20 Şubat 2013 Çarşamba

Delirmekten korkmak ya da korkudan delirmek isteyenlere

2009’un yavan geçen sonbahar günlerinde biz yerimizde zıp zıp zıplıyorduk. Bunun nedeni Hakan Günday’ın yeni romanının çıkacağını haber almamızdı. Adı Ziyan olan roman bir türlü gelmiyordu. Sonunda roman geldi, romanla birlikte korku da geldi, korkuyla birlikte “delirme” fikri kafamızdan aşağı boca edildi.

Marifetli kalemin sahibi kitabın arka kapak yazısında, “Aksın içlerine hayatımın zehri. Yirmi adet mermi. Muhteşem! Hepinizi geberteceğim. Ama hepinizi” diyordu. Aklımızı başımızdan alıyordu.

Takdir edersiniz ki, Azil’den sonra nasıl bir romanla karşılaşacağımızı tahmin edemiyorduk. Romanlarının birbirini izleyiş sırasında herhangi bir çıkarım yapmak mümkün olmuyordu. Zaten Günday romanlarının en büyük heyecanı da bence burada yatıyordu. Öngörülemezlik!

Azil’de bolca artistik felsefe patinajları yaptıran yazarımız, Ziyan’ın kapağında yüzümüze haykırıyordu. Başarılı bir kapaktı, çünkü okurların zihinlerinde ilk beliren düşünce “asker” oluyordu.

Doğu’da askerlik yapan bir gençle tanıştırdı bizi Günday. Sonra onun tek başına çok yalnız olduğunu düşündü ve o nöbet tutarken bir oyun arkadaşı daha çağırdı: Atatürk’e suikast girişimden yargılanarak idam edilen Ziya Hurşit. Bu beklenmedik karşılaşma beraberinde bir kamyon dolusu olaylar getirdi. Issız, soğuk ve farklı dilleri konuşan bir toplumda yaşayabilmenin, her şeye rağmen varolabilmenin mücadelesine tanık olduk.

Hakan Günday’ın roman yazmaktaki temel nedeni sorular sormaktır. O kadar çok soru işaretsiz soru sordu ki Ziyan’da, nefesler keskin bıçaklarla kesildi. Olayın kurgusu, bireyin toplum içinden toplum dışına nasıl da alelade kayabildiği gerçeğiyle örülmüştü. Peki bu durumda öfkesiz bir Hakan Günday karakteri düşünebiliyor musunuz? Mümkün değil. Askerin öfkesinin ayyuka çıktığı noktada Günday şu alıntıyla terk edilmiş bir duvar dibinde tekmeliyor insanoğlunu: “Bireyin halka duyduğu nefret daim olmalıdır.” (Georges Darien)

Romanı sadece askerlik yapan erkeklerin dramı diye düşünenler varmış. Yazık. Asker olmak burada basit bir motiftir aslında. (Tüm roman askeri bir kışlada geçse de…)

Ziyan, herkesin korku karşısındaki çaresiz delirmelerini konu ediniyor kendisine. Ziyan’daki delirmek fikri alışılmışın biraz daha dışında, Gündayca bir fikir; bıçağın kemiğe dayanmasıyla ilgili bir fikir, nefretle yoğrulmuş bir fikir. Korkmakla delirmek arasındaki dengeyi tutturan bir fikir!

