Ölmek üzere olduğunu bilmeden, son yılında canhıraş yetiştirdiği eseridir Safiye Erol’ün Çölde Biten Rahmet Ağacı. 1962 de tefrikası yapılsa da kitap halini alması vefatından 36 yıl sonra, Safiye Erol hayranlığını, çocukluğundan itibaren artan bir ivme ile yüreğinde taşıyan, değerli araştırmacı, Halil Açıkgöz tarafından gerçekleştirilmiş, Kubbealtı Neşriyat tarafından ise basılmıştır.
Safiye Erol “Allah’ın kâinatı yaratma sebebi Hz Muhammed’tir” demekle beraber Hz. İbrahim’e özel bir yer verir bu kitapta. “Beni yüce yapan bana olan şey değil benim yaptığımdır…” denilen sadakat halkasıdır İbrahim, imanın! İnsanın cisimden öze taşınıp, cisme kafa tutmasının biricik sembolü, ilk bayraktarıdır. Kierkegaard gibi birçok batılı düşünürün de “teslimiyet” kavramını üzerinden yorumladığı ruhtur İbrahim. “Korku Ve Titreme”; ''O bir başkasını sevmede kendi kendine yetmesi gerektiği derin gizemini kavramıştı.'' derken neyi ifade etmeye çalışıyor, neyi kavrıyor ise veyahut Platon, tensel olandan tinsel olana doğru seyre koyduğu aşkta neyi amaçlamış ise, Çölde Biten Rahmet Ağacı bu kavramanın ve amacın son demidir.
Erol, kıymetini hiç eksik etmediği köklerinin medeniyet tasavvuruna da yakışan bu sevme biçimi ile “aşk” üzerine tüm kadim öğretileri, İslam’ın eteklerinde toplamış, öyle yazmıştır. Ona göre, Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık kitabındaki üç değerli makalesinden biri olan “Hakim Adam” isimli makalesinde bahsettiği, İslam, Yunan ve Garp aleminin tüm “sır bulucular”ı da bu sırrın peşindedir.
Erol, “Mekkeliler” bahsinde çöl ikliminin mağrur ve zalim halkını cahiliye dönemiyle ifade ederken, Hazret-i Peygamber’in doğumunu aktarırken hislerini şu sözlerle dile getirir: “O’nun doğumundan söz açmak sırası geldiğinden başıma annemin tülünü sardım, baba armağanı altın kolyeyi taktım, mürşidimin telkinini ışık gibi alnıma iliştirdim. Neler kuşansam az geliyor, işte hafiften titriyorum, gözyaşlarım ılık akıyor.”. Bunlar, okuyanın da içindeki ılık suları harekete geçiren gerçek bir aşk metni olan “Çölde Biten Rahmet Ağacı”nın en vurucu satırlarıdır.
Değerli hocam Halil Açıkgöz, kendisi ile gerçekleştirilen röportajda Erol’ün sık sık yaptığı bir hareketini betimlerken; sağ elinin sırtını sol avucuna vurarak baskılı bir şekilde söylediği, “olllmadı agalaaar” sözünden bahsetmişti. Erol kitaba erkeklere sitem olarak kullanmak amacı ile bu iki kelime ile başlar. Açıkgöz; İslam’ın yanlış anlaşılması ve aktarılması ile ilgili bir sitemdir bu ve kitap, Müslüman kadınlar için çok değerlidir der. Erol’ün hiçbir ideolojiye sığmadığı gibi feminizme de sığmayacağını ve fakat özellikle dönemi düşünüldüğünde gerçek bir kadın hakları temsilcisi olarak görülebileceğini de dile getirir.
Erol, İslam’daki hatalı kadın algısını dert edinmiş, bunu gerek romanlarındaki cesur kadınlar ile gerek ise Peygamber kadınlarından bahsederken hissettirmiştir. Mizaç değerlidir Erol için. Farklar kabul edilmelidir fakat bir tarafın diğerine üstünlüğü söz konusu değildir. Kitabın “Kadınlar” bahsinde yazar, Nisâ Sûresi ayetlerinden hareketle tüm kadınların hakkını savunur. Bilhassa Nisâ sûresinin 34. ayetine dair bir tefsir çalışması dahi yapar:
“Erkekler kadınların koruyucusudur. Çünkü Allah onları üstün kılmıştır. Zirâ onlar mallarından sarf ederler. İyi kadınlar itâat edicidir…” Ne yazık içtihat kapıları kapanmış. Belki günün birinde Hak erenlerden bir müçtehit gelir ve yukarıdaki âyetlere şöyle bir tefsir verir: “Kadınla erkeğin münâsebeti Tanrı buyruğu ile değişe değişe deveran eden, sosyal, politik ve ekonomik şartlara göre iki cins arasında en sağlam uzlaşmayı temin edecek tarzda ayarlanmalı; her halükarda erkek civanmertlikle kadın yumuşakbaşlılığı ile hareket etmelidir.”. Daha ziyade kadınların aşk üzerine çektikleri ızdıraplar ile tinsel olan aşk yolculuklarını konu edinen romanlar yazan Erol, gerçek aşkı konu alan çalışmasında, kadınlarının genel yapısını, kendi bakış açısı ile idealize etmiştir. Fakat erkekler, bahsi geçen civanmertliğe biraz daha geç ulaşan ya da ulaşamayan kahramanlar olarak kalacaklardır. Gerek kurgularda gerek gerçekte…
Yazar, Hz. Hatice, Hz. Ali ve Veysel Karani’den ayrıca bahseder. Cebrail (a.s.) için ise iki bölüm yazar, Hira dağından, ilk vahyden, uyanma vaktinin geldiğinden bahseder. İslamiyet ardından Mekke’de olanları reel bir bakış açısı ile ele alır. Kusursuz insanlar yoktur. Mutlak iyiler, mutlak kötüler yoktur. Ramazan ayı boyunca yazdığı bu tefrikalardan dolayı eleştirilmiştir de. Bu eleştirilere rağmen kalemi asla övgüye tevessül etmemiş, okuyucunun ve milletin vicdanının bu meselede adil davranacağına inancını belirtmiştir.
Miraç ile Peygamberin üzerine aldığı sorumluluk ve hüzne dikkat çeker. Arketipler üzerinden yorumlamak gereken ve sembol olduğu düşünülmesi uygun olan olan Miraç’ın, anlatılamayan, herkesin kendi ruhunda yaşayabileceği bir yükselme olduğunu söyler. Ve ne güzel söyler! Ne de güzel söyler! Hatta gaziliğin yerini bu zamanda dosdoğru bir edep ile çalışmanın aldığından bahseder. İmana değil dış görünüşe dayalı sofuluğun eleştirisini yapar.
Bu cesur söylemlere karşılık aldığı tüm eleştirilere rağmen kaleminin üzerine kimseye hüküm vermeyen Safiye Erol, Halil Açıkgöz’ün ifadesi ile bu eserin ikinci bölümünü zihninde tasarlamış fakat ömrü vefa etmemiştir. Eser fikri derinlik olarak hala çağın yukarısında bir din algısına sahiptir ve hala yeterince anlaşılamamıştır.
Tıpkı Safiye Erol’ün kendisi gibi!
Romanlarındaki, Bektaşi dervişi ruhu üflenmiş fakat batı eğitiminin rasyonalitesi ile panteist bir ivme edinmiş kişilerden de anlaşıldığı üzere, “dua”nın “kaderciliğe yaslanıp yaşamak” olan eylemsiz şiarını erken yaşlarda geçip; bu kitapla, biriktirdikleri ile beraber manevi iklimine geri dönüp, aşkın “orta kat”ına taşınmıştır Erol.
Kierkegaard’ın da dediği gibi:
“Eylemleri için adaleti başkalarında arayanlar, eylemlerinin dayanak noktaları kendileri dışında olanlar, ancak düşük mizaçlardır”.
Mizacından öpülesice Safiye Erol’e minnetle…
Hayırda ramazanlar.
Mavi Çınar
the.blue.gaia@gmail.com
6 Mayıs 2019 Pazartesi
Gökleri direksiz inşa etmek
"Gökleri görebileceğiniz bir direk olmaksızın yükselten, sonra arşa istiva eden, güneşi ve ayı emrine boyun eğdiren Allah'tır; her biri belirlenmiş bir vakte kadar akıp gitmektedir. İşleri Allah düzenliyor; âyetleri de açıklıyor ki rabbinize kavuşacağınıza kesin olarak inanasınız.”
- Ra'd Suresi, 2. Ayet
“Üslûp 'şekle' ait bir vasıftır. Şekil 'zemin-zaman' boyutu içinde var olur. Üslûp olayında zaman zemine, yani mekâna tâbidir. Mekânın idrak edilme biçimi insanlık tarihi boyunca çeşitlilik gösterir. Politeist kültürlerin sınırlı, parça mekân tasavvurlarına karşılık, tek tanrılı dinlerde mekân 'sınırsız genel mekân' olarak idrak edilir. İslâm’da mekân, sonsuz-sınırsız Allah’tan başka her şeyi taşıyan ve zaman ile bütünleşmiş bir kategoridir."
- Turgut Cansever, İslâm'da Şehir ve Mimari
Kitapla ilgili yazı yazmaya karar verdiğimde evvela İslam’daki sanat ve estetik ilişkisini irdeleyerek başlamanın akıllıca olduğunu düşünmüştüm. Ancak bu konudaki yetersizliğimi görünce neden bu kitabı düşünmeye ihtiyaç duyduğumu sorgulayarak başlamaya karar verdim. Evvela insanın anlayış sürecinden bahsetmek istiyorum, çünkü hissedilenle duyumsanan arasındaki farkı belirleyen şey anlayıştır. Daha önce yazdığım bir yazıda, okumak için gerekli beceriler sadece okuma yazmayı bilmek değil aynı zamanda sözcüklere dönüştürmeyi ve kurgusal karakterlerle empati kurmayı, tarihsel ve kültürel içeriği tanımayı, hikayenin dönüm noktalarını tahmin etmeyi, yazarın stilini eleştirmeyi ve değerlendirmeyi de içerdiğinden söz etmiştim. Burada birbirinden ayrı iki anlayış söz konusu, klasik anlayış ve romantik anlayış. Platon’u Phaedrus’un ağzından ifade ettiği klasik ve romantik anlayış terimelerinin anlamı şöyle:
“Klasik anlayış dünyayı, saklı biçimin kendisi olarak görür. Romantik anlayış ise, o anki görünüşüyle görür. Bir romantiğe bir motor ya da makine çizimi ya da elektronik bir şema gösterdiğinizde onu ilgilendiren bir şey görmesi olanaksızdır. Gördüğü şeyin çekiciliği yoktur, çünkü gerçeğin yüzeyini görür. İlginç bir şey yoktur. Ama aynı krokiyi yada şemayı klasik bir kişiye gösterdiğinizde ona bakar ve hayran kalır; çünkü ordaki çizgilerde, biçimlerde ve simgelerde saklı biçimin muazzam zenginliğini görür." (Zen ve Motosiklet Bakım Sanatı, Robert M. Pirsig. sf 76.)
Kitabı edinme isteğim de yukarıda bahsettiğim romantik anlayışın ötesindeki klasik anlayışı keşfedebilmek oldu. Henüz erken sayılabilecek 25 yıllık ömrümde pek çok farklı camiiyi ve kiliseyi gezme fırsatı buldum. Camileri kiliselerden ayıran şey makro boyuttaki gösterişten ziyade, minimal düzeydeki işlemeler ve bezemelerle bir atmosfer yaratmak çabasıdır. Beni cezbeden şey, bu işlemelere duyduğum hayranlık oldu ve bu hayranlığa sebep olan şeyin ardına düşmek istedim. Yani romantik anlayışı sağlayan sanatsal kaideleri, yani klasik anlatımı oluşturan prensiplerin ne olduğunu görmek istedim. Yine burda klasik ve romantik anlayışın kıyaslamasına dair bir alıntı yapmak istiyorum:
“Romantik tarz öncelikle esinsel, düşsel, yaratıcı, sezgiseldir. Duygular olgulardan önce gelir. “Sanat”, “bilim”le karşılaştırıldığında genellikle romantiktir. Aklı ya da yasaları izlemez. Yalnızca duyguları, sezgileri ve estetik vicdanı izler. Klasik tarz, tersine aklı ve yasaları izler ki bunlar da düşünce ve davranışların saklı biçimleridir. Bu, Avrupa kültüründe öncelikle erkeksi bir tarzdır ve bilim dalları, hukuk ve tıp kadınlar için bu yüzden kadınlar için pek ilgi çekici olmamıştır. Motosiklet sürmek romantik olmasına karşın motosiklet bakımı tam anlamıyla klasiktir. Kir, yağ, saklı biçimlerde ustalaşma gerekliliği öyle bir romantizm karşıtı etki yapar ki, romantikler asla buna yanaşmamayı tercih eder”. (Zen ve Motosiklet Bakım Sanatı, Robert M. Pirsig. sf 76.)
Bu noktada İslam dininin estetik anlayışını oluşturan üslup ve sanat unsurlarına değinmek gerekebilir. Tevhid inancına göre tanrı birdir ve yaratıcılığı her şeyi kuşatmıştır. Kainatın yaratılmasından beri süregelen düzen onun emrindedir. Düzeni oluşturan etmenler katman katmandır ve her katman birbiri arasındaki geçişle mümkün olmaktadır. Ayette "Ben ona şeklini verdiğim ve içine ruhumdan üflediğim zaman...” (Sâd Suresi, 72. Ayet) bildirilen ruh da, Allah’ın kendi nurundan üflediği yaratıcılık kabiliyetidir. Yani Allah’ın yarattığı natureli taklit edebilme becerisidir. İnsanın yaratma istidadı ancak varlık katmanlarının sınırları var ve aktif olabilir. Bu sınırları en iyi açıklayan kanun, termodinamiğin 1. yasası olan “Enerji, yoktan var edilemez; var olan enerji de yok edilemez; sadece bir şekilden diğerine dönüşür.” kuramıdır. Bilge mimar Turgut Cansever bu meseleyi şöyle açıklıyor:
“İslâm’da insana verilen “her ferdi kendi yerine koyma” (adalet) sorumluluğu tevhîd bağlamında anlaşılmalı ve yerine getirilmelidir. Allah'ın iradesine mutlak teslimiyet de aynı esas üzerinde gerçekleştirilmelidir. Sonuç olarak, mimarî, bütün varlık düzeylerinde, özellikle de insanın bilinç ve bütün tarihinin mekân-zaman bağlamında tüm varlık problemleri dikkate alınarak tahlil edilmelidir. İslâm sanatları ve mimarisi ile temel özelliklerinin 'genetik' kaynaklarını anlamak, keşfetmek ve tanımlamak amacıyla temel sorunlar üzerinde yoğunlaşmak zarureti vardır." (Mimar Sinan, Turgut Cansever, sf. 21.)
Burada İslam sanatıyla batı sanatı arasındaki, görsel olana odaklanmanın var olan şeyin ardındaki gerçek hakikati gizleyeceğine vurgu yapmak gerekir. İslam sanatında yaratılmış olan değil, onun ardındaki sanatlı eli aramak esastır. Dünyayı önemli kılan, dünyanın zahirî görünüşü değil, bu görünüşün ardındaki asıl batınî anlamdır. Tasavvuf düşüncesinde önemli bir yer teşkil eden zahir ve batın arasındaki ayrımın ortaya çıktığı yer burasıdır. Bu ayrım, zahirin önemsiz ve sahte bir şey olduğunu göstermez. Bilakis, İslam sanatında pek çok eser gerçekçi olduğu için, bizzat bu gerçeklik sayesinde tasavvufî bir karakter kazanmış sayılır. Yine Turgut Cansever’den bir alıntıyla izah etmeye çalışayım, şöyle ki; "Varlık, kâinat ve yaradılış telakkisinin biçim üzerine doğrudan yansıması, üslûbu meydana getirir. Genel ifadesiyle üslûp, gerçekliğin iki organize edici ilkesi olan bir zaman ve mekân anlayışıdır. Bu iki kategori sayesinde insan kendi ürününü geliştirir. Bu sebeple sanat, mekân bilincidir ve içinde mekânın kavrandığı zaman vasıtasıyla organize edilmesidir. Mekânın, zamanın bir işlevi olarak organize edilmesi demek olan “ritm”, sanat eserinin en üst kanunudur. O bir bağımsız birimler kompleksi tarafından vücuda getirilir; spesifik bir mekân oluşturan bütünlük içerisinde ortaya çıkar. Genişliğin ritmik düzenlemesine simetri denir. Bu iki düzenin ilişkisinde kütlelerin organizasyonu ve yükseklik oranının ritmik düzenlemesi ise derinlikle ifade edilir. Üslûp, her türlü pratiğin (amel) ve her türlü pratik ve davranış alanlarındaki her kararın biçim ifadesidir. Bu sebeple, dinî karakteriyle mimarî de, üslûp özelliğini kazanır; böylece varolur." (Mimar Sinan, Turgut Cansever, sf. 27.)
Sözü fazlaca uzattım ama derdimi de anlatmış bulunuyorum. Öncelikle kitabın ismi olan mukarnas’ın sözlükteki karşılığıyla devam edeyim. Redhouse’ta halk arasında kullanılmayan ilmî bir tabir olduğu belirtilen kelimenin Grekçe korônis (korniş) kelimesinden Arapçalaştırılarak türetilmiş olduğu kabul edilmektedir. Mukarnes imlâsıyla da yazılan mukarnas kelimesi son döneme ait Arapça, Farsça ve Osmanlıca sözlüklerde “kademeli çıkıntıları olan basamaklı çatma tavan; kubbe; bir başlık türü; rengârenk alacalı işleme” gibi anlamlarla karşılanmakta, buna mukabil klasik sözlüklerde ve lügatlerde yer almamaktadır. İslam bezeme anlayışında mistik anlam, geometrik biçimler ve düzenlemelerin kurgusunda gizlenmiştir. Evrensel birlik ve denge düşüncesi çokgen ve çok köşeli yıldızlarla somutlaştırılmıştır. Anadolu Türk Sanatı'nda 12. yüzyılın başlarında bezemede tek anlatım aracı çokgen ve çok köşeli yıldızlar olmuştur. Yüzeysel bezemede geometrik tasarım birikimi prizmatik öğelere dönüştürülmüş, prizmatik öğelerin yan yana ve üst üste gelerek geliştirdikleri bu bezeme türüne mukarnas bezeme adı verilmiştir. Mihrap, şerefe, sütun, sütun başlığı, sütun kaideleri, taç kapı, korniş ve köşelerde kullanıldığı gibi mezar taşı, çeşme cephesi, minare şerefesi gibi çeşitli konumlarda görsel zenginleştirme amacıyla kullanılmaktadır. Esasen iki boyutlu geometrik bir çizimin hacimlendirilerek üç boyutlu hale geçişinde kullanılan mukarnas bezemenin ilginçliği de buradan gelmektedir. Bir geometrik biçimden öteki geometrik biçime; örneğin, kareden daireye, daireden kareye ve çokgenden daireye ya da bir daire kesitten daha geniş bir daire kesite geçişi mimarlığa özgü bir yöntemle sağlaması işlevselliğini arttırmaktadır. Konu ile ilgili TDV İslam Ansiklopedi’sindeki tanım ise şöyle;
"Petekler dizisi ya da hücreler halinde istiflenmiş görüntü veren mukarnas, bulunduğu yerde hem taşıyıcı hem süsleyici işlev gördüğünden statik ve plastik görevleri birlikte üstlenerek diğer formlara göre çok farklı bir özellik taşır. Mukarnas, geometrik bir tasarımın üçüncü boyuta aktarılmış bir uygulaması olduğu için ışıkgölge oyunlarıyla soyut anlamlara açılabilen, bu sebeple de görünüş olarak müslüman sanatçının tasvirden uzak duran anlayışına cevap veren bir buluştur. Düz yüzeylerde olduğu kadar taçkapı ve mihrap kavsaralarında sıkça karşılaşılan bu unsur, mimari bünyeye bağlı biçimde yapım sırasındaki teknolojik süreçten doğduğu gibi ahşap ya da alçı malzemenin oyularak şekillendirilmesiyle de bütün içinden ortaya çıkabilir. Her durumda kullanıldığı yere göre genel üslûba katılımı oldukça zengindir.
Mukarnasın boyut değiştirme imkânları çok yönlü olduğundan yalın diziler halinde ilerleyen üçgen ya da prizmatik formlardan teşekkül ettiği gibi içi motif dolgulu hücreler halinde farklı doğrultularda yayılan, hatta bazı türlerinde damla şeklinde sarkıtlar yaparak plastik etkisi arttırılmış örnekleri de vardır. Mukarnas işçiliği, denediği çeşitlemelere göre pek çok durumda üzerinde yer aldığı yapıyı tarihlendiren ya da ülkelere göre yapıya kimlik veren özellikler sunar. Mimaride konsol ya da kemer gibi unsurlara göre taşıyıcı ve görsel işlevleri üstlenmekle birlikte yatay ve düşey doğrultuda zengin imkânlarla üretilebilen, özellikle içbükey dönüşlerde, kubbelerin iç yüzeylerinde, sütun başlıklarını kavrayan konumlarda kolayca uygulanabilmesi, kısacası bir yüzeyden ötekine geçerken sağladığı akışkan doku üstünlüğü mukarnasa bir kullanım rahatlığı getirmiş, geçiş ve dönüş işlevlerini rahatça sağlaması yanında ahşap, tuğla, taş, çini gibi çeşitli malzemeyle üretilebildiği için Orta Asya’dan Endülüs’e kadar genişleyen bir kültür coğrafyasında uzun süre müslüman mimarlara teknolojik bir üstünlük sağlamıştır.
Mukarnasın daha çok İslâm mimarisinde yaygınlık kazanmış olması bu unsurun sadece teknolojik bir çözüme cevap vermediğini, fakat inançlarla örtüşen soyut çağrışımlara da açık bir biçimlenme olduğunu göstermektedir. Doğadaki hiçbir şekle tam olarak benzemeyen, gölge-ışık etkileriyle çağrışım unsurları ortaya koyan mukarnas, İslâm estetiği bağlamında tam anlamıyla zenginleştirici (tezyinî) bir unsurdur." (TDV İslam Ansiklopedisi, 31. Cilt, sf. 126.)
Kitabın başında eserin müellifi Yüksek Mimar M. Fatin Uluengin hakkında, formüle ettiği ve çizimlerini verdiği mukarnaslar ve diğer mimari detaylar hakkındaki geniş bilgisinden bahsediliyor ve eseri kıymetli kılan bu bilgi birikimini gelecek nesillere aktarmak olduğuna vurgu yapılıyor. Kuşe kağıda baskılı, 24x33cm boyutlarındaki eser, teknik kitaplar kategorisinde yer alıyor.
Kitap 5 ayrı bölümden oluşuyor ve mukarnas bezemeler üzerine oldukça az kaynak Türkçe kaynak bulunduğu için de çok kıymetli bilgiler içeriyor.
1. Bölüm olan “Giriş" kısmında konu ile ilgili bugüne kadar yayınlanan ciddi yayınları, mukarnas bezemelerin tarihsel süreçlerdeki değişimini ve gelişimini, ayrıca dünya üzerindeki çeşitli mimari eserlerde kullanılan farklı tipteki mukarnas eserlerin izahati yapılıyor.
2. Bölümde "Temel Bilgiler, Mukarnas Elemanları, Sıra Teşkili, Kalıp Verilmesi” başlığı altında iki boyuttan üçüncü boyuta geçiş somut örneklerle anlatılıyor, plan şemalarıyla birlikte mukarnas elemanlarının (yaprak, badem, kaz ayağı, fitil) teknik resimleriyle birlikte fotoğraflar üzerinde tanımı yapılıyor. Yine Selçuklu-Osmanlı Dönemi arasındaki bezeme farklılıklarına da bu bölümde değiniliyor. Birbirini tekrar eden birim elemanların oluşturulduğu kalıplar bu bölümde ele alınıyor.
3. Bölüm “Mukarnas Şemaları, Kuruluş Düzeni, Örnekler” ise kitabın bana göre en eğlenceli kısmı çünkü okuyucu için el kitabı vazifesi üstleniyor. Evvela “Mukarnas Şemaları” başlığı altında mukarnas bezemeleri görmenin nereden başlanacağı ve nelere odaklanması gerektiği burada izah ediliyor. Kaideler öğretildikten sonra, konu ile ilgili örneklerin bulunduğu camilerden ve türbelerden örnekler veriliyor ve anlatım teknik resimlerin yer aldığı şemalarla zenginleşiyor. Daha sonra çeşitli örnek fotoğraflarının yer aldığı mukarnas bezemelere ilişkin, Fatin Uluengin Beyefendi’nin kendi el yazısıyla almış olduğu notlar üzerinden kurulan yapıya yönelik açılımlar sağlanıyor. İki boyuttan üçüncü boyuta geçiş gözler önüne seriliyor, ki bu detaylar kitaba muazzam bir zenginlik katıyor. Kendim hali hazırda Bursa Yeşil Camii mihrabında bulunan mukarnas örneklerini bu sayfalardan bakıp canlı canlı irdeledim. Yine Endülüs gezisin çekmiş olduğum El Hambra Sarayı’ndaki tavan süslemelerine dair fotoğrafları bu sayfalarda irdeleme ve derinine inme fırsatı buldum.
4. Bölüm “Bulgular” başlığı altında, birbirinden farklı yapılarda birbirinin aynı düzenlerin nasıl tekrar ettiği fotoğraflar üzerinden örneklerle gösterilmiş. Örneğin İstanbul Süleymaniye Camii taç kapısı makarnasının Konya Selimiye Camii taç kapısı mukarnasıyla aynı olduğu, Kocaeli-Gebze Çoban Mustafa Paşa Camii taç kapı mukarnasının 10/10 yıldız koluyla Adana Ulucamii Batı kapısı mukarnasının 10/10 yıldız kolunun aynı olduğu bu bölümde çok güzel bir biçimde ifade ediliyor.
5. Bölüm “Mukarnas Uygulamalarının Günümüzdeki Durumu, Geleneksel Yeni Uygulamalar, Modern Yeni Uygulamalar, Sonuç” başlığı altında günümüzde yalnız dini yapılarda değil, kültürel olarak başka yapılarda da örnekleri görülen mukarnas bezemelere ilişkin veriler sunuluyor. Sonuç kısmında yazarın kitabı, tüm iyi niyetiyle, ömrü boyunca biriktirmiş olduğu mukarnas bezemelere ilişkin bilgileri gelecek nesillere aktarmak üzere yazdığına ilişikin bir son söz yer alıyor.
Kitabın sonunda yer alan “İncelenen Örnekler Listesi”nde 552 esere ilişkin detay da, kitabın bilgi hacmi olarak ne kadar geniş bir alana yayıldığının kanıtı olarak gösterilebilir.
Konu ile ilgili hali hazırda pek az Türkçe eser olduğuna değinmiştim ancak editörlüğünü Türk Sanat ve Mimarlık Tarihi Profesörü Sayın Gülru Necipoğlu hanımefendinin yaptığı, Harvard Yayınları tarafından baskıya sunulan Muqarnas isimli İngilizce bir dergi mevcut. 35. sayıya kadar çıkan yayınlara aşağıdaki linkten erişmek mümkün. Japon araştırmacı-gezgin Shiro Takahashi’nin 1970’lerde dünyadaki pek çok mukarnas eserini bizzat yerinde görerek belgelendirdiği ve yapılarla ilgili teknik çizimleri sanal ortamda sergilediği bir veritabanı mevcut. Dünya haritası üzerinde gösterdiği eserlerin şehir şehir indexlemesi yapılmış ve meraklıların beğenisine sunmuş. Konu ile ilgili linke de yine aşağıdan erişmek mümkün.
Fotoğraf içeriği ile zengin boredpanda.com sitesinde Lina D. isimli kullanıcının İran camilerindeki süslemeler üzerine oluşturduğu fotoğraf galerisinde de mukarnas bezemeler ilişkin çok güzel örnekler yer alıyor. İlgili fotoğraf galerisine de yine aşağıdan erişmek mümkün.
Mukarnaslara ilişkin geometrilerin irdelendiği bilimsel makale örnekleri için de sciencedirect.com ziyaret edilebilir. Bilgisayar destekli 3-boyutlu mukarnas çizimlerine ilşkin kalıp düzenlemeleriyle ilgili yapılan bir çalışmaya ilişkin ücretsiz bir makalenin linkine aşağıdan erişmek mümkün.
Son olarak, Albaraka Yayınları tarafından ücretsiz olarak sunulan ve editörlüğü Turgut Cansever tarafından yapılan, içinde mukarnas bezemelere ilişkin pek çok örnek barındıran Mimar Sinan kitabına aşağıdaki linkten erişmek mümkün.
Konu ile ilgili Türkçe eserlerin çoğalması dileğiyle diyor ve ziyadesiyle uzattığım yazıya burada son veriyorum.
Hepimizin güzeli görmek için baktırdığı Allah ağrısı var.
Beytullah Kurnalı
beytullahkurnali@gmail.com
Muqarnas - An Annual on the Visual Cultures of the Islamic World by Gülru Necipoğlu: https://brill.com/view/serial/MUQ
Muqarnas: A Three-Dimentional Decoration of Islam Architecture by Shiro Takahashi: http://www.tamabi.ac.jp/idd/shiro/muqarnas/
104 Mesmerizing Mosque Ceilings That Highlight the Wonders of Islamic Architecture by Lina D.: https://www.boredpanda.com/mosque-ceilings/
Automatic 3D muqarnas architectural patterns reconstruction using plane representation by Mohammed Senhaji, Rachid Benslimane:
https://www.sciencedirect.com/science/article/pii/S1296207416304022
Mimar Sinan by Turgut Cansever: https://www.albaraka.com.tr/mimar-sinan.aspx
- Ra'd Suresi, 2. Ayet
“Üslûp 'şekle' ait bir vasıftır. Şekil 'zemin-zaman' boyutu içinde var olur. Üslûp olayında zaman zemine, yani mekâna tâbidir. Mekânın idrak edilme biçimi insanlık tarihi boyunca çeşitlilik gösterir. Politeist kültürlerin sınırlı, parça mekân tasavvurlarına karşılık, tek tanrılı dinlerde mekân 'sınırsız genel mekân' olarak idrak edilir. İslâm’da mekân, sonsuz-sınırsız Allah’tan başka her şeyi taşıyan ve zaman ile bütünleşmiş bir kategoridir."
- Turgut Cansever, İslâm'da Şehir ve Mimari
Kitapla ilgili yazı yazmaya karar verdiğimde evvela İslam’daki sanat ve estetik ilişkisini irdeleyerek başlamanın akıllıca olduğunu düşünmüştüm. Ancak bu konudaki yetersizliğimi görünce neden bu kitabı düşünmeye ihtiyaç duyduğumu sorgulayarak başlamaya karar verdim. Evvela insanın anlayış sürecinden bahsetmek istiyorum, çünkü hissedilenle duyumsanan arasındaki farkı belirleyen şey anlayıştır. Daha önce yazdığım bir yazıda, okumak için gerekli beceriler sadece okuma yazmayı bilmek değil aynı zamanda sözcüklere dönüştürmeyi ve kurgusal karakterlerle empati kurmayı, tarihsel ve kültürel içeriği tanımayı, hikayenin dönüm noktalarını tahmin etmeyi, yazarın stilini eleştirmeyi ve değerlendirmeyi de içerdiğinden söz etmiştim. Burada birbirinden ayrı iki anlayış söz konusu, klasik anlayış ve romantik anlayış. Platon’u Phaedrus’un ağzından ifade ettiği klasik ve romantik anlayış terimelerinin anlamı şöyle:
“Klasik anlayış dünyayı, saklı biçimin kendisi olarak görür. Romantik anlayış ise, o anki görünüşüyle görür. Bir romantiğe bir motor ya da makine çizimi ya da elektronik bir şema gösterdiğinizde onu ilgilendiren bir şey görmesi olanaksızdır. Gördüğü şeyin çekiciliği yoktur, çünkü gerçeğin yüzeyini görür. İlginç bir şey yoktur. Ama aynı krokiyi yada şemayı klasik bir kişiye gösterdiğinizde ona bakar ve hayran kalır; çünkü ordaki çizgilerde, biçimlerde ve simgelerde saklı biçimin muazzam zenginliğini görür." (Zen ve Motosiklet Bakım Sanatı, Robert M. Pirsig. sf 76.)
Kitabı edinme isteğim de yukarıda bahsettiğim romantik anlayışın ötesindeki klasik anlayışı keşfedebilmek oldu. Henüz erken sayılabilecek 25 yıllık ömrümde pek çok farklı camiiyi ve kiliseyi gezme fırsatı buldum. Camileri kiliselerden ayıran şey makro boyuttaki gösterişten ziyade, minimal düzeydeki işlemeler ve bezemelerle bir atmosfer yaratmak çabasıdır. Beni cezbeden şey, bu işlemelere duyduğum hayranlık oldu ve bu hayranlığa sebep olan şeyin ardına düşmek istedim. Yani romantik anlayışı sağlayan sanatsal kaideleri, yani klasik anlatımı oluşturan prensiplerin ne olduğunu görmek istedim. Yine burda klasik ve romantik anlayışın kıyaslamasına dair bir alıntı yapmak istiyorum:
“Romantik tarz öncelikle esinsel, düşsel, yaratıcı, sezgiseldir. Duygular olgulardan önce gelir. “Sanat”, “bilim”le karşılaştırıldığında genellikle romantiktir. Aklı ya da yasaları izlemez. Yalnızca duyguları, sezgileri ve estetik vicdanı izler. Klasik tarz, tersine aklı ve yasaları izler ki bunlar da düşünce ve davranışların saklı biçimleridir. Bu, Avrupa kültüründe öncelikle erkeksi bir tarzdır ve bilim dalları, hukuk ve tıp kadınlar için bu yüzden kadınlar için pek ilgi çekici olmamıştır. Motosiklet sürmek romantik olmasına karşın motosiklet bakımı tam anlamıyla klasiktir. Kir, yağ, saklı biçimlerde ustalaşma gerekliliği öyle bir romantizm karşıtı etki yapar ki, romantikler asla buna yanaşmamayı tercih eder”. (Zen ve Motosiklet Bakım Sanatı, Robert M. Pirsig. sf 76.)
Bu noktada İslam dininin estetik anlayışını oluşturan üslup ve sanat unsurlarına değinmek gerekebilir. Tevhid inancına göre tanrı birdir ve yaratıcılığı her şeyi kuşatmıştır. Kainatın yaratılmasından beri süregelen düzen onun emrindedir. Düzeni oluşturan etmenler katman katmandır ve her katman birbiri arasındaki geçişle mümkün olmaktadır. Ayette "Ben ona şeklini verdiğim ve içine ruhumdan üflediğim zaman...” (Sâd Suresi, 72. Ayet) bildirilen ruh da, Allah’ın kendi nurundan üflediği yaratıcılık kabiliyetidir. Yani Allah’ın yarattığı natureli taklit edebilme becerisidir. İnsanın yaratma istidadı ancak varlık katmanlarının sınırları var ve aktif olabilir. Bu sınırları en iyi açıklayan kanun, termodinamiğin 1. yasası olan “Enerji, yoktan var edilemez; var olan enerji de yok edilemez; sadece bir şekilden diğerine dönüşür.” kuramıdır. Bilge mimar Turgut Cansever bu meseleyi şöyle açıklıyor:
“İslâm’da insana verilen “her ferdi kendi yerine koyma” (adalet) sorumluluğu tevhîd bağlamında anlaşılmalı ve yerine getirilmelidir. Allah'ın iradesine mutlak teslimiyet de aynı esas üzerinde gerçekleştirilmelidir. Sonuç olarak, mimarî, bütün varlık düzeylerinde, özellikle de insanın bilinç ve bütün tarihinin mekân-zaman bağlamında tüm varlık problemleri dikkate alınarak tahlil edilmelidir. İslâm sanatları ve mimarisi ile temel özelliklerinin 'genetik' kaynaklarını anlamak, keşfetmek ve tanımlamak amacıyla temel sorunlar üzerinde yoğunlaşmak zarureti vardır." (Mimar Sinan, Turgut Cansever, sf. 21.)
Burada İslam sanatıyla batı sanatı arasındaki, görsel olana odaklanmanın var olan şeyin ardındaki gerçek hakikati gizleyeceğine vurgu yapmak gerekir. İslam sanatında yaratılmış olan değil, onun ardındaki sanatlı eli aramak esastır. Dünyayı önemli kılan, dünyanın zahirî görünüşü değil, bu görünüşün ardındaki asıl batınî anlamdır. Tasavvuf düşüncesinde önemli bir yer teşkil eden zahir ve batın arasındaki ayrımın ortaya çıktığı yer burasıdır. Bu ayrım, zahirin önemsiz ve sahte bir şey olduğunu göstermez. Bilakis, İslam sanatında pek çok eser gerçekçi olduğu için, bizzat bu gerçeklik sayesinde tasavvufî bir karakter kazanmış sayılır. Yine Turgut Cansever’den bir alıntıyla izah etmeye çalışayım, şöyle ki; "Varlık, kâinat ve yaradılış telakkisinin biçim üzerine doğrudan yansıması, üslûbu meydana getirir. Genel ifadesiyle üslûp, gerçekliğin iki organize edici ilkesi olan bir zaman ve mekân anlayışıdır. Bu iki kategori sayesinde insan kendi ürününü geliştirir. Bu sebeple sanat, mekân bilincidir ve içinde mekânın kavrandığı zaman vasıtasıyla organize edilmesidir. Mekânın, zamanın bir işlevi olarak organize edilmesi demek olan “ritm”, sanat eserinin en üst kanunudur. O bir bağımsız birimler kompleksi tarafından vücuda getirilir; spesifik bir mekân oluşturan bütünlük içerisinde ortaya çıkar. Genişliğin ritmik düzenlemesine simetri denir. Bu iki düzenin ilişkisinde kütlelerin organizasyonu ve yükseklik oranının ritmik düzenlemesi ise derinlikle ifade edilir. Üslûp, her türlü pratiğin (amel) ve her türlü pratik ve davranış alanlarındaki her kararın biçim ifadesidir. Bu sebeple, dinî karakteriyle mimarî de, üslûp özelliğini kazanır; böylece varolur." (Mimar Sinan, Turgut Cansever, sf. 27.)
Sözü fazlaca uzattım ama derdimi de anlatmış bulunuyorum. Öncelikle kitabın ismi olan mukarnas’ın sözlükteki karşılığıyla devam edeyim. Redhouse’ta halk arasında kullanılmayan ilmî bir tabir olduğu belirtilen kelimenin Grekçe korônis (korniş) kelimesinden Arapçalaştırılarak türetilmiş olduğu kabul edilmektedir. Mukarnes imlâsıyla da yazılan mukarnas kelimesi son döneme ait Arapça, Farsça ve Osmanlıca sözlüklerde “kademeli çıkıntıları olan basamaklı çatma tavan; kubbe; bir başlık türü; rengârenk alacalı işleme” gibi anlamlarla karşılanmakta, buna mukabil klasik sözlüklerde ve lügatlerde yer almamaktadır. İslam bezeme anlayışında mistik anlam, geometrik biçimler ve düzenlemelerin kurgusunda gizlenmiştir. Evrensel birlik ve denge düşüncesi çokgen ve çok köşeli yıldızlarla somutlaştırılmıştır. Anadolu Türk Sanatı'nda 12. yüzyılın başlarında bezemede tek anlatım aracı çokgen ve çok köşeli yıldızlar olmuştur. Yüzeysel bezemede geometrik tasarım birikimi prizmatik öğelere dönüştürülmüş, prizmatik öğelerin yan yana ve üst üste gelerek geliştirdikleri bu bezeme türüne mukarnas bezeme adı verilmiştir. Mihrap, şerefe, sütun, sütun başlığı, sütun kaideleri, taç kapı, korniş ve köşelerde kullanıldığı gibi mezar taşı, çeşme cephesi, minare şerefesi gibi çeşitli konumlarda görsel zenginleştirme amacıyla kullanılmaktadır. Esasen iki boyutlu geometrik bir çizimin hacimlendirilerek üç boyutlu hale geçişinde kullanılan mukarnas bezemenin ilginçliği de buradan gelmektedir. Bir geometrik biçimden öteki geometrik biçime; örneğin, kareden daireye, daireden kareye ve çokgenden daireye ya da bir daire kesitten daha geniş bir daire kesite geçişi mimarlığa özgü bir yöntemle sağlaması işlevselliğini arttırmaktadır. Konu ile ilgili TDV İslam Ansiklopedi’sindeki tanım ise şöyle;
"Petekler dizisi ya da hücreler halinde istiflenmiş görüntü veren mukarnas, bulunduğu yerde hem taşıyıcı hem süsleyici işlev gördüğünden statik ve plastik görevleri birlikte üstlenerek diğer formlara göre çok farklı bir özellik taşır. Mukarnas, geometrik bir tasarımın üçüncü boyuta aktarılmış bir uygulaması olduğu için ışıkgölge oyunlarıyla soyut anlamlara açılabilen, bu sebeple de görünüş olarak müslüman sanatçının tasvirden uzak duran anlayışına cevap veren bir buluştur. Düz yüzeylerde olduğu kadar taçkapı ve mihrap kavsaralarında sıkça karşılaşılan bu unsur, mimari bünyeye bağlı biçimde yapım sırasındaki teknolojik süreçten doğduğu gibi ahşap ya da alçı malzemenin oyularak şekillendirilmesiyle de bütün içinden ortaya çıkabilir. Her durumda kullanıldığı yere göre genel üslûba katılımı oldukça zengindir.
Mukarnasın boyut değiştirme imkânları çok yönlü olduğundan yalın diziler halinde ilerleyen üçgen ya da prizmatik formlardan teşekkül ettiği gibi içi motif dolgulu hücreler halinde farklı doğrultularda yayılan, hatta bazı türlerinde damla şeklinde sarkıtlar yaparak plastik etkisi arttırılmış örnekleri de vardır. Mukarnas işçiliği, denediği çeşitlemelere göre pek çok durumda üzerinde yer aldığı yapıyı tarihlendiren ya da ülkelere göre yapıya kimlik veren özellikler sunar. Mimaride konsol ya da kemer gibi unsurlara göre taşıyıcı ve görsel işlevleri üstlenmekle birlikte yatay ve düşey doğrultuda zengin imkânlarla üretilebilen, özellikle içbükey dönüşlerde, kubbelerin iç yüzeylerinde, sütun başlıklarını kavrayan konumlarda kolayca uygulanabilmesi, kısacası bir yüzeyden ötekine geçerken sağladığı akışkan doku üstünlüğü mukarnasa bir kullanım rahatlığı getirmiş, geçiş ve dönüş işlevlerini rahatça sağlaması yanında ahşap, tuğla, taş, çini gibi çeşitli malzemeyle üretilebildiği için Orta Asya’dan Endülüs’e kadar genişleyen bir kültür coğrafyasında uzun süre müslüman mimarlara teknolojik bir üstünlük sağlamıştır.
Mukarnasın daha çok İslâm mimarisinde yaygınlık kazanmış olması bu unsurun sadece teknolojik bir çözüme cevap vermediğini, fakat inançlarla örtüşen soyut çağrışımlara da açık bir biçimlenme olduğunu göstermektedir. Doğadaki hiçbir şekle tam olarak benzemeyen, gölge-ışık etkileriyle çağrışım unsurları ortaya koyan mukarnas, İslâm estetiği bağlamında tam anlamıyla zenginleştirici (tezyinî) bir unsurdur." (TDV İslam Ansiklopedisi, 31. Cilt, sf. 126.)
Kitabın başında eserin müellifi Yüksek Mimar M. Fatin Uluengin hakkında, formüle ettiği ve çizimlerini verdiği mukarnaslar ve diğer mimari detaylar hakkındaki geniş bilgisinden bahsediliyor ve eseri kıymetli kılan bu bilgi birikimini gelecek nesillere aktarmak olduğuna vurgu yapılıyor. Kuşe kağıda baskılı, 24x33cm boyutlarındaki eser, teknik kitaplar kategorisinde yer alıyor.
Kitap 5 ayrı bölümden oluşuyor ve mukarnas bezemeler üzerine oldukça az kaynak Türkçe kaynak bulunduğu için de çok kıymetli bilgiler içeriyor.
1. Bölüm olan “Giriş" kısmında konu ile ilgili bugüne kadar yayınlanan ciddi yayınları, mukarnas bezemelerin tarihsel süreçlerdeki değişimini ve gelişimini, ayrıca dünya üzerindeki çeşitli mimari eserlerde kullanılan farklı tipteki mukarnas eserlerin izahati yapılıyor.
2. Bölümde "Temel Bilgiler, Mukarnas Elemanları, Sıra Teşkili, Kalıp Verilmesi” başlığı altında iki boyuttan üçüncü boyuta geçiş somut örneklerle anlatılıyor, plan şemalarıyla birlikte mukarnas elemanlarının (yaprak, badem, kaz ayağı, fitil) teknik resimleriyle birlikte fotoğraflar üzerinde tanımı yapılıyor. Yine Selçuklu-Osmanlı Dönemi arasındaki bezeme farklılıklarına da bu bölümde değiniliyor. Birbirini tekrar eden birim elemanların oluşturulduğu kalıplar bu bölümde ele alınıyor.
3. Bölüm “Mukarnas Şemaları, Kuruluş Düzeni, Örnekler” ise kitabın bana göre en eğlenceli kısmı çünkü okuyucu için el kitabı vazifesi üstleniyor. Evvela “Mukarnas Şemaları” başlığı altında mukarnas bezemeleri görmenin nereden başlanacağı ve nelere odaklanması gerektiği burada izah ediliyor. Kaideler öğretildikten sonra, konu ile ilgili örneklerin bulunduğu camilerden ve türbelerden örnekler veriliyor ve anlatım teknik resimlerin yer aldığı şemalarla zenginleşiyor. Daha sonra çeşitli örnek fotoğraflarının yer aldığı mukarnas bezemelere ilişkin, Fatin Uluengin Beyefendi’nin kendi el yazısıyla almış olduğu notlar üzerinden kurulan yapıya yönelik açılımlar sağlanıyor. İki boyuttan üçüncü boyuta geçiş gözler önüne seriliyor, ki bu detaylar kitaba muazzam bir zenginlik katıyor. Kendim hali hazırda Bursa Yeşil Camii mihrabında bulunan mukarnas örneklerini bu sayfalardan bakıp canlı canlı irdeledim. Yine Endülüs gezisin çekmiş olduğum El Hambra Sarayı’ndaki tavan süslemelerine dair fotoğrafları bu sayfalarda irdeleme ve derinine inme fırsatı buldum.
4. Bölüm “Bulgular” başlığı altında, birbirinden farklı yapılarda birbirinin aynı düzenlerin nasıl tekrar ettiği fotoğraflar üzerinden örneklerle gösterilmiş. Örneğin İstanbul Süleymaniye Camii taç kapısı makarnasının Konya Selimiye Camii taç kapısı mukarnasıyla aynı olduğu, Kocaeli-Gebze Çoban Mustafa Paşa Camii taç kapı mukarnasının 10/10 yıldız koluyla Adana Ulucamii Batı kapısı mukarnasının 10/10 yıldız kolunun aynı olduğu bu bölümde çok güzel bir biçimde ifade ediliyor.
5. Bölüm “Mukarnas Uygulamalarının Günümüzdeki Durumu, Geleneksel Yeni Uygulamalar, Modern Yeni Uygulamalar, Sonuç” başlığı altında günümüzde yalnız dini yapılarda değil, kültürel olarak başka yapılarda da örnekleri görülen mukarnas bezemelere ilişkin veriler sunuluyor. Sonuç kısmında yazarın kitabı, tüm iyi niyetiyle, ömrü boyunca biriktirmiş olduğu mukarnas bezemelere ilişkin bilgileri gelecek nesillere aktarmak üzere yazdığına ilişikin bir son söz yer alıyor.
Kitabın sonunda yer alan “İncelenen Örnekler Listesi”nde 552 esere ilişkin detay da, kitabın bilgi hacmi olarak ne kadar geniş bir alana yayıldığının kanıtı olarak gösterilebilir.
Konu ile ilgili hali hazırda pek az Türkçe eser olduğuna değinmiştim ancak editörlüğünü Türk Sanat ve Mimarlık Tarihi Profesörü Sayın Gülru Necipoğlu hanımefendinin yaptığı, Harvard Yayınları tarafından baskıya sunulan Muqarnas isimli İngilizce bir dergi mevcut. 35. sayıya kadar çıkan yayınlara aşağıdaki linkten erişmek mümkün. Japon araştırmacı-gezgin Shiro Takahashi’nin 1970’lerde dünyadaki pek çok mukarnas eserini bizzat yerinde görerek belgelendirdiği ve yapılarla ilgili teknik çizimleri sanal ortamda sergilediği bir veritabanı mevcut. Dünya haritası üzerinde gösterdiği eserlerin şehir şehir indexlemesi yapılmış ve meraklıların beğenisine sunmuş. Konu ile ilgili linke de yine aşağıdan erişmek mümkün.
Fotoğraf içeriği ile zengin boredpanda.com sitesinde Lina D. isimli kullanıcının İran camilerindeki süslemeler üzerine oluşturduğu fotoğraf galerisinde de mukarnas bezemeler ilişkin çok güzel örnekler yer alıyor. İlgili fotoğraf galerisine de yine aşağıdan erişmek mümkün.
Mukarnaslara ilişkin geometrilerin irdelendiği bilimsel makale örnekleri için de sciencedirect.com ziyaret edilebilir. Bilgisayar destekli 3-boyutlu mukarnas çizimlerine ilşkin kalıp düzenlemeleriyle ilgili yapılan bir çalışmaya ilişkin ücretsiz bir makalenin linkine aşağıdan erişmek mümkün.
Son olarak, Albaraka Yayınları tarafından ücretsiz olarak sunulan ve editörlüğü Turgut Cansever tarafından yapılan, içinde mukarnas bezemelere ilişkin pek çok örnek barındıran Mimar Sinan kitabına aşağıdaki linkten erişmek mümkün.
Konu ile ilgili Türkçe eserlerin çoğalması dileğiyle diyor ve ziyadesiyle uzattığım yazıya burada son veriyorum.
Hepimizin güzeli görmek için baktırdığı Allah ağrısı var.
Beytullah Kurnalı
beytullahkurnali@gmail.com
Muqarnas - An Annual on the Visual Cultures of the Islamic World by Gülru Necipoğlu: https://brill.com/view/serial/MUQ
Muqarnas: A Three-Dimentional Decoration of Islam Architecture by Shiro Takahashi: http://www.tamabi.ac.jp/idd/shiro/muqarnas/
104 Mesmerizing Mosque Ceilings That Highlight the Wonders of Islamic Architecture by Lina D.: https://www.boredpanda.com/mosque-ceilings/
Automatic 3D muqarnas architectural patterns reconstruction using plane representation by Mohammed Senhaji, Rachid Benslimane:
https://www.sciencedirect.com/science/article/pii/S1296207416304022
Mimar Sinan by Turgut Cansever: https://www.albaraka.com.tr/mimar-sinan.aspx
29 Nisan 2019 Pazartesi
Birlikte yaşama arzusu
Toplum olarak geçen her gün biraz daha ayrıştığımız ve nefret dili içeren söylemlerimizin kutuplaşmayı daha da arttırdığı dillendiriliyor. Hemen arkasından değerlerimizden hangi ara bu kadar uzaklaştığımız soruluyor? Romantizmi ve nostalji perestliği bir kenara bırakırsak yakın tarihimiz hiç de öyle demiyor. Kırk yıl önce aynı sokakta oturanların birbirini boğazladığı toplum başkasıymış ya da altmış beş yıl önce mülkleri gasp edilen gayrimüslimler yabancı bir memleketteymiş gibi davranmayı bırakalım. Örnekler çoğaltılabilir fakat ideolojik eğilimler konuyu sündürmesin diye bunlarla yetineyim. Zaten teki bile meramımı anlatmaya yeter de artar. Mevzuya dönersek, eskiden daha ılımlı, daha hoşgörülü, daha sağduyulu hatta daha nezaketli imişiz! Evet, hepimiz yalıda neşvünema etmiş İstanbul beyefendisiydik, sonra olanlar oldu. Kahrolsun bi’şeyler! Farklı sınıf ve katmanlar arasındaki toplumsal etkileşimin sıfıra yakın olduğu, konjonktürden sıfır oranında haberdar olan, modernizmden sıfır derecesinde etkilenen bir sosyolojik ortamda kültürel, etnik, dini, ideolojik çatışma mı bekleniyor? Kaldı ki, Anadolu’daki sosyal yapıya azıcık aşina olanlar köyünden şehrine nasıl bir ‘feodal’ düzen olduğunu bilir. Hâl böyleyken her yeni jenerasyonun yozlaştığı ve toplumun kadim değerlerini kaybettiği söylemi sığ bir analiz olmaktan öteye gidemiyor. Bu arada eski kuşağın yeni nesli yozlaşmayla tenkidi de yeni bir şey değil. Yaşlıların gençleri suçlaması Antik Yunan’dan Çin’e kadim bir gelenek. İnsanlığın giderek yozlaştığı, evveliyatında daha insancıl olduğu vesvesesi de bu kadim geleneğin bir süreği. Zira her dönem felaket tellalları çıkmıştır. İddia edildiği gibi olmuş olsaydı bunca yazılan kıyamet senaryosu fantezisi hayal olurdu.
Yukarıda söylenenler tüm farklılıklarına rağmen bir arada yaşayabilmeyi düşünebilen insanların varlığına binaen yazıldı. Bu konuyu ele alan kitaplar da bulunuyor elbette. Örneğin Timaş Yayınları’nın neşrettiği İslam ve Batı Üzerine Bir Konuşma birlikte yaşama kültürünün imkanını irdeliyor. Sümeyye Kavuncu’nun çevirisini yaptığı yüz yirmi dört sayfalık kitap, iki Cezayir doğumlu entelektüelin İslam ve Batı üzerine yapılan bir kolokyumdaki (bilimsel tartışma) konuşmalarının kitaplaştırılmasıyla oluşturulmuş. O entelektüellerden biri kitabı da yayına hazırlayan Mustafa Şerif (1950). Şerif, akademisyenliğinin yanında devletin (Cezayir) çeşitli kademelerinde görev almış bürokrat siyasetçidir. Diğeri ise yirminci yüzyılın en fazla tartışılan düşünürlerinden Jacques Derrida (1930-2004). Kimilerince heyecan verici bir keşif olarak değerlendirilen dekonstrüksiyonun mucidi Derrida, kimilerince felsefe yerine anlaşılmayan gevezelik yapmakla itham edilmiş biridir. Her ne yapmışsa felsefe tarihine ismini onu eleştirenlerin önüne yazdırdığı muhakkak.
Derrida, Cezayir’de içine doğduğu ortam nedeniyle ötekilik olgusunu derinden yaşamış ve içselleştirmiş bir karakterdir. Zira köken olarak Sefarad Yahudisi, Katolik Hıristiyan Fransa devletinin vatandaşı ve bir anlamda Müslümanların yaşadığı coğrafyada sömürgeci konumundadır. Her ne kadar Yahudi asıllı olsa da dinsel eğilimleri yoktur ve fakat II. Dünya Savaşı sürecinde ırkçı ideolojilerin Yahudi karşıtlığından hissesini alarak okuldan uzaklaştırılmış, toplumdan dışlanmış hatta vatandaşlıktan çıkarılmıştır. Öteki olmayı derinden yaşamış ve zorluklarını görmüş olan Derrida her zaman evrensel ölçülerde insani değerler ile eşitlikçi ve demokratik toplumu savunmuştur. Bu kitapta da yine aynı tavrı sergiliyor.
Kitap, Derrida ölmeden kısa süre önce (2003) yapılan kolokyum notlarının o öldükten sonra bir araya getirilmesiyle meydana getirilmiş. Metnin büyük kısmını Mustafa Şerif’in değerlendirmeleri oluşturuyor. Derrida soruları cevaplayan olarak kısmi ama önemli bir katkı sunmuş diyebiliriz. Eser öncelikle Batı’nın hegamonik tavrının diğer toplumlara nasıl yansıdığını göstermeye çalışıyor. Mustafa Şerif’in konuyu Batı’nın İslam’a karşı olumsuz tutumuna odaklamasına karşın Derrida daha genel bir çerçeve çizerek Batı-merkezci anlayıştan tüm toplum ve kültürleri kapsayan çoğulcu bir anlayışa geçilmesinin gerekliliği vurguluyor. Derrida’nın altını çizdiği konular arasında demokrasi ve yeni bir uluslararası hukuk düzenlemesinin gerekliliği öne çıkıyor. Demokrasiyi ‘her daim beklenen gelecek’ kavramıyla tanımlayan Derrida, evrensel bir demokrasi reçetesi yazmanın imkânsız olduğunu fakat karşılıklı saygı ve anlama çabasının sorunları çözmeye yönelik bir başlangıç olacağını belirtiyor. Ona göre demokrasinin dayatılarak kurumsallaştırılmaya çalışılması büyük bir hatadır.
Mustafa Şerif’in değerlendirmelerinde iki şeyin öne çıktığı söylenebilir. İlk olarak sık sık Batı’daki entelektüel kesime karşı serzenişte bulunuyor ve İslam’ın anladıkları gibi olmadığını anlatmaya çalışıyor. Ayrıca İslam toplumunun olumsuz imajında Batı kadar olmasa da Müslümanların katkısının olduğunun altını çiziyor. İkinci olarak da Fransa ve Fransızlar ile ilgili yakınlık kurmaya yönelik bir tavır takındığı görülüyor. Şerif’in bu tavrı örtük bir hayranlığın tezahürü olduğunu düşündürdü bana. Bir anlamda bilinçaltındaki Fransız öykünmeciliğinin yansıması diyebiliriz. Şerif’in İslam ve Batı ayrımını yaparken kullandığı kavramlar da benzer bir intiba uyandırıyor. Cezayir özelinde Mağrip bölgesinin hâlihazırda Batı olduğunu söyleyerek tanımlamayı kıyının (Akdeniz’in) kuzeyi ve güneyi şeklinde yapıyor. Burada her iki toplumun ortak noktası Akdeniz olarak beliriyor ve Fransa ile bir ünsiyet bağı kuruluyor. Bu arada, aynı tavrı birçok Mağripli yazarda görüyor olmamız dikkate değer bir detay.
Her iki katılımcı da Müslümanların Batı’nın yanlı ve çifte standartlı politikalarına karşı reaksiyonel tutumlarının sorunu çözmediğini belirtiyor. Derrida, Batı’nın farklılıkları kabul etmesinin bir zorunluluk olduğunu, medeniyet ve cemaatleşmenin farklılıklar üzerine inşa edilebileceğini savunuyor. Mustafa Şerif ise akla ve Vahye vurgu yapıyor ve makul çözümler üretilerek meselenin Batı’ya anlatılmasının gerektiğini söylüyor. Derrida konulara teorik açıdan yaklaşarak çözümlemenin yollarını arıyor ve meseleyi ‘İslamcılığın İslam olmadığı’ söylemi üzerinden temellendiriyor. Aşırı tutumları konusunda Şerif’in de aynı fikri benimsediği görülüyor. Onlara göre radikal tepkiler her iki tarafa da yarar sağlamamakta hatta zararın fazlasını Müslümanlara vermektedir. Derrida çözüm önerisi olarak mevcut seküler anlayışın geçmişten gelen teokratik devlet anlayışından kurtulması gerektiği fikrini öne sürüyor. Ona göre bugün seküler denen Batı dünyası gerektiği kadar din ve siyaset olgusun ayırabilmiş değildir. Demokrasi öncesi yapının etkileri hâlâ sürmekte ve Avrupa’da bu durum biraz daha rayına oturmuş olmasına rağmen ABD’de teokratik anlayışın şekillendirdiği devlet olgusu tüm katılığıyla devam etmektedir. Mustafa Şerif sekülarizm konusunda Batı’nın Müslümanlarla ayrıştığını belirtiyor ve Batı felsefesinde gerek hikmet gerekse dünya-ahiret olgularının karşılığının bulunmadığını savunuyor. Bu yanıyla doğal olarak iki toplum ve kültür arasına mesafe girmektedir.
Derrida’nın da Şerif’in de İslam’ın ve Batı’nın çoklu görünümleri ve temsilleri konusunda hemfikir olduğu görülüyor. Bu bağlamda iki tarafında olumlu yaklaşan örneklerini dikkate almak gerekir deniliyor. Bunun dışında radikal hareket eden Müslümanlar ve bilimcilik yapan Batı’nın tavrının sorgulanmasının zorunlu olduğu savunuluyor. Bugünün Batı toplumunda bilgide ilerlenmiştir fakat ahlaki yön eksik bırakıldığından “dehumanization” (insanlık-dışılaşma) meydana gelmiştir. Batı’nın peşine takılan Müslümanları da aynı tehlike beklemektedir. Batı’yı reddeden radikaller bile Batı’nın yöntemlerini kullanmaktadır. Bu sorun çözmeyi düşünen insanlık, bilgiyle donanırken ahlaki ilkeleri gözetmek durumundadır.
İslam ve Batı Üzerine Bir Konuşma iki tarafın da birbirini algılama sürecini açıklamaya çalışan kapsamlı bir kitap. Diğer bir yönüyle Müslümanları ve Batılı toplumları ortak paydada buluşturmaya yönelik bir medeniyet tasavvurunun romantik bir izdüşümü de diyebiliriz. Metinde ele alınan konular, yapılan tespit ve açılımlar oldukça değerli fakat gerçeklik açışından fiili karşılığının olmadığı/olamayacağı kanaatindeyim. Buna rağmen yine de Doğu ve Batı’nın düşünsel kökenlerine eleştirel bakmanın ipuçlarını veriyor. Özellikle Batı felsefesine nasıl baktığını eserlerinden bildiğimiz Derrida’nın Cezayir, İslam ve Müslümanlara yaklaşımının önemli olduğunu düşünüyorum. Çok fazla teknik detay ve felsefi sorgulamanın yer aldığı kitap birlikte yaşama olgusuna iki farklı kültürün bakış açısının müspet bir göstergesi olarak değerlendirilebilir.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
Yukarıda söylenenler tüm farklılıklarına rağmen bir arada yaşayabilmeyi düşünebilen insanların varlığına binaen yazıldı. Bu konuyu ele alan kitaplar da bulunuyor elbette. Örneğin Timaş Yayınları’nın neşrettiği İslam ve Batı Üzerine Bir Konuşma birlikte yaşama kültürünün imkanını irdeliyor. Sümeyye Kavuncu’nun çevirisini yaptığı yüz yirmi dört sayfalık kitap, iki Cezayir doğumlu entelektüelin İslam ve Batı üzerine yapılan bir kolokyumdaki (bilimsel tartışma) konuşmalarının kitaplaştırılmasıyla oluşturulmuş. O entelektüellerden biri kitabı da yayına hazırlayan Mustafa Şerif (1950). Şerif, akademisyenliğinin yanında devletin (Cezayir) çeşitli kademelerinde görev almış bürokrat siyasetçidir. Diğeri ise yirminci yüzyılın en fazla tartışılan düşünürlerinden Jacques Derrida (1930-2004). Kimilerince heyecan verici bir keşif olarak değerlendirilen dekonstrüksiyonun mucidi Derrida, kimilerince felsefe yerine anlaşılmayan gevezelik yapmakla itham edilmiş biridir. Her ne yapmışsa felsefe tarihine ismini onu eleştirenlerin önüne yazdırdığı muhakkak.
Derrida, Cezayir’de içine doğduğu ortam nedeniyle ötekilik olgusunu derinden yaşamış ve içselleştirmiş bir karakterdir. Zira köken olarak Sefarad Yahudisi, Katolik Hıristiyan Fransa devletinin vatandaşı ve bir anlamda Müslümanların yaşadığı coğrafyada sömürgeci konumundadır. Her ne kadar Yahudi asıllı olsa da dinsel eğilimleri yoktur ve fakat II. Dünya Savaşı sürecinde ırkçı ideolojilerin Yahudi karşıtlığından hissesini alarak okuldan uzaklaştırılmış, toplumdan dışlanmış hatta vatandaşlıktan çıkarılmıştır. Öteki olmayı derinden yaşamış ve zorluklarını görmüş olan Derrida her zaman evrensel ölçülerde insani değerler ile eşitlikçi ve demokratik toplumu savunmuştur. Bu kitapta da yine aynı tavrı sergiliyor.
Kitap, Derrida ölmeden kısa süre önce (2003) yapılan kolokyum notlarının o öldükten sonra bir araya getirilmesiyle meydana getirilmiş. Metnin büyük kısmını Mustafa Şerif’in değerlendirmeleri oluşturuyor. Derrida soruları cevaplayan olarak kısmi ama önemli bir katkı sunmuş diyebiliriz. Eser öncelikle Batı’nın hegamonik tavrının diğer toplumlara nasıl yansıdığını göstermeye çalışıyor. Mustafa Şerif’in konuyu Batı’nın İslam’a karşı olumsuz tutumuna odaklamasına karşın Derrida daha genel bir çerçeve çizerek Batı-merkezci anlayıştan tüm toplum ve kültürleri kapsayan çoğulcu bir anlayışa geçilmesinin gerekliliği vurguluyor. Derrida’nın altını çizdiği konular arasında demokrasi ve yeni bir uluslararası hukuk düzenlemesinin gerekliliği öne çıkıyor. Demokrasiyi ‘her daim beklenen gelecek’ kavramıyla tanımlayan Derrida, evrensel bir demokrasi reçetesi yazmanın imkânsız olduğunu fakat karşılıklı saygı ve anlama çabasının sorunları çözmeye yönelik bir başlangıç olacağını belirtiyor. Ona göre demokrasinin dayatılarak kurumsallaştırılmaya çalışılması büyük bir hatadır.
Mustafa Şerif’in değerlendirmelerinde iki şeyin öne çıktığı söylenebilir. İlk olarak sık sık Batı’daki entelektüel kesime karşı serzenişte bulunuyor ve İslam’ın anladıkları gibi olmadığını anlatmaya çalışıyor. Ayrıca İslam toplumunun olumsuz imajında Batı kadar olmasa da Müslümanların katkısının olduğunun altını çiziyor. İkinci olarak da Fransa ve Fransızlar ile ilgili yakınlık kurmaya yönelik bir tavır takındığı görülüyor. Şerif’in bu tavrı örtük bir hayranlığın tezahürü olduğunu düşündürdü bana. Bir anlamda bilinçaltındaki Fransız öykünmeciliğinin yansıması diyebiliriz. Şerif’in İslam ve Batı ayrımını yaparken kullandığı kavramlar da benzer bir intiba uyandırıyor. Cezayir özelinde Mağrip bölgesinin hâlihazırda Batı olduğunu söyleyerek tanımlamayı kıyının (Akdeniz’in) kuzeyi ve güneyi şeklinde yapıyor. Burada her iki toplumun ortak noktası Akdeniz olarak beliriyor ve Fransa ile bir ünsiyet bağı kuruluyor. Bu arada, aynı tavrı birçok Mağripli yazarda görüyor olmamız dikkate değer bir detay.
Her iki katılımcı da Müslümanların Batı’nın yanlı ve çifte standartlı politikalarına karşı reaksiyonel tutumlarının sorunu çözmediğini belirtiyor. Derrida, Batı’nın farklılıkları kabul etmesinin bir zorunluluk olduğunu, medeniyet ve cemaatleşmenin farklılıklar üzerine inşa edilebileceğini savunuyor. Mustafa Şerif ise akla ve Vahye vurgu yapıyor ve makul çözümler üretilerek meselenin Batı’ya anlatılmasının gerektiğini söylüyor. Derrida konulara teorik açıdan yaklaşarak çözümlemenin yollarını arıyor ve meseleyi ‘İslamcılığın İslam olmadığı’ söylemi üzerinden temellendiriyor. Aşırı tutumları konusunda Şerif’in de aynı fikri benimsediği görülüyor. Onlara göre radikal tepkiler her iki tarafa da yarar sağlamamakta hatta zararın fazlasını Müslümanlara vermektedir. Derrida çözüm önerisi olarak mevcut seküler anlayışın geçmişten gelen teokratik devlet anlayışından kurtulması gerektiği fikrini öne sürüyor. Ona göre bugün seküler denen Batı dünyası gerektiği kadar din ve siyaset olgusun ayırabilmiş değildir. Demokrasi öncesi yapının etkileri hâlâ sürmekte ve Avrupa’da bu durum biraz daha rayına oturmuş olmasına rağmen ABD’de teokratik anlayışın şekillendirdiği devlet olgusu tüm katılığıyla devam etmektedir. Mustafa Şerif sekülarizm konusunda Batı’nın Müslümanlarla ayrıştığını belirtiyor ve Batı felsefesinde gerek hikmet gerekse dünya-ahiret olgularının karşılığının bulunmadığını savunuyor. Bu yanıyla doğal olarak iki toplum ve kültür arasına mesafe girmektedir.
Derrida’nın da Şerif’in de İslam’ın ve Batı’nın çoklu görünümleri ve temsilleri konusunda hemfikir olduğu görülüyor. Bu bağlamda iki tarafında olumlu yaklaşan örneklerini dikkate almak gerekir deniliyor. Bunun dışında radikal hareket eden Müslümanlar ve bilimcilik yapan Batı’nın tavrının sorgulanmasının zorunlu olduğu savunuluyor. Bugünün Batı toplumunda bilgide ilerlenmiştir fakat ahlaki yön eksik bırakıldığından “dehumanization” (insanlık-dışılaşma) meydana gelmiştir. Batı’nın peşine takılan Müslümanları da aynı tehlike beklemektedir. Batı’yı reddeden radikaller bile Batı’nın yöntemlerini kullanmaktadır. Bu sorun çözmeyi düşünen insanlık, bilgiyle donanırken ahlaki ilkeleri gözetmek durumundadır.
İslam ve Batı Üzerine Bir Konuşma iki tarafın da birbirini algılama sürecini açıklamaya çalışan kapsamlı bir kitap. Diğer bir yönüyle Müslümanları ve Batılı toplumları ortak paydada buluşturmaya yönelik bir medeniyet tasavvurunun romantik bir izdüşümü de diyebiliriz. Metinde ele alınan konular, yapılan tespit ve açılımlar oldukça değerli fakat gerçeklik açışından fiili karşılığının olmadığı/olamayacağı kanaatindeyim. Buna rağmen yine de Doğu ve Batı’nın düşünsel kökenlerine eleştirel bakmanın ipuçlarını veriyor. Özellikle Batı felsefesine nasıl baktığını eserlerinden bildiğimiz Derrida’nın Cezayir, İslam ve Müslümanlara yaklaşımının önemli olduğunu düşünüyorum. Çok fazla teknik detay ve felsefi sorgulamanın yer aldığı kitap birlikte yaşama olgusuna iki farklı kültürün bakış açısının müspet bir göstergesi olarak değerlendirilebilir.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
17. yüzyılda İstanbul'a bir yolculuk
Türk edebiyatında “seyahatname” olarak adlandırılan gezi yazıları, Fars edebiyatında “sefer-nâme” adıyla Arap edebiyatında ise “rihle” ile ifade edilirken; Meydan Larousse Ansiklopedisi'nde seyahatname sözcüğü, Arapça seyahat, Farsça nâme sözcüklerinin bileşimiyle oluşmuş. Seyahatname kuşkusuz, kültür tarihi, sosyal tarih ve tarihi coğrafya açısından önemli kaynaktır. Fakat ben bunun tek bununla sınırlı kalmadığını aynı zamanda istihbarat konusunda da önemli bir kaynak olduğunu düşünmekteyim.
Tarihin babası olarak tanınan Herodotos dokuz kitaptan oluşan Historiai adlı yapıtında M.Ö. 49-479 yılları arasında yaşanan Pers-Yunan savaşları konusunu işlemekle birlikte gezip gördüğü ülkelerdeki topluluklar ve bunların gelenekleri, yönetim biçimleri ile ilgili olarak bilgilere yer verir. Historiai kitabı, belki de seyahatname türünün ilk örneği olduğu söylenebilir. 21. yüzyıla geldiğimizde ise seyyah ve seyahatname ile ilgili Houari Touati’nin “Artık seyyahlar yok; bu soy tükendi. Geriye sadece turistler kaldı; üstelik bunlar da tur operatörlerinin turistleri” (Ortaçağ’da İslam ve Seyahat, sf. 225) sözünü tekrar tekrar okumakta fayda var.
İsveç Kralı X. Karl Gustav’ın elçisi sıfatıyla Osmanlı Sultanı IV. Mehmed’in yanına gönderilen Claes Ralamb'ın kaleme aldığı ve Kitap Yayınevi tarafından neşredilen İstanbul'a Bir Yolculuk: 1657-1658 adlı günlüğü o dönemde Osmanlı İmparatorluğu’ndaki yaşamı anlatan en ilginç belgeleri oluşturmaktadır.
İsveç’ten Osmanlı Sarayına gönderilen ilk resmi temsilci olan Ralamb, Osmanlı İmparatorluğu’na olan dostluk duygularını bildirecek ve ortak düşmanları Rusya karşısında ortak çıkarlarına dikkat çekmeye çalışırken günlüğüne