"İttihatçılar vardı hilâl bıyıklıydılar
Sustasına basılmış birer çakıydılar."
- Attilâ İlhan
"Silindir gibi geçti tarih üzerimizden
Doğru, bir bir kayıtlardan silindik
Ama tarih, bir yandan, başımıza gelirken
Bir yandan bizler tarihi değiştirdik."
- Roni Margulies
Ülkemizde yıllardır değişmeyen bir şey varsa o da İttihat ve Terakki üzerine yazmanın, düşünmenin, eser üretmenin riskli oluşudur. İttihatçılara dair yapılacak müspet bir yorum başınızı fena hâlde derde sokabilir. Bu cesaret gerektiren yolun sonu masonluğa, dinsizliğe ve hainliğe dahi çıkabilir. Tüm bu seviyesizliğin programını oluşturanlar padişahları gönüllerinde birer puta çevirir, bir imparatorluğun sonunun gelmesinden üç beş kişiyi mes'ul tutar yahut bugünkü siyasi, iktisadî ve hatta edebî ne kadar sıkıntımız varsa topyekun İttihatçıların üzerine yıkar. Elbette günümüzün bol diriliş ruhlu popüler tarihçiliği ve her yerinden hamaset akan nostalji özleminden İttihat ve Terakki ekibi de nasibini alacaktır. Yok olan her şeyimiz "Talat, Cemâl, Enver üçlüsü" ve onların arkadaşlarına mâl edilir. Böylece hepimiz son iki yüz yıldır geçirmekte olduğumuz zihni felçlerin, bilinç sıkıntılarının ve yozlaşmış fikirlerimizin sorumluluğundan da kurtulmuş oluruz. Öyle mi? Öyle değil.
Tek bir tarihi kişi üzerine giden kitapların riski; bir cemiyeti, partiyi yahut devri anlatan kitapların riskiyle kıyaslandığında çok daha düşük kalır. Özellikle İttihat ve Terakki dönemine dair yaptığı titiz araştırmalarla tanınan Hakan Boz bu riski üstlenerek hem üç tarihi kişiliğin önderliğini yaptığı bir cemiyeti, hem yakın siyasi tarihimize damga vurmuş bir partiyi, hem de bir devri "Bayrak Kalpak Revolver: İttihat ve Terakki Cemiyeti" adıyla dosya hâline getirmiş. Son dönemin güzide düşünce dergilerinden İhtimal Dergisi'nin yayınevi ise basmış. 352 sayfalık bu kitapla bir araya gelen yazarlar şöyle: Orhan Koloğlu, H. Raşit Yılmaz, Erol Cihangir, İlyas Kara, Nevzat Artuç, A. Baran Dural, Mustafa Yiğit, Afşin Efkarlıoğlu, M. Emin Elmacı, H. Bahar Aşçı, R. Bülent Şenses, Erol Akcan, Ercan Uyanık, Oğuzhan Yücel, İkbal Vurucu ve Fahri Türk.
Önsözde Hakan Boz, "ideolojik yargıların bir kurbanı olan" İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin esasen Sina Akşin'in ifadesiyle cumhuriyetin fışkırdığı bir kaynak olarak görülmesi gerektiğini de vurgularken aslında bir savunma yapmıyor. Gayet haklı olarak Türk siyasi hayatına nice aktör ve fikir kazandırmış bu dönemin yeniden ama farklı biçimlerde yorumlanmasının Türk sosyal bilimine bir katkı sağlayabileceğini düşünüyor. Hatta önsözde okuduğumuza göre bu dönemin kaynak kitabını yazmış isimlerinden Feroz Ahmad'ın da aslında dosyada yer alacağını fakat yoğunluğu sebebiyle bunun mümkün olmadığını belirtmesi de hem heyecan hem üzüntü verici. Keşke kısmet olsaydı, okuyabilseydik. Lakin Prof. Dr. Feroz Ahmad kitabın arka kapağına düştüğünü notta önemli bir noktaya temas etmiş: "Derin analizlerin yer aldığı bu kitabıni yararlı ve akıcı bir şekilde modern Türkiye'nin temellerini anlamak isteyenlere yardımcı olacağını düşünüyorum."
II. Abdülhamit'in 32 yıllık saltanatıyla başlayan kitap bir kere okunmayı değil zaman zaman ilgilen konuya dair sakince okunmayı hak ediyor. Bu tip kitapların okuyucu tarafına göre pratik oluşunun sebebi de bu. Öte yandan bir kişi yahut cemiyete, döneme dair okumalar yaparken farklı zihinlerin fikirlerinden yararlanmak için de editoryal kitaplar daha makul oluyor. İzlenen yol elbet bir yere çıkıyor. "Bayrak Kalpak Revolver" yolunu izleyen okuyucular Enver'in Trablusgarp'taki rolünden Bâb-ı Âli'ye sefertasıyla giden bir başbakan olan Talat Paşa'ya; Cemal Paşa değerlendirmelerinden İttihat ve Terakki ideologu olarak Ziya Gökalp'e, cemiyetin Kürtler arasındaki ilişkisinden sosyoekonomik boyutlarıyla kapitülasyonların geldiği noktaya; İttihat ve Terakki'nin millî iktisat düşüncesinden Osmanlı ordusundaki ıslahatların 1883-1918 dönemine yansımalarına; dönemin paramiliter gençlik kuruluşlarından 1908-1918 arası eğitim reformlarına, Yeni Türkiye'deki tarih savaşlarından "Elveda Güzel Vatanım" kitabının eleştirisine dair çok boyutlu bir okuma yapabilecekler.
Netice-i kelam; İttihat ve Terakki döneminin farklı kaynaklardan ve farklı yazarlardan, fikir adamlarından yeni düşünceler ve önerilerle yeniden okunması gerekiyor. Tekrar tekrar yapılacak okumalar bizi daha farklı pencereler vasıtasıyla yeni yollara, yeni pratiklere açabilir. Hakan Boz'un editörlüğünde İhtimal Dergisi Yayınları'nca neşredilen "Bayrak Kalpak Revolver", bu amaçla ortaya çıkmış bir dosya-kitap. Okuyucusunun ve üzerine düşünen beyinlerin bol olmasını temenni ediyorum.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
16 Ocak 2017 Pazartesi
Özgürlüğün, onurlu duruşun simgesi: Muhammed Ali
İnsan, annesini, babasını, yerini, yurdunu, teninin rengini, ismini seçemiyor dünyaya gelirken. Kendini seçemiyor, belirleyemiyor. Hayat ne sürprizler hazırlayacak, nerelerde sevindirecek, üzecek, nerelerde teselli edecek bilemiyor. Yaşaya yaşaya, göre göre, anlaya anlaya kendini buluyor. Kendi amaçlarını, hedeflerini, çizgilerini belirliyor. Hayatın ona sundukları karşısında bir mücadelenin içine giriyor. Ya da savruluyor. Cassius Clay, bir siyahî olarak dünyaya gelmiş olmanın kendisine neler getireceğini bilmeden büyümüştü. Teninin renginin diğerlerinden farklı olduğunu anlamaya başladıkça dışlandığını gördü. Onu dışlayanlarla arasındaki fark, yalnızca ten rengi değildi. Cassius Clay, seven bir kalbe sahipti. İnsanları seviyor, sevgiyle bakıyordu. Kendisini ve diğer siyahîleri dışlayanlarla ten farkından daha koyu bir farkla ayrılıyordu, vicdan ve merhamet sahibi olmakla.
Tamer Korkmaz’ın kaleme aldığı Benim Adım Ne kitabı, Müslüman olduktan sonra Muhammed Ali olarak ismini değiştiren bir boksörün öyküsünü anlatıyor. Dünya ağır sıklet boks şampiyonunun yaşamı, roman tadında okura sunuluyor. Kitap, Muhammed Ali’nin hayatının mottosu hâline gelen o cümleyle açılıyor: “Kelebek gibi uçacak, arı gibi sokacaksın!”. Tamer Korkmaz, kendisine ait olan bir saatle Muhammed Ali’nin yaşamını ilişkilendirerek giriş yapıyor: “Uzun yıllardır çalışmıyor: Bir ‘Parkinson Hastası’ gibi sessiz!”. Daha bu sayfadan okuru meraklandırmayı başarıyor. Bu biyografik kitabın yazılma fikri, Hece Yayınları’nın sahibi Ömer Faruk Ergezen’den çıkmış. Korkmaz, Muhammed Ali’nin biyografisini yazmayı kendine vicdanî bir borç olarak nitelendiriyor.
Muhammed Ali, spor ile yaşamın gerçeklerini birleştirmeyi başarmış. Çıktığı her müsabakaya bir görev bilinciyle çıkmış. Ezilenlerin, horlananların hakkını almak, onları savunmak için kötülüğü savar gibi yumruklamış. Başarısını her maç öncesi dua ettiği Allah’tan bilmiş. Her maç öncesi kaçıncı rauntta maçı alacağına dair kehanette bulunan Muhammed Ali’nin rakibine mısralarla sataşacak kadar da şairliği vardır. Zaferle çıktığı bir maçın ardından başarısını soran gazetecilere verdiği şu cevap, onun alicenaplığını gösteriyor: “Bu bir boksörün zaferinden çok topluma karşı kazanılmış manevî bir zaferdir.”
İnsan yaptığı işle hemhâl olur, kılığı, kıyafeti, yaşantısı giderek yaptığı işin kisvesine bürünür. Bir dövüş sporcusunun kibar, anlayışlı, sade bir yaşam sürmesi, bencil olmaması ve en önemlisi de sevgi ile anılması dikkate değer bir şeydir. Muhammed Ali, yaşantısında, yumruklarını sevgiye dönüştürmüş, insanları incitmemeye çalışmış. “Ali’ye baktığımda sevgiyi görüyorum. Muhammed Ali, sevgiden ibarettir.”
Benim Adım Ne kitabı, bir insan özelinde Batı’nın İslâm’a ne gözle baktığını anlatıyor. Batı’nın İslâm’ı ve Müslümanları hazmedememesinin yeni bir şey olmadığını anlıyoruz. Batı’nın İslâm’ın anlaşılmasındaki en büyük engel olduğunun ayırdına varıyoruz bir kez daha. Hiçbir alanda Müslümanlara tahammülü olmayan Batı, Muhammed Ali’ye de ambargo koymuş, onun şampiyonluğunu gasp etmiş. Gazeteler, Ali’ye hakarette sınır tanımamış. Özgürlükten, sevgiden, saygıdan, barıştan en çok bahseden Batı, Müslümanların başarısı karşısında adeta bir yamyama dönüşüveriyor. Bu tavır evvelden de böyleydi, ne yazık ki bugün de böyle. Değişen, dönüşen, ilerleyen Batı, vahşi tavrını bir türlü değiştiremiyor. Muhammed Ali’nin zaferleri karşısında Batı, âdeta işini gücünü bırakıp dört koldan Ali’ye saldırmış, onu psikolojik olarak çökertmek istemiş. “Boksun mafyanın elinde olması, Siyah Müslümanların elinde olmasından daha iyidir.”