Tuna Bahar
twitter.com/tuna_bahar

16 Şubat 2013 Cumartesi

Geçdi Gâlib Dede candan yâhû

Beşir Ayvazoğlu’nun Kapı Yayınları'ndan çıkan Kuğunun Son Şarkısı kitabı Allah’ın bir lütfu olarak aynı zaman aralığında yaşayan ve her biri alanlarında mihenk taşı niteliğindeki Şeyh Gâlib, Dede Efendi ve Mustafa Râkım Efendi’yi ele almaktadır. Elbette konu Gâlib olunca III. Selim’den de bahsetmeden geçilemezdi. Kitabın Yansımalar bölümünde çeşitli şairlerin (Muallim Naci, Ziya Paşa, F. N. Çamlıbel, Behçet Necatigil, Sezai Karakoç…) Hüsnü ü Aşk’tan ve Şeyh Gâlib’den etkilenerek yazdıkları şiirler yer almaktadır. Ayrıca Tanpınar’ın Huzur, Orhan Pamuk’un Kara Kitap romanlarından Gâlib ile ilgili bölümler bu kitaba aktarılmış. Muallim Naci ve Ahmet Hikmet’in Gâlib ve Hüsn ü Aşk ile alâkalı yazdıkları makaleler de kitabın sonunda yer almaktadır. Son olarak 1491 Galata Mevlevîhanesi’nin kuruluşundan 1997 Yenikapı Mevlevîhanesi’nin üçüncü defa yanışına kadar geçen sürede konu ile ilgili kayda değer olayları veren kronolojik bir cetvel de kitabın sonunda yer alıyor. Adeta Şeyh Gâlib ve Hüsn ü Aşk haritası diyebileceğimiz geniş bir bibliyografya ve yine aynı genişlikte bir dizin ile kitap sona eriyor. Gâlib’i araştıracak kişilerin bu kitabı rehber olarak kullanmasını tavsiye ederim.

Efsaneye göre kuğular öleceklerini anladıkları zaman öyle bir şarkı söylerlermiş ki bu ömrü hayatları boyunca söyledikleri en güzel şarkı olurmuş. Kuğunun son şarkısı ifadesi sanatçıların verdikleri en son ve eşsiz nitelikteki eserler için de kullanılırmış. Bu anlamda Hüsn ü Aşk genel anlamda ömrünü tamamlamış bir medeniyet birikiminin son şarkısı, özelde ise Gâlib Dede’nin eşsiz bir terennümüdür. Öyle ki üzerinden onca yıl geçmesine rağmen bu esere nazireler yazılmaya devam etmektedir.

Gâlib henüz çok genç iken evvel Divan şairlerine ‘bir iki hoş benzetme ile şair olunmaz’ diyerek kafa tutar ve etrafı tarafından ‘madem bunlar şiir değildir sen yaz da görelim’ tepkisi ile karşı karşıya kalır. Gâlib bunun üzerine çağları aşacak Hüsn ü Aşk’ını 23 yaşında iken altı ay gibi kısa bir sürede tertip eder. Gâlib Hüsn ü Aşk’ı yazdığı esnada İstanbul adeta Marmara çırası gibi tutuşur. Ancak onca yangına ve devletin onca uyarısına rağmen aziz halk, şehri yine baştan ayağa ahşap yapılar ile dolduruyor ve kâgir yapı yapanları da ‘dünyaya kazık kakmak mı istiyorsun?’ diye ayıplıyordu. Bu yangınların Gâlib üzerindeki etkilerini Hüsn ü Aşk üzerinden görmek mümkündür:

Bir nâr ki dûdı dud-ı Nümrûd
Gûlan-ı siyeh-nümûd-ı Nümrûd
-HA 1686

Gâlib, Hüsn ü Aşk’ı tertip ettikten bir yıl sonra kimselere haber vermeden çileye soyunmak içün Mevlevîlerin "Ka’betü’l-uşşak" dedikleri Konya’ya gider. Ancak Gâlib anne ve babasının ısrarlarına dayanamaz ve çilesini Yenikapı Mevlevîhanesinde tamamlamak üzere İstanbul’a geri döner. Bu ocakta Itrî, Dede Efendi ve Şeyh Gâlib’in yetiştiği düşünülür ise kuğunun son şarkısı Yenikapı Mevlevîhanesinin duvarlarında yankı bulmuştur diyebiliriz.

Gâlib ile III. Selim’in dostluğu dillere destandır. Hatta söylenir ki bir defasında Gâlib şiir okurken III. Selim başını onun dizine koymuş ve öyle dinlemiştir. Gâlib, III. Selim ile beraber sultanın kardeşleri olan Beyhan ve Hatice Sultan’lardan da büyük yakınlık görmüştür. Beyhan Sultan ile Gâlib arasında bir gönül ilişkisinden bahsedilir ancak bu rivayetlerin doğruluğunu kestirmek zordur.

Gâlib Dede 1791 yılında, Mozart’ın öldüğü yıl, Galata Mevlevîhanesi’nin postnişini olur. Gâlib postnişin olduktan sonra hayatına adı gibi kendisi de esrarlı olan Esrar Dede girer. Esrar Dede ile Gâlib’in arası çok iyidir hatta küçük kırgınlıklar yaşarlar ve birbirlerini çok sevdikleri için bu tür kırgınlıkları büyütürler. Ancak bu kırgınlıklar çok çabuk sona erer. 1796 yılında Esrar Dede’yi, 1798 yılında ise annesini kaybeden Gâlib Dede derin bir hüzne kapılır ve kabuğuna çekilerek Mevlânâ’nın eserlerine gömülür.

Art arda gelen bu ölümler Gâlib’i bilinmedik bir hastalığın içine çeker ve 3 Ocak 1799 yılında sakalında bir tek beyaz tel yok iken teneşir tahtasına yatırılan Dede’nin babasının şu sözleri insanın içini burkar "Ah oğul, bu tahtaya kara sakal yakışmıyor."

Heccav Surûrî, Şeyh Gâlib’den epeyce rahatsızdır ve bu şiddetli kıskançlığını hicivleri ile dışa vurur:

Bilmem ey menhûs adın Es’ad mıdır, Gâlib midir
Zâtını ta’rîf kıl kimsin kime mensûbsun
Gerçi dersin şâirâne ben tegallüb eyledim
Pîş-i erbâb-ı sühanda Gâlibâ mağlûbsun

Gel gelelim Gâlib Dede’nin vefatı onu da hüzne boğar. Şiirde o kadar da başarılı olmayan Surûrî’yi bu zamana taşıyan belki de Gâlib’in ölümü ile dilinden dökülen şu mısradır:

Geçdi Gâlib Dede candan yâhû
-1213 (1799)

Kitap devamında büyük bestekârımız Dede Efendi’yi, şu an türbesi Karagümrük’te bir harabe hâline gelen, çektiği yeni tuğra ile III. Selim’e sikke değiştirten, IV. Mustafa, II. Mahmud ve şehzadeliğinde Abdülmecid’in tuğralarını çeken, "eğer Hafız Osman yaşasa idi ‘Lâyık oldun âferin bizden ziyâde hürmete’ sözüne mahzar olurdun" diyerek şairler tarafından övgüler dizilen büyük hattat Mustafa Râkım Efendi’yi ve devrinin derin devleti olan "saraydaki tuvaletlerde bile hafiyesi var" diye söylentilere sebep olan Halet Efendi’yi anlatıyor.

Muhammed Faruk Özcan

15 Şubat 2013 Cuma

Kalbinin kuytusunda şiirler saklayanlara

Ömrüm kitap sayfaları arasında geçsin diye çırpınmama rağmen, söz konusu şiir olunca tanıyamadığım bir seçicilik giyiyorum üstüme. Hem ben çok şiir ezberledim, anladım ki yağmur her şeyi biliyor.. Ama önemli olan yağmuru bilebilmektir diyerek seçiciliği bir kenara bırakıp yeni şairlerden de okuyarak yola devam ettim.

Yolum tozlu kitap raflarından geniş kitabevlerine düştüğünde; gencecik, sıcacık bir şairle tanıştım sapsarı ve incecik bir kitap sayesinde. Henüz 30’larında olmasına rağmen kısa denilebilecek bir yazın sürecinde kendi şiir çizgisini oluşturabilmiş bu kadından bahsedeyim ilkin. Adı Gonca Özmen. Şiirle haşır neşir çoğu başarılı yazar gibi (bkz: Nilgün Marmara). İngiliz Dili ve Edebiyatı mezunu. Ama günümüzdeki yazar/şair tayfasının çoğunluğuna göre, harekete geçmek için demlenmeyi beklememiş, ve ilk şiiri bir edebiyat dergisinde henüz 15 yaşındayken yayımlanmış.. Elime aldığım “Kuytumda” adlı ilk kitabını da 18 yaşındayken çıkaran Özmen’in içindeki küçük kızın birkaç satırla nasıl bu kadar dolu bir hüzünden bahsedebildiğini gördüğümde, bunca yıldır içimde tutup da erteleyip yazamadıklarıma hayıflanmadım değil..

Çoğu incecik şiir kitabına bir heves para döküp alıp okuduktan sonra çok pişman olmama rağmen, bu kadının cümleleriyle tanıştığımda içimden o his uçtu gitti. Hem “Her şiir yeni bir sancıdır” diyor haklı olarak benim o en sevdiğim şiirinde. Ve şair, bize o sancının üç katmanını gösteriyor bu kitapta. İlk bölümde ay’dan bahsederken hafif bir sitemi dokunduruyor yüreğimize, “Kimin kıyısında dursam, bir rengin usul usul dağılışı gibiyim..” diyerek. Bazen boyundan büyük laflar etmeye yeltense de şiirleri, işte benim sevdiğim o ‘kadın şair’ duygusunu çocuk yönünü de hatırlatarak şaşırtabiliyor:

"Hangi kabuğa sığar şimdi
Hiç durmadan dizlerini kanatan bu aşk?.."

İkinci bölümde, renklere değinirken, son kısımda kısa kısa cümlelerle ‘imgeleri’ kitabına katan Özmen, taş, duvar, göl, zaman, uzak kelimelerini günlük hayattan cümlelerle şiirleştirmeyi tercih etmiş. 18 yaşının heyecanına vererek, bu kısım şair için belki de sonradan toparlanmak üzere ucu açık bırakılmıştır diyorum. Yine de son dönem şairlerinin edebiyatın kalbine atacağı çiziğin biraz farkında olmak isterseniz, ve kalbinizde gizlediğiniz şiirleri, en önemlisi de o hiç kimseye diyemediğiniz sitemleri bir genç kızın kaleminden okumayı tercih ederseniz, bu kitabı öneririm.

"Öyle daralttık ki içimizi
Bir saksılık toprağa yer yok.
Herkesin kendini gösteriyor pusulası
Ağaç kendi göğünü biliyor sadece."

Hilal Yıldırım
twitter.com/caydemleyelim

14 Şubat 2013 Perşembe

İçine atmaktan vazgeçmeyenlere

"Çok kaprisli bir sazdır! Gazın vardır çalamazsın, miden kaynar çalamazsın, çok sigara içersen çalamazsın, tokken çalamazsın. Klarnet nazlıdır."
- Ata Demirer

Enstrümanlar arasında nefeslilerin her zaman farklı bir rolü vardır. Gerek solo gerek grup halinde fark etmez, nefesliler gerçekten affetmiyor. Neşeliyken, kederliyken, nefesli bir enstrüman size ortak olabilir, ona kendinizi gönül rahatlığıyla emanet edebilirsiniz. İşte nefeslilerin arasında bir enstrüman vardır ki, onu diğerlerinden ayıran şey de bu saydıklarımı hakkıyla yerine getirmesidir. "Klarnet görsen flüt zannedersin" demeyin, zira 4 yıla yakın bir süredir sol klarnet çalıyorum. 4 yıldır üflediğim klarnet, bazen 40 yıllık dostum gibi oluyor. Siz klarnete nefesinizi verirsiniz, o sizin için sevinir de üzülür de, güvenebilirsiniz.

"Babasının kadim dostu olan amca bir gün, "Bak Osman!" demişti tatlı sert bir tavırla, "esasen, sol gırnata çalmayı, etrafa da pek belli etmeden, gittiğim meyhanelerdeki Trakyalı Çingenelerden öğrendim. Zannımca, iki iyiliğin üst üste gelemediği bu topraklarda, dertlerimizi anlatmaya, içimizi dökmeye bu klarnet daha uygun."

2012 yılı Everest İlk Roman Ödülü kazanan "Gırnatacı", Ercüment Cengiz'in ilk romanı. Oldukça sade bir üslubu var. Kurgu, beyninizi yormuyor ve sürekli merak ettiriyor. Kitap tıpkı Beşiktaş-Kadıköy vapuru gibi temkinli bir şekilde başlayıp güzel bir ritimle devam ediyor. Vapurlar iskeleye yanaşırken küçük çocuklar genellikle çok heyecanlanırlar. İşte bu kitabı da bir vapurmuş gibi düşünmeye devam edersek, sonuna doğru ve en sonunda çok tatlı bir heyecan yaşıyorsunuz. Bu lafımı unutmayın.

"İnsanı ağır bir hastalığa sürükleyen sevda mikrobu, vücuda hep böyle mi zerk oluyordu? Birine sevdalanmak, önce onu merak etmek demekti belki de."

Galata'nın Küplü Meyhane'sinde, "sol gırnata"sıyla tüm dinleyenlerin ciğerlerini söken "üç kulaklı" genç Osman, Sultan II. Abdülhamid'in emriyle 1893 yılında Chicago Jackson Park'ta açılan Colomb Sergisi'ne gönderiliyor. Musiki heyetinde görevli olan Osman'ı jazz efsanesi Scott Joplin keşfediyor. Caz grupları arasında tüm dinleyenlere klarnet nedir gösteren Osman; İstanbul'u, orada bıraktığı annesi ve sevgilisi Meline'yi, kan kardeşi Kevork'u unutamıyor. İçindeki bu tüm yaralara klarneti merhem oluyor, belki de olamıyordur. Kim bilir. Çünkü öyle bir üflüyor ki nefesini, dinleyen herkes "bu adamın büyük yaraları var" diyor.

"Klarnet kadına benzer aslında adamım! Bir yandan kamışa üflerken bir yandan da dillemen lazım onu, yani dil atman lazım.. Sen hiç kurbağa dili gördün mü? İşte, klarnetçinin dili, kurbağa dili gibi kıvrak olacak, hatta kamçı gibi savrulacak. İşte o zaman yataktaki kadın gibi haykırır klarnet de. Hatta çığlık bile attırırsın istersen.. Bizim oralarda, bu tekniğe "kurbağalama" derler Çingene çalgıcılar."

Kitabın kapak tasarımı için daima başarılı kapaklar tasarlayan Utku Lomlu'yu kutlamak gerek. Tek kusur, klarnetçinin elindeki klarnetin "si bemol" olması. Oysa sol klarnet olmalıydı. Bu ayrımı yapmak için biraz da müzikle ilgilenmek ve hatta klarnetle baya içli dışlı olmak icap ettiğinden, çok da üzerinde durulacak bir kusur değil.

Bu kitap, bir vefa borcunun nasıl romana dönüştürülebileceğini gösteriyor. İçindeki aşk, musiki ve tarih ise adeta romana yakışıyor. "Gırnatacı", her şeyiyle yaşayan bir kitap. Siz bakmayın 1890'lı yıllardan 1955'lere uzanmasına. Yaşıyor...

Unutmadan; hemen hemen bütün enstrümanistler, enstrümanlarını çalarken şarkı da söyleyebilirler. Nefesli enstrüman kullananlar, özellikle de klarnetçiler, içlerine atarlar...

Yağız Gönüler

13 Şubat 2013 Çarşamba

Yazarların "sıradan insan" yönlerini
merak edenlere

Dünyanın birçok ülkesinde büyük ilgi gören Yazınsal Yaşamlar, çağımızın yaşayan en büyük yazarlarından biri olarak kabul edilen Javier Marias’ın sempatik; kimi zaman saygılı kimi zaman da alaycı bir şekilde, edebiyat tarihinde izini bırakmış yazarların birkaç sayfalık biyografilerini sunuyor okurlara.

James Joyce’un bir koprofil olduğunu öğrenince ister istemez yaşadığınız hayal kırıklığını, Sherlock Holmes’un yaratıcısı Arthur Conan Doyle’un sert mizacını ve meşhur yumruklarını okuyunca unutabiliyorsunuz.

Ya da Rilke’nin Tolstoy’u ziyarete gittiği bir gün, Tolstoy “Bugünlerde ne ile uğraşıyorsun?” diye sorduğunda, gayet tabii ve içten bir şekilde “Şiirle” cevabını veren Rilke’ye Tolstoy’un şiire yönelttiği acımasız cümlelerden sonra üzülürken, bu cümlelerin Rilke’nin bir kulağından girip ötekinden çıktığını öğrenince gülüyorsunuz. Üstelik bütün yaşamını şiirin her formuna harcamış biri olan Rilke’nin Duino Ağıtları’nı on yılda tamamladığını öğrenince, iyi ki Tolstoy’u dinlememiş diye seviniyorsunuz.

Malcolm Lowry’nin iflah olmaz bir ayyaş, aynı zamanda çok sevilen bir arkadaş olmasını okuduğunuzda şaşırırken, Nabokov’un memleket hasreti çektiğini öğrenince derinden sarsılıyorsunuz. Faulkner’ın atlara olan sevgisi yüzünden “para için yazdığını” iddia ettiği kitabın Kutsal Tapınak olduğunu öğrenince, bir kez daha Faulkner’ın mizahi yönünü beğeniyorsunuz.

İriyarı ve katı bir adam olan Henry James’in zarafet ve şıklık takıntısını tam yerinde bulurken, bir gün Turgenyev’le birlikte Flaubert’i ziyarete gittiğinde, Flaubert onları aslında bir çalışma kıyafeti saydığı sabahlıkla karşılayınca Henry James, Flaubert’i hiç affetmemiş. Yazdıklarını bile kayda değer görmemiş bir daha. (Madam Bovary hariç). Örnekleri artırmak mümkün, kendi adıma diyebilirim ki ben en çok şaşırtan yazınsal yaşam Arthur Rimbaud’nun hayatıdır. Fena, çok fena…

Javier Marias birçok özel yazarın hayatını didiklerken okurunu sıkmadan sadece birkaç sayfada işin özetini anlatıp geçiyor. Uzun uzun biyografi okumaktan sıkılanlardansanız “Yazınsal Yaşamlar” ideal bir seçenek. Kitabın yeni baskısı Can Yayınları’nın Kırkmerak dizisinden mavi kapağıyla çıkmaktadır.

Son olarak şunu söyleyebilirim ki bu kitap; birçoğumuzun ilah gözüyle baktığı yazarların “sıradan insan” oldukları tarafına ağırlık veriyor ve sırf yazmak için ne zor şartlar altında yaşadıklarını okuyunca ister istemez yüreğimiz burkuluyor. Gerçi şunu söylemeden geçmeyeyim: Birçoğunun hayatı boyunca maddi açıdan hiçbir kaygısı olmamış, benim kastettiğim “zor şartlar” tamamen sıfırdan bir eser üretebilmek adına katlandıkları ya da katlanamadıkları olaylardır.

Tuna Bahar
twitter.com/tuna_bahar

12 Şubat 2013 Salı

Ölür gibi sevmek isteyenlere

Alper Gencer, romantik ruh doktorlarımızdan.. Ah’la başlayan, Garibin ve Mestane’yle devam eden çok güzel bir tanışıklığım vardı ki kendisiyle, elime incecik naif mi naif bir şiir kitabı geçti birden.

Ölmek Gibi Sevmek, sevgiyi iliklerinde hissetmek isteyenlere, tam çaya şeker tadında bir şiir kitabı. 64 sayfalık bu duygu patlamasının ilk ve tek baskısı hem şekli itibariyle hem de içindeki şiirlere “Devrim ve Çay”dan gelen aşinalığım dolayısıyla rafta dikkatimi çekti. Kitabın kapağındaki yanmış kibrit çöpüyse kelimelerin doluluğunu özetler nitelikte..

Birkaç sayfa arayla fotoğraflar da kullanmayı tercih eden Gencer’in “Tahrir Günlerinde Aşk” şiiri beni tam onikiden vurdu diyebilirim.

"ama yağmurun sana yağmayacağı belliydi göğe bakışından.
berraktı, bulutsuzdu, silme maviydi gök.."

Şairin kimi zaman içine küçük diyalogları, kimi zaman günlüğünden kopan birkaç hüzün dolu cümleyi, ve en çok da ağlamanın tasvirini serpiştirdiği bu kitabı okurken günümüz şairlerinin ayrı ayrı verdiği, hatta bazen bundan bile sakındığı birçok şeyi bir arada bulundurmaktan korkmadığını fark edeceksiniz.

"Devrimiçi Sosyal Paylaşım" şiirinde muzipçe sosyal medyaya değinen adamın, birkaç sayfa sonrasındaki "sana dönünce lunaparkta bir çocuğun ölümünü seyreder gibiyim azizem.." deyişindeki hıçkırığı bir defa fark edin, kitabı elinizden bırakamayacaksınız zaten..

Ölmek gibi sevmek, adı gibi kendini sevdirirken içten içe öldüren de bir kitap. En iddialı yerinizden vurulmak istiyorsanız bu yağmursuz günlerde, sıcacık bir bardak çayla beraber okumanızı şiddetle tavsiye ederim.

Şiirle..

Hilal Yıldırım
twitter.com/caydemleyelim

10 Şubat 2013 Pazar

Yaşadıklarınızı ve gördüklerinizi
anlatmaktan korkmayın

"Gördüklerime inanmam gerek ama nasıl olacak bana biri bunu anlatsın. Külahıma anlatsın!"
- Yunus Özyavuz (aka Sagopa Kajmer)

Bir dönem Open City gazetesinde yazı yazmış olan Charles Bukowski'nin köşesinin adıdır: Notes of A Dirty Old Man. Bunların toplandığı kitap da aynı isme sahiptir. Çevirisini Parantez Yayınları'na ve elbette Avi Pardo'ya borçluyuz.

"Pis Moruğun Notları", tabiri caizse "gırgır" bir kitap. Mizah kalitesi de çok yüksek. Görüp geçirdiği işleri ve insanları kaleme almış pis moruk. Hafif roman tadında ama fazlasıyla anı gözüyle bakmakta da fayda var.

"Bazı erkekler kadınlarla ilişki yürütmekte başarılıdırlar. Ben hiç beceremedim. Çok sıkıcı bir şey ilişki, bittiğinde gerçekten düzülmüş hissedersin kendini."

Dikkat çekilmesi gereken bir nokta, bu kitaptaki yazıların Bukowski'yi yeraltından yerüstüne çıkarmaya başlamasıdır. Artık böyle bir adam olduğunu, bu adamın süratli ve gırgır yazılar yazdığını, bazen kendine has üslubuyla şiirler kaleme aldığını ve hüzün konusunda da eksik kalmadığını kitaplarla yatıp kalkanlar görmüştür.    "Pis Moruğun Notları"nda en çok altını çizdiğim cümleler genellikle ahlaksız iş hayatına, aşırı duygusallığa ve yazma sevdasına yönelik cümleler olmuştur. Bukowski ne hissediyorsa onu söyler, çekinmez, çünkü çekinmesi için ortada bir sebep yoktur. Bahsettiğim bu cümlelerden üç kurşun:

"Benim onda dokuzum ölü, ama yaşayan onda birimi silah gibi kullanırım."

"Hayatta tahammül edemediğim bir şey varsa o da yapış yapış duygusallıktır!"

"İş insanın değerli saatlerini yiyip bitiriyordu."

Serin, yağmurlu ve rüzgarlı bir pazar günü, çay veya kahve eşliğinde pencerenizin kenarına oturup sayfaları çevirmeye başlayın. Kitabın nasıl bittiğini anlamayacaksınız. Zaten hayat da böyledir, nasıl bittiğini hiçbirimiz anlayamayız. Anlayamadan da ölürüz.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler