27 Mayıs 2019 Pazartesi

İnsanlık tarihi ve distopya uygarlığı

Distopyanın bir edebiyat türünden öte insanlık tarihinin geldiği aşamanın bir göstergesi olduğu kanaatindeydim. Abartı gibi gözüküyor olabilir lakin yaşamın içinde yer alan distopik detayların çokluğu beni bu düşünceye sevkediyor. İnsanlık tarihi distopya uygarlığından ibaret.

Distopya deyince akla ilk gelen 1984 oluyor sanırım. George Orwell’ın konuyu başarıyla işlemesi ona bu ayrıcalığı veriyor. Orwell gerçekten iyi bir yazar. Onca yıla rağmen okuyucu tarafından gösterilen teveccüh, gerek kurgu gerekse deneme türü yazılarında işinin ehli olduğunun ispatı diyebiliriz. Yalnız, onun iyi bir yazar olması hakkındaki dedikoduların/iddiaların dikkate alınmasına engel değil. Örneğin ilk defa 1945 yılında yayınlanan Hayvan Çiftliği’nin Sovyet Rusyası’na yönelik antipropaganda faaliyeti olarak kullanılmak üzere sipariş edilen bir CIA projesi olduğu dillendirilir. Kitaptaki olay örgüsü ve akış 1917 Ekim Devrimi ile karşılaştırmalı bir okumaya tabi tutulduğunda mesele biraz daha netleşir. Karakterler ve olay tamamen örtüşmektedir. Bu elbette eseri değersizleştirmiyor. Sadece para ve ideoloji karşılığı kurgulandığı ve/veya kullanıldığı ihtimali edebiyat dünyasında işlerin nasıl döndüğünü göstermeye katkı sunuyor. Üstelik Orwell ile ilgili spekülasyonlar Hayvan Çiftliği ile sınırlı değil. Orwell 1984’ü 1948 yılında tamamlar ve 1949 yılında yayınlanır. Benzer iddialar 1984 için de geçerlidir. Fakat benim üzerinde durduğum şey biraz daha farklı. 1984 romanından epeyce önce, 1921’de Yevgeni Zamyatin’in (1884-1937) Biz’i, sonra sırasıyla 1932’de Aldoux Huxley’nin (1894-1963) Cesur Yeni Dünya’sı; 1937’de Katharine Burdekin’in (1896-1963) Swastika Geceleri ve 1940’ta Karin Boye’un (1900-1941) Kallocain’ı yayınlanır. 1984 romanı için bu eserlerden esinlenme iması yapılır. Elbette içerik olarak hikâye hikâyeye benzer fakat burada dikkat çekilen nokta teknik detaylardır. Özellikle, metin içinde oluşturulan yapay kavramlar ve dil oyunlarının buradaki ‘esinlenmeyi’ açıkça gösterdiği söylenir. 1984’ü diğerlerinden önce okumuş biri olarak, Orwell’ın önceki distopya örneklerini iyi analiz ederek ortaya başarılı bir ‘sentez’ sunduğunu gönül rahatlığıyla söyleyebilirim. Açıkçası bu eserlerden habersiz olduğunu söylemek zor. Diğer yandan bu durum Orwell hakkındaki ‘iyi yazar’ görüşümü kesinlikle değiştirmediği gibi 1984’ün distopik eserler içerisinde en iyisi olduğu kanaatimi de etkilemiyor. Zaten Orwell bir yazar olarak kalitesini diğer eserleriyle de ortaya koyuyor.

Yukarıda kronolojik olarak sıralanan distopik eserlerin dördüncüsü olan Kallocain çok bilinmeyen bir roman. Profil Kitap tarafından yayınlanan kitabı Modern İsveç edebiyatının önde gelen isimlerinden Karin Maria Boye (1900-1941) kaleme almış. Yüz doksan sayfalık eserin çevirisi Erman Fermancı’ya ait. Kallocain’ı öne çıkaran iki faktör olduğunu düşünüyorum. İlki, Swastika Geceleri’nde olduğu gibi Kallocain’ın yazarının da kadın olması. Bu durum diğer iki esere göre daha yumuşak bir üslup katıyor. Yalnız, Kallocain’da Swastika Geceleri’ndeki kadar feminist vurguya rastlanmıyor. Karin Boye her ne kadar kadını ikinci plana iten eril düşünceyi eleştiriyorsa da romanı bir erkek karakterin ağzından anlatarak meseleyi patriyarkal düzlem yerine insani bir temelde aktarmaya gayret ediyor. İkincisi ise eserin kendi içinde güçlü bir felsefesi olması diyebilirim. Söylemin sert olmayışı Kallocain’ı diğer distopik eserlerin gerisinde bırakıyor gibi görülebilir lakin romanın kurgusu ve hikâyenin içeriği oldukça sağlam. Dolayısıyla Kallocain başarılı bir distopik eser olarak değerlendirilmeli diye düşünüyorum. Bu başarıda romanın dilindeki akıcılığın etkisini de hesaba katmak gerekiyor. Ne mutlu ki, çeviri bu akıcılığı yansıtabilmiş.

Roman tutsak edilmiş bir kimyagerin geçmişte yaşadıklarına dönük düşündüklerini yazmasıyla başlıyor. Yazmayı hem sorgulama hem de rahatlama yöntemi olarak seçen kimyagerin yaşadığı ülke izole edilmiş durumdadır. İktidarın izin verdiğinin dışında bilgi akışı kesinlikle yasaktır. Hayatın her anına yayılan propaganda faaliyetlerinde devletin durumunun çok iyi olduğu, düşmanların ise zor durumda olduğu söylenmektedir. Her şey devletin kontrolü altında gerçekleşmektedir. Günlük hayattaki görevlendirmelerden evlenecek çiftlerin kimler olacağına, kimin nerede yaşayacağından çocukların nerede ve nasıl eğitim alacağına kadar devlet karar vermektedir. Zaten evlilik Düzen’e ‘eleman’ kazandırma kurumudur. İktidarın propagandasının yapıldığı toplantılar yapılmakta ve törenler düzenlenmektedir. Bu faaliyetlere belirlenen kişilerin katılımı zorunludur. Seyahat kısıtlanmıştır. Gündelik hayat militarist bir disiplinle yaşanmaktadır.

İktidarın uyguladığı sıkı denetim bir korku atmosferi oluşturmuştur. Fiili güvenlik tedbirleriyle yetinmeyen iktidar her yere kurduğu kamera ve mikrofonlar vasıtasıyla toplumu gözetlemekte ve dinlemektedir. Konuşmaktan çekinen insanların oluşturduğu suskun ve pasif bir toplum oluşturulmuştur. İktidar her eve yardımcı adı altında bir ‘muhbir’ yerleştirmiştir ve insanlar sürekli raporlanmaktadır. Bu sayede iktidar için herhangi bir sorun çıkaracak durum henüz oluşmadan saptanarak ortadan kaldırılmaktadır.

Kallocain tutuklu kimyagerin üzerinde çalıştığı bir projedir. İnsan vücuduna zerk edilen bir kimyasal karışım (Kallocain) bireyin düşüncelerini açıklamasına sebep olmaktadır. Bu esnada birey bilincini kaybetmemekte fakat otokontrolünü kaybetmektedir. Dolayısıyla birey gizlediği düşüncelerini açıklarken neyi açıkladığının farkındadır fakat buna engel olamamaktadır. Projenin amacı suçluların suçlarını inkar etmelerini engelleyerek cezalandırılmalarını sağlayarak daha yaşanılası bir toplum oluşturmaktır. Bu sayede herkes doğruları söylemeye mecbur olacaktır. Yalnız hesaba katılmayan şey, suç işlemeyen kişilerin de bu teste tabi tutulması sonucunda zihinlerindeki her şeyi açıklamak zorunda kalacak olmalarıdır. Fiiliyata geçmemiş, belki de hiç açığa çıkmayacak düşünceler yüzünden insanlar suçlu durumuna düşebileceklerdir. Yazar bu söylemle modernitenin düşünceyi suç kategorisine sokmasını eleştiriyor diyebiliriz.

Kallocain psikolojik yönü oldukça baskın bir roman. İlk başlarda ürettiği kimyasalın ideal yaşamın oluşmasına katkı sunacağına dair büyük bir inanca sahip olan başkarakter zamanla duygu karmaşası yaşamaya başlıyor. Bunda ücret karşılığı gönüllü deneklik yapan kişiler üzerindeki deneylerin etkisi büyük oluyor. Deneklerin ve yakınlarının tavırları kimyagerin düşüncelerini değiştiriyor. Kimyager, Kallocain ile mahrem bilgilere ulaşmanın mümkün olduğu bir denetim mekanizması oluşturularak özel hayat tümüyle yok edildiğini fark ediyor. İnsanların düşüncelerini bile denetim altına alan bir sistemin amaçlandığını görüyor. Bu yöntem sadece düşünceleri açığa çıkarılan insanlarla sınırlı kalmadığını, onların en yakınlarını da potansiyel suçlu konumuna soktuğunu gözlemliyor. Öyle ki, düşünce suçu işleyen yakınını şikayet etmemek düşünce suçuna yardım ve yataklık olarak değerlendirilerek cezalandırma yoluna gidiliyor. Hiç kimsenin hiç kimseye güvenmediği bir ortam oluşturuluyor.

Kallocain tutuklu bir kimyagerin iç muhasebesi yaparak hayatı anlamlandırmaya çalıştığı bir metin. Bilimin araçsallaştırılması yoluyla oluşturulan distopik yapının başkarakterin iç dünyasındaki yansımalarına tanık oluyor okuyucu. Yazar, eserindeki psikolojik boyut ile insanın ruh hâlini çözümlemeye çalışıyor. Diğer yandan yazıldığı dönemin totaliter devlet anlayışını açığa çıkarıyor ve suni politikalar ile oluşturulan korku atmosferi içinde bireylerin nasıl etkisiz hâle getirildiğini gösteriyor. Üslubunun sert olmayışı anlatılanları gerçekliğe yakınlaştırıyor diyebiliriz. Kısacası Kallocain distopya sevenleri memnun bırakacak bir roman.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

20 Mayıs 2019 Pazartesi

Aşk yöntemi ile bir medeniyet tasavvuru

"Yahuda’nın aklı başına geldi. Mabede koştu. Aldığı parayı hahamların yüzüne attı ve İsa’nın serbest bırakılmasını istedi. Fakat iş işten geçmişti. Yahuda ancak o zaman faciayı anladı ve kendini astı. Çünkü o İsa’yı bir insanın kaldıramayacağı kadar şiddetli bir aşkla sevmişti."

Yahudaları anlatır Ülker Fırtınası ve bir Yahuda ile karşı karşıya getirdiği anın kederini, ferahlamış bir kadere nasıl çevirirsin, öğretir. Kendi elleriyle oya oya işlediği toprağı tarumar edip, sanat eseri gibi aşkları yıkıp, yıktıkları aşkın hasretinden ölenlerin hikayesidir.

1938’de Vakit gazetesinde tefrika edilip, 1944’te kitaplaşan Ülker Fırtınası yine Kubbealtı’ndan. Diğer üç romanından daha özel kılan detay; hiçbirini okumayıp sadece bu kitabı okuyan, Safiye Erol’ün, derdi ve uslubunun ortak alanlarını çizmiş olur denilebilir. Bu ancak diğer üç kitabına hakimiyetle anlaşılsa da ipucu olarak bir kenarda dursun diyelim.

İlk ortak yan; modern, batılı mekanlarda, eğlence dünyasında başlayan aşklardır. Romanlarında doğu-batı karşılaştırmalarını, ziyadesi ile değerli bir görecede okuyan Erol, mekanlarda da bu sentezle doğru orantı çizmiştir. Batıdan gelen, batılı, modern, idealist, batı müziğinde uzman, batılı okumalara hakim, batı ve yunan felsefesinde gelişmiş ama özü doğu kadın; doğuyu buram buram içinde taşıyan, doğu müziğinde üstad, udi bir adama, bir bakıma kendi özüne aşık olur. Bu aşkın sonunda ise doğu- batı sentezinden dökülen en somut, en bedenli, en cisim sahibi eseri, Yahuda Senfonisi’ni verir bize Erol. Tüm romanlarının sonucu gibidir Yahuda Senfonisi. Ve tıpkı yazının başında, Yahuda-İsa ilişkisinde anlattığımız gibi, adam, kadının kendi özü ile olan bu aşkını tarumar ettiğinde; kadın, tarumar olanın sadece ilişki olduğunu ve aşkın kendisinin baki olduğunu anlayıp yoluna devam etmiştir. Erol ile ilk tanıştığınızda sevmeyeceğiniz bu adamlar zamanla anlaşılmaktadır ki sadece görevlerini yapmaktan sorumlu varlıklardır. Tıpkı su gibi, rüzgar gibi… Çünkü “aşkın saltanatı ebedidir”.

İkinci bir ortak nokta; yedi yıl metaforudur. Başkahramanımız Nuran yedi yıl eğitimin ardından, Türk musikisinin statik yapısını, kalıplarını kırmak, Türk müziğinin kimliğine yeni ufuklar açmak ideali ile topraklarına düşmüştür. Bu yedi; Ciğerdelen romanında “7 Peçeli” menkıbesi, Dineyri Papazı’nda 7 yıl aşk acısı, Kadıköyü’nün Romanı’nda 7 arkadaş arasında başlayan ilişkiler vb. birçok konuda karşımıza çıkar. 7 izleği, Erol’ün, nefsin 7 mertebesini refere eden izleğidir ki tek başına üzerine kitap yazılabilecek onlarca detaydan biridir.

Üçüncü olarak; evli bir taraf ve ahlaki altyapı ile imkansızlıktan, acının dozunun arttığı ilişkiler vardır. Bir fasıl akşamı, batı müziği dinamiklerini üstün tutan anlayış cebinde iken tanıştığı udi ustanın büyüsü ile Türk müziği hakkında düşünmeye başlayan kadının aşkı da böyledir. Kültürel altyapısını tamamlamış kadın, ihtiraslarının peşinde sürüklenen, kötülüğünü bile tanıyacak kadar yüzüne ayna tutulmamış, doğulu ve evli bir erkeğe aşık olmuştur. Pırıl pırıl bir kalp ile düştüğü kiri göremeyen bir adam… Bu hem, yine, doğu batı karşılaşmasıdır hem erkeğin doğu ile batı arasında kalmasından kaynaklı acılarının kaynağı olacaktır.

Karısı doğuyu temsil eder Sermet’in coğrafyasında; Türk Müziğidir. Basittir, bu basitlik konforludur, dışarıdan bir gibi görünse de, dünyaları başkadır, bu başkalık rahattır. Nuran batı yakasıdır yakışıklı udinin; tutku vardır, daha kendinden bulur tüm farklılığına rağmen, anlayamaz bu benzerliğin kaynağını, korkar… Aşk, bilgi, estetik, korku hemhal olmuştur… Çoktur, tanıdıkça artıyordur, derinleşiyordur… Çekici ama ürkütücüdür de. Gidebilir ve Sermet yalnız kalabilir bilmediği bir batılı coğrafyanın orta yerinde, bilmediği bir müzikle. Ama onun yanında hissettiği bu ateş de neyin nesidir.

Dördüncü ortak nokta; batılı bilgelikle donanmış kadının, doğulu baba da dinlendiği rutinidir. Baba olur, mürşit olur ama doğulu olması değişmez. Bu romanda, Maltepe’de Bektaşi dervişi Ali Fethi Bey’in, babanın, münzevi hayatına sığınılır. Bu merhale yazarın annesinin Keşanlı bir Bektaşi dervişi olmasından esinlidir.

Babasının yanında, acısında, yalnızlığında, dinginliğinde, güveninde bir süre konaklayan Nuran, üzerine sürünen ferahlıktan cesaretle yavaş yavaş kendini toplamaya başlar. Yarım kalmıştır bir şeyler. Sermet çağırıyordur, geri döner. Aynı kadın değildir. Sermet aynı kadın ile vazgeçemediği tutkusu, bilgeliği ve batısı ile barıştığını zannetmektedir. Belki de en derin öfke kaynağı da budur. Öfkelenmiyordur artık. Babasının yanından gelirken yanında getirdiği aşkın Sermet’e ait olmadığını okur aynaya baktıkça kendi gözlerinden!

Sermet, Müzeyyen’den boşanmaz. Alaturka musikiyi de bırakmaz. Aslında ikisi de aynı şeydir. Nurhan bunu görüyordur artık. Merhamet dolu bir sevgiye geçmiştir Sermet’e. Köşke ek bir pavyon yaptırıp orada misafir etmeye başlar hatta. Bu pavyon, Sermet’i, sadece evinin bahçesine değil kendisinin de bahçesine taşıdığının metaforik karşılığı gibidir. İdealarını yeniden eline almıştır. “Transformatör” devreye girer. Transformatör uzun hikaye; başka yazıya…

Türk musikisinin kalıplarını kırmak için gelen o genç kadının hikayesi, aşık olduğu adam ve babasından kalan doğulu koku ile Türk müziğini iyileştirmek için neler yapabileceğinin derdine bürünmüştür. Bir meramı vardır. Yaşamaya dair, kendine dair bir meramı.

Türk operası için görevli olarak yurtdışına gidecekler arasına girecek kadar çalışmalarını duyurur. Sermet doğusunun içinde harmanlanıp kalmıştır. Nurhan ise Sermet’ten yüklendiği doğuyu, batı ile harmanlayıp yürümektedir.

Nuran’da 1933’te başlayıp 1936’da biten bu hikayenin üç yılından geriye sadece güzel anılar kalmıştır; birde “Yahuda” adını verdiği, biraz babasından, biraz Udî Sermet’ten, biraz memleketinden, biraz Viyana’dan getirdiği, yedi yıldan dökülen notaların birleştiği senfoni. Nuran’ın hayali, yazarın ise varmak istediği medeniyet tasavvurunun prototipi gibidir.

Batıda terbiye olup doğulu bir bedende harmanlanan aşk da müzik de, yazarın, her romanında içinize işleyen, yeni Türkiyedir. Cumhuriyet’in Safiye Erol’ü, bu ülkenin, hala daha ideolojilerin yangınında debelenen ve külden önünü göremeyen okurları için çok ileridedir. Öyle ki en çok benimseyenlerce dahi sadece kendilerine benzeyen yanları takdir edilerek onanabilmektedir. Kıyafeti İslam’a, inancı “Cumhuriyet”e sığmamış, ortada kalmıştır Erol. Sakız bahsini aşamamış oruçlar düşünülünce, uzunca bir zaman daha ortada kalacak gibidir! Beni 100 yıl sonra anlayacaklar diyen Nietzsche’lerden bir eksiği de yoktur keza.

Yine de bir yerden başlayalım derseniz, Ülker Fırtınası, sizi, aşk yöntemi ile bir medeniyet tasavvuruna taşımaya taliptir.

Mavi Çınar
the.blue.gaia@gmail.com

18 Mayıs 2019 Cumartesi

"Dinimi yaşamak için Çarşamba'ya hicret ettim!"den "Para tesettürde şu an!"a: Fatih-Başakşehir

Pierre Bourdieu, bireylerin sosyalleşme süreçleri içinde bazen bilinçli bazen de bilinçsiz olarak içselleştirip eyleme dönüştürdükleri şablonları habitus olarak açıklar. Bu şablonlar çoğu zaman geçmişten gelen hikâyeyle (kültür) yürür. Modernleşme ekseninde kentleşmenin de işe tüm kuvvetiyle dahil olması, habitusu bir çözüm üretme mekanizması hâline de getirmiştir. Dolayısıyla habitusun hem tarihsel hem de dinamik bir özelliğe sahip olduğunu söyleyebiliriz. Ahlak Psikolojisi ve Sosyal Ahlak kitabında merhum Erol Güngör, habitus kavramını bize en yakın formda açıklar: "Başlangıçta büyüklerimizi memnun etmek veya onların hoşnutsuzluğunu uyandırmamak için yaptığımız davranışlar zamanla şahsiyetimizin bir parçası haline gelir, sadece öyle yapılması gerektiğine değil, öyle yapmanın 'doğru' olduğuna inanırız."

Bir konuyu değerlendirirken, bilhassa bizim toplumumuzda dışarının yorumu muhakkak mevzuya dahil olur. Ev ararken karşılaşılan "Ev sahibi bir aileye vermek istiyor, sen bekar mısın?" ya da iş ararken "Daha önceki işinizden hangi sebeple ayrıldınız?" türü sorular dahi habitusu yansıtmaktadır. Philippe Riutort, Sosyolojiye Giriş Dersleri'nde bu uzun konuyu "Kişisel zannettiğimiz eylemler ve düşünceler bize toplum tarafından önceden aktarılmışlardır." diyerek özetler. İstanbul'da yaşanan ve yaşanmakta olan kentleşme faaliyetlerine çoğu zaman modernleşme, teknoloji, gösteriş, dönüşüm, rant pencerelerinden bakıldı. İslamî habitusun içine derinlemesine dalan ve İstanbul'un neredeyse birbirine alternatif olmuş iki semtini ele alan bir çalışmayla karşılaşmamız Mart 2019'da mümkün oldu. İrfan Özet, yıllar süren çalışması karşılığında bu konuda meraklı olan okurlara son derece önemli bir kitap sundu: Fatih-Başakşehir.

"Muhafazakâr Mahallede İktidar ve Dönüşen Habitus" alt başlığını taşıyan bu çalışma, İslami habitusun içinde yaşanan gerek sosyal gerek iktisadi ayrışmalardan sonra Fatih ve Başakşehir semtlerine yeniden bakıyor. Sosyal sermaye, dini grup ve sivil toplum kuruluşu ağlarının değişimiyle birlikte ortaya çıkan dinamik, Fatih'in de Başakşehir'in de kendi içinde türlü ayrışmalar yaşadığını gözler önüne seriyor. Kitabın giriş bölümünde araştırmacının amacı tüm boyutlarıyla izah ediliyor. İkinci bölümde mekânsal temsillerle birlikte araştırmaya katılanların yorumlarıyla karşılaşmaya başlıyoruz. Özellikle üç ağ söz konusu: politik, dini, iktisadi. Bunların yanında sosyal sermaye ağları da 'ağır toplar' olarak meydan: kökene dayalı ağlar, cami cemaatleri. Geçmişten gelen yurt ağları ve gençlik hareketleri de kimi zaman Fatih'in 'pek bozulmayan' taraflarına omuz vermeyi sürdürüyor.

Üçüncü bölümde Fatih semtinde dışlamanın 'madun' adresleriyle birlikte habitusun nasıl dönüştüğünü okuyoruz. Bireysel inisiyatifler, iktidar aygıtına dönüşen STK ağları ve dini grup ağları bu anlamda önem kazanıyor. Sonrasında dışlama temsillerini irdeliyor İrfan Özet. Zorunlu göç mirasıyla yüzleşen Kürtler, Romanlar, mülteciler ve sıklıkla kullanılan 'Gayrimüslim ajanda' dışlamanın yöneldiği kolektif grupları oluşturuyor. Bir de güven(siz)lik, göç ve kentsel dönüşüm eğimleri gibi dışlamanın mekânsal boyutları var. Mesela gayrimüslimlerle bir arada yaşarken her şeyin 'güllük gülistanlık' olduğunu ancak siyasi faktörlerin yanına rantın çekiciliği de eklenince 'gelenin gideni fazlasıyla arattığı'nı gün yüzüne çıkaran bir örnekte Karagümrük'te yaşayan İhsan şöyle diyor: "Burası gayrimüslimerin olduğu zaman çok güzeldi... Sonra sonra biz bu insanları buradan uzaklaştırdık. Kavgalarla, dövüşlerle... O güzel insanlar buradan gidince, yerine çirkinler geldi. Çirkinler de buradaki bizim gibi yerlileri bezdirdi. Biz nasıl gayrimüslimllere kötü davrandıysak, bu sefer o insanlardan sonra gelenler, bizi rahatsız etmeye başladılar. Demek ki yüce Allah bu işe karıştı."

Bu anlatımdaki bazı ögeler dikkat çekici. Biz-siz, güzel-çirkin ve İlahi adaletin tecelli edişi Türk insanın tüm olan biten dönüşüm karşısında aslında sorgulama sisteminin de çalıştığını gösteriyor. Şu anki rahatsızlığın temelinde, bilhassa Fatih ekseninde mülteciler yatıyor. Mülteciler hem emlak piyasasını alt üst etmiş durumda hem de mahallenin yaşam alanına daire temizliğinden apartmandaki edep erkâna varıncaya dek göze batıyor. İrfan Özet burada mahallenin siyasi figürlerine de ulaşmış. Özellikle parti yönetimlerinde bulunan insanlar arasında belirgin bir mutabakat yok. Kimileri iktidarı sorgusuz sualsiz yapılan bu dönüşüm nedeniyle eleştirirken kimileri de devletin sunduğu nimetlerin görülmediğinden ve nankörlük yapıldığından dem vuruyor. THK Fatih şube başkanı olan Necmi'nin gördüğü ise günümüzdeki siyasi rant tartışmalarının özeti gibi: "Fatih'teki THK şubesinde tüzüğe göre yönetim kurulu beş kişi olmak zorunda. Bu beş kişiyi bulmak için gittiğimde, herkes öncelikle imkânlarını soruyor: "Acaba bize bir faydası olacak mı?" diye. Başka yerlerde de böyle artık. Ben dava adamı arıyorum. Onlar ise "İmkânlarım ne olacak?" diyor."

Nostaljik özlemler Fatih gibi kadim semtlerde ciddi bir ömür geçiren insanların zihninden çıkmıyor. 50 yıl önceki vaziyetle şimdiki akıbet arasında kalanların genel yorumu artık mahallenin, mahallelinin kalmadığı yönünde. Bu da İslâm'da oldukça kritik bir öneme sahip cemiyet-cemaat kavramını dönüştürüyor. Artık bir cemaatin 'merkez üssü' belli bir mahalle olsa bile hem İstanbul'un hem de ülkenin birçok yerinde 'daire görünümlü şubeler' açabiliyor. Semt tercihinde birçok sebep var ancak İsmailağa'ya hicret eden Kadir'in öyküsünü okurken okuyucuyu oldukça etkilenecektir. Ermeni bir aileye mensup Kadir, Müslüman olduktan sonra bilhassa babasının ve çevresinin gadrine uğruyor. Cüppesi, takkesi denize atılıyor. En sonunda dayanamıyor ve kendi tabiriyle İsmailağa'ya hicret ediyor, orada 'abiler' tarafından evlendiriliyor, kendisine daire ve mobilyalar bulunuyor. O da şükrediyor, huzuru bulduğunu söylüyor. Diğer tarafta, tam da nostaljik özlemlere uygun bir mesaj var. Konya göçmeni olarak hikâyesine yer verilen Halil, camilerin sembolik değerini anlatırken geçmişin büyüklerinden ve onların çevresinde oluşan cemaatlerden şu şekilde bahsediyor: "O yıllarda İstanbul'da meşhur bir laf vardı: Pazar günü sabah namazını Çarşamba semtindeki camide kılıp Mahmut Efendi'nin sohbetini dinleyeceksin. Öğlen namazında Erenköy Zihnipaşa Camii'nden Sami Efendi'yi dinleyeceksin. İkindi namazında da İskenderpaşa Camii'ne gelip Mehmet Zahid Kotku'yu dinleyeceksin, derlerdi. Biz de böyle yapardık."

Elbette olduğu gibi kalan, kalmaya çalışan sokakları, mahalleleri hâlâ var Fatih'in. Çapa, Şehremini tarafı her ne kadar Beyaz Türk olarak sınıflandırılsa da 'karşı yaka'da durum farklı. Çarşamba'nın da Balat'ın da Karagümrük'ün de kendine has bir yapısı var. Bu yapı bazılarında kalıntı olarak var, bazılarında gayet güncel ve etkili. Ancak yine de kendi içinde çelişkili. Mültecilerden rahatsız olan, din bahsinde mahalle baskısından yakınan da var, bunların 'doğal korunma yöntemleri' olduğunu savunanlar da var. "Türk dilenciyi özledik!" diyeni de var, "Bir Kürt çocuk gol atınca üzülen Türk görmedim!" diyeni de. Elbette bir de Sulukule var ancak Romanların son yıllarda yaşadıkları drama Fatih'te çok farklı gözlerle bakan insanlar mevcut. Kimileri devletin onlara sunduğu yeni yerleşim yerinin (Taşoluk, Arnavutköy) nimet oluşundan bahsediyor, kimileri ise Romanların orada barınmasının mümkün olmayacağını ve dolayısıyla Fatih'in çeşitli mahallelerine dağılmış vaziyette yaşamaya devam ettiklerinden bahsediyor. Bu konuda Derya Koptekin'in dikkat çekici çalışması olan Biz Romanlar Siz Gacolar'ı öneririm. Bu çalışmayla Çingene/Roman çocukları üzerindeki dolaylı-dolaysız kimlik inşasını okumak, kentsel dönüşümün hiç de göründüğü gibi olmadığını anlamak mümkün... Sulukule meselesinde, partinin mahalle başkanı Ayhan'ın 'hâkim hava'dan etkilenerek dışlayıcı yorumlarda bulunsa da merhamet-vicdan-adalet üçgeninin yarattığı 'arafta kalmışlığı' dikkat çekici: "Ya abla niçin geri geldiniz? Orada seksen metrekare evler verdiler size. Bahçeleri, yeşil alanları, tertemiz havası vardı, dedim. "Biz yaşayamayız orada" dedi. "Neden?" diye sordum. "Yani biz şimdi alışmışız. Elimize beş lira aldığımız zaman burada bakkala gidip iki liralık peynir kestirip, üç tane yumurta, bir liralık zeytin, yarım margarin ve bir önceki günden kalmış ucuz ekmek alabiliyorduk yani. Ama orada bu imkânları nasıl bulalım?" dedi. Yine o abla "Kocam bir parfüm veya mont satmak için oradan taa kırk elli km yol geliyor. Arabamız yok. Otobüs de ancak sabah ve akşam saatlerinde birer tane var. İşte burada günlük otuz kırk lira kazanırsa, onunla tekrar o yoldan eve geri gelecek" dedi. Hakikaten Taşoluk onlar için yaşanılmaz bir yerdi."

Fatih'in Cerrahpaşa semtinde doğup büyümüş biri olarak semtin geldiği hâlin orada yaşayan ve oralı herhangi birini yaralamaması mümkün değil. Birçok insan bu dönüşümü önceden görüp tası tarağı topladı, gitti. Diğer insanlar da zamanla değişen dinamiklerin ve habitusun etkisiyle parça parça semti terk etti. Nereye gittiler diye uzun zaman düşündüğüm olmuştur ve genelde cevaplar hep farklı semtlere çıkmıştır. İşte tam da burada İrfan Özet bizi Başakşehir gerçeğiyle tanıştırıyor. Başakşehir nasıl oluştu, nasıl gelişti, kimler buraya oturmayı tercih etti, kendi içinde (etaplar) nasıl bir dağılımı var, siyaset sahnesindeki tansiyondan nasıl etkilendi, STK'lar ve cemaatler orada nasıl konumlandı gibi birçok önemli soru kitabın geriye kalan sayfalarında cevap buluyor.

Başakşehir'in kuruluş döneminde daha önce hiç duymadığım bir Selametköy hikâyesi var ki özellikle Milli Görüşçüleri çok eskilere götürecektir. Siyasi sahnenin el değiştirmesiyle duran Selametköy projesinden sonra merhum Erbakan'a küsenler dahi olmuş. Ancak bu küskünlük; zamanında projeye dahil olup arsa(lar) satın alan insanların günümüzde Başakşehir'in nasıl bir rant odağı olduğunu görmesi/yaşaması ile rahmet dualarına dönüşmüş. Belediye nezdinde değişen yönetimler ve araya giren Onurkent ile Oyakkent örnekleriyle dışlama sembolleri oluşmaya başlamış Başakşehir'de. Muhafazakâr semtlerden buraya gelen insanların tercih sebepleri, zengin kesimin farklı etaplarda konuşlanması, bazı etapların bilhassa uyuşturucu ve terör faaliyetleriyle bilinmesi, yeni açılan mağazalar, değişen tüketim alışkanlıkları ve çocuk yetiştirirken yaşanan kaygılar adeta şekillendirmiş Başakşehir'i.

Semti şekillendiren bir grup, köyden kente gelen zenginler. Bunlar özellikle muhafazakâr seçkinler bloğunun temelini oluşturuyor. Bir STK platformunun ilk başkanı olan İshak'ın anlatımı durumu özetleyecektir: "Bundan otuz kırk sene önce zengin de olsanız, fakir de olsanız ortalama bir yaşam standardında yaşıyordunuz. Giydiğiniz kumaş, bindiğiniz araba, alışveriş yaptığınız mekânlar ve en önemlisi yaşadığınız alanlar hemen hemen aynıydı. Şu anda her yönüyle, yoksullarla aramızda bir mesafe oluştu. Şimdi benim bir arkadaşım var, Kırşehirli. Maddi düzeyi, Kırşehir'i çok çok aştı. Ara sıra konuşmalarımızda "Oğlum artık Kırşehir'den çık. Kalırsan zarar görürsün. Çünkü oranın üzerine çıkmışsın" dedim... Şimdi ekonomik geliri belli bir düzeye gelen insanlar, daha önce aynı düzeydeki çevresinden sıyrılıp yükselince, orada bir çekememezlik olur. Ben açıkça söyleyeyim, Range Rover cip kullanan birisiyim. Ama eşime-dostuma, akrabalarıma giderken başka bir arabayla gidiyorum. Yani eşimin arabasıyla gidiyorum. Neden? Çünkü bundan rahatsız olabilirler. "Nedir bu? Yedi yüz bin liralık arabayla geliyor. Hava mı atıyor bize?" şeklinde düşünebilirler."

Başakşehir'de ultra lüks yaşamı kendine seçen bir muhafazakâr kitle de var. Bu kitleye uygun mağazalar işletmenin (tutunmanın) bir yolu da pahalı ve en önemlisi de yeni ürünlerle dolu bir 'moda' mağazası oluşturmak. Lem'a, Lady Şah, Butik Hare, Elvan Botique, Al-Marwah, Masqa, Ebrar's, Limante bunlardan sadece bazıları. İsimleriyle de ahvalini az çok anlatan bu mağazalardan birinin işleten Meryem'in yorumları, bize habitusun dönüşümünü hem toplumsal hem de iktisadi boyutta çok net anlatıyor: "Ben mağazayı ilk açtığımda, orta karar ürünler getirdim. Daha böyle normal markalar ve standart fiyatlar olan ürünlerdi. O kadar büyük tepkiler aldım ki! Ama ne tepkiler: "Bu kadar şık bir mağazaya bu ürünler mi gelir!" falan... Hakikaten neredeyse küfretmedikleri kaldı. O derece yani... Ben de bunun üstüne hemen standartları değiştirdim. Ne yaptım? İşte müşterilerin üzerinde gördüğüm kıyafetler, giyim tarzları... Bunları bir ay boyunca inceledim. Sonunda da buranın şeklini değiştirdim. Çok hızlı bir tüketim var. İhtiyaç dahilinde değil alışverişleri. Her hafta gelip alanlar var. "Yeni bir kıyafet gelsin. Kimsenin üzerinde olmasın. Farklı olsun...". Talepler bu doğrultuda. Standartlarını yeni bulmuş, ama nasıl yaşaması gerektiğini bilmiyor. Bakıyor ki, o standartlarda yaşayan insanlar bu şekilde yaşıyor, giyiniyor, altındaki arabanın modeli-markası şu... O da hemen buna bürünüyor. Dedim ya, parayı sonradan bulanlar çok fazla. Ne yapıyor? İşte A kişisi öyle giyiniyorsa... Hani "ikoncan" denir ya, işte bizim kesimin de artık ikonları var. O, öyle giyiniyorsa, bunlar da aynı tarz giyinmek istiyor."

Aslında burada bırakacaktım alıntı yapmayı ama ayrı bir paragrafa şurayı da almasam olmazdı: "Ben kendimi bile bazen sorguluyorum. Tesettürlü kesimde çok büyük bir dejenerasyon var. Artık İslâmi standartlardan çok fazlasıyla çıktık. Bakıyorum, moda adı altında bazıları dejenere oldu. "Acaba ben de bunun içinde miyim?" diye düşünmeden edemiyorum. Nihayetinde ben de ürünleri sergiliyorum. Eskiden dar pantolon yoktu. Şu an dar pantolon giyen epey müşterim var. Mesela sekiz yüz liraya kadar eşarp satabiliyorsunuz. İthal eşarplara talep var, ama hâlâ getirtmeye çekiniyorum. Bakıyorsunuz tesettürlü kesime, Burberry eşarp takıyor, Chanel giyiyor. Bin lira mesela bir eşarp. Ben getirtmiyorum. Gidiyorlar İstinye Park'dan alıyorlar. Baktığınız zaman tekstil piyasası şu an tamamen tesettüre çalışıyor. Mesela Osmanbey ve Bomonti'deki piyasaların hepsini tanıyorum ve gidiyorum. %80'i şu an tesettür yapıyor. Çünkü para tesettürde şu an!"

Dönüşüm sadece tüketim alanında değil sosyal aktivitelerde de gerçekleşiyor. Metrokent'te yaşayan Kemal yaşadığı binanın asansörlerinde yılbaşında yapılacak bir etkinliğe davet afişi görüyor. Afişte "Dj Fatma Civelek sizi yılbaşını çılgınca yaşamak için coşkulu bir partiye davet ediyor" şeklinde bir ifade yazıyor. Özellikle çılgın eğlence, parti, yılbaşı gibi kavramlar Kemal'i rahatsız ediyor. 'Halka'daki gençlere hemen "Şu ilanın üzerine, bu Hadis-i Şerifleri asın!" diyor ve 'müdahale'den sonra reklamlar da ortadan kayboluyor. Muhafazakâr hassasiyetlerin baskı ve kaygı unsuruna dönüştüğü bir ortam da var Başakşehir'de. Çocuklar arasındaki iletişimde rahatlıkla görülebileceği gibi artık çocuklar birbirine küsmüyor, haklarının helal etmiyorlar. Ebeveynlerinden öğrendikleri kavramları, anlamlarını derinlemesine bilmemelerine rağmen kullanıyorlar. Diğer yandan dört-beş yaşlarındaki bir kız çocuğunun alışveriş sepetinde eteklerinin açılmasıyla market görevlilerinden birinin kızın babasına yaptığı "hemen kapatın kızınızın bacaklarını!" uyarısı elbette şiddetli bir karşılık buluyor.

İrfan Özet bizlere bu çalışmayla "habitus"un bilhassa kentli muhafazakârların yapısal dönüşümlerini anlamada ne kadar ciddi bir referans olduğunu da göstermiş oluyor ve şöyle diyor: "Bireyler ve geniş sosyal gruplar habitusları aracılığıyla sosyal dünyaya ve olgulara seslenir. Bu açıdan habitus, erken yaşlardaki sosyalleşme deneyimlerinden hareketle toplumsal dünyayı görme, algılama ve yorumlama düzeyimizi doğrudan biçimlendiren bir arka plandadır."

Duyguların, hassasiyetlerin, kavramların iç içe geçtiği iki semt. Dışlanmanın, baskının, sosyalleşmenin farklı şekillerde tezahür ettiği iki semt. Aynı düşüncelere sahip eylemlerden farklı çıktıların üretilebildiği iki semt. Fatih-Başakşehir; son dönemde şehir düşüncesi üzerine yayınlanmış en dikkat çekici çalışma...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

17 Mayıs 2019 Cuma

Sokakta bıraktıklarımıza bir derviş isyanı

Bahaeddin Özkişi; İslam tefekkürüyle yetişmiş, maddenin ötesindeki manayı kavramış hâl ehli bir münevver olarak Batılılaşma sürecinin toplumumuzun dinamiklerinde oluşturduğu tahribatı kendi üslubuna yaraşır bir biçimde gözler önüne seriyor Sokakta romanında.

Değişim sokakta başlıyor yazarın deyimiyle ve direnme de sokaktan başlamalı. Bu nedenle olsa gerek bir çeşit polisiye olaylar silsilesi içinde naklediyor değişim ve direnme sürecini. Roman kişilerinin her biri Şeytanî bir değişim ve Rahmanî bir direnmenin sembolü olacak şekilde karakterize edilmiş özel kişiler. Doktor, bu kurgunun içinde en azından ilk başta tarafsız görünen tek karakter. Mahalle sakinleri ise olayların gidişatına göre kendilerini konumlandıran bir kitle görüntüsünde. Komiser ve arkadaşı Rahmanî direnişin en güçlü temsilcileri iken emniyet müdürü ve doktor onların yardımcıları durumundalar. Bu konumlandırma da aslında Müslümanlar arasında imanî safiyetin tezahürü gibi okunabilir. Benzer bir konumlandırma değişim taraftarlarında da söz konusu. Küçük Bey ve katil Şeytanî değişimin en güçlü savunucuları, Komiser ve arkadaşının en azılı düşmanları olarak görülüyor. Öte yandan katilin kurtulması için araya giren hatırı sayılır kişiler de onlara yardımcı konumundaki karakterler. Burada dikkat edilmesi gereken bir başka husus da bu karakterlerin toplumun hangi kesiminden seçilmiş olduğudur. Emniyet müdürlüğü bünyesindeki bir soruşturmaya müdahele edebilecek kadar güçlü olan şeytanî değişim taraftarları bir anlamda devlet içinde konumlanmışlar. Öbür taraftan komser, bir tesbihçinin oğludur. Yazar burada Şeytanî değişimin devlet politikası ile halka dayatıldığı, halkın da buna karşı bir tepki ortaya koyduğu gerçeğini vurguluyor.

Romanın hikâyesi kısaca; aynı sokakta yaşayan Batılılaşma yanlısı bir paşazade ile muhafazakar bir adam olan Tespihçi arasında yaşanan çatışma ve bu çatışmayla ilişkili biçimde gerçekleşen seri cinayetlerin araştırılması biçiminde okunabilir. Yazar, karakterlerin konuşmaları ve tutumları yoluyla Batılışmanın toplumumuzda meydana getirdiği tahribatı işliyor.

Yazar, kahramanının ağzından anlattığı bir hikâyede Batılılaşma sonucu ortaya çıkan durumu şöyle anlatıyor: "Sen belki hatırlarsın. Bahçemizde yaşlı bir kavak vardı. Onun dibine komşunun söküp attığı bir asmayı dikmiştim. Tuttu ve gelişti. Kavağın boyunca uzadı gitti. Mevsim geldikçe bakımsızlığına rağmen iri taneli ve güzel üzümler verdi. Sonra yaşlandı ve yozlaştı tabiî. Bir gün onu söküp atmak gerektiğini düşündüm. Hem verimsizleşmişti hem de bana kavağı rahatsız ediyormuş gibi geliyordu. Bu düşünceyle erişebildiğim en yüksek noktadan onu kesip attım. Bu olay ağaçlardan şu çekilme mevsimiydi. Kavağın üzerinden o ağırlığı aldığım için memnundum. Olayı unuttum gitti. O yılın güzünde yaprakların döküm mevsiminde tesadüfen kavağın tepesine baktım ve gözlerim hayretle açıldı. Ağaç nefis görünümlü salkımlarla donanmıştı. Belki erişebilmenin zorluğu onları gözümde daha da imrenilir gösteriyordu. Binbir zorlukla tepeye tırmandım ve altın renkli salkımlardan indirebildiğim kadar topladım. Gördüm ki kökünden kaçtığım asma kavağın çatallaştığı noktada kök salmış. O üzümleri yazık ki yiyemedik. Çünkü güzelliklerinin aksine acı bir tada sahiptiler. Bu olay beni çok düşündürdü. Kavağın köklerinin topladığı özsu üzüm için uygun değildi."

Yazar, kahramanı üzerinden bu hikayenin sonunda şu çıkarımı yapıyor: Batılılaşma maskesiyle toplum yaşantımıza sokulan alışkanlıklar uzaktan güzel ve hoş görünse de bu toplumun özlerine uygun değildir. Bu nedenle acı ve zehirlidir.

Yazarın yumuşak ve içten üslubu romanın kolay okunmasını sağlarken toplum hayatına dair sağlam ve güçlü tespitleri de okuyucuyu sarsıyor. Geleneksel hikaye anlatıcılığının ötesine geçen yazar modern, postmodern unsurlardan da yararlanarak sokağı laboratuara taşımayı başarmış.

Türk-İslam kültürü içinde sokak; maddi ve manevi değerlerin korunduğu, aktarıldığı ve canlı bir biçimde yaşatıldığı mekanlardır. Toplumumuzu güçlü kılan her türlü değer sokaktaki bir yapı, karakter, davranış vb. ile temsil edilirdi. Değişim bu temsil ediciler üzerinde tahribat girişimiyle başladı ve zamanla kararlı ve güçlü bir biçimde toplumu etkisi altına aldı. Bahaeddin Özkişi, hepimizi bu değişim karşısında nöbete çağırıyor.

Keyifli okumalar...

Erhan Çamurcu
erhan.hoca.55@hotmail.com

Dublörün Dilemması'nın gölgesinde Antika Titanik

Bir yazarı ilk defa okuduğunuzda, okunulan metni severseniz, yazarın sonraki her kitabını sevmeye yönelik –yanlış- bir tutum içine girebilirsiniz. En azından bu durum -bazı yazarlar- için bende bu yönde seyretti. Okuduğum ilk kitabını sevdiğim, beğendiğim yazarların sonraki kitaplarını da hep sevmeye zorladım kendimi. Fakat aynı yazarın beğenmediğim bir kitabı olduysa, içten içe bunu bilsem bile hep sevecek bir şeyler aradım. Murat Menteş’in Ruhi Mücerret romanında olduğu gibi.

İlk olarak -yazarın da ilk romanı olan- Dublörün Dilemması kitabıyla tanıdığım Murat Menteş’in tarzı, anlatım gücü, kelime oyunu becerisi, kitabın konusunun değişikliği gibi özellikleri beni etkilemişti. Daha önce bu tür bir roman okumamıştım. Yazarı biraz araştırdığımda bir romanı daha olduğunu öğrendim: Korkma Ben Varım. Üstelik aynı yazarın hiçbir yerde bulunmayan Kaosa Mütevazı Bir Katkı ve Aynalı Barikatlar adlı iki deneme kitabı ve bir de Garanti Karantina adlı şiir kitabı vardı. Elbette ulaşabildiklerimi hemen edindim. Şiirlerinde rastladığım dil, Dublörün Dilemması’ndan çok da farklı değildi ve hâlâ ilgi çekiciydi. Korkma Ben Varım adlı romanı ise yine severek, merak ederek okudum fakat yazarın aynı anlatım tarzını ikinci defa kullanmasının sebebini çok anlayamadım.

Hakkındaki olumsuz fikirlerimin o zamanlarda çok az miktarda olduğu yazarın, Ruhi Mücerret adlı kitabını ise her gün kitapçının yolunu aşındırarak bekledim. Hatta diyebilirim ki hiçbir kitabı bu kadar beklemedim. Çünkü diğer iki romanın anlatımı ve içeriği beni öyle sarmıştı ki farklı bir şeyler okuyor havasına girmiştim. Fakat Ruhi Mücerret’ten beklediğim birçok şeyi alamadım. Sanırım yazarın üslûbu beni yormuştu. Konuyu işleme şekli ise yeni bir şey vaat etmiyordu. Üstelik İletişim Yayınları’ndan April Yayınları’na geçtiği için mi olacak, yazar, kitap kapaklarında da köklü bir değişikliğe gitmişti. Dublörün Dilemması’nın nefis kapağından (İletişim Yayınları) ve Korkma Ben Varım’ın fena sayılmayacak kapağından sonra afili, yanarlı dönerli, ekranlı, bol görsel içeren, belki de bir çizgi roman kapağını andıran kapakla karşımıza çıkması da benim için ilk kırılma noktası oldu. Burada, kapağın önemli olmadığını da savunan birçok kişi olabilir. Fakat görselliğe bu kadar önem veren bir yazardan, daha başarılı bir kitap kapağı beklemek, hatta daha kaliteli bir kitap baskısı beklemek hakkımızdır diye düşünüyorum. Çünkü bunun Murat Menteş’le alakalı olduğu kanaatindeyim. Aynı yayınevi Alper Canıgüz’ün kitaplarını çok daha iyi basıyor bence. Dikkat çekici kapak tasarlamakla özensiz bir kapak tasarımı oluşturma arasında, Menteş, maalesef ikinci tarafa daha çok kaymıştı. Dikkat çekmeye çalışırken gözünü kanatmıştı okurun.

Gelelim günümüze… Murat Menteş’in yeni kitabını yayınevine gönderdiğini twitterdan açıklaması, bende yine yeni yeniden bir heyecan uyandırdı. Aslında ne ile karşılaşacağımı az çok tahmin ediyordum ama bir kere, hakkını vereyim ismi ilgi çekiciydi: Antika Titanik. Titanik zaten başlı başına ilgi çekici unsurken onu romanla birleştirip nasıl bir konu oluşturduğunu merak ettim. Ancak çıktığında gördüm ki kapak yine çok kötüydü. Bir kere artık her romanında yazan Dublörün Dilemması’nın yazarından ibaresi bu romanda da var. Murat Menteş hâlâ Dublörün Dilemması’nın ekmeğini yiyorsa orada bir sorun var demektir. Ucuz bir tanıtımdır bu. Bunu sadece tek kitabı başarılı olmuş yazarlar yapar (Acaba Menteş de mi öyledir?). Murat Menteş’in bu tür bir ibareyi kitabına eklemesine ihtiyacı olmadığını düşünüyorum. (Sadece Murat Menteş’in değil, hiçbir yazarın ihtiyacı olmadığını-olmaması gerektiğini düşünüyorum.) Yine yanarlı dönerli bir kapak ve yine hareketli bir ekranla karşımızda yeni kitap. Murat Menteş’e bu fikri kim veriyorsa bence bir an önce bundan vazgeçmeli. Eğer ki bu fikir Murat Menteş’e aitse, o zaman durum daha vahim. Kitabın kapağında Murat Menteş yazmasa, ben bu kitabı almazdım ve hatta bu kitabı marketlerde görsem hiç yadırgamazdım (Belki de satılıyordur, bana denk gelmedi). Bir kitap, önce ön kapağıyla daha sonra da arka kapak yazısıyla dikkat çeker. Can Yayınları’nın klasik tasarımını değiştirmesinin en önemli sebebi de budur. (İyi oldu kötü oldu ayrı bir tartışma) Maalesef ki Antika Titanik iki özelliğiyle de kendinden uzaklaştırdı beni ve birçok tanıdığımda olduğu gibi benim kütüphanemde de uzun sayılabilecek bir süre rafta bekledi (Ruhi Mücerret için her gün kitapçıya mekik dokumamla kıyaslarsak çok çok uzun bir süre).

Bu bir eleştiri yazısıysa, kitabın hem dışı hem de içiyle ilgili olumlu şeyleri de belirtmem gerekir. Kapak için söyleyecek olursak, ön kapağın içinde kitaptaki önemli karakterlerin birkaç kelimeyle tanıtılması hoş olmuş. Bu olmasa kitap olumsuz bir özellik daha kazanmazdı. Bunu bazı Agatha Christie romanlarında ya da bazı yayınevlerinin Rus Klasiklerinde de görüyoruz. Okuru tembelleştirdiğini düşünmüyorum bu durumun. Aksine kitabın başından itibaren daha konforlu bir okuma imkânı sunuyor. Burada kitabın ne anlattığına uzun uzun değinmeyeceğim. Eğer değinirsem bu yazıyı okuyanlara istemeden de olsa ‘spoiler’ verebilirim. Çünkü Murat Menteş’in her kitabında olduğu gibi bu kitabında da zamansız öğrenilecek bir şey, bütün hikâyenin merak unsurunu zedeleyebilir hatta kırabilir. O yüzden bazı karakterlere, işleniş şekillerine ve yazarın anlatım tarzına değineceğim (Fakat yine de kitap hakkında bazı şeyler söylemek zorunda kalabilirim).

İsimler konusunda Murat Menteş yine tarzını korumuş ve dikkat çekici şekilde karakterlerini ve isimlerini oluşturmuş: Marco Montes, Refik Risk, Şifa Şavk, Igor Jaguar, Owen Wow, Varda Rowa bazı karakterlerden. Kitap Marco Montes, Refik Risk, Şifa Şavk ve tekrar Refik Risk’in bakış açısından anlatılıyor. Tıpkı yazarın diğer romanlarında olduğu gibi. Fakat bunlardan önce bir de birkaç başlık halinde romanın geleceği yer hakkında, gelinen yerin neresi olacağı konusunda malumat veren 10-15 sayfalık giriş diyebileceğimiz bir bölüm var. Bu bölüme de, Titanik’in dört bacasından da kan püskürüyor şeklinde enerjik bir giriş yapmaya çalışmış yazar.

Menteş, oşinografik bir hüsran, mutantan bir mutant izdihamı, kambur pompuruğun sırtından çekilen bıçak gibi kelimelerle, koridorda in cin golf oynuyor gibi, deyimlerdeki kelime değişiklikleri ve az bilinen sözcüklerle okurunu yine yoruyor. Niye böyle bir şey yaptığını çok merak ediyorum. Elbette Dublörün Dilemması’nda bu tarz, ilk olduğu için iyiydi fakat orada dahi dozu bu kadar yüksek değildi. İlk kitap olduğu için de çoğu okurun hoşuna gitmişti. Bu kitapta neredeyse her cümlesi aforizma olan paragraflar okuyoruz. Evet, kitabın enerjisi yüksek fakat benim gibi “her cümleyi anlayarak okumam gerekir” diye düşünenler için çok zorlayıcı. Akmıyor. Teoman’ın dediği gibi vakit bir türlü geçmezken yıllar hayatlar geçiyor. Yani bakıyorsunuz ilerlemişsiniz ama sanki sürülmüş bir tarlada koşmaya çalışır gibi. Bir şekilde hedefe ulaşıyor okur, yara bere içinde de olsa (Okuduğum yüzlerce kitaptaki sinir bozucu betimlemeleri bile sonuna kadar okuyan biri olarak, özellikle Refik Risk’in Şifa Şavk’a yazdığı e-maillerin okuru bayıltacak cinsten olduğunu söyleyebilirim. Hâlbuki dozunda olsaydı, bu e-maillerle romanı daha da hızlandırabilirdi yazar). Aforizmaları çıkardığımızda -abartarak söylüyorum- kitabın hacmi yarı yarıya azalabilir.

Kitabın ne anlattığına değinip, karakterleri de kısaca incelemek istiyorum. Igor Jaguar adlı zengin bir mafya lideri, 2019 yılında, orijinal Titanik’in replikasını yaptırır ve bununla yine Southampton Limanı’ndan New York’a 2.222 kişiyi götürecektir. Fakat gemi, seferine uzak doğudan başlar ve asıl limanı olan İngiltere’den çoğu yolcusunu aldıktan sonra Amerika’ya doğru açılacaktır. Hikâyenin çok büyük kısmı, gemi Southampton’a varana kadarki zamanda geçer. Aslında geminin niye inşa edildiği sonradan ortaya çıkacaktır, zaten düğüm noktası da burasıdır. Okurlar kendilerine geminin adı niye Titanik ya da niye böyle bir şey yapma gereği duydu Igor gibi sorular sorabilirler fakat Menteş bu tür soruları açıkta bırakmamış ve hepsini cevaplandırmış. Tabii ki akla yatmayan çok şey var. Zaten hikâyenin tamamı sürreal bir anlatı. Yani felsefeci Refik Risk’in yaşadıklarında nasıl gerçek bir şey bulmakta zorlanıyorsak gemide olanlar konusunda da bu durum geçerli. Fakat Murat Menteş’in yapmak istediği de bu: Okuru avucunun eline alıp sersemletmek sonra da kitabın sonuna bırakmak. Dediğim gibi bir şekilde bu gerçekleşiyor ama okur da gerek kitabın hızından gerekse anlatımından çok yorgun bir şekilde kitabın sonuna ulaşıyor. Bu benim için içerikten bağımsız bir yorgunluk olduğu için olumsuz bulduğum bir şey.

Kitaba felsefi bir polisiye özellikleri taşıyor diyenler de var. Katılmakla birlikte, bu açıdan daha iyi işlenebilirdi diye düşünüyorum. Aşk-yaşlılık-gençlik üçlüsüne bolca yoğunlaşmış Menteş, felsefeyi de kullanarak. Konusunu da bu üçgene oturtmuş zaten ancak konunun işlenmesi biraz yüzeysel kalmış. Ancak kitaptaki bazı karakterleri ise iyi seçmiş fakat yeterince işleyip kullanamamış yazar. Örneğin Varda Rowa kitabın ilginç ve romana enerji katan karakterlerinden. Menteş, keşke daha çok yer verseydi bu karaktere. Şifa Şavk’ın bir anestezi teknisyeniyken bir anda hayali bir örgütün liderine dönüşmesi ise keskin geçiş oluşturmuş. Daha yumuşak bir geçiş oluşturulmalıydı diye düşünüyorum. Hele Mısır Hükümeti-komünizm ve Şifa Şavk ilişkisinin ise çok sırıttığını düşünüyorum. Bunları birbirine bağlayıcı şeyler daha net olmalıydı. Ayrıca Marco Montes’in Titanik’e biniş şekli rastlantının zirvesi olmuş. Yok artık dedim bu ayrıntıyı öğrenince. Olağanüstünün de olağanüstüsü diyebiliriz yanlış bir söyleyişle. Fakat bu yok artık, olumlu anlamda, heyecanlandığım için değil, bu kadar da olmamalı anlamında oldu.

Kitapta politik ögeler var diyemeyiz ancak Murat Menteş’in bir tavrı olduğunu da hissediyoruz birkaç yerde. Bu benim hoşuma gitti. Dozunda tutmuş yazar bu durumu. Hatta konuya çok vakıf olmayanlar bu tavır almayı fark edemeyebilirler bile. Ancak Murat Menteş’in ilk tanındığı yıllardan bu yana geldiği noktayı bilen sadık okurlar bu durumları kaçırmayacaktır. Bu ‘mahalle’ değiştirmenin ipuçları romanda yer yer görülüyor. Orhan Gencebay üzerinden dahi fark etmek mümkün. Yazar muhtemelen, bir önceki kitabının hareketli ekranına Gencebay’ı koyduğu için pişmandır.

Kontrollü bir kahkaha attı: ‘Çünkü bizim hem Rusya hem de Britanya’dan talimat ve lojistik destek aldığımızı düşünüyorlar. Aslında küçük bir grubuz. Seçmenleri ‘iç tehdit’ ve ‘dış mihrak’ martavallarıyla kandırmayı sürdürebilmek için bizi tümden yok etmiyorlar. Uydurdukları teranelere, zamanla kendileri de inandılar.

Murat Menteş zeki bir yazar. Zekâsını deneme olsun, şiir olsun, roman olsun bütün kitaplarında fark etmek mümkün. Ancak özellikle yazarın son iki romanındaki düşüşü neye bağlamamız gerekir? Medyatik ve popüler olmak acaba daha zayıf romanlara mı götürüyor yazarı? Gerçi Murat Menteş Ayşe Arman’a verdiği röportajda (Menteş Arman’a röportaj verme gereğini niye duyar, anlamış değilim) bu kitap için 3000 sayfa not aldığını ve çok çalıştığını belirtmişti. Fakat her romanında biraz geriye gidiyor bu romanların kalitesi. Hadi Antika Titanik’i Ruhi Mücerret’ten bir seviye daha iyi bulalım; ancak Menteş Dublörün Dilemması gibi bir çıtayla başlayınca, sanırım bu eleştirileri yapmak hakkımızdır diye düşünüyorum (Maalesef o çıta orada kalmadı, hep aşağı indi).

Murat Menteş yine kitap yazacak, biz yine okuyacağız. Bilinen şairlerden biri, “Murat Menteş ne yazsa okunur, okuyun” tarzı bir şey söylemişti bu kitap çıkmadan evvel. Fakat o işler öyle olmuyor. Dostoyevski’nin bile her romanının aynı kalibrede olmadığı bir dünya burası. Murat Menteş konu bulmakta sorun yaşamayacaktır ama bir an önce bu anlatımını değiştirmesi gerekir kanaatimce. Yoksa sadık okurlarını da kaybedecektir. Ha, ben kazandığım paraya bakarım derse de bir şey deme lüksümüz yok. Fakat her şeye rağmen, yazardan en azından Korkma Ben Varım kalibresinde bir roman okuma isteğimiz de her zaman kenarda duracaktır.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

15 Mayıs 2019 Çarşamba

Çağrılan: Kars'ta bağdaş kuran yapay zeka

"Yaratanın aşkına tutulan birisi, yaratılmış hiçbir şey tarafından tatmin edilemez."
- Ebu'l-Hasan Harakanî

2019 Nisan'ının sonlarına doğru, tasavvufa dair türlü merakları olan insanları bir sempozyum kuşattı. "Füttüvvet Sultânı Ebu'l-Hasan Harakanî" başlıklı bu sempozyum, 27-28 Nisan 2019 tarihleri arasında gerçekleşti. Kars'ın ve Anadolu'nun büyük velîlerinden Harakanî Hazretlerinin iklimi, iki gün boyunca konuşanları, dinleyenleri ve takip edenleri tabiri caizse büyüledi. İhtiyacımız vardı böyle bir iklime, hem de çok. Buraya kadar okuyan muhibban-ı kütüb sual edecektir, "Ne alakası var efendim şimdi sempozyumla kitabın?" deyu, vallahi azizim cevabı eminim ki ziyadesiyle yetecektir.

