yazar “en iyi niyetliler bile kanuna duydukları saygı yüzünden, her gün türlü adaletsizliğe alet olurlar” diyerek aslında günümüz dünyasındaki faili meçhul cinayetlere ve polis şiddetine de dikkat çekiyor. Bu adaletsizliğin iyi bir insanı dahi devlet tarafından düşman görülmesine götüren bir yol olduğunu savunan yazar, bilgeliğin ve soyluluğun formülünü kendince şöyle özetler:

“Ben soylu biriyim, varlıklı olamayacak kadar
Başkasının yaveri olmayacak kadar soyluyum
Ya da yararlı bir hizmetkâr ve araç olmayacak kadar
Yeryüzündeki herhangi hâkim bir devlete”

Bugün hiçbir insan Amerikan devletine karşı düzgün bir şekilde davranamayacağını söyleyen yazar “köleliğin devleti” olarak gördüğü bu politik organizasyonu bir anlığına dahi olsa kendi devleti saymaz.Jean Baudrillard, “Sessiz Yığınların Gölgesinde” adlı eserinde oy kullanma mekanizmasının ve medyanın büyük bir simülasyon olduğunu yazar. Henry David Thoreau da bu fikri yüz yıl evvelinden şu şekilde belirtmiş kitabında: “Oy vermek, içinde birazcık ahlak bulunan, doğru ve yanlışla, ahlaki sorularla oynayan bir oyundur; tıpkı dama veya tavla gibidir ve doğal olarak bahis de bu oyuna eşlik eder… Akıllı bir insan, doğru olanın gerçekleşmesini şansın insafına bırakmaz ya da çoğunluğun kudretiyle gerçekleşmesini dilemez. İnsan yığınlarının eylemlerinde çok az erdem bulunur. Çoğunluk, olur da köleliğin kaldırılması yönünde oy kullanırsa; bu, köleliğe karşı ilgisiz olmaları ya da kaldırılacak pek az bir kölelik kalması nedeniyle olur. O zaman köle olan yalnızca kendileri olur. Sadece, kendi oyuyla kendi özgürlüğünü temin edecek kişinin oyu köleliğin kalkmasını hızlandırabilir.

Bir yasa, eğer bir insanı başkasına yapılan bir haksızlığın aktörü yapıyorsa, “yasaları çiğneyin gitsin” der yazar. “Bırakın hayatınız bu makineyi durduracak bir karşı sürtünme olsun” diyerek de pasifliğin hiçbir şey getiremeyeceğini belirtir. İnsanın yapması gereken her şeyden önce lanetlediği bir mekanizmanın, haksızlığın, adaletsizliğin aktörü olmamasıdır. Bunun için de önce insanın ellerinin temiz olup olmadığını kontrol etmesi gerekir zira kirli ellerle bir şeyi temizlemeye çalışmak, kirli olanı tüm alana yaymayı kolaylaştıracaktır. Haksız ve adaletsiz bir yönetim anlayışı karşısında insanın söyleminin de sert, keskin ve tavizsiz olması gerektiği yazarın temel üslup düşüncesidir. Zira “insan ancak kıymet bilen ve hak eden ruhlara karşı nezaket gösterir” ona göre.

Thoreau, hapishane serüveninden bahsederken hiç gocunmaz ve “İnsanları adaletsiz bir şekilde hapishanelere tıkan bir devletin hükmü altında yaşayan adil bir insanın bulunması gereken tek yer”de olduğunun bilincinde, fikirlerini aktarmaya devam eder. Özgür bir insanın, köle-devletinde onuruyla bulunabileceği tek yer olarak düşündüğü hapishaneden, insan ve para konusunda da çağımızı çok ilgilendiren fikirlerini sunar: “Eğer para kullanmadan yaşayan insanlar olsalardı, devlet onlardan para talep etmek konusunda tereddüde düşerdi… Para bir insanla arzuladığı nesneler arasına girdiğinde, o nesneleri o insan adına alır ve bunu başarmak da büyük bir erdem değildir… Araç dediğimiz şeyler arttıkça, yaşamın olanakları orantılı olarak azalır. Bir insanın zengin olduğunda kendi kültürü için yapabileceği en iyi şey, yoksulken tasarladığı planları gerçekleştirmeye çalışmasıdır.

Hz. Ebu Hureyre’den (r.a) naklolan bir hadis-i şerifte Resul-i ekrem (a.s); “Üç kişi vardır ki, Allah (c.c) kıyamet gününde onlarla ne konuşur, ne onlara nazar eder, ne de onları günahlarından arındırır, onlara elim bir azab vardır… Sırf dünyevi bir menfaat için bir imama biat eden kimse; öyle ki, dünyalıktan istediklerini verirse biatında sadıktır, vermezse sadık değildir.” buyurmuştur. Bu hadisi burada nakletmemize sebep olan Thoreau fikirlerinden biri de insan ile iktidar arasındaki ilişkiye dair:

“Ailemiz gibi davranmalıyız ülkemize
Eğer bir an olsun yabancılaşırsak ona
Onu onurlandıracak olan sevgimize ve gayretimize
Riayet etmeli ve ruhumuza öğretmeliyiz
Vicdan ve inanç meselesini
Ve uzak durmalıyız çıkarcılık ile iktidar arzusundan”

Kitabın ikinci bölümünü, yazarın “Yürümek” adlı makalesi teşkil ediyor. Devletin insanla toprak arasına nasıl girdiğini sorgulayan Thoreau, bu makalesinde özellikle insanın bir bedene ve ruha sahip olduğunun farkında olmadığını düşünüyor. Buna sebep olan etkenleri de mekanikleşme, kentleşme ve elbette otomobil olarak sıralıyor. İnsanın kendi doğasından uzaklaşır uzaklaşmaz öleceği, bütün iyi şeylerin yabani ve özgür olduğunu belirten yazar günümüz otomobil çağına sesleniyor: “Günümüzde otomobil, bedeni milyonlarca insan için neredeyse gereksiz hale getirmiştir.” (Mustafa Kutlu’nun şu teklifini de unutmayalım: Otomobilleri sokaklardan atmalıyız.)

Yürüyüş bir insan için temel ihtiyaçtan da öte. Lakin günümüzde yürüyüş yollarını bir kenara bırakalım, maalesef parklar, bahçeler, ormanlık alanlar insanların ulaşamayacağı yerlere sıkışmış vaziyette. İnsanın yürüyüp nefes alacağı bölgeye gidene kadar kullandığı araçlar, çevreyi görüntü anlamında yoruyor, biyolojik anlamda ise sömürüyor. Çevre kirliliği, aşırı yakıt tüketimi ise cabası. Ağır iş koşullarını unutup, insanın tefekküre muhtaç oluşunun farkına varması ve kendi halinde bir yaşama olan açlığını karşılamasını yürüyüşe bağlayan Thoreau bu konudaki fikirlerini şöyle dile getiriyor:

- Yürüyüşçü zaman açısından zengindir, saatlerini harcama lüksüne sahiptir. Kendi saatlerinin efendisidir.

- Yürüyüşçü yürüyüş sırasında dünyaya bakışını derinleştirir, bedenini yeni koşulların içine sokar.

- On gün birisiyle yürümek, on yıl onunla birlikte yaşamak demektir. (Burada Lütfi Bergen’in “Dostluk, yürürken belirginleşen bir şeydir” sözünü de hatırla(t)mak gerekiyor.)

David Le BretonJean-Jacques Rousseau ve Robert Louis Stevenson gibi büyük yürüyüşçüler arasında sayılan Henry David Thoreau insanlara “bir deve gibi yürümelisiniz” çağrısını yapıyor. Devenin yürürken uzun uzun düşünen tek hayvan olduğunu belirtiyor.

Resul-i ekrem (a.s) yürürken yorulduğu zaman adımlarını uzun atar, böylece hem yorgunluğu azalır, hem daha çok yürüme keyfi alır, hem de daha lezzetli bir tefekkür ânı yaşarmış. Öte yandan Yunus Emre’nin (k.s) de “Ben yürürem yane yane / aşk boyadı beni kane / ne akilem ne divane / gel gör beni aşk neyledi” zikrini hatırlamamız mümkün.

Yürümek” adlı makalesinde yazarın yürüyüş esnasında çevreyi betimlemesi, doğayı yorumlaması ise okuyucu için ayrıca bir keyif. Şimdiki zamanda dahi yaşamaya vaktimizin olmadığını, geçmişi hatırlamaya mecalimizin kalmadığını acı bir şekilde o yıllardan seslenen yazar; akıp giden hayatın bir ânını bile kaybetmemiş olan kişinin bütün ölümlülerden daha fazla kutsanmış biri olarak görülmesi gerektiğini söylüyor.

Yaşadığımız bu utanç ve tiksinti veren çağı bir madene benzetiyorum. Ama emek olmayan, ter olmayan, dürüstlük olmayan, kapkara bir madene. Bu madende hepimiz ne ürettiğini bilmeyen azgın birer tüketici ve doyasıya borçlu bir işçi gibiyiz. Çalıştıkça aldığımız nefesi ânında borç olarak geri veriyoruz. İçimize yaşamın tadını, kanaati ve şükrü çekemiyoruz. Çile çekiyoruz bu madende. Hiç aydınlanmayan bir maden bu çağ. Kendi bataklığımızda kendimizi batırıp sürünüyoruz.

Çok umutsuz olabilir lakin bu çağda ben dünya sistemi ile yürüyüş üzerine düşünemiyorum. Ne zaman düşünmeye çalışsam aklıma bir Neşet Ertaş türküsü gelip oturuyor, hiç de yerinden kalkmıyor:

“Yürü durma yürü yolundan olma
Eğlenip bir yerde kalmayan dünya
Zaten ben garibim anadan doğma
Garibin gönlünü bilmeyen dünya.”

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Dönemecin sonunda bizi bekleyenler

İnsanın içi ve dışı hakkında sayfalarca yazı yazılabilir. Benim içim ve dışım hakkında ise söyleyecek tek sözüm var. Testinin içindeki neyse dışındaki o değildir: testinin içi akışkandır, dışı bu akışkanlığı zapt etmek için taş kesilmek zorundadır.

Testi dâhil her nesneye, olaya başka bir açıdan, başka bir gözle bakmaya çağırır yazar Ayşegül Genç. “Taş kesilmek zorunda” olanların ezberini bozacak hayli şaşırtıcı satırlar arasında dolaşırken Ölü Serçe Dönemeci’nin sırrına ermeyi teklif ediyor Genç.

Tuhaf şey ölürken güneşle konuşmak… Yatay duran geveze bir günebakana dönüşüyorum.

Bir filolog titizliğinde dua etme usûlüne işaret eden karakter, korkuyla hayatını gözden geçirme talimleri ediyor.

“Bilmek bazen yatılı gelen misafir gibidir.” 

Nasıl sahici ev sahibi olunacağına dair, ipuçları yakalamak isteyenlerden söz ediyor Genç.

Eksik ibadetlerden, öbür dünyadan, kocaman saraylar umanlardan, “bir mıh kadar sabit, bir çivi kadar güdük bir hayatı” sırtında taşıyanlardan bahsediyor. “İmtihan bitti" noktasını irdelerken, bu noktadan öncesini Meryem, Sümeyye, Leyla, Halit diyor. Filistin, çekilen acılar, İskender, edilen dualar, merhamet, intikam, aşk, direniş, işkence derken; terörizmle romantizm arasındaki ilişkiye parmak basıyor. Bir kız çocuğunun gözünden namazlarını hiç aksatmayan bir ablanın naif resmini çiziveriyor bu romanda. Farklı, çarpıcı, hareketli bir anlatımla Ölü Serçe Dönemeci’nde yazar Ayşegül Genç okuru farklı mecralara davet ediyor.

Oysa gerçek âşık gizlidir! Hakiki âşıksan podyumda yürür gibi dolaşmazsın! Dışın virane gibi görünür ama içindeki köşkün en yüksek burcunda kim oturur kimseye söylemezsin! Derdi de şifayı da ayırt etmek aklına gelmez. Bu yüzden seni dertsiz sanırlar.” 

Şüheda ile nasıl âşık olunacağını anlatırken, ‘ifşa edilmeyen’ bir durumun altını çiziyor romanda. Hakiki âşık olunma, yoluna baş koymuşlardan dem vuruyor. Herkesin başaramadığı, incelikler isteyen bir yolculuk bu: “İşsiz değil, kariyersiz değil, okulsuz değil. Annesiz! Şu bir zamanlar küspe olan toprağa başımı gömsem anlayabilir miyim bunu, kızıl köpüklü ırmaklara atsam kendimi anlayabilir miyim? Vallahi hayır, anlayamam! Bir çocuk ölümü ters lale gibi nasıl taşınır derununda?

Gösterişten uzak, samimiyete giden yolu anlatıyor romanında. Durmaları durdurabilenlere sesleniyor adeta: “Sülalesinde var olan yetimi gurabayı görmeyip de yetimhaneleri turistik geziye çıkmış gibi gezen insanlarla, hayır-hasenat işlerini hafta sonu aktivitesine dönüştürenlerle meselem.

Yazar, kitabının ilk baskısını 2013 yılında olan Ölü Serçe Dönemeci, ikinci baskısını 2016 yılında Okur Kitaplığı ile gerçekleştirdi. Anlatı, deneme ve roman türündeki eserleriyle Ayşegül Genç, gelecek vadeden kalemlerden. Roman okurlarına itinayla sesleniyor.

Meral Afacan Bayrak
twitter.com/tarcnckmaz

27 Mart 2017 Pazartesi

Bir gencin en tekinsiz zamanları

Anlatmak” niçin yetmiyor, anlatıyor olmayı niçin yetersiz görüyoruz ki fazladan misyonlar bekliyoruz anlatılardan? Hâlbuki dışarıdan yüklenmiş görevler anlatıyor olmayı zedelemekle kalmıyor anlatılana da zarar veriyor bir noktadan sonra. “Sanat, sanat içindir; sanat toplum içindir” gibi iyiden iyiye klişeleşmiş, bir tekerlemeye dönüştürülmüş ikilemden bahsetmiyorum. Benim ifade etmeye çalıştığım anlatmanın merkezi öneminin bir kenara bırakılıp biçimsel denemelerin bir amaç haline gelmesinin hikâyenin “insansızlaştırılmasına” sebep olması. Evet, yepyeni biçimler ortaya konabilir ama “insansız” kalmak bir yanıyla da “hikâyesiz” kalmaktır. Emine Batar, yepyeni bir biçem denemiyor ve yine de ortaya yepyeni bir kitap koymayı başarıyor. Çünkü yenilik sadece “biçeme” ilişkin bir nitelik değildir. Yeni bir karakter de olabilir, varolan karakterlerden kurulan yeni bir ağ da edebiyat için yeniliktir. Mesela Don Kişot'u dönemi için yeni kılan devam edegelen şövalye romanslarını yepyeni bir ironi ve hikâye ile anlatmasıdır. Yenilik, Don Kişot için sonraki yüzyıllarda da bitmeyen bir özellik olmuşsa bu, yazıldığı döneme cevap vermekten ibaret bir eser olmasından kaynaklanır ki bu elbette farklı bir yazının konusudur.

Gelelim Emine Batar'ın “Islıkla Çağrılan”ına… Sıcak, samimi, nümayişsiz ve çarpıcı bir kitap “Islıkla Çağrılan”. Evet, kimi atraksiyonlarla göz boyamıyor kitap boyunca. Yalınlıkla basitlik arasındaki farkı net bir şekilde gösterebileceğimiz bir kitap olmuş Emine Batar'ın uzun hikâyesi.

Bir gencin en tekinsiz zamanlarını anlatılıyor “Islıkla Çağrılan”. Ergenlik zamanını. Büyüdüğü ama olgunlaşmadığı, bütün dengelerinin bozulduğu dönemi. Yoksul bir ailenin tek umudu olan; zeki, duyarlı, yetenekli ama sorunlu bir delikanlı. Kitap yüzeyde sıradan görünen kişilerin başına gelen hiçbiri fevkalade olmayan olayları anlatıyor. Ancak öyle bir anlatıyor ki ister istemez kendini okutan bir hikaye olarak karşımıza çıkıyor “Islıkla Çağrılan”. Hikâyeyi okutan asıl “” dilde ve üsluptaki akıcılık ve yalınlığı sebebiyle ilk bakışta fark edilmeyen derinlik. Evet, biz okurlar hep bulanık sularda derinlik vehmediyor, berraklığı kimi zaman sığlık, yüzeysellik sanıyoruz. “Islıkla Çağrılan” ise bu evhamı tekzip eden bir metne sahip.

Kitabın yürürlüğe koyduğu tek tekzip de bu değil. Kitap konu itibariyle bıçak sırtı bir denge üzerinde ilerliyor. Kolayca “kötü” yazılmaya elverişli bir temaya sahip. Zira herkesin bir şekilde içinden geçtiği ergenlik dönemi; duygusallığa, nostaljiye, pişmanlığa veya suçlamaya düşerek kolayca kötü hikâye nesnesine dönüşebilir. Kötü ana-babalar, anlaşılmayan masum gençler metinde cirit atar ve metin okurun gözlerinin önünden geçip gider. Emine Batar, bunların hiçbirini yapmıyor.

Ne mi yapıyor? Öncelikle vurgulamam gerekir ki “Islıkla Çağrılan”, bir suçlama yahut savunma kitabı değil. Dengeli bir anlatımı var. Ne genci pohpohluyor ne de ana-babayı şeytanlaştırıyor. Okurla karakterler arasına eleştirel bir mesafe de bırakıyor. Okur hiçbir karakterle yüzde yüz özdeşleştirmiyor kendisini, tamamen de yabancılaşmıyor. Bütün bunlar Emine Batar'ın yazarlık hanesine eklediği artılar.

Emine Batar kendisiyle internette www.edebistan.com sitesinde yapılan bir röportajda söylediklerini “Islıkla Çağrılan”ın esbabı mucibesi olarak görmek mümkün. “Genellikle küçük insanların öykülerini anlattım. Küçük yaşantıların içinde büyük acılar, yalnızlıklar, kırgınlıklar vardır. Nereye gitseniz benzeriyle karşılaşırsınız. Parasını almaya çalışan işçiyi, ezber yapamayan çocuğu, ailesini özleyen genci, önemsenmeyen bir kızı, hiç aşık olamamış bir kadını… Aşina olduğumu anlatmak bana daha sahici geliyor. Yaşamak siyasettir zaten. Siyaseti belli bir düşünceye, belli bir zümreye ait bir kelimeymiş gibi görmeyi kabul etmiyorum.

Aile, okul, gencin bir süre çalıştığı marangozhane… Mekânlardan ziyade diyaloglarla ilerleyen; yüzleşmelere, iç ve dış muhasebelere yer veren bir kitap “Islıkla Çağrılan”. Gencin yazdığı şiirler, hikâye içinde laf olsun diye değil akışı güçlendirsin diye tasarlanmış mısralar. Her mısra, metnin bulunduğu kısmında anlatıma katkıda bulunduğu için orada yer yer alıyor.

Yazı boyunca kitapta anlatılan olaya dair bir ipucu vermemeye çalıştım. Çünkü her ne kadar sürprizli bir hikayesi olmasa da kitaptaki “edebiyat tadını” bu metne dâhil edemeyeceğim için beyhude bir çabaya girmemeye çalıştım. Ancak bu noktada, bir okur olarak şahsi tecrübemi ifade edebilirim. Emine Batar'ın okuduğum ilk kitabı “Islıkla Çağrılan” idi ve kitap bana ilk iki kitabını da alma isteği uyandırdı. “Islıkla Çağrılan”ı okumak hayatıma bir yazar daha katmış oldu böylece.

Suavi Kemal Yazgıç
twitter.com/suavikemal

26 Mart 2017 Pazar

Ebedî iyiliğin mümkünlüğü üzerine

"İyimserlik, insanın kötü bir durumdayken her şeyin iyi olduğunu ileri sürmek çılgınlığına tutulmasıdır."

Orijinal adı Candide, ou l'Optimisme olan, ünlü Fransız aydınlanma filozofu, oyun yazarı Voltaire’in (1694-1778) pikaresk türündeki meşhur romanıdır. Voltaire, yaşadığı dönemde çağını, ülkesini, bazı kurumları, kiliseyi ve dogmalarını eleştirdiği, aynı zamanda fikir özgürlüğünü savunduğu için Fransız Devrimi’nin oluşmasında adı sayılan en önemli kişi olarak gösterilmiştir.

Voltaire’in, 1759 yılında kaleme aldığı bu roman, her biri diğeriyle uyumlu, bağlantılı bir şekilde otuz bölümden oluşan, hiciv türünün örneklerini kapsayan, felsefi bir yoğunluğa sahiptir. Eserin, 1756 yılında büyük Avrupa Devletleri arasındaki sömürge ve hegemonya çatışmasıyla başlayan ‘7 Yıl Savaşları’ içerisinde olması da yine onu mühim kılan özellikler arasında değerlendirilmesine sebep olmuştur. Roman, Leibniz’in kötülük problemiyle ilgili ortaya attığı çözüm üzerine Voltaire’in satirik bir silsile biçiminde, açık ve akıcı bir dille konuyu ele almasıyla oluşmuştur. Kabaca kitabın ana temasını ‘Kötülük Problemi ve Leibniz’in Teorisi’ bağlamında belirleyebiliriz.