Sorgulayan, merak duyan insan, ömrü boyunca kendini arar, benliğini tanımaya çalışır. Varoluşunun anlamlı bir sebebi olduğunu bilir. Varoluşunu ezecek, çiğneyecek, gasp edecek ne varsa onunla mücadele eder. Var olmanın kendisine verilmiş bir hak ve emanet olduğunu düşünür. Cassius Clay iken Hristiyanlığı terk edip Muhammed Ali ismini alan boksör, kimliğini, kişiliğini, varlığını İslâm’la tanıştıktan sonra bulmuştur. İnsan istediğini seçmekte özgürdür, yeter ki onurunu kaybetmesin. Muhammed Ali, sözleriyle, yaptıklarıyla, başarıları ve başarısızlıklarıyla özgürlüğün, onurlu duruşun simgesi olmuştur. Irkçılığa karşı başkaldırmış, insanlar arasındaki tek farkın Allah’a olan bağlılıkta olduğunu göstermiştir. Müslüman siyah ya da beyaz değildir. Güzelliği dış görünüşünde değil, içinin dışına yansıdığı yerdedir. Müslüman, kaba, kırıcı, dökücü, zorba değildir. Muhammed Ali, ringe her çıkışında bunu göstermeye çalışmış, ringin dışındaki yaşamında da Beyaz Amerika düzeninin kirli zihniyetiyle mücadele etmiştir. “… öncelikle Siyah Müslüman değil, Müslüman! Müslüman olmasaydım, hayatım çok daha zor olurdu. Entegrasyona zorlanırdım, bir kurşuna kurban gidebilirdim, ölmüş bile olabilirdim!”
Benim Adım Ne, Müslüman olmanın insana verdiği değeri anlatıyor. Bir mücadelenin öyküsünü anlatan kitap, günümüzdeki İslâm algısına, Derin Amerika’nın kirli oyunlarına dair de ipuçları veriyor.
Hatice Ebrar Akbulut
twitter.com/haticebrarakblt
* Bu yazı daha evvel dunyabizim.com'da yayınlanmıştır.
Tamer Korkmaz’ın kaleme aldığı Benim Adım Ne kitabı, Müslüman olduktan sonra Muhammed Ali olarak ismini değiştiren bir boksörün öyküsünü anlatıyor. Dünya ağır sıklet boks şampiyonunun yaşamı, roman tadında okura sunuluyor. Kitap, Muhammed Ali’nin hayatının mottosu hâline gelen o cümleyle açılıyor: “Kelebek gibi uçacak, arı gibi sokacaksın!”. Tamer Korkmaz, kendisine ait olan bir saatle Muhammed Ali’nin yaşamını ilişkilendirerek giriş yapıyor: “Uzun yıllardır çalışmıyor: Bir ‘Parkinson Hastası’ gibi sessiz!”. Daha bu sayfadan okuru meraklandırmayı başarıyor. Bu biyografik kitabın yazılma fikri, Hece Yayınları’nın sahibi Ömer Faruk Ergezen’den çıkmış. Korkmaz, Muhammed Ali’nin biyografisini yazmayı kendine vicdanî bir borç olarak nitelendiriyor.
Muhammed Ali, spor ile yaşamın gerçeklerini birleştirmeyi başarmış. Çıktığı her müsabakaya bir görev bilinciyle çıkmış. Ezilenlerin, horlananların hakkını almak, onları savunmak için kötülüğü savar gibi yumruklamış. Başarısını her maç öncesi dua ettiği Allah’tan bilmiş. Her maç öncesi kaçıncı rauntta maçı alacağına dair kehanette bulunan Muhammed Ali’nin rakibine mısralarla sataşacak kadar da şairliği vardır. Zaferle çıktığı bir maçın ardından başarısını soran gazetecilere verdiği şu cevap, onun alicenaplığını gösteriyor: “Bu bir boksörün zaferinden çok topluma karşı kazanılmış manevî bir zaferdir.”
İnsan yaptığı işle hemhâl olur, kılığı, kıyafeti, yaşantısı giderek yaptığı işin kisvesine bürünür. Bir dövüş sporcusunun kibar, anlayışlı, sade bir yaşam sürmesi, bencil olmaması ve en önemlisi de sevgi ile anılması dikkate değer bir şeydir. Muhammed Ali, yaşantısında, yumruklarını sevgiye dönüştürmüş, insanları incitmemeye çalışmış. “Ali’ye baktığımda sevgiyi görüyorum. Muhammed Ali, sevgiden ibarettir.”
Benim Adım Ne kitabı, bir insan özelinde Batı’nın İslâm’a ne gözle baktığını anlatıyor. Batı’nın İslâm’ı ve Müslümanları hazmedememesinin yeni bir şey olmadığını anlıyoruz. Batı’nın İslâm’ın anlaşılmasındaki en büyük engel olduğunun ayırdına varıyoruz bir kez daha. Hiçbir alanda Müslümanlara tahammülü olmayan Batı, Muhammed Ali’ye de ambargo koymuş, onun şampiyonluğunu gasp etmiş. Gazeteler, Ali’ye hakarette sınır tanımamış. Özgürlükten, sevgiden, saygıdan, barıştan en çok bahseden Batı, Müslümanların başarısı karşısında adeta bir yamyama dönüşüveriyor. Bu tavır evvelden de böyleydi, ne yazık ki bugün de böyle. Değişen, dönüşen, ilerleyen Batı, vahşi tavrını bir türlü değiştiremiyor. Muhammed Ali’nin zaferleri karşısında Batı, âdeta işini gücünü bırakıp dört koldan Ali’ye saldırmış, onu psikolojik olarak çökertmek istemiş. “Boksun mafyanın elinde olması, Siyah Müslümanların elinde olmasından daha iyidir.”
Sorgulayan, merak duyan insan, ömrü boyunca kendini arar, benliğini tanımaya çalışır. Varoluşunun anlamlı bir sebebi olduğunu bilir. Varoluşunu ezecek, çiğneyecek, gasp edecek ne varsa onunla mücadele eder. Var olmanın kendisine verilmiş bir hak ve emanet olduğunu düşünür. Cassius Clay iken Hristiyanlığı terk edip Muhammed Ali ismini alan boksör, kimliğini, kişiliğini, varlığını İslâm’la tanıştıktan sonra bulmuştur. İnsan istediğini seçmekte özgürdür, yeter ki onurunu kaybetmesin. Muhammed Ali, sözleriyle, yaptıklarıyla, başarıları ve başarısızlıklarıyla özgürlüğün, onurlu duruşun simgesi olmuştur. Irkçılığa karşı başkaldırmış, insanlar arasındaki tek farkın Allah’a olan bağlılıkta olduğunu göstermiştir. Müslüman siyah ya da beyaz değildir. Güzelliği dış görünüşünde değil, içinin dışına yansıdığı yerdedir. Müslüman, kaba, kırıcı, dökücü, zorba değildir. Muhammed Ali, ringe her çıkışında bunu göstermeye çalışmış, ringin dışındaki yaşamında da Beyaz Amerika düzeninin kirli zihniyetiyle mücadele etmiştir. “… öncelikle Siyah Müslüman değil, Müslüman! Müslüman olmasaydım, hayatım çok daha zor olurdu. Entegrasyona zorlanırdım, bir kurşuna kurban gidebilirdim, ölmüş bile olabilirdim!”
Benim Adım Ne, Müslüman olmanın insana verdiği değeri anlatıyor. Bir mücadelenin öyküsünü anlatan kitap, günümüzdeki İslâm algısına, Derin Amerika’nın kirli oyunlarına dair de ipuçları veriyor.
Hatice Ebrar Akbulut
twitter.com/haticebrarakblt
* Bu yazı daha evvel dunyabizim.com'da yayınlanmıştır.
14 Ocak 2017 Cumartesi
Tutkuyla geçen bir yılı okumak
"Futbol insanları birleştirir. Bu, her yerde böyledir; ama Dortmund'da uç noktada yaşanır. Bu da, bu kitapta harika bir biçimde açığa çıkıyor."
- Sebastian Kehl
Avrupa futboluna bir şekilde merak sarmış ve devamında yoğun biçimde ilgilenmiş herhangi bir futbol severin Borussia Dortmund'u es geçmesi mümkün değildir. Bu takım renkleriyle, formalarıyla, oyuncularıyla, stadıyla ama en önemlisi de taraftarıyla her zaman ilgi çekmiş fakat hiçbir zaman marka olmamış, endüstriyel futbol karşısında elinden geldiğince tutkuyu ön plana çıkarmış bir takım. Belki de bu yüzden kulüp denemiyor; takım, hatta ekip deniyor. Tutkunun renkleri, tutkunun taraftarları ve nihayet tutkunun takımı: Borussia Dortmund. Kısaca, BVB.
Efsane teknik direktörleri Jürgen Klopp'un Dortmund'daki son sezonu (2014-15) oldukça sıkıntılı geçmişti. Takım uzun bir süre küme düşme hattında ve yakınlarında bocalamış, Şampiyonlar Ligi'nde beklenilenden çok uzak bir performans göstermiş, Almanya Kupası finalinde ise Wolfsburg'a 3-1 yenilmişti. Borussia Dortmund, Bundesliga'da sezonu 46 puanla 7. sırada tamamlayabilmişti. Dolayısıyla bir sonraki sezonda Avrupa Ligi üçüncü ön eleme turuna katılma şansını kazanmakla avunmuştu. 2008-2015 yılları arasında Dortmund'da teknik direktörlük yapan Kloop, takımının başında toplam 318 maça çıktı; 179 galibiyet, 69 beraberlik, 70 mağlubiyet gördü. Kazanma ortalaması %56.3 olarak Liverpool'un başına geçti. Dortmund'dan önceki kariyerinde ise Mainz 05'i yönetmiş, %40.4 galibiyet ortalaması tutturmuştu. Kloop'un şimdilik kariyeri boyunca kazandığı kupalar şöyle: 2 Bundesliga şampiyonluğu (2010-11 ve 2011-12), 1 DFB Pokal şampiyonluğu (2011-12) ve 2 DFL-Supercup şampiyonluğu (2013 ve 2014). Bunların dışında 2011 ve 2012'de Almanya'da yılın teknik direktörü de seçildiğini belirtmek gerekir.
Neden bu kadar Klopp'u anlattım? Aslında uzun da değil, kariyer özeti. Kitap Klopp temelli olmasa da onun vedası çok yoğun biçimde hissediliyor. Moritz Rinke'nin editörlüğünde hazırlanan "Oyunu Okumak: Sarı-Siyah Bir Yıl", Almanya Yazarlar Milli Takımı'nın bir yıl boyunca tribünlerden Dortmund'a eşlik edişinin yazıya dökülmüş hâli. Hepsi farklı takımlara gönül vermiş yazarlar için benzersiz bir deneyim olsa gerek. Özellikle de böylesine hazin bir sezona denk geldiğini düşünürsek: Jürgen Klopp'un Borussia Dortmund'a vedası, büyük kaptan Sebastian Kehl'in futbola vedası, küme düşme korkusu ve tüm bunlara karşın BVB'nin o efsane tribünü Duvar'ın asla yılmaması, asla vazgeçmemesi, asla takımını yalnız bırakmaması. (You'll Never Walk Alone!)
İthaki Yayınları'nın neşrettiği bu kitabı okumak Dortmund'un bir futbol maçını izlercesine keyifli. Levent Konça'nın Almancadan titiz çevirisi ve Tim Dinter'in harika illüstrasyonları da eklenince maç bitsin istemiyorsunuz. Tan Morgül'ün sunuş yazısında söylediği gibi: "Kitapta, yazar Marius Hulpe pek güzel bir alegori yapıyor: "Borussia bir kadın olsaydı, 20'li yılların Berlin'indeki histerik kabare sanatçılarından biri olurdu; sabahları ölümüne kederli, akşamları gökyüzüne doğru hafifmeşrep çığlıklar atar halde." Bu güzel pası kaçırmıyor ve ben de kendimce devam ediyorum: Peki ya Borussia erkek olsaydı? Herhalde Zollern maden ocağında çalışan işçi, şair ve devrimci Eugène Pottier olurdu; sabahları ocağın karanlıklarında kömür tozuyla nefeslenen, akşamları Dortmund sokaklarında şiirlerini haykırır bir halde... Bu arada komünarlar (Dortmundlu oyuncular), Zafer Sütunu'nu (Bayern Münih) yıkıyor olurdu."
Kitabın sonsözünü ise oyunculardan Sebastian Kehl söylüyor. Futbolcuların eli kalem tutanını görmek hem bir okuyucu hem de bir futbol sever için tarifsiz. Öyle güzel betimlemeleri var ki emektar kaptanın, şaşmamak mümkün değil. Bunlardan biri şöyle: "Buraya, Dortmund'a, bu stada geldiğinizde, gözlerinizi Güney'e çevirdiğinizde, stadın sallanışını ve tutkuyu hissettiğinizde olan şey tam da budur. Gerçek aşk, size de bulaşabilir."
Kehl'in anlatımı karşısında şaşkınım. Tam da futbol sezonunun ara verdiği döneme denk gelen bu okumam beni neredeyse kahredecek. Çok özlediğimi hissediyorum, televizyonda maç özeti arar hâle düşüyorum. Derken çok sıkı bir paragraf daha geliyor: "Akılda kalan, insanlarla aranızdaki bağdır. Paylaşılan acılar ve sevinçlerdir. BVB, bir istatistik değil, bir duygudur. Bu olmasa, işin sportif kısmının da pek bir önemi olmazdı. Kimse farkına varmadıktan sonra, bir galibiyetin ne değeri olurdu ki? Ve işin sportif kısmı -oyun- bu yazılara vesile olsa da, bu kitabın odağında daima taraftarın, seyircinin, insanların hikâyeleri yer alıyor..."
Son olarak, kitapta 2015 sezonunda Dortmund'dan ayrılıp Paderborn'a transfer olan, dolayısıyla bu dramatik sezonu BVB formasıyla geçirmiş Oliver Kirch'in de Sıfır Noktası başlıklı güzel bir yazısı bulunuyor. Kitabın bitişinde editör Moritz Rinke'nin Jürgen Klopp'la yaptığı kısa söyleşi ise futbol tarihi için güzel notlar barındırıyor. Rinke, "Futboldan neler öğrenilebilir?" diye sormuş, Klopp ise şöyle yanıtlamış: "Futbolun zirvesinde, bahanelerin pek hükmü yoktur. Futbol son derece dürüsttür. Bu da şu anlama gelir: Her şeyi yaparsın ve bunun karşılığını mı alacağın, yoksa yanlış günde yanlış rakibe çattığın için canına mı okunacağı kesin değildir. Futbolcular, eleştiriyle çok iyi başa çıkabiliyor. Gündelik yaşamdaki insanlar sanırım öyle değil. Gazeteciler! Gazeteciler eleştiri yaparken sözlerini hiç sakınmaz, her şeyi yazabilir; ama sen içlerinden birine," Baksana, on beş yazını okudum ve hiç yazamadığın dikkatimi çekti" desen, çöker."
"Hayatım onsuz kesinlikle daha kolay ama asla bu kadar güzel olmayacak olan takımıma çok teşekkür ederim" diyerek kitabın bitiş düdüğünü çalıyor Rinke. Evet, tutkusuz belki daha kolay yaşanır ama tutkuyla daha güzel yaşanır. Futbol da en güzel tutkulardan biridir...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
- Sebastian Kehl
Avrupa futboluna bir şekilde merak sarmış ve devamında yoğun biçimde ilgilenmiş herhangi bir futbol severin Borussia Dortmund'u es geçmesi mümkün değildir. Bu takım renkleriyle, formalarıyla, oyuncularıyla, stadıyla ama en önemlisi de taraftarıyla her zaman ilgi çekmiş fakat hiçbir zaman marka olmamış, endüstriyel futbol karşısında elinden geldiğince tutkuyu ön plana çıkarmış bir takım. Belki de bu yüzden kulüp denemiyor; takım, hatta ekip deniyor. Tutkunun renkleri, tutkunun taraftarları ve nihayet tutkunun takımı: Borussia Dortmund. Kısaca, BVB.
Efsane teknik direktörleri Jürgen Klopp'un Dortmund'daki son sezonu (2014-15) oldukça sıkıntılı geçmişti. Takım uzun bir süre küme düşme hattında ve yakınlarında bocalamış, Şampiyonlar Ligi'nde beklenilenden çok uzak bir performans göstermiş, Almanya Kupası finalinde ise Wolfsburg'a 3-1 yenilmişti. Borussia Dortmund, Bundesliga'da sezonu 46 puanla 7. sırada tamamlayabilmişti. Dolayısıyla bir sonraki sezonda Avrupa Ligi üçüncü ön eleme turuna katılma şansını kazanmakla avunmuştu. 2008-2015 yılları arasında Dortmund'da teknik direktörlük yapan Kloop, takımının başında toplam 318 maça çıktı; 179 galibiyet, 69 beraberlik, 70 mağlubiyet gördü. Kazanma ortalaması %56.3 olarak Liverpool'un başına geçti. Dortmund'dan önceki kariyerinde ise Mainz 05'i yönetmiş, %40.4 galibiyet ortalaması tutturmuştu. Kloop'un şimdilik kariyeri boyunca kazandığı kupalar şöyle: 2 Bundesliga şampiyonluğu (2010-11 ve 2011-12), 1 DFB Pokal şampiyonluğu (2011-12) ve 2 DFL-Supercup şampiyonluğu (2013 ve 2014). Bunların dışında 2011 ve 2012'de Almanya'da yılın teknik direktörü de seçildiğini belirtmek gerekir.
Neden bu kadar Klopp'u anlattım? Aslında uzun da değil, kariyer özeti. Kitap Klopp temelli olmasa da onun vedası çok yoğun biçimde hissediliyor. Moritz Rinke'nin editörlüğünde hazırlanan "Oyunu Okumak: Sarı-Siyah Bir Yıl", Almanya Yazarlar Milli Takımı'nın bir yıl boyunca tribünlerden Dortmund'a eşlik edişinin yazıya dökülmüş hâli. Hepsi farklı takımlara gönül vermiş yazarlar için benzersiz bir deneyim olsa gerek. Özellikle de böylesine hazin bir sezona denk geldiğini düşünürsek: Jürgen Klopp'un Borussia Dortmund'a vedası, büyük kaptan Sebastian Kehl'in futbola vedası, küme düşme korkusu ve tüm bunlara karşın BVB'nin o efsane tribünü Duvar'ın asla yılmaması, asla vazgeçmemesi, asla takımını yalnız bırakmaması. (You'll Never Walk Alone!)
İthaki Yayınları'nın neşrettiği bu kitabı okumak Dortmund'un bir futbol maçını izlercesine keyifli. Levent Konça'nın Almancadan titiz çevirisi ve Tim Dinter'in harika illüstrasyonları da eklenince maç bitsin istemiyorsunuz. Tan Morgül'ün sunuş yazısında söylediği gibi: "Kitapta, yazar Marius Hulpe pek güzel bir alegori yapıyor: "Borussia bir kadın olsaydı, 20'li yılların Berlin'indeki histerik kabare sanatçılarından biri olurdu; sabahları ölümüne kederli, akşamları gökyüzüne doğru hafifmeşrep çığlıklar atar halde." Bu güzel pası kaçırmıyor ve ben de kendimce devam ediyorum: Peki ya Borussia erkek olsaydı? Herhalde Zollern maden ocağında çalışan işçi, şair ve devrimci Eugène Pottier olurdu; sabahları ocağın karanlıklarında kömür tozuyla nefeslenen, akşamları Dortmund sokaklarında şiirlerini haykırır bir halde... Bu arada komünarlar (Dortmundlu oyuncular), Zafer Sütunu'nu (Bayern Münih) yıkıyor olurdu."
Kitabın sonsözünü ise oyunculardan Sebastian Kehl söylüyor. Futbolcuların eli kalem tutanını görmek hem bir okuyucu hem de bir futbol sever için tarifsiz. Öyle güzel betimlemeleri var ki emektar kaptanın, şaşmamak mümkün değil. Bunlardan biri şöyle: "Buraya, Dortmund'a, bu stada geldiğinizde, gözlerinizi Güney'e çevirdiğinizde, stadın sallanışını ve tutkuyu hissettiğinizde olan şey tam da budur. Gerçek aşk, size de bulaşabilir."
Kehl'in anlatımı karşısında şaşkınım. Tam da futbol sezonunun ara verdiği döneme denk gelen bu okumam beni neredeyse kahredecek. Çok özlediğimi hissediyorum, televizyonda maç özeti arar hâle düşüyorum. Derken çok sıkı bir paragraf daha geliyor: "Akılda kalan, insanlarla aranızdaki bağdır. Paylaşılan acılar ve sevinçlerdir. BVB, bir istatistik değil, bir duygudur. Bu olmasa, işin sportif kısmının da pek bir önemi olmazdı. Kimse farkına varmadıktan sonra, bir galibiyetin ne değeri olurdu ki? Ve işin sportif kısmı -oyun- bu yazılara vesile olsa da, bu kitabın odağında daima taraftarın, seyircinin, insanların hikâyeleri yer alıyor..."
Son olarak, kitapta 2015 sezonunda Dortmund'dan ayrılıp Paderborn'a transfer olan, dolayısıyla bu dramatik sezonu BVB formasıyla geçirmiş Oliver Kirch'in de Sıfır Noktası başlıklı güzel bir yazısı bulunuyor. Kitabın bitişinde editör Moritz Rinke'nin Jürgen Klopp'la yaptığı kısa söyleşi ise futbol tarihi için güzel notlar barındırıyor. Rinke, "Futboldan neler öğrenilebilir?" diye sormuş, Klopp ise şöyle yanıtlamış: "Futbolun zirvesinde, bahanelerin pek hükmü yoktur. Futbol son derece dürüsttür. Bu da şu anlama gelir: Her şeyi yaparsın ve bunun karşılığını mı alacağın, yoksa yanlış günde yanlış rakibe çattığın için canına mı okunacağı kesin değildir. Futbolcular, eleştiriyle çok iyi başa çıkabiliyor. Gündelik yaşamdaki insanlar sanırım öyle değil. Gazeteciler! Gazeteciler eleştiri yaparken sözlerini hiç sakınmaz, her şeyi yazabilir; ama sen içlerinden birine," Baksana, on beş yazını okudum ve hiç yazamadığın dikkatimi çekti" desen, çöker."
"Hayatım onsuz kesinlikle daha kolay ama asla bu kadar güzel olmayacak olan takımıma çok teşekkür ederim" diyerek kitabın bitiş düdüğünü çalıyor Rinke. Evet, tutkusuz belki daha kolay yaşanır ama tutkuyla daha güzel yaşanır. Futbol da en güzel tutkulardan biridir...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
11 Ocak 2017 Çarşamba
Şimdi kalplerimizi dinleme zamanı
Kalbin sustuğu, gönül ritminin bozulduğu zamanlardayız. Bilgimizin ve bilincimizin merkezi kalp değil artık. Aklın, nefsin arzularına gem vuran kalple düşünmek uzun zamandır gündemimizde yok. Kuru aklın, sıradan realitenin, sıkıcı gerçekliğin boyunduruğu altındayız. Kalbin söylediklerine, gönül makamına kulaklarımızı kapattığımızdan yaşadığımız dünya adeta bir kötülük kampına dönmüş gibi. Herkesin kendi menfaatini düşündüğü, kişisel çıkarın tek gerçeklik olduğu, gemisini yürütenin kaptan olduğu, kimsenin kimseyi düşünmediği bir dünyada kötülükten başka ne egemen olabilir ki? Söylediklerimize muhatap bulamadıktan, muhataplar dikkate değer görülmedikten sonra neyin değeri kalır ki? Kalpten kalbe giden bütün yollar kapandıktan sonra…
Kalbin zamanı diyor Kemal Sayar, Timaş Yayınları'ndan çıkan Şimdi Şehir İçin Kalbin Zamanı kitabında… Bu zamanı unuttuğumuzdan, kalbin zamanını yaşayamadığımızdan yağmurlar da, rüzgâr da kendi zamanlarını yitirdiler. Kalplerin kalplere değmediği, herkesin herkese yabancı olduğu bir gurbetteyiz adeta. Şehirler gönlümüzü ve ruhumuzu yoruyor. Hiç yaşamamış, çalışmamış yorgunlarız.
Şimdi Şehir İçin Kalbin Zamanı günümüzün kasvetli havasını dağıtmak için okunması gereken kitaplardan. Kitabın ismi popüler akımları, moda trendleri hatırlatsa da içeriği hiç öyle değil. Modern zamanların insanı nesneleştiren, değersizleştiren, yalnızlaştıran mantalitesine karşı derin isyan var. Bireyciliğin, benmerkezciliğin canına okunuyor adeta. Kitabın yazarı önemli bir psikiyatr olan Kemal Sayar. Kemal Bey, psikiyatr olmasına rağmen modern psikiyatri kuramlarını eleştiren biri. Mekanik bir anlayışa sahip bir psikiyatr değil. Kendisi aynı zamanda bir şair. Sözün sağaltıcı etkisine inananlardan. Sözün şifa, sesin şifa olduğuna inananlardan. Bizlere, baştan sona kötülüğün, umutsuzluğun kol gezdiği dünyamıza ve insanlığa kalbin zamanını hatırlatıyor. Evet, karamsar tablonun varlığını inkâr etmiyor ama bu tabloya esareti de kabullenmiyor. İnsan için dinlemenin ve işitmenin vazgeçilmezliğini yeniden vurguluyor. Kalbin zamanını yaşamanın, kalbi dinlemenin ve oradan sadır olacak kelimelerin ruhumuza dokunmasının gerekliliği ifade ediliyor. İyiliğin peşinde ömür geçirmeye, ulu bir nazarla bakmak insana, insan için kolaylaştırmak…
Söz konusu kitap söyleşilerin bir araya getirilmesinden müteşekkil. Çeşitli zamanlarda çeşitli yayınlarda yer alan söyleşiler. Üç bölümden oluşuyor kitap: “Leyla’dan Geçme Faslı”, “Yaşama Ödevi”, “Kalpten Kalbe Bir Yol”. Yazar kitabında kadim bilginin izinde dünü ve bugünü yorumluyor. Aşkla ilgili düşüncelerini, yanılgılarımızı açıyor. Hüzünden bahsediyor, modern zamanlarda unutulmak istenen kadim değerlerin altını çiziyor. Unutulan ne varsa hepsi kelimelerin sırtına binerek yeniden sayfalara doğru dörtnal koşuyor. Sayfalardan zihnimize… Okudukça ne büyük bir geleneğin içinden geldiğimizi ve ne büyük bir mirasyedi olduğumuzu bir kez daha anlıyoruz. Bir kez daha Batı karşısındaki komplekslerimizin bizi ne kadar hırpaladığını görüyoruz. Sahici aidiyetlerin yerine inşa edilen kibirli benliklerin, bencilliklerin esiri olmuşuz. Duygudan uzak, insanlıktan nasibini almamış bir çağdayız. Kemal Sayar’ın çokça altını çizdiği gibi iş hayatı olsun, özel hayat olsun içinde merhameti, şefkati barındırmıyor. Kurban olmamak için zalim olmayı seçiyoruz. Ayakta kalmak en büyük amacımız. Bu, başkalarının yıkılmasını gerektirse de… İncinmekten korkuyoruz. En çok neyi konuşuyorsak aslında hayatımızda en az olan o şey. Ölümle sağlıklı bir hesaplaşma yapamamışız. Ölümden korkuyoruz.
Kemal Sayar'a bazı söyleşilerde ise daha çok depresyonlar, travmalar, sosyopati, antisosyallik gibi daha teknik konular üzerine sorular soruluyor. Kemal Sayar, bu sorulara tek bir pencereden bakarak cevaplar vermiyor. Bilimin, kadim doğu ve batı bilgeliğinin ve bizim kültürümüzün içinden bakarak bir şeyler söylüyor. Ülkemiz için oluşacak ciddi tehlikelere dikkat çekiyor. Test ve tostla aptallaştırılan, merhamet duygusunu yitiren, adeta yarış atı gibi sınavlarda koşturulan çocuklarımızın trajedisine ve onları bekleyen tehlikelere dikkat çekiyor. Mutluluğun çok şeye sahip olmada değil, kanaatkârlıkta gizli olduğunu söylüyor. Özellikle bütün toplumun ruh sağlığını bozan televizyon üzerine altı çizilerek okunacak satırlar var.
Kitapta kelimelerin adeta raks ettiği bölümler de var. Bir şairin bir nesri şiir gibi yazacağını da görüyoruz. Bu kısımlarda Kemal Sayar’ın şiir kitapları ile ilgili sorular mevcut.
Şimdi Şehir İçin Kalp Zamanı, modern psikiyatri kuramlarına muhalif olan, her dem insanın biricikliğini vurgulayan, sözün iksirine inanan psikiyatr ve şair Kemal Sayar’ın dikkatle okunması gereken söyleşilerinden oluşuyor. Sıcak bir üslup, ötekileştirmeyen bir bakış… Dostluğu, arkadaşlığı, sohbeti, yarenliği depresyon ilaçlarından daha çok tavsiye eden bir insaniyetlik. İnsana değer verme… Kemal Bey günümüzdeki hoyratlaşmaya, merhametsizleşmeye karşı birbirimizi dinlememiz gerektiğini söylüyor. Merhametin, şefkatin, bizim geleneksel kodlarımızda var olduğunu… Modern gelişim kitaplarını, “Secret”ları okumak yerine Yunus’u, Mevlana’yı, Hacı Bektaş’ı tanımamızın kaçınılmazlığını…
Muaz Ergü
twitter.com/muazergu
* Bu yazı daha evvel dunyabizim.com'da yayınlanmıştır.
Kalbin zamanı diyor Kemal Sayar, Timaş Yayınları'ndan çıkan Şimdi Şehir İçin Kalbin Zamanı kitabında… Bu zamanı unuttuğumuzdan, kalbin zamanını yaşayamadığımızdan yağmurlar da, rüzgâr da kendi zamanlarını yitirdiler. Kalplerin kalplere değmediği, herkesin herkese yabancı olduğu bir gurbetteyiz adeta. Şehirler gönlümüzü ve ruhumuzu yoruyor. Hiç yaşamamış, çalışmamış yorgunlarız.
Şimdi Şehir İçin Kalbin Zamanı günümüzün kasvetli havasını dağıtmak için okunması gereken kitaplardan. Kitabın ismi popüler akımları, moda trendleri hatırlatsa da içeriği hiç öyle değil. Modern zamanların insanı nesneleştiren, değersizleştiren, yalnızlaştıran mantalitesine karşı derin isyan var. Bireyciliğin, benmerkezciliğin canına okunuyor adeta. Kitabın yazarı önemli bir psikiyatr olan Kemal Sayar. Kemal Bey, psikiyatr olmasına rağmen modern psikiyatri kuramlarını eleştiren biri. Mekanik bir anlayışa sahip bir psikiyatr değil. Kendisi aynı zamanda bir şair. Sözün sağaltıcı etkisine inananlardan. Sözün şifa, sesin şifa olduğuna inananlardan. Bizlere, baştan sona kötülüğün, umutsuzluğun kol gezdiği dünyamıza ve insanlığa kalbin zamanını hatırlatıyor. Evet, karamsar tablonun varlığını inkâr etmiyor ama bu tabloya esareti de kabullenmiyor. İnsan için dinlemenin ve işitmenin vazgeçilmezliğini yeniden vurguluyor. Kalbin zamanını yaşamanın, kalbi dinlemenin ve oradan sadır olacak kelimelerin ruhumuza dokunmasının gerekliliği ifade ediliyor. İyiliğin peşinde ömür geçirmeye, ulu bir nazarla bakmak insana, insan için kolaylaştırmak…
Söz konusu kitap söyleşilerin bir araya getirilmesinden müteşekkil. Çeşitli zamanlarda çeşitli yayınlarda yer alan söyleşiler. Üç bölümden oluşuyor kitap: “Leyla’dan Geçme Faslı”, “Yaşama Ödevi”, “Kalpten Kalbe Bir Yol”. Yazar kitabında kadim bilginin izinde dünü ve bugünü yorumluyor. Aşkla ilgili düşüncelerini, yanılgılarımızı açıyor. Hüzünden bahsediyor, modern zamanlarda unutulmak istenen kadim değerlerin altını çiziyor. Unutulan ne varsa hepsi kelimelerin sırtına binerek yeniden sayfalara doğru dörtnal koşuyor. Sayfalardan zihnimize… Okudukça ne büyük bir geleneğin içinden geldiğimizi ve ne büyük bir mirasyedi olduğumuzu bir kez daha anlıyoruz. Bir kez daha Batı karşısındaki komplekslerimizin bizi ne kadar hırpaladığını görüyoruz. Sahici aidiyetlerin yerine inşa edilen kibirli benliklerin, bencilliklerin esiri olmuşuz. Duygudan uzak, insanlıktan nasibini almamış bir çağdayız. Kemal Sayar’ın çokça altını çizdiği gibi iş hayatı olsun, özel hayat olsun içinde merhameti, şefkati barındırmıyor. Kurban olmamak için zalim olmayı seçiyoruz. Ayakta kalmak en büyük amacımız. Bu, başkalarının yıkılmasını gerektirse de… İncinmekten korkuyoruz. En çok neyi konuşuyorsak aslında hayatımızda en az olan o şey. Ölümle sağlıklı bir hesaplaşma yapamamışız. Ölümden korkuyoruz.
Kemal Sayar'a bazı söyleşilerde ise daha çok depresyonlar, travmalar, sosyopati, antisosyallik gibi daha teknik konular üzerine sorular soruluyor. Kemal Sayar, bu sorulara tek bir pencereden bakarak cevaplar vermiyor. Bilimin, kadim doğu ve batı bilgeliğinin ve bizim kültürümüzün içinden bakarak bir şeyler söylüyor. Ülkemiz için oluşacak ciddi tehlikelere dikkat çekiyor. Test ve tostla aptallaştırılan, merhamet duygusunu yitiren, adeta yarış atı gibi sınavlarda koşturulan çocuklarımızın trajedisine ve onları bekleyen tehlikelere dikkat çekiyor. Mutluluğun çok şeye sahip olmada değil, kanaatkârlıkta gizli olduğunu söylüyor. Özellikle bütün toplumun ruh sağlığını bozan televizyon üzerine altı çizilerek okunacak satırlar var.
Kitapta kelimelerin adeta raks ettiği bölümler de var. Bir şairin bir nesri şiir gibi yazacağını da görüyoruz. Bu kısımlarda Kemal Sayar’ın şiir kitapları ile ilgili sorular mevcut.
Şimdi Şehir İçin Kalp Zamanı, modern psikiyatri kuramlarına muhalif olan, her dem insanın biricikliğini vurgulayan, sözün iksirine inanan psikiyatr ve şair Kemal Sayar’ın dikkatle okunması gereken söyleşilerinden oluşuyor. Sıcak bir üslup, ötekileştirmeyen bir bakış… Dostluğu, arkadaşlığı, sohbeti, yarenliği depresyon ilaçlarından daha çok tavsiye eden bir insaniyetlik. İnsana değer verme… Kemal Bey günümüzdeki hoyratlaşmaya, merhametsizleşmeye karşı birbirimizi dinlememiz gerektiğini söylüyor. Merhametin, şefkatin, bizim geleneksel kodlarımızda var olduğunu… Modern gelişim kitaplarını, “Secret”ları okumak yerine Yunus’u, Mevlana’yı, Hacı Bektaş’ı tanımamızın kaçınılmazlığını…
Muaz Ergü
twitter.com/muazergu
* Bu yazı daha evvel dunyabizim.com'da yayınlanmıştır.
Bütün klasik aşk hikâyeleri üç ciltte bir arada
Hikâyeler, inandığımız değerleri, gelenekleri, âdetleri, kahramanlıkları, acıları, mertlikleri ve aşkları bünyesinde ihtiva eden bir tür olarak sosyolojik bir vesikadır. Anadolu insanı, hikâyeyle anlatmış, hikâyeyle inanmış, hikâyeyle sevinmiş ve hikâyeyle üzülmüştür. Yüzü daima doğduğu topraklara dönük olan, yaşadığı toprağın hakkını vermek için elinden geleni yapan Anadolu insanı, derdini, tasasını doğrudan söylemek yerine hikâye etmeyi tercih etmiştir. Anadolu insanının elinde biriken çizgiler de yüzünde biriken çizgiler de hikâyenin izleridir. Her bir çizgi, doğrudan dile getirilemeyen bir derdin, mahcubiyetin, utangaçlığın hikâyesini anlatır. Anadolu insanı, insana ulaşmak, insana yakın olmak, düşmanlıkları bitirmek, sevdiğine kavuşmak için hikâyeye başvurmuş. İnsanlar, bir hikmeti olduğuna inandıkları olayları hikâye etmişler, kıssadan hisse alınmasını ummuşlar.
Günümüzde hikâye anlatıcıları olmasa da bu toprakların mahsulü olarak yine bu toprakların bağrında tütsüleniyor hikâyelerimiz. Çünkü hâlâ başkasının başına gelen acı bir olaydan ötürü hüzünlenen, “Onun derdine acıştım.” diyen, sevdiğinin oyalı mendilini saklayan, düşmana karşı mertçe direnen, başkasının malına, namusuna göz dikmeyi arsızlık sayan, komşusunun hâlini hatırını soran, nimetin kadrini bilen nice insanlarımız var. Hikâyelerimizi hatırlatan nice yüzler var. Hâlâ bir hikâyeyle sohbeti başlatan ya da bir hikâyeyle sohbetini hitama erdiren büyüklerimiz var. N. Ahmet Özalp, bu hikaye evrenine güzel bir katkıda bulunarak Aşk Gölünde Yüzen Canlar başlığıyla Türk insanının zihnine ve kalbine işleyen aşk hikâyelerini üç ciltte toplamış.
Aşk Gölünde Yüzen Canlar, geleneksel anlatılarda olduğu gibi hikâyelere bir döşemeyle giriş yapmış. Döşeme, Dede Korkut ile Yunus, Karacaoğlan ve Köroğlu’nun birer şiiri harmanlanarak yapılmış. Özalp, sunuş kısmında üç ciltlik kitabın hazırlanış aşamalarını anlatmış. Ortaya konan eser, en doğru, en yalın, çelişkilerden arındırılarak en anlaşılır biçimde okuyucuya sunulmuş. Kitaba alınan aşk hikâyelerinin değişik varyantlarının olması, üzerinde çalışılan eserin ne denli geniş ve meşakkatli bir yapıda olduğunu anlatmaya yetiyor. Çalışma aşamasında en geniş nüshadan en dar nüshaya kadar hiçbir nüsha es geçilmemiş. Eksiklikler ve fazlalıklar kontrol edilmiş. Parçadan bütüne, bütünden parçaya gidilerek hikâyelerin okuyucuya en sağlam şekilde ulaştırılması hedeflenmiş. Özalp, hazırladığı külliyata Yunus Emre’nin mısraından esinlenerek “Aşk Gölünde Yüzen Canlar” ismini vermiş. Kitabın alt başlığı ise, kitabın içeriğiyle mündemiç olarak “Klasik Aşk Hikâyeleri Külliyatı” şeklinde tercih edilmiş. Özalp, aşk hikâyeleri külliyatı için şu değerlendirmeyi yapıyor: “Yüzlerce yıldır Türk halkının ‘gönül dünyasını dile getiren ölmez hikâyeler’in tümünü içeriyor.”
Hikâyelerde anlatılan aşk, uğruna ölünebilecek, candan geçilebilecek, varını variyetini feda edebilecek aşkın bir duygu olarak işlenir. Âşık baktığı her yerde maşukunu görür. Gittiği her yere sevdiğini de götürür. Ucunda ölüm varsa âşık seve seve o ölüme yürür. Bu uğurda yapılacak hiçbir şeyden gocunmaz ve yerinmez. Helalliğe, rızaya önem verilir. Sevenin sevdiğine hissettiği duygular masumdur, şehvetperestçe değildir. Anlatılan aşk hikâyelerinde mutlaka bir iyi taraf bir de kötü taraf vardır. İyi taraf sevenleri kavuşturmak için çabalarken, kötü taraf sevenleri ayırmak için her türlü hileyi ve namussuzluğu dener. Sonunda galip gelen hep iyilerdir. Bu bakımdan hikâyeler, o kadim hikâyeyi hatırlatır hep, kötülükle anılan Kâbil ile iyilikle anılan Hâbil’i.
Aşk hikâyelerinin sonu genelde mutlu sonla biter. Mutsuz bir şekilde sonlanan hikâyeler de aslında mutlu bitmiştir. Çünkü sevenler, ebedî yurtta kavuşmuşlar, vuslata ermişlerdir.
Aşk Gölünde Yüzen Canlar, aşk hikâyelerini anlatsa da dostluklarımızı, aile ilişkilerimizi, hayat anlayışımızı, yaşantımızı, türlü aşklarımızı sorgulatıyor. Dünya da insan içindir ahiret yurdu da. İnsan dünyada sevdiklerini ne uğurda seviyor, bu uğurda neleri göze alabiliyor? Aşk Gölünde Yüzen Canlar, bu uğurda neler yaptığımızı, niyetimizi, ne alıp ne verdiğimizi, ne kazanıp ne kaybettiğimizi sorgulatıyor. Nasıl bir gelenekten, nasıl bir kültürden beslendiğimizin vesikası olan hikâyelerimiz, eğrilikten yana değil doğruluktan yana olanın kurtuluşa ereceğini söylüyor. Hikâyelerde gençlerin bir işe, uğraşa, sanata sevk edildiklerini görüyoruz. Bu da bizim beslendiğimiz ve yaslandığımız kültürün, gençlerini önemsediği savını destekliyor. Hikâyelerimiz, hiçbir ferdin bu dünyaya boşu boşuna gelmediğini, her insana düşen bir sorumluluğun olduğunu hatırlatıyor. Kula istemenin yaraştığını, Allah’ın gönülden isteyene icabet ettiğini, hikâyedeki samimi karakterler aracılığıyla bir kez daha anlıyoruz. İnsan malıyla ve aşkıyla zillete düşebileceği gibi varsıllığı ve yoksulluğuyla, sevdasıyla izzet ve ikrama erebilir. Hikâyelerdeki ana karakterler, bu durumun en somut örneği olarak karşımıza çıkıyor. Nazım ve nesrin iç içe geçtiği hikâyeler, zihni yormuyor. Zihnimizdeki ve kalbimizdeki bulanıklığı gideriyor, tıkanıklığı açıyor. Bir nehir alanı oluşuyor içimizde kendi yaşamımıza dair.
Hikâyelerdeki kahramanlar, birbirileriyle özdeşleşmiş karakterlerdir. Ferhat deyince Şirin, Aslı deyince Kerem aklımıza geliveriyor. Hafızalarımıza, aşkları uğruna sarf ettikleriyle kazınan bu karakterlerin isimlerini, bebeklerimize en güzel isimler olarak verdik. En güzel aşk şarkıları/türküleri, ilhamını bu hikâyelerdeki karakterlerden aldı. Uzun uzun anlatılan hikâyeler, az sözle çok şey anlatabilme kabiliyetimizi geliştirdi. Mazmunlar keşfedildi hikâyelerimiz sayesinde. Anlatılagelen halk hikâyeleri deyimlerimizi, atasözlerimizi, manilerimizi, özdeyişlerimizi üretmemize vesile oldu. Bugün hâlâ hikâyelerimizin meyvesini yiyoruz. Hikâyelerimize yüz veren, onu okuyan, dinleyen azınlıkta bir kesim var. Bu kesimin ürettikleri ile hikâyelerimizden beslenmeyen, ona sırtını dönen, hatta yeri geldikçe küçümseyen zihniyetin ürettikleri arasında müthiş bir fark var. Yerli düşüncenin, yerli edebiyatın en önemli kaynağı olan hikâyelerimiz, tarihimizin, medeniyetimizin ve kültürümüzün mihenk taşıdır.
Aşk Gölünde Yüzen Canlar, bütün klasik aşk hikâyelerini okura topluca sunmak suretiyle yayımcılık tarihimizde bir ilki gerçekleştirmiş. Özalp, hazırladığı külliyatın hem okur hem de aydınlar tarafından ilgi göreceğine inanıyor, biz de öyle umut ediyoruz.
Hatice Ebrar Akbulut
twitter.com/haticebrarakblt
* Bu yazı daha evvel dunyabizim.com'da yayınlanmıştır.
Günümüzde hikâye anlatıcıları olmasa da bu toprakların mahsulü olarak yine bu toprakların bağrında tütsüleniyor hikâyelerimiz. Çünkü hâlâ başkasının başına gelen acı bir olaydan ötürü hüzünlenen, “Onun derdine acıştım.” diyen, sevdiğinin oyalı mendilini saklayan, düşmana karşı mertçe direnen, başkasının malına, namusuna göz dikmeyi arsızlık sayan, komşusunun hâlini hatırını soran, nimetin kadrini bilen nice insanlarımız var. Hikâyelerimizi hatırlatan nice yüzler var. Hâlâ bir hikâyeyle sohbeti başlatan ya da bir hikâyeyle sohbetini hitama erdiren büyüklerimiz var. N. Ahmet Özalp, bu hikaye evrenine güzel bir katkıda bulunarak Aşk Gölünde Yüzen Canlar başlığıyla Türk insanının zihnine ve kalbine işleyen aşk hikâyelerini üç ciltte toplamış.
Aşk Gölünde Yüzen Canlar, geleneksel anlatılarda olduğu gibi hikâyelere bir döşemeyle giriş yapmış. Döşeme, Dede Korkut ile Yunus, Karacaoğlan ve Köroğlu’nun birer şiiri harmanlanarak yapılmış. Özalp, sunuş kısmında üç ciltlik kitabın hazırlanış aşamalarını anlatmış. Ortaya konan eser, en doğru, en yalın, çelişkilerden arındırılarak en anlaşılır biçimde okuyucuya sunulmuş. Kitaba alınan aşk hikâyelerinin değişik varyantlarının olması, üzerinde çalışılan eserin ne denli geniş ve meşakkatli bir yapıda olduğunu anlatmaya yetiyor. Çalışma aşamasında en geniş nüshadan en dar nüshaya kadar hiçbir nüsha es geçilmemiş. Eksiklikler ve fazlalıklar kontrol edilmiş. Parçadan bütüne, bütünden parçaya gidilerek hikâyelerin okuyucuya en sağlam şekilde ulaştırılması hedeflenmiş. Özalp, hazırladığı külliyata Yunus Emre’nin mısraından esinlenerek “Aşk Gölünde Yüzen Canlar” ismini vermiş. Kitabın alt başlığı ise, kitabın içeriğiyle mündemiç olarak “Klasik Aşk Hikâyeleri Külliyatı” şeklinde tercih edilmiş. Özalp, aşk hikâyeleri külliyatı için şu değerlendirmeyi yapıyor: “Yüzlerce yıldır Türk halkının ‘gönül dünyasını dile getiren ölmez hikâyeler’in tümünü içeriyor.”
Hikâyelerde anlatılan aşk, uğruna ölünebilecek, candan geçilebilecek, varını variyetini feda edebilecek aşkın bir duygu olarak işlenir. Âşık baktığı her yerde maşukunu görür. Gittiği her yere sevdiğini de götürür. Ucunda ölüm varsa âşık seve seve o ölüme yürür. Bu uğurda yapılacak hiçbir şeyden gocunmaz ve yerinmez. Helalliğe, rızaya önem verilir. Sevenin sevdiğine hissettiği duygular masumdur, şehvetperestçe değildir. Anlatılan aşk hikâyelerinde mutlaka bir iyi taraf bir de kötü taraf vardır. İyi taraf sevenleri kavuşturmak için çabalarken, kötü taraf sevenleri ayırmak için her türlü hileyi ve namussuzluğu dener. Sonunda galip gelen hep iyilerdir. Bu bakımdan hikâyeler, o kadim hikâyeyi hatırlatır hep, kötülükle anılan Kâbil ile iyilikle anılan Hâbil’i.
Aşk hikâyelerinin sonu genelde mutlu sonla biter. Mutsuz bir şekilde sonlanan hikâyeler de aslında mutlu bitmiştir. Çünkü sevenler, ebedî yurtta kavuşmuşlar, vuslata ermişlerdir.
Aşk Gölünde Yüzen Canlar, aşk hikâyelerini anlatsa da dostluklarımızı, aile ilişkilerimizi, hayat anlayışımızı, yaşantımızı, türlü aşklarımızı sorgulatıyor. Dünya da insan içindir ahiret yurdu da. İnsan dünyada sevdiklerini ne uğurda seviyor, bu uğurda neleri göze alabiliyor? Aşk Gölünde Yüzen Canlar, bu uğurda neler yaptığımızı, niyetimizi, ne alıp ne verdiğimizi, ne kazanıp ne kaybettiğimizi sorgulatıyor. Nasıl bir gelenekten, nasıl bir kültürden beslendiğimizin vesikası olan hikâyelerimiz, eğrilikten yana değil doğruluktan yana olanın kurtuluşa ereceğini söylüyor. Hikâyelerde gençlerin bir işe, uğraşa, sanata sevk edildiklerini görüyoruz. Bu da bizim beslendiğimiz ve yaslandığımız kültürün, gençlerini önemsediği savını destekliyor. Hikâyelerimiz, hiçbir ferdin bu dünyaya boşu boşuna gelmediğini, her insana düşen bir sorumluluğun olduğunu hatırlatıyor. Kula istemenin yaraştığını, Allah’ın gönülden isteyene icabet ettiğini, hikâyedeki samimi karakterler aracılığıyla bir kez daha anlıyoruz. İnsan malıyla ve aşkıyla zillete düşebileceği gibi varsıllığı ve yoksulluğuyla, sevdasıyla izzet ve ikrama erebilir. Hikâyelerdeki ana karakterler, bu durumun en somut örneği olarak karşımıza çıkıyor. Nazım ve nesrin iç içe geçtiği hikâyeler, zihni yormuyor. Zihnimizdeki ve kalbimizdeki bulanıklığı gideriyor, tıkanıklığı açıyor. Bir nehir alanı oluşuyor içimizde kendi yaşamımıza dair.
Hikâyelerdeki kahramanlar, birbirileriyle özdeşleşmiş karakterlerdir. Ferhat deyince Şirin, Aslı deyince Kerem aklımıza geliveriyor. Hafızalarımıza, aşkları uğruna sarf ettikleriyle kazınan bu karakterlerin isimlerini, bebeklerimize en güzel isimler olarak verdik. En güzel aşk şarkıları/türküleri, ilhamını bu hikâyelerdeki karakterlerden aldı. Uzun uzun anlatılan hikâyeler, az sözle çok şey anlatabilme kabiliyetimizi geliştirdi. Mazmunlar keşfedildi hikâyelerimiz sayesinde. Anlatılagelen halk hikâyeleri deyimlerimizi, atasözlerimizi, manilerimizi, özdeyişlerimizi üretmemize vesile oldu. Bugün hâlâ hikâyelerimizin meyvesini yiyoruz. Hikâyelerimize yüz veren, onu okuyan, dinleyen azınlıkta bir kesim var. Bu kesimin ürettikleri ile hikâyelerimizden beslenmeyen, ona sırtını dönen, hatta yeri geldikçe küçümseyen zihniyetin ürettikleri arasında müthiş bir fark var. Yerli düşüncenin, yerli edebiyatın en önemli kaynağı olan hikâyelerimiz, tarihimizin, medeniyetimizin ve kültürümüzün mihenk taşıdır.
Aşk Gölünde Yüzen Canlar, bütün klasik aşk hikâyelerini okura topluca sunmak suretiyle yayımcılık tarihimizde bir ilki gerçekleştirmiş. Özalp, hazırladığı külliyatın hem okur hem de aydınlar tarafından ilgi göreceğine inanıyor, biz de öyle umut ediyoruz.
Hatice Ebrar Akbulut
twitter.com/haticebrarakblt
* Bu yazı daha evvel dunyabizim.com'da yayınlanmıştır.
6 Ocak 2017 Cuma
Koptuğumuz tüm yerlerimizin kederli ve ümitli dili
"İnsanın insana kattığı anlam dışında yaşamın hiçbir anlamı yoktur. İnsan başkalarına yardım etmediği sürece yapayalnızdır."
- Erich Fromm
"Evlerimizi aydınlatmak, mısır tarlalarımızda büyümek, çocuklarımızın kalplerini doldurmak, terimizi silmek ve tarihimizi iyileştirmek için harekete geçtik. Hepsi bu kadar. Tüm istediğimiz bu. Ne daha fazla, ne de daha az."
- Subcomandante Marcos
Koptuğumuz tüm yerlerimizden birbirimize yeniden bağlanmalıyız. Anılarımız, düşlerimiz ve tarihimiz kalbimizde. Bir yakalasak, bir olacağız. "Yenildiğin an, teslim olduğun andır. Kimse ruhundaki direnci yenemez. Mayamızda bin yıllık bir tarih, çıkınımızda rüyalar var. Yenilmeyeceğiz." diyor Kemal Sayar. Öte yandan, 2 Ocak 2017'de bu dünyadan ayrılan John Berger de şöyle diyordu bir kitabında: "Güvensizliğin yaygın, toplumsal ıstırapların derin olduğu hayatlara güven veren bir sözcük vardı; sevgi."
Ercan Kesal, Cin Aynası'nda güvensizlikleri, ıstırapları anlatırken belki on, belki yüz tane hikâyeyi bir araya getiriyor. Aslında bu hikâyelerin hiçbiri birer hikâye değil, hepsi gerçek. Hepsi, Kesal'ın belleğindeki acıların ve umutların bir araya gelişiyle ortaya çıkmış metinler. "Anılar belleğimizin bekçileridir, kalbimizi temizlerler, iyi bakın onlara" derken güzel bir öğüt verir. Neredeyse tüm anlattıkları birbirleriyle bağlantılıdır, birbirleriyle el ele. Kavuşmaları da bir ayrılıkları da bir öznelerinin. Hani gözümüzün içine baka baka uzaklaşır ya trenler ve sevdiklerimiz; işte Kesal'ın yazdıkları da öyle. Sayfalar biterken, içimizdekinin kara mı ak mı olduğuna karar veremeyiz. Karamsarlık da umut da iç içedir.
"İnsanın yaptığı işin sonunda başına geleceklerin bilincinde olması kendine saygı duymasından başka bir şey değilmiş meğer. Kendine saygısı olmayanın hiçbir şeye sayısı olmazmış, artık sadece bunu biliyorum."
Faşizmden, yoksulluktan, işkencelerden, katliamlardan, cinayetlerden, haksızlıktan, hukuksuzluktan, sevgisizlikten ve merhametsizlikten alacağı var Ercan Kesal'ın. Siyasî yazılarında da sinema yazılarında da; kısacası tüm hatıralarında bu alacaklarının peşine düşercesine yazmış denemelerini. Faşizm denen kötülüğü öyle güzel anlatıyor ki bir daha zihninizden hiç çıkmıyor. Önce Ergin Günçe'nin "Faşizmi çocuklar da anlayabilir" dizesiyle başlayan şiirini hatırlatıyor. Hani, "Dayak yemektir serseri bir babadan / karanlık odaya kapatılmaktır / hakkını istemekte direttiğin zaman" diye gider ya Günçe'nin şiiri, sanki onu iyicene açıyor yazar. Hem edebî hem de hayatî, dolayısıyla ebedî:
"Faşizm, çok uzaklarda bir yerde değildir. Sokağın ortasında, evlerimizin içinde ya da hiç çocuk olmamış bir takım adamların buz gibi kalplerinde, gezinir durur. Her gün arabanızla yanından geçip gittiğiniz bir evde yaşayan genç bir kadının, hiç istemediği ve zorla dayatılan bir evliliği artık taşıyamayıp, bebeğini sırtına sararak kendini ipe vermesidir faşizm. Bir ülkenin, ipin ucunda sallanan vicdanıdır yani. Ya da tecavüz edilerek öldürülen günahsız kızlarının hastane morgunda bekleyen cesedini bile almaktan korkan ana babaların çaresizliğidir."
Nazım Hikmet'le Kemal Tahir'in mektuplaşmaları, vefatına yakın günlerde Ahmet Uluçay'ı ziyareti, Tarkovski'nin sinemaya yüklediği o derin anlam, Subcomandante Marcos, Che Guevara, Süleyman Demirel, Bülent Ecevit, Deniz Gezmiş ve arkadaşları, Yılmaz Güney, psikolojinin babalarından Jung ve daha nice isimle gerek yakından gerekse uzaktan irtibatı var Ercan Kesal'ın. Dolayısıyla bu isimleri anlatırken onların dönemini öyle içli aktarıyor ki bazen bir dönem belgeseli, bazen de anılar nasıl kâğıda geçirilir, oyuncu nasıl oynamalıdır, sinema ve hayat nasıl yakınlaşmalıdır gibi sorulara kıymetli cevaplar bulabiliyor okuyucu. Mesela rüyalar, çok önemlidir Kesal için: "Hırsızların, eğer biz istemezsek çalamayacakları tek şey rüyalarımızdır. Dünyaya sahip olmak için düşlerimiz yeter. Dünyanın en büyük gezginlerinden James Colman bir kördü ve sorulduğunda, "Ben ayaklarımla görüyorum" diyordu. Düşlerimize ve kendimize inanmaktan vazgeçmeyelim."
Ciguli'den Metin Erksan'a, şair Behçet Aysan'dan bir başka şair Ahmet Erhan'a, Haneke'den Sait Faik'e, Kieslowski'den Neşet Ertaş'a, Galeano'dan Kusturica'ya; Lorca'dan Lütfi Akad'a sinema tutkusunu müzikle birleştirmiş, şiirle içine iyice anlam katmış, yaşam karşısında daima direnişin, dirençli olmanın yanında saf tutmuş, yürekli ve güzel yazan bir adam Ercan Kesal. Cin Aynası, İletişim Yayınları'ndan çıkmış, beş bölümden oluşan ve 286 sayfalık bir kitap. İster günlük deyin, ister deneme. Yalnız kitabın girizgâhında yazarın yaptığı açıklamayı asla unutmayın okurken:
"Yazdıklarıma yeniden dönüp baktığımda, metinlerin, anılarımın "billursu" halinden başka bir şey olmadığını görüyorum. Yazdıkça içimdeki tortulardan kurtuluyorum sanki. Anılarımızı yazmak içimdeki tortuları temizlerken, hayatım bir yandan yeni tortular biriktirmeye de devam ediyor, farkındayım! Geçmişle ilişkim özlemden daha çok keder. Yapabileceklerimiz varken yapamadıklarımızdan dolayı içimden atamadığım suçluluk duygusu ve keder. "En azından yazdım işte" demek için yazıyorum..."
Daima kederli ama çokça ümitli bir kitap Cin Aynası.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
- Erich Fromm
"Evlerimizi aydınlatmak, mısır tarlalarımızda büyümek, çocuklarımızın kalplerini doldurmak, terimizi silmek ve tarihimizi iyileştirmek için harekete geçtik. Hepsi bu kadar. Tüm istediğimiz bu. Ne daha fazla, ne de daha az."
- Subcomandante Marcos
Koptuğumuz tüm yerlerimizden birbirimize yeniden bağlanmalıyız. Anılarımız, düşlerimiz ve tarihimiz kalbimizde. Bir yakalasak, bir olacağız. "Yenildiğin an, teslim olduğun andır. Kimse ruhundaki direnci yenemez. Mayamızda bin yıllık bir tarih, çıkınımızda rüyalar var. Yenilmeyeceğiz." diyor Kemal Sayar. Öte yandan, 2 Ocak 2017'de bu dünyadan ayrılan John Berger de şöyle diyordu bir kitabında: "Güvensizliğin yaygın, toplumsal ıstırapların derin olduğu hayatlara güven veren bir sözcük vardı; sevgi."
Ercan Kesal, Cin Aynası'nda güvensizlikleri, ıstırapları anlatırken belki on, belki yüz tane hikâyeyi bir araya getiriyor. Aslında bu hikâyelerin hiçbiri birer hikâye değil, hepsi gerçek. Hepsi, Kesal'ın belleğindeki acıların ve umutların bir araya gelişiyle ortaya çıkmış metinler. "Anılar belleğimizin bekçileridir, kalbimizi temizlerler, iyi bakın onlara" derken güzel bir öğüt verir. Neredeyse tüm anlattıkları birbirleriyle bağlantılıdır, birbirleriyle el ele. Kavuşmaları da bir ayrılıkları da bir öznelerinin. Hani gözümüzün içine baka baka uzaklaşır ya trenler ve sevdiklerimiz; işte Kesal'ın yazdıkları da öyle. Sayfalar biterken, içimizdekinin kara mı ak mı olduğuna karar veremeyiz. Karamsarlık da umut da iç içedir.
"İnsanın yaptığı işin sonunda başına geleceklerin bilincinde olması kendine saygı duymasından başka bir şey değilmiş meğer. Kendine saygısı olmayanın hiçbir şeye sayısı olmazmış, artık sadece bunu biliyorum."
Faşizmden, yoksulluktan, işkencelerden, katliamlardan, cinayetlerden, haksızlıktan, hukuksuzluktan, sevgisizlikten ve merhametsizlikten alacağı var Ercan Kesal'ın. Siyasî yazılarında da sinema yazılarında da; kısacası tüm hatıralarında bu alacaklarının peşine düşercesine yazmış denemelerini. Faşizm denen kötülüğü öyle güzel anlatıyor ki bir daha zihninizden hiç çıkmıyor. Önce Ergin Günçe'nin "Faşizmi çocuklar da anlayabilir" dizesiyle başlayan şiirini hatırlatıyor. Hani, "Dayak yemektir serseri bir babadan / karanlık odaya kapatılmaktır / hakkını istemekte direttiğin zaman" diye gider ya Günçe'nin şiiri, sanki onu iyicene açıyor yazar. Hem edebî hem de hayatî, dolayısıyla ebedî:
"Faşizm, çok uzaklarda bir yerde değildir. Sokağın ortasında, evlerimizin içinde ya da hiç çocuk olmamış bir takım adamların buz gibi kalplerinde, gezinir durur. Her gün arabanızla yanından geçip gittiğiniz bir evde yaşayan genç bir kadının, hiç istemediği ve zorla dayatılan bir evliliği artık taşıyamayıp, bebeğini sırtına sararak kendini ipe vermesidir faşizm. Bir ülkenin, ipin ucunda sallanan vicdanıdır yani. Ya da tecavüz edilerek öldürülen günahsız kızlarının hastane morgunda bekleyen cesedini bile almaktan korkan ana babaların çaresizliğidir."
Nazım Hikmet'le Kemal Tahir'in mektuplaşmaları, vefatına yakın günlerde Ahmet Uluçay'ı ziyareti, Tarkovski'nin sinemaya yüklediği o derin anlam, Subcomandante Marcos, Che Guevara, Süleyman Demirel, Bülent Ecevit, Deniz Gezmiş ve arkadaşları, Yılmaz Güney, psikolojinin babalarından Jung ve daha nice isimle gerek yakından gerekse uzaktan irtibatı var Ercan Kesal'ın. Dolayısıyla bu isimleri anlatırken onların dönemini öyle içli aktarıyor ki bazen bir dönem belgeseli, bazen de anılar nasıl kâğıda geçirilir, oyuncu nasıl oynamalıdır, sinema ve hayat nasıl yakınlaşmalıdır gibi sorulara kıymetli cevaplar bulabiliyor okuyucu. Mesela rüyalar, çok önemlidir Kesal için: "Hırsızların, eğer biz istemezsek çalamayacakları tek şey rüyalarımızdır. Dünyaya sahip olmak için düşlerimiz yeter. Dünyanın en büyük gezginlerinden James Colman bir kördü ve sorulduğunda, "Ben ayaklarımla görüyorum" diyordu. Düşlerimize ve kendimize inanmaktan vazgeçmeyelim."
Ciguli'den Metin Erksan'a, şair Behçet Aysan'dan bir başka şair Ahmet Erhan'a, Haneke'den Sait Faik'e, Kieslowski'den Neşet Ertaş'a, Galeano'dan Kusturica'ya; Lorca'dan Lütfi Akad'a sinema tutkusunu müzikle birleştirmiş, şiirle içine iyice anlam katmış, yaşam karşısında daima direnişin, dirençli olmanın yanında saf tutmuş, yürekli ve güzel yazan bir adam Ercan Kesal. Cin Aynası, İletişim Yayınları'ndan çıkmış, beş bölümden oluşan ve 286 sayfalık bir kitap. İster günlük deyin, ister deneme. Yalnız kitabın girizgâhında yazarın yaptığı açıklamayı asla unutmayın okurken:
"Yazdıklarıma yeniden dönüp baktığımda, metinlerin, anılarımın "billursu" halinden başka bir şey olmadığını görüyorum. Yazdıkça içimdeki tortulardan kurtuluyorum sanki. Anılarımızı yazmak içimdeki tortuları temizlerken, hayatım bir yandan yeni tortular biriktirmeye de devam ediyor, farkındayım! Geçmişle ilişkim özlemden daha çok keder. Yapabileceklerimiz varken yapamadıklarımızdan dolayı içimden atamadığım suçluluk duygusu ve keder. "En azından yazdım işte" demek için yazıyorum..."
Daima kederli ama çokça ümitli bir kitap Cin Aynası.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Cin mi peri mi yoksa psikolojik bir vaka mı?
Düşlerinin ve yazılarının farklı olduğuna inandığım güzel insanlar var şu dünyada. Onlardan biri de Mine Söğüt. İlk tanışmamız Deli Kadın Hikâyeleri ile olmuştu, Tüyap Fuarı’nda ikinci bir kitabını daha alayım diye YKY standına uğrayınca dayanamadım, ne var ne yoksa topladım. Elimdeki yeni kitapları eritmeye de Söğüt’ün ilk kitabı olan Beş Sevim Apartmanı ile başladım. Ne de iyi yaptım.
Bir psikanaliz romanı mı demeliyim bu anlatı için, bir korku romanı mı yoksa fantastik bir kurgu mu, emin olamıyorum. Zira okurken yer yer tüylerim ürperirken bazen de “hadi canım, öyle şey olur mu hiç?!” dedim. Ama kitabın beni en çok etkileyen kısmı da bu oldu sanırım; gerçeküstü ögelere psikolojik bir altyapı sunuyor olması. Böylece sizin “neden olmasın ki” sorusu ile bu gerçekdışılıklara mantıklı zeminler yaratmanız sağlanmış oluyor. Sanırım en doğru özet kitabın kapağında, kendi adında “Rüya Tabirli Cinperi Yalanları” denerek yapılıyor. Peki, Beş Sevim Apartmanı ne anlatıyor?
Pürtelâş Mahallesi’nde beş katlı tuhaf bir bina; Beş Sevim Apartmanı. İçinde yaşayan birbirinden tuhaf beş insan... Bir de doktor Samimi. Her biri kendi cinli perili masalının içinde kaybolmuş, benliklerini kaybetmiş birer psikolojik vaka. Evet evet, doktor Samimi de öyle. Zaten her şey onun deneyiyle başlıyor. Otuz yaşında nihayet hissettiği aşkı, sevdiği kadına itiraf etmesi durumunda hayatını mahvedeceklerini ilan eden cinlerin ve perilerin, otuz yaşına kadar sadece rüyalarında görse de Samimi’nin en yakın dostlarının, yokluğunu ispat etme isteğiyle. Bu yaratıkların yokluklarına inandırırsa dünyayı, onların da insanlar üzerindeki karşı konulamaz etkilerinin kaybolacağına olan inancıyla. “Ama önce kendi inancını dağlayacaktı.” Samimi ve hikâye işte böyle başlayacaktı.
Anlatıda önce Beş Sevim Apartmanı’nın ve bu apartmanın sahibi Huriye Hanım’ın tuhaf hikâyesini öğreniyoruz. Doktor Samimi’den öncesini yani. Onunla değil, öncesinde de zaten ilginç olan bir bina bu. Bir türlü erkek çocuk doğuramayan, doğan tüm çocuklarına Sevim adını veren, bununla kalmayıp baktığı kedileri de kız olsun erkek olsun Sevim diye çağıran, beş Sevim’ini de toprağa veren ve kendisi de bir gün bu alemden üzerinde kedilerle göçen Huriye Hanım’ın binası. Doktor Samimi de bu hikayeyi öğrendiğinde cinlerin oyunu olmasından şüpheleniyor zaten. Kim bilir o binaya belki de “onlar” tarafından çekildi, öyle değil mi? Biz kafamızdaki soruları bir kenara bırakalım şimdi.
Beş katın tümünde Doktor Samimi’nin biraz hile ile biraz da tanıdıkları vasıtasıyla ruh sağlığı hastanelerinden getirttiği beş kimsesiz hasta ikamet ediyor. Yoksa cinlerin perilerin oyununa gelmiş, kafaları karışmış insancıklar mı demeliyiz onlara? Nasıl çağırırsak çağıralım onları, biz tek tek bu katlara konuk oluyor, hastaların “zannettikleri” hayatlarını, sonra gerçekte ne yaşadıklarını, ne durumda olduklarını öğreniyoruz. Kendini cüce sanan bir katil, seksen yaşında sanan bir genç kadın, intihara meyilli Yusuf, cinsel kimlik sorunu ile boğuşan Elif, babasız dünyaya gelmiş ve babasını cinperi sanan Melike… Ve tabi tüm bu dairelin en alt katında, kazan dairesinde ikamet eden Samimi.
Bu beş karakterin hikayelerine girip çıkarken aralarda da Doktor Samimi’nin günlüğünü düzenli bir şekilde okuyoruz. Cinperilere karşı nasıl bir savaş verdiğini görüyoruz günlüğün her sayfasında ve o da aklının sınırlarının zorlandığını hissediyor her geçen gün. Bu sırada okuyucu olarak bizler de sürekli bir soru işaretiyle karşı karşıya kalıyoruz: Doktor Samimi gerçekten cinli mi yoksa o da nevrotik bir hasta mı? Cevap çok gecikmiyor, kitabın sonunda bu sefer de Samimi’nin gerçek hikayesini okuyoruz. Son derece şaşırtıcı gerçek neymiş, öğrenmek için kitabı alıp okumanızı şiddetle tavsiye ediyorum. Belki sonrasında ilk başta yazdığım sorunun cevabını siz bana verirsiniz: “Bir psikanaliz romanı mı demeliyim bu anlatı için, bir korku romanı mı yoksa fantastik bir kurgu mu, emin olamıyorum.”
Not: Işıklarınız açıkken okumanızı öneriyorum :)
Feyza Gönüler
twitter.com/feyzagonuler
Bir psikanaliz romanı mı demeliyim bu anlatı için, bir korku romanı mı yoksa fantastik bir kurgu mu, emin olamıyorum. Zira okurken yer yer tüylerim ürperirken bazen de “hadi canım, öyle şey olur mu hiç?!” dedim. Ama kitabın beni en çok etkileyen kısmı da bu oldu sanırım; gerçeküstü ögelere psikolojik bir altyapı sunuyor olması. Böylece sizin “neden olmasın ki” sorusu ile bu gerçekdışılıklara mantıklı zeminler yaratmanız sağlanmış oluyor. Sanırım en doğru özet kitabın kapağında, kendi adında “Rüya Tabirli Cinperi Yalanları” denerek yapılıyor. Peki, Beş Sevim Apartmanı ne anlatıyor?
Pürtelâş Mahallesi’nde beş katlı tuhaf bir bina; Beş Sevim Apartmanı. İçinde yaşayan birbirinden tuhaf beş insan... Bir de doktor Samimi. Her biri kendi cinli perili masalının içinde kaybolmuş, benliklerini kaybetmiş birer psikolojik vaka. Evet evet, doktor Samimi de öyle. Zaten her şey onun deneyiyle başlıyor. Otuz yaşında nihayet hissettiği aşkı, sevdiği kadına itiraf etmesi durumunda hayatını mahvedeceklerini ilan eden cinlerin ve perilerin, otuz yaşına kadar sadece rüyalarında görse de Samimi’nin en yakın dostlarının, yokluğunu ispat etme isteğiyle. Bu yaratıkların yokluklarına inandırırsa dünyayı, onların da insanlar üzerindeki karşı konulamaz etkilerinin kaybolacağına olan inancıyla. “Ama önce kendi inancını dağlayacaktı.” Samimi ve hikâye işte böyle başlayacaktı.
Anlatıda önce Beş Sevim Apartmanı’nın ve bu apartmanın sahibi Huriye Hanım’ın tuhaf hikâyesini öğreniyoruz. Doktor Samimi’den öncesini yani. Onunla değil, öncesinde de zaten ilginç olan bir bina bu. Bir türlü erkek çocuk doğuramayan, doğan tüm çocuklarına Sevim adını veren, bununla kalmayıp baktığı kedileri de kız olsun erkek olsun Sevim diye çağıran, beş Sevim’ini de toprağa veren ve kendisi de bir gün bu alemden üzerinde kedilerle göçen Huriye Hanım’ın binası. Doktor Samimi de bu hikayeyi öğrendiğinde cinlerin oyunu olmasından şüpheleniyor zaten. Kim bilir o binaya belki de “onlar” tarafından çekildi, öyle değil mi? Biz kafamızdaki soruları bir kenara bırakalım şimdi.
Beş katın tümünde Doktor Samimi’nin biraz hile ile biraz da tanıdıkları vasıtasıyla ruh sağlığı hastanelerinden getirttiği beş kimsesiz hasta ikamet ediyor. Yoksa cinlerin perilerin oyununa gelmiş, kafaları karışmış insancıklar mı demeliyiz onlara? Nasıl çağırırsak çağıralım onları, biz tek tek bu katlara konuk oluyor, hastaların “zannettikleri” hayatlarını, sonra gerçekte ne yaşadıklarını, ne durumda olduklarını öğreniyoruz. Kendini cüce sanan bir katil, seksen yaşında sanan bir genç kadın, intihara meyilli Yusuf, cinsel kimlik sorunu ile boğuşan Elif, babasız dünyaya gelmiş ve babasını cinperi sanan Melike… Ve tabi tüm bu dairelin en alt katında, kazan dairesinde ikamet eden Samimi.
Bu beş karakterin hikayelerine girip çıkarken aralarda da Doktor Samimi’nin günlüğünü düzenli bir şekilde okuyoruz. Cinperilere karşı nasıl bir savaş verdiğini görüyoruz günlüğün her sayfasında ve o da aklının sınırlarının zorlandığını hissediyor her geçen gün. Bu sırada okuyucu olarak bizler de sürekli bir soru işaretiyle karşı karşıya kalıyoruz: Doktor Samimi gerçekten cinli mi yoksa o da nevrotik bir hasta mı? Cevap çok gecikmiyor, kitabın sonunda bu sefer de Samimi’nin gerçek hikayesini okuyoruz. Son derece şaşırtıcı gerçek neymiş, öğrenmek için kitabı alıp okumanızı şiddetle tavsiye ediyorum. Belki sonrasında ilk başta yazdığım sorunun cevabını siz bana verirsiniz: “Bir psikanaliz romanı mı demeliyim bu anlatı için, bir korku romanı mı yoksa fantastik bir kurgu mu, emin olamıyorum.”
Not: Işıklarınız açıkken okumanızı öneriyorum :)
Feyza Gönüler
twitter.com/feyzagonuler
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)