Sempozyumdan birkaç hafta önce kitapçıların raflarından kapağı ve ismi oldukça ilgi çekici bir roman gözümüze çarptı. Hecelenmiş bir biçimde Çağrılan yazıyordu, altında da küçük fontlarla KarsH. Romanın yazarını neşrettiği birçok kitapla zaten tanıyorduk. Kimi ismini biliyordu sadece, kimi de metinlerine aşinaydı. Şimdi şöyle düşünelim; diyelim ki sempozyumdan haberdarsınız ve tasavvufa dair kuvvetlice bir merakınız var. Okuyorsunuz, dinliyorsunuz, paylaşıyorsunuz ve hatta belki de bir 'yol'un sadıklarındansınız. Harakanî sempozyumuna günler kalmış ve elinizde tuttuğunuz kitabın arka kapağında şunlar yazıyor: "İstanbul’da yapılması planlanan bir bombalı eyleme engel olarak dikkatli gözlerin ilgisini çeken firari yapay zekâ, Kars’ta yeniden ortaya çıkmak üzeredir. 11. yüzyılda yaşamış ünlü mutasavvıf Ebu’l Hasan Harakanî hakkında yapılacak önemli bir sempozyumun hazırlıkları bütün hızıyla devam ederken Kars, birdenbire yabancı istihbarat örgütlerinin, gözü kara ajanların, kurnaz dijital casusların ortaya çıkıverdiği bir savaş meydanına dönüşecektir."

Öncelikle bizleri nasıl bir senaryo beklediğine dair müellifle ilgili kısa bir bilgi vermem gerekiyor. Sadık Yemni, 1951 doğumlu. Yani bugün birçok yaşıtının "evlerden ırak!" dediği kavramları çoktan öğrenmiş, özümsemiş, bir de üstüne oldukça özgün kurgularla okuyuculara sunmuş biri. Kitapları yalnız ülkemizde değil Hollanda'da da oldukça ilgi görüyor. Çağrılan, otuz ikinci kitabı. Daha çok bilim kurgu ve polisiye türünde eserler vermiş bir isim olan Yemni, bu sarsıcı arka kapak yazısıyla bilim tutkunlarını ve tasavvuf metinleri okumayı sevenleri yakalarından tutup kafa kafaya getireceğini belirtmiş gibi. Belki de bu bir tevhid vurgusudur, kim bilir?

Kitabın çıkış öyküsüne geçeyim. 5 Nisan 2018 tarihinde, metinleriyle ve mizacıyla o meşhur şarkının "tavrına hayran olayım" nakaratını akıllara getiren Sadık Yalsızuçanlar, adaşı Sadık Yemni'yi arar. Yanında Harakanî Vakfı'nın başkanı, aziz ve muhterem büyüğümüz Yavuz Selim Uzgur da vardır. 'İş dili'yle konuşacak olursam, telefonda Yalsızuçanlar bir 'brief' geçer Yemni'ye: İnsanların Harakanî ismiyle ve o yüce ruhun düşünceleriyle buluşması için yurt dışında neler yapılabilir? Harakanî  ismi bilhassa gençlerin nezdinde nasıl popüler bir hâle gelebilir? Bu konu istişare edilirken Yemni, Harakanî Hazretlerinin evvela "Sûfî mahlûk değildir", akabinde de "Her kim bu kapıya gelirse, ekmeğini veriniz ve inancını sormayınız" sözlerini işitir ve kısa bir süre sonra romanın ana hattını kafasında kurar. 5 Nisan 2018 denmişti bu telefonun tarihi için, Çağrılan çıktığında henüz Nisan 2019 olmamıştı bile. Yemni birkaç zamandır yapay zeka ve bedensizlik özlemi üzerine araştırmalar yapmaktadır, çeşitli fikirlerle metinler biriktirmektedir ve Yalsızuçanlar'dan gelen bu telefon romana kendisini iyice yaklaştırır. Yapay zeka bedensizdir ve kadim sufiler de bedenlerinin onlara ait olmadığına dair çalışmalarla (inzivâ, murakabe, mücâhede, riyazet, tefekkür vb.) tekamül etmeye gayret gösterirler.

Sempozyumun konuşmacılarından biri olan Yemni, özellikle bir diziye ve bir filme dikkat çekerek "bakın bize aslında neleri okutuyorlar?" diye sual eder. 2016 yapımı TV dizisi Westworld'de Dolores karakteri "Bizi kendi suretinizde yarattınız" gibi sözlerle birçok dinî bilgiye ve Eski Ahit'te rastlanan metinlere göndermeler yapar. 2014 yapımı sinema filmi Ex Machina'da ise ana karakterlerden olan robot kızın adı Ava'dır, yani Havva. Filmde; gelecek zamanlarda artık insanların, insan olmayan kimselerle de aşk yaşayabileceği ve arama motorlarının biz bir şeyler ararken ne düşündüğümüzün değil nasıl düşündüğümüzün fotoğrafını çektiği gösterilir. Dolayısıyla Çağrılan, aslında bizim bu çevrilen numaralar karşılığında ne söylediğimize dair de bir roman. "Bakın biz yapay zekaya böyle bakıyoruz, bedensizlik bizde şöyle de tasavvur edilebilir" diyen bir roman. Hani eskilerin tabiriyle, "Bilimin bittiği yerde inanç başlar" der gibi.

Çağrılan; New York, Amsterdam, İstanbul, Kars gibi dünyanın 'sinir ucu' olarak tabir edilebilecek şehirlerinde gezdiriyor okuyucuyu. Yerinde duramayan yapay zekalar, doğduğu toprakların düşmanı olan devletlere hizmet eden ajanlar, modern teknolojinin ve onu acımasızca kullanan reklamların algoritma dünyasını didikliyor, dünyanın en sırlı hacker'larından birini Anadolu'nun en sırlı zâtlarından birinin şehrinde gizliyor, İbnü'l-Arabî'nin "Hakk, kuluna ihtiyacı suretinde tecelli eder" sözüyle Erzurumlu İbrahim Hakkı'nın "Neylerse güzel eyler" sözünü birliyor.

"Aşkların en çetrefillisi, nefse en zor geleni yaradılanı yaradandan ötürü sevmektir" cümlesi, roman üzerinden Yemni'nin tasavvufa bakış açısını gösteriyor. Çağrılan, yapay zekadan kadim hikmetlere koştururken Kars, Harakanî Hazretleri ve Yavuz Selim Uzgur ikliminden şu hatırlatmayı da yapıyor: "Nefis Allah'ın insandaki en büyük oyunudur. O oyunu ancak ruh bozabilir. Kulun Hakk'a secde ettiği yere mihrap denmesi bu yüzden midir? Evet. Mihrap, harp yeri demektir. Nefsle cenge tutuştuğun yer."

Modern teknolojinin insan üzerinde kurguladığı oyunların yanı sıra, 'sorunsuz' büyütülenlerin 'sorunlu' insana dönüşüvermesi de farklı bir boyutta okuyucunun ilgisine sunuluyor romanda. "İnsan sınırsızı üretirken sınırlı hayatının dokunulmaz kalacağını hayal etmeyi seven bir hayalperesttir." cümlesiyle, günümüzde yaşanan kavgaların ve meleklerle yaşadığını unutan insanların kaotik yaşamının fotoğrafını çekiyor. Okuyucuya da bu fotoğrafın çıktısını alıp, arkasına okuduğu tarihle birlikte - ki bu tarih bir yeniden doğuş tarihi de olabilir- şu muhteşem Harakanî cümlesini yazmak düşüyor:

"Nerede niyaz varsa orada Allah vardır, nerede kavga varsa orada insanlar vardır."

Yağız Gönüler

14 Mayıs 2019 Salı

Bağımsız bir duruş, sahih bir derinlik: Aliya

Bugün zihnimizdeki “Aliya” imgesinin inşasında merhum Âkif Emre’nin büyük bir payı var. Bizi Aliya İzzetbegoviç’i okumaya sevk eden sebeplerin başında Âkif Emre’nin onu merkeze alarak gerçekleştirdiği yazı ve röportajlar geliyor. Âkif Emre’nin vefatından sonra onun bütün yazılarını okurla buluşturmayı amaçlayan Büyüyenay Yayınları, Aliya İzzetbegoviç’le ilgili mesaisini Aliya ismiyle kitaplaştırdı.

Üç bölümden oluşuyor kitap. İlk bölümde Âkif Emre’nin çeşitli yayın organlarında yer alan Aliya İzzetbegoviç merkezli yazıları yer alıyor. İkinci bölüm ise Âkif Emre’nin Aliya İzzetbegoviç başta olmak üzere Bosna hareketinin öncüleri ve Bosna savaşı sırasında Aliya’nın yanında bulunmuş kişilerle yaptığı röportajlardan oluşuyor. Üçüncü bölüm de Âkif Emre’nin çeşitli platformlarda yaptığı söyleşiler, konuşmalardan meydana geliyor. Tam bir Aliya İzzetbegoviç şöleni diyebiliriz kitap için.

Âkif Emre, Aliya’nın düşünce mirasını, aksiyonunu ve ahlakını merkeze alıyor yazdıklarında. Onun entektüel kişiliğini, kendini nasıl geliştirdiğini, nasıl örnek bir ahlaka sahip olduğunu anlatıyor. Kör edici bir duygusallıkla değil dengeli bir duyarlılıkla ve soğukkanlı bir ifade ile kaleme aldığı yazılarında hesabı verilmemiş bir coşkunlukla hareket etmiyor.

Âkif Emre’nin rüzgarı arkasına alıp konuşmaya hevesli olmadığının en açık delili, Aliya’dan bahsederken onu övenleri de eleştirel bir hizaya çekmesidir bence. Yoksa ayağı yere basmadan ve Aliya’yı tanımadan övenler için “Aliya için her vesile yapılan övgülerde ısrarla görmezlikten gelinen husus, onun bir düşünür olarak İslamcılık düşüncesine yaptığı katkının görmezden gelinmesidir. Çağdaş İslam düşüncesinde yeri itibariyle, Aliya’nın kahramanlık öyküleri kadar ciddiyetle ele alınması gereken fikirleridir.” diyerek kendini ve Aliya’yı ayrıştırmaz, oradan da yelkenine bir rüzgâr dolmasını beklerdi.

Bu noktada sözü Âkif Emre’nin "Aliya Nasıl Anılmamalı?" başlıklı yazısına denk getirmek isterim. Çünkü vefat etmiş değerlerimizi anmak ve anlamakla ilgili imtihanımız pek çetin geçiyor. Vefat etmiş pek çok kıymetli şahsın hatırasını içi boşaltılmış birer tüketim nesnesine çevirme sabıkamız ise maalesef bir hayli kabarık. Ne diyor Âkif Emre? “Bir faninin her yıl anılması, varsa eğer, bıraktığı mirasın hatırlanmasına, muhasebe yapılmasına vesile oluyorsa anlamı olabilir. Ayrıca belki rahmet dilekleriyle bir Fatiha gönderilmesinden öteye ona bir katkısı olamayacağı açıktır. Aksi takdirde, anılmaya değer görülen bir insanın ardından ağıtların yakılmasının bir tür pagan ayinine dönüşme tehlikesi her zaman için vardır. Hele anılan kişi bir Müslüman'sa, içi boş sözlerle yüceltilerek totemleştirilmesi, ritüel haline gelen törensel ayine dönüşmesi ona yapılacak en büyük haksızlık olur.

Bu kitap her ne kadar Aliya merkezli olsa da bir yandan da Âkif Emre’yi tanımamızı saplayacak ipuçları barındıran bir çalışma. Zira Âkif Emre’nin Aliya’nın hangi özelliklerini öncelediğini, dikkate değer bulduğunu takip ettikçe onun “dikkatini” ve “perspektini” de öğrenmiş oluyoruz. Âkif Emre, Aliya için “Yüzünde gölgesi olmayan bilge” derken biz bu cümleyi kuran kişinin hayatında da “gölgesiz bir samimiyet” görüyoruz. Gölgesizliğin giderek daha çehrede rastgeldiğimiz bir özellik olduğunu söylememe bilmem gerek var mı?

Âkif Emre, niyetlerle değil kavramlarla yazmayı amaçlayan bir yazardı. Aliya için kaleme aldığı yazılarda da Âkif Emre, güzel bir kaside yazmamış yahut duygusal bir ağıt yakmamıştı. Tamamen duygusuz, teknik bir metin de değildi kaleme aldığı. O kendi yazı yolunu inşa ederken hep yaptığı gibi hem bağımsız bir duruşu hem de sahih bir derinlik talebini gözetmişti. Tıpkı Aliya İzzetbegoviç’in hayat çizgisini inşa ederken yaptığı gibi.

Ancak Aliya’nın da Âkif Emre’nin de bu tercihlerinin bir bedeli vardı. Zira niyetlerle değil kavramlarla konuşmak anlık rüzgârları kâra çevirmekten vazgeçmeyi gerektirir. Çünkü gemisini yürütmekten başka anlık bir niyeti olmayan kişi için kavramlar birer ayak bağıdır. Tıpkı Aliya İzzetbegoviç’in hayatında yaptığı gibi anlık rüzgarlarla yelkenini şişirmeye tenezzül etmeyen bir yazardı Âkif Emre. İkisini de farklı kılan tam olarak bu özellikleri idi.

Umarım Âkif Emre’nin yazı ve röportaj birikimi kitaplaşır ve yazdıkları, üslubu ve gayreti böylece gelecek kuşaklar için “ilham kaynağı” olmaya devam eder.

Suavi Kemal Yazgıç
twitter.com/suavikemal

13 Mayıs 2019 Pazartesi

Kültürel dindarlığın anatomisi

Türkiye’de çok gündeme gelmeyen ama önemli şeyler söyleyen bazı isimler var. Şahıslarını geçelim söylediklerinin kıymetini bilemediğimiz isimler bunlar. Hamasete pirim vermeyen, boş lakırdı etmeyen, aklı önemseyen bu söyleme, kendinden emin bir karakterin farklı bedenlerde görünen tezahürleri diyebiliriz. Birbirinden bağımsız gibi görünen ama esasında aynı bütünün parçaları olarak birbirini tamamlayan ve kendi hâlinde akan bu mütevazı damar tarih boyunca var olmuştur. Epey çaba ister ama bir ucundan tuttuğunuzda sizi digerlerine mutlaka götürür. Gönül, daha planlı, daha istikrarlı, birbirinden beslenen, birbirini destekleyen bir entelektüel mirasın oluşturulmuş olmasını arzuluyor. Maalesef bugüne kadar bu başarılabilmiş değil. Kanımca gidişat bundan sonrası için de ümit vermiyor. Buraya bahsettiğim kişilerin bir listesini yazacak değilim. Zaten konuyla ilgili okuyucu kendince bir isim listesi oluşturmuştur. Yalnız yazının devamı gereği şahsi listemde ön sıralarda yer alan bir ismi anmak durumundayım: Celaleddin Vatandaş, disiplinlerarası çalışma imkânı bulmuş ve değerli işler çıkarmış bir akademisyen. Eserlerini dönüp dönüp tekrar okuduğum birisi.

Vahiyden Kültüre onun değerli eserlerinden sadece biri. Dolu dolu üç yüz atmış sekiz sayfadan oluşan kitap Pınar Yayınları etiketini taşıyor. Üç bölüm olarak hazırlanan çalışma kısmi akademik diliyle okuyucuyu biraz zorlayabilir lakin konuya ilgi duyan ve literatüre az çok aşina olanlar için hem keyifli hem de entelektüel anlamda kazançlı bir okuma vaad ediyor. Vatandaş bu çalışmasıyla Müslümanların tarihini kronolojik bir eleştirel okumaya tabi tutuyor.

Kitabın temel meselesi, isimden de anlaşılacağı üzere dinin, Vahiy bağlamından kopartılarak kültürel bir olgu hâline getirilmesi diyebiliriz. İslam toplumu nicel olarak arttıkça ve coğrafi olarak genişledikçe mevcut kültürlerle etkileşim içine giren Vahiy yorumu bazı değişimlere uğramıştır. Müellife göre tarihsel süreç içerisinde İslami kültürün bir parçası hâline gelmiş Vahiy, bu özelliğiyle kendini bir din olarak ortaya koymuş şekli ile Vahiy olarak bildirilen (tebliğ edilen) şekli arasında şüphesiz farklar oluşmuştur. İslami olduğu kadar İslami olmayan bu gerçeklik, Müslümanların tarihinin İslam’a izafe edilmemesi gerektiğini göstermektedir. Bu anlamda Vahiyden Kültüre bu problemi sorgulayan ve çözümler öneren değerli bir calışma.

Vahiy’den Kültür’e Geçişin Şartları ismini taşıyan ilk bölümde konu tarihi, fikri ve siyasi şartlar üzerinden değerlendiriliyor. Risalet öncesi dönemden başlayan süreç kronolojik bir akışla ele alınıyor. İslami anlayışın bilgiye yaklaşımı ve sosyal yapının bu konuya olan mesafesi en başta göze çarpıyor. İlk dönem fikri farklılıklar ve siyasi ayrışmaların sonraki dönemlere hatta günümüze nasıl etki ettiğinin analizini yapmak mümkün. En tepedeki yöneticiden en alt kademedeki görevliye ve vatandaşa kadar ruh hâlimizi, zihinsel haritamızı, sosyo-kültürel kodlarımızı önümüze seriyor. Elbette biz toplum olarak yüzleşmekten korkuyoruz, o ayrı konu.

Çalışmanın yarıdan fazlasını oluşturan ikinci bölüm Kültür İslamının Oluşum Süreci ve Temel Dinamikleri ismini taşıyor. Müellif kısaca İslami ilimlerden kelam ve fıkıh konularına değinerek oluşum süreçlerinden bahsediyor. Aynı şekilde İslam felsefesinin doğuşu, başlıca temsilcileri ve ele aldıkları konular hakkında bilgi veriyor. Buradaki değerlendirme, konuyla ilgili bilgi vermesinin yanında dönemin ilmi haraketlerinin gündelik hayatla olan ilişkisini de gösteriyor diyebiliriz. Birinci bölümde ele alınan ve iktidar denilen seçkinci sınıf siyasi ayrışmada zaten kendine yer bulmuştur. Burada bir diğer seçkinci sınıf olan ulema ile alt sınıf teba arasındaki uçurumun kendiliğinden ortaya çıktığını görüyoruz. Siyasi ve ilmi sınıf ile halk arasındaki uçurumu kapatmaya yönelik bir hareket olarak başlayan tasavvuf, müellifin ikinci bölümde kapsamlı olarak ele aldığı konulardan bir diğeri. Vatandaş, tasavvufun oluşumundan itibaren yedi asırlık geçirdiği aşamaları dinsel, kültürel, etnik etkileşimleriyle birlikte esaslı bir analize tabi tutuyor. Tasavvufun dini ve etnik etkileşimini kısaca açmak gerekirse, Yahudilik, Hıristiyanlık, Hinduizm, Mecusilik, Şamanizm inançlarının yanı sıra Hint mistisizmi, Fars kültürü, İsrailiyyat ve çok geniş bir coğrafyanın paganist ögelerini sayabiliriz. Buraya daha çok ilmi çevreler nezdinde etkileşim imkânı bulan ‘tercüme hareketleri’ni de eklemek gerekiyor sanırım. Zira Yunan felsefesi ve kültürü bu yolla Müslümanların zihni alanına girmiştir. Burada dikkat çeken önemli bir detay olarak, tasavvufla beslenen kültürel dini anlayışla birlikte yeni bir seçkinci sınıfın nasıl oluştuğudur muhakkak. Süreç sonunda dinin hayatı biçimlendirmesi gereken o canlı etkisi pasifize edilerek (örneğin içtihat kapısının kapatılması) donuk bir anlayış peyda oluyor.

Kitabın değerlendirmesi babında Sonuç kısmının da yer aldığı üçüncü bölüme Değişim Sürecinde Sosyal Hayat başlığı verilmiş. Önceki bölümlerde Müslüman kültürünü oluşturan ögeleri kapsamlı olarak ele alan müellif, bu bölümde tarihsel süreç içinde Vahiy’in kültüre dönüşümünün sosyal hayat içerisinde nasıl kanıksanır hâle geldiğine değiniyor. Sonuç itibariyle İslam toplumlarının İslami olmayan yönlerini sorgulama ihtiyacı duymadığı bir ‘dini’ (ya da kültürü) yaşamayı olağan saydığı bir gerçeklikle karşı karşıya kalıyoruz. Özü Vahiy olan ve o hâliyle tebliğ edilen din, insanların yaşam pratiği içerisinde bambaşka bir şeye dönüşüyor. Bugün hayatımızı etkileyen ve şekillendiren ne varsa tarihsel kökenlerinin buralarda olduğu şüphesiz. Celaleddin Vatandaş bu eseriyle kültürel bir aidiyete dönüştürdüğümüz dini anlayışımızın sorunlu yönlerini açığa çıkarmayı denemekle kalmıyor. Bunu kesinlikle başarıyor. Sormayan öğrenemez, en iyi ihtimalle taklit edebilir.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

Sabahattin Ali öykülerindeki Anadolu

Sabahattin Ali'nin öykülerinde; çıplak bir gerçeklik, sert bir tokat gibi çarpıyor insanın yüzüne. Köşe bucak kaçtığımız gerçekler kendi dilimizden kendi kulağımıza bir çığlık gibi giriyor. Gerçekçi bir gözlem ve romantik bir üslup birleşiyor öykülerin kurgusunda. Öykülerde; tehdit etmeyen, kabullenilmiş bir çaresizliği andıran bir yoksulluk ve zulüm göze çarpıyor. Kağnı adlı öyküde, Sarı Memedin anası oğlunun öldürülmesi karşısında ağaya karşı sesini çıkaramayıp her şeyi sineye çekerken candarmaların zoruyla oğlunun ölüsünü kağnıya yükleyip doktor muayenesi için şehre giderken çektiği eziyet ve üzüntüyü de derin bir kabullenişle karşılıyor. Kadın, içindeki üzüntüyü dahi sadece kendisinin duyabileceği bir sesle dillendirebilir. Hikayenin sonunda kağnının ardından gidemeyip yere düşen kadının görüntüsü okuyucuda gerçek bir isyan hissi doğuruyor.

Kürk Mantolu Madonna romanında gördüğümüz çarpıcı son, öykülerinin pek çoğunda denenmiş ve ustalıkla başarılmış. Bu beklenmedik ve çarpıcı son Stefan Zweig öykülerinde de görülebilir. Her iki hikayecide de "okuyucuyu ürkütmeden gerçekleri yüzüne vurabilmek" yeteneği var. Anlatıcının rahat ve samimi üslûbu öykülerdeki gerçeklik hissini artırıyor.

Pek çoğu 1929-1930 yıllarında yazdığı öykülerinden oluşan Değirmen adlı kitapta genellikle romantik aşk temasını işlerken birkaç yıl sonrasına ait öykülerini topladığı Kağnı ve Ses'te Anadolu insanının dramını, ağalık zulmünü, küçük kasabalarda devlet adamlarının basiretsizliğini okuyucunun gözleri önüne seriyor.

Değirmen, aynı isimli bir öyküyle başlıyor. Bir çingene gencinin değirmencinin kızına duyduğu aşk uğruna kolunu değirmenin çarkına kaptırmasını destansı bir dille aktarıyor yazar. Bu kitaptaki diğer öykülerde de destansı-romantik aşk hikayeleri geniş ter tutuyor. Kağnı ise yazarın toplumcu gerçekçi çizgiye yaslandığı hikayelerden oluşuyor. Öyküleri sırayla be bütün olarak okumak, yazarın teknik ilerleyişini ve sanat anlayışındaki değişimini görmemizi sağlıyor. İlk dönemdeki romantik üslup zamanla yerini gerçekçi bir bakışa bırakıyor.