Ahlak argümanlarının başında gelen sorunlardan “Kötülük Problemi”ni daha detaylı olarak izah edersek; bu problem, ateist filozofların ileri sürdükleri teolojik sorunlardır. Doğal kötülükler (deprem, sel vs.) ve bireyden kaynaklanan kötülükler olmak üzere ikiye ayrılır.

Bunu etraflıca işleyen ilk filozof Epikür’dür. Ona göre, Tanrı madem iyi ve adildir, peki dünyada neden bu kadar kötülük vardır? Nasıl oluyor da mutlak anlamda iyi olan Tanrı, bu kötülüğe müsaade ediyor? Kötülük problemini ele alan bir diğer filozof ise D. Hume’dur. Hume, "Tanrı’nın gücü her şeye yetiyor da bu kötülüklerle baş edemiyor mu? O halde Tanrı’nın her şeye gücü yetmez. Yoksa gücü yetiyor da engellemek mi istemiyor? O zaman mutlak olarak iyi bir varlık değil. Tanrı hem güçlü hem de kötülükleri ortadan kaldırmaya niyetli iyi bir varlıksa nasıl oluyor da bu kadar kötülük ortaya çıkabiliyor?" gibi birçok sorularla kafasını bu sorun üzerine kurcalamıştır. Ortaçağda insan, bulunduğu yerin görevini bilmezse ortaya kötülükler çıkar. Ortaçağ filozoflarından Augustinus da insanın doğuştan günahsız olarak yaratıldığını, kişinin özgür seçimiyle kötüye ulaşıp günaha girdiğini, haliyle iyiliğin yokluğunda çıkan bu şeyin Tanrı’dan değil insanın bizzat kendisinden kaynaklandığını belirtmiştir, ki bana da en yakın gelen, bu Hristiyan öğretisine uygun olan görüştür. Aynı probleme başka bir çözüm getiren Leibniz’e göre ise, içinde yaşadığımız bu dünya mümkün olan dünyaların en iyisidir.

Sivri diliyle aristokratik çevrenin ilgisini çekmeyi başaran Voltaire, J.J.Rousseau’nun insanın doğuştan iyi bir doğasına sahip olduğu, zamanla kurtlaştığı, kötüleştiği düşüncesine karşı çıkarak bir çatışmaya girmiş, hedef tahtasına Leibniz’i oturtarak, bunu kitaptaki Martin kahramanı üzerinde kendi fikirlerini göstermeye çalışırken; karşısına da Pangloss karakterine Leibniz’i yerleştirerek bir nevi fikir atışmasını okurlara sunmuştur.

Olayın asıl kahramanı, kelime karşılığı saflık, iyilik, iyimserlik anlamlarına gelen ‘Candide’ Vestfalya’da Baron Thunderten Tronckh’un şatosunda yaşayan bir gençtir. O, kitap boyunca hep iyiyi arayan kişi olarak karşımıza çıkar. "Ey, dünyaların en iyisi neredesin?" diyerek diyar diyar gezmiş ve en iyiyi bulmaya çalışmıştır. Şatoda Baron’un kızı Cunegonde’a âşık olmuş ve bu yüzden Hz. Adem’in yasak elmayı yeyip cennetten kovulması gibi, Candide de memnu sevdaya tutulduğu için şatodan ayrılmak zorunda kalmıştır. Her şeyden bihaber olan Candide, Leibniz düşüncesinin temsilcisi diyeceğimiz hocası Pangloss ve buna karşıt görüşlü Martin ile dünya turuna çıkmıştır.

Leibnizci bir iyimserliği benimseyen Pangloss, "olası dünyaların en iyisinde bütün olaylar birbirine bağlıdır" diyerek dünyanın yaşanacak iyi bir yer, olabilecek dünyaların en iyisinin de Baron’un şatosunun olduğunu; içinde mevcut olan kötülüklerin ise insana ait arızi bir şey olduğunu yani evrende reel olarak kötülüğün varlığını reddederek Candide’i de bu şekilde eğitmeye çalışmıştır. Çünkü o, Leibniz’in belirttiği gibi tabiatta hem doğal hem de yapay bir kötülüğün olmadığını, bunların ancak insanların işlediği günahlardan ötürü Tanrı’nın onlara yaptığı birtakım uyarı alameti olduğunu düşünmüş ve benimsemiştir. Kötülüğün kötü bir şeyden ibaretliğini yok sayarak; aksine insanın olgunlaşıp, kemale ermesine meydan veren, iyiliğe katkıda bulunan, iyiliği anlamayı sağlayan, bilakis kötülüğü, iyiliğe hizmet eden unsur olarak bir kefeye koymuştur. Farazi kötülüğün olmadığı bir dünya düşünüldüğünde; o zaman da iyinin ve yapılan iyiliklerin herhangi bir ehemmiyetinin kalmayacağını belirtmiştir. Çünkü sebepsiz sonucun, nedensiz hiçbir şeyin olmadığı gibi evrende var olan her şeyin de bir gayesi vardır. Yani kötülük varsa onun bir amacı da beraberinde yaratılmıştır. O da iyinin değerini ortaya koymak içindir. O halde yapılan her şeyin en iyi amaç taşıdığı bir gerçektir.

Leibniz, tüm bunların yanında ‘sanatsal analoji’ diye bir tanım ortaya atarak, bu bağlamda dünyayı bir sanat eseri olarak düşünmeye başlamıştır. Büyük resimde beliren karanlık noktaları ve gölgeleri bir kusur olarak görmemiş; onları merkez sahada beliren aydınlığın, güzelliğin, iyiliğin habercisi olarak nitelendirmiş, kötülüğü de aynı şekilde bir yere oturtarak bu kanıya varmıştır.

Voltaire ise tam bu devrede araya girmiş, sanatsal analojiye karşı çıkmış ve karanlıklarla gölgelerin koca bir leke olduğunu söylemiştir. Voltaire Leibniz’in kötülük problemiyle ilgili ortaya koyduğu argümanlarla kitap boyunca Martin kılığında dalga geçmiş ve onun felsefesini alaycı bir üslupla çürütmeye çalışmıştır. Leibniz’in mükemmel olarak tasvir ettiği, düşler ülkesi olan Eldorado’nun bir ütopyadan ibaret olduğunu, Leibniz’in burada Tanrı’yı sınırlandırdığını belirterek eleştirmiştir. Ona göre Tanrı istese daha iyi olan başka bir dünya yaratabilir. Bu yüzden Leibniz gibi düşünmenin toplumu kaderin razılığına ittiğini, bunu aşmanın ilk basamağının da hâlihazırdaki dünya sisteminin daha iyisinin mümkünlüğünü kabul etmekle oluşacağını öngörmüştür. Kitaptan bir diyalog alıntısıyla durumu izah etmeye çalışırsak:

"Dünya’nın başka hiçbir yerinde bilinmeyen, doğası bizimkinden bambaşka görünen bu ülke acaba neresi? diye soruyorlardı. Candide, burası herhalde her şeyin en iyi olduğu ülke olacak; çünkü elbet böyle bir ülke vardır. Hem üstat Pangloss ne derse desin, ben Vestfalya’da her şeyin çoğu zaman bir hayli kötü olduğunun farkına varmıştım’’ diye düşünüyordu. Eldorado’da her şey gerektiği gibi verildiği için Tanrı’ya hiç dua edilmez; çünkü O’ndan isteyecek ekstra hiçbir şey yoktur. O’na devamlı şükredilir. “Dostumuz Pangloss, Eldorado’yu görmüş olsaydı artık T. Tronckh şatosunun dünyanın en iyi yeri olduğunu söylemezdi; şu kesin ki insan yolculuk yapmalı!"

Seyahat ederek bu kanıya varan Candide Almanya, Hollanda, Portekiz, Amerika, Fransa İtalya ve son durak Türkiye’ye gitmiş, gittiği her yerde türlü türlü musibetlerle karşılaşmış ve birçok felaketi iyimserliğinden bir şey kaybetmeyerek umut dolu bir halle atlatmıştır. Çünkü Candide’e her zaman öğüt veren, herkesin bu dünyada eşit haklara sahip olduğunu söyleyen Pangloss, öğrencisini hep iyiye yöneltmekle yetiştirmiştir. Her şeyin iyi olduğu düşüncesi onun Türkiye’deyken karar değiştirmesine sebep olmuştur. Bunun müsebbibi ise ona, "bahçemizi yetiştirelim" sözü ile hayatın anlamını sorgulatan bir derviştir. Candide:

"Ey Pangloss! Sen böylesine bir facianın olabileceğini hiç düşünmemiştin; artık olan oldu; sonunda senin iyimserliğinden vazgeçmem gerekecek!"

Zaten hep bir arayışta olan Candide için yaşam, iyice felsefi alanın sorgulama sahasına girmiştir. Bu zamana kadar boşa yaşadığını düşünmüş ve aklını başına alarak, hikâyede adı geçen karakterlere iş bölümünde bulunarak görev dağılımı yapmıştır. Böylece herkes en iyi bildiği işi yaparak, bahçeyi yetiştirmiş ve kahramanlar, kendi bahçelerine bakma aydınlığına erişmişlerdir.

"Bahçemizi yeşertmek gerektiğini biliyorum, Pangloss haklısınız. Çünkü insanoğlu cennet bahçesine onu işle diye konuldu. Bu da insanın dinlenmek için yaratılmadığını gösterir" diyen Candide aslında kovulduğu cennet gibi şatoyu aratmamak için bu bahçeyi işleyerek cennete dönüştürmek niyetindedir. İnsanın hiçbir yerde rahat edemediğine inanan Martin ise "fazla düşünmeden çalışalım; bu, hayatı dayanılır kılan tek çaredir," diyerek bu zamana kadar iyi düşündüklerini, buraya kadar hep deneye yanıla geldiklerini, artık bu saatten sonra tek bir amaç uğruna çalışmanın makul bir iş olduğunu vurgulamıştır. Çünkü çalışmanın olduğu yerde ahlaksızlık, yoksulluk ve can sıkıntısı bertaraf olur.

Hikâyede her şeyin mükemmel olduğunu anlata anlata bitiremeyen Pangloss’a Anababtist Jacques adlı karakter şöyle karşılık vermiştir: "İnsanlar da doğayı biraz bozmuş olmalılar. Çünkü insanlar kurt doğmadıkları halde kurt olmuşlar. Tanrı onlara ne yirmi dörtlük top ne de süngü verdi. Oysa onlar birbirlerini yok etmek için süngüler, toplar yaptılar…" Bu pasaj, beni Muhammed İkbal’in "Çöl Lalesi" isimli eserindeki Allah ile İnsan arasındaki konuşmaya götürdü:

Allah
Ben tüm dünyayı su ve topraktan yaptım
Fakat sen İran’ı, Tataristan’ı ve Etiyopya’yı yarattın.
Ben dünyanın derinliğinden demiri getirdim,
Fakat sen bu demirden kılıç, ok ve tabanca yaptın.
Bahçedeki ağaç için balta yaptın
Ve bir kafes, bülbül için.

İnsan
Sen geceyi yarattın, lambayı yapan benim,
Çamuru sen yarattın, kâseyi yapan benim.
Çölleri, dağları ve vadileri yarattın,
Bahçeleri, çayırları ve parkları yapan benim
Benim bir taşı cama çeviren,
Bir zehirden tatlı bir şarap yapan benim.

Pangloss, ara sıra Candide’e olası dünyaların en iyisinde bütün olaylar birbirine bağlıdır, diyordu. Yani Matmazel Cunegonde’un aşkı uğruna güzel bir şatodan kovulmasaydın, engizisyonun işkencesine uğramasaydın, yaya olarak bütün Amerika’yı dolaşmasaydın, Eldorado ülkesinden aldığın bütün koyunları yitirmeseydin şimdi burada turunç reçeliyle fıstık yiyemezdin, diyerek zahmet olmadan rahmetin olamayacağını söylemek istemiştir. Candide’in bu zamana kadar çektiği sıkıntılara karşı sebatkar olması, yılmaması ve umudunu her daim koruması ulaştığı hakikatin tadına varması açısından büyük önem arz etmektedir. Hayatın ta kendisi böyle değil midir zaten?

Betül Uludoğan
twitter.com/_naze_nin