Devlet, daha çok kaymakam ve candarma karakterleriyle çıkıyor karşımıza ve halk kimi zaman yoksulluk sebebiyle işlediği, çoğu zamansa işlemediği bir suçtan ötürü mahkum edilmek istenen bir vatandaş olarak. Candarmalar basit, anlayışsız, cahil, kötücül insanlar olarak çizilirken kaymakamlar kasabanın ileri gelenleri ile işbirliği yapıp halkın üzerinde her türlü aşağılık tahakkümü sergileyen tipler olarak görülüyor. Vatandaş, her seferinde bir yoksulluk fotoğrafı biçiminde çıkıyor karşımıza. Fiziksel ayrılıkları pek belirgin olmazken ruhsal yılgınlıkları ve kaderlerini kabullenişleri itibariyle neredeyse aynı kişi olarak görünüyor. Adeta Anadolu insanının acısını bir ve bütün olarak okuyoruz onun öykülerinde.

Kamyon, çoban, ağa, candarma, köylü, kaymakam karakterleri bile öykülerin içeriği hakkında fikir sahibi olmamızı sağlıyor.

Her yazar kendi hayatından izleri mutlaka yansıtır eserlerine. Kimisi bilinçli ve planlı bir şekilde yer ve kişi isimlerine varana kadar gerçek hayatı kurgusal dünyanın içine sokarken kimisi gerçek hayatı kendi bakış açısına yansıdığı ölçüde sunar okuyucuya. Anadolu'nun pek çok yerinde öğretmenlik yapmış, dergicilik ve gazetecilikle uğraşmış, bir dönem kamyon işletmiş bir kişi olarak Sabahattin Ali, öykülerindeki karakterler dikkate alındığında adeta kendisi de gerçek dünyadan kopup gelmiş bir öykü kişisi olarak durur diğerlerin yanında. Bir Şaka adlı öyküde bu durum çok daha açık bir şekilde görülür. Öyküdeki kahramanımızın Sabahattin Ali'nin kendisi olduğunu düşünmek hiç de zor değil. Duvar adlı öyküde de Sinop Cezaevi'nde yaşanmış bir firar eylemi anlatılır. Bu hikaye de muhtemelen Sabahattin Ali'nin cezaevinde dinlediği bir hikaye olabilir. Bunun yani sıra Fikir Arkadaşı adlı öyküde gördüğümüz karakteri de Düşman adlı öyküdeki kişileri de mutlaka gerçek hayatında tanıdığını düşünmek işten bile değil.

Keyifli okumalar.

Erhan Çamurcu
erhan.hoca.55@hotmail.com

8 Mayıs 2019 Çarşamba

Güvelik çağından korku çağına: Avrupa ve Zweig

Stefan Zweig, 22 Şubat 1942 yılında karısıyla beraber yüksek dozda veronal alarak intihar etti. Onu intihara götüren sebeplerin arasında yer alan ‘ümitsizlik’, bünyesini sadece intihar ettiği zamanlarda değil, aslında çok daha önceleri ele geçirmişti. Edebiyat tarihinin en büyük yazarlarından olan, bana göre psikolojik çözümleme konusunda Dostoyevski’den pek de aşağı kalmayan, ancak değeri (!) Türk okurlarca, yayınevleri kitaplarını ince ince bastıktan sonra anlaşılan Zweig’ın, anılarını anlattığı Dünün Dünyası’nda, intihar aşamasındaki ümitsizliğin alt katmanlarının izini sürüyor okur. Dünün Dünyası’na hem Zweig’ın kişisel tarihi olarak hem de Avrupa’nın geçirdiği dönüşüm olarak bakarsak kitabı daha iyi özümsemiş oluruz. Güvenlik çağından korku çağına gelene kadar, Avrupa’yı çok seven -hatta tapan-, birliğine önem veren, birleşmiş bir Avrupa hayali kuran ve hayatını buna adayan yazarın yaşadıklarını çıplak bir şekilde görüyoruz bu eserde.

Dünün Dünyası kısımlara ayrılmış bir eser; ancak bu kısımlar sadece Zweig’ın anılarıyla ilgili değil Avrupa’yla ve Avrupa’nın geçirdiği dönüşümle de ilgili. Çünkü Zweig hiçbir zaman kendi tarihini Avrupa’nın tarihinden ayırmamış, kendini Avrupa’ya adamış bir dünya vatandaşı. Bunu anlattığı anılarından ve anılarını anlatırken ortaya koyduğu fikirlerden de apaçık görmek mümkün. Elbette kendini Avrupa’yla özdeşleştiren birinin, Hitler’in gazabından sonra, Avrupa’nın bir daha geri dönülmeyecek bir yola girdiğini düşünüp intihar etmesi de anlaşılabilir bir olay. Hâlbuki biraz daha bekleseydi…

Avrupa’mızda ardı arkası kesilmeyen volkanlara benzeyen sarsıntıların etkilerini her birimiz varlığımızın en derinliklerinde hissettik; sayısız mağdurla karşılaştırınca kendime mal edebileceğim tek ayrı özellik, Avusturyalı, Yahudi, yazar, hümanist ve pasifist biri olarak, bu sarsıntıların en şiddetli sonuçları nereyi vurduysa her defasında orada bulunmuş olmam” diyor önsözde yazar. Bu cümlede yazan her şeyi doğrulayacak bir şekilde anlatısını sürdürüyor. Düşüncelerinin değiştiği tek konu, intiharına birkaç yıl kala, Avrupa iyice batağa bulanmışken ve Hitler her yeri bir ur gibi sarmaya başlamışken hissettiği vatansızlık duygusu. Çünkü o ana kadar Avusturya pasaportuna sahip, ne kadar güçlü olmasa da bir yere bağlı olan Zweig, kendini İngiltere’de mülteci olarak bulunca bu duygu gelip kalbine yerleşiyor: “Neredeyse yarım yüzyıl boyunca yüreğimi dünya vatandaşı gibi atması için eğitmemin bana hiçbir faydası olmadı. Hayır, pasaportumun elimden alındığı o gün, ancak elli sekiz yaşında, insanın vatanıyla birlikte kaybettiğinin bir tek etrafına sınır çekilmiş bir toprak parçası olmadığını keşfettim.

Yazar bu bahiste hem vatan/vatansızlık hem de göç olgusu hakkında kritik sosyolojik tespitler yapmış. Ve bunu kendi düşünceleriyle çelişme pahasına, bütün kalbini açarak gerçekleştirmiş. Kitabın başarısı zaten buradan geliyor: Yazarın sakınmadan kalbini okura açması, en hassas olduğu konularda dahi. Bu açıdan bakınca, özellikle ülkemizin ve tüm dünyanın yaşadığı göç ve mülteci durumuna Zweig’ın bakışıyla bakabilmek, -tüm ekonomik, toplumsal ve politik konuları ayrı tutarak söylüyorum- empatik bir bakış kazandırabilir okura bu konuyla ilgili. Çünkü göç ve vatan kavramlarıyla ilgili bu satırları ve kitapta daha çoğunun bulunduğu pasajları yazan kişi, ününün doruğunda, maddi hiçbir zorluğu olmayan ve bir vatana bağlı olmayı doğru bulmayan biri. Zweig bile son tahlilde bunu hissettiyse, üstelik kendi açısından refahın bol olduğu İngiltere’de, diğer vatandaşlar ve görece daha zor şartlarda bulunan diğer ülkelere göçmüş vatandaşların duygularını fark etmek biraz daha anlaşılır olabilir.

Kronolojik bir sıra takip ediliyor kitapta. Yazar, çocukluğundan başlayarak intiharından bir süre önceye kadar götürüyor zamanı. Fakat yazarın Brezilya günleri yer almıyor kitapta. Öğrencilik hayatı ve üniversiteye kadar olan kısımdan bahsederken hem yazı hayatını es geçmiyor hem de eğitim sistemiyle ilgili eleştirilerini de sıralıyor. Zaten daha önce de dediğim gibi, bilindik bir anı kitabı değil bu kitap. Biraz deneme biraz Avrupa tarihi biraz sosyoloji. Hatta kişisel anılar oldukça az yer alıyor desek yeridir.

Kitabın seyriyle Avrupa’nın gidişatı paralel bir şekilde ilerliyor. Zweig’ın başlarda bahsettiği konular daha çok sanat, edebiyat, şiir, refah hayat vb. konularda ilerlerken daha sonraları savaşa kayıyor. Yani hayata bakış sanat üzerindeyken bir süre sonra savaşa geçiyor. Tabii bunun olması kadar doğal bir şey olamaz. Birebir etkilendiği ve dolaylı yoldan etkilendiği savaşlar hep yer almış 1881 doğumlu yazarın hayatında. Balkan Savaşı, 1. Dünya Savaşı ve 2. Dünya Savaşı yazarın en çok etkilendiği olaylar. Hatta 2. Dünya Savaşı’nı insanlığın yaşayabileceği en büyük felaket olarak tanımlıyor. Sonunu bekleyemeden de zaten bu dünyadan ayrılmayı tercih ediyor.

Cioran, Doğmuş Olmanın Sakıncası Üzerine adlı kitabında “Avrupa’da mutluluk Viyana’da sona erdi. Ötesi, oldum olası, lanet üstüne lanet” der. Bu, Zweig’ın bakışıyla örtüşen bir yorumdur. Çünkü Zweig özellikle 2.Dünya Savaşı’nda, Hitler’in işgal etmesi durumunda her şeyin daha kötü olacağı kritik yerin Avusturya ve Viyana olduğunu düşünüyor ve bunu uzunca bir şekilde de temellendiriyor. Gerçekten de öngörüsünde haklı çıkıyor Zweig. Aslında yazar, Avrupa’nın geçirdiği/geçireceği dönüşümlerle ilgili birçok yerde, ‘bu kadar olacağını tahmin edememiştik’ şeklinde ibareler kullanıyor ama bunun çok da doğru olduğunu düşünmüyorum; çünkü Zweig ilerisini doğru tahmin edebilen bir yazar. Hatta yazar satır aralarında, insanların bu savaş durumlarını, son raddeye gelene kadar pek ciddiye almadıklarını ve bu konudaki karamsarlığında yalnız kaldığını okura hissettiriyor. Fakat yanında en azından bir dost buluyor. Savaş başladığında otoritelerce düşman olarak görünen ülkede yer alan dostu Romain Rolland. Herhalde kitapta kişisel anılarına en fazla giren kişi Rolland’dır. Bu ikilinin bolca konuşmasına tanıklık ediyoruz okurken.

Kitapta yer alan, Zweig’la büyük veya küçük bir ilişkisi bulunan, Zweig’ın anılarında yer etmiş diğer kişiler ise; Rilke, Freud, Verhaeren, Joyce ve Gorki’dir. Tabii bunlar en tanınan sanatçılar ve yazarlar. Avrupa’nın bunalımını okurken bu tür arkadaşlıkların ne şekilde oluşup geliştiğinin seyrini takip etmek, okura anı kitabı okuyor hissini yaşatıyor.

Farkındayım, bu yazıda hep Avrupa’nın geçirdiği dönüşüm, bunalımdan ve savaşlardan bahsettim fakat Zweig da anı kitabı olarak düşündüğü bu metinde aynısını yapmış. Avrupa’yı taparcasına seven bir adamı Brezilya’ya kadar sürükleyen savaşın ve savaşların, yazarın anılarını kaplaması da doğal aslında. Aklıma Zweig adının geldiği her anda Hitler’in de beynimde yer alması, sanırım bu anıları okuduktan sonra iyice pekişecektir.

Kitap birkaç yayınevinden neşredilmiş. Şu anda İletişim Yayınları, Can Yayınları, Doğu Batı Yayınları ve Palet Yayınları’ndan temin etmek mümkün. Ben İletişim Yayınları’ndan okudum kitabı. Gülçin Wilhelm çevirmiş ve başarılı bir iş de ortaya koymuş; fakat kitapta aşırıya kaçmayacak şekilde editör hataları mevcut. Yeni basımında bir kez daha ‘son okuma’ gerekiyor.

Önemli bir yazarın, deneme-anı-otobiyografi karışımı, hatta biraz da Avrupa tarihi diyebileceğimiz bir kitabı Dünün Dünyası. Yazarın öykülerinde karakterleri için yazdığı psikolojik çözümlemeleri bu kez kendi iç dünyasını yazarken görüyoruz. Avrupa’ya bir ağıt demek de mümkündür bu kitaba. Daha doğrusu Avrupa’ya ve kendine.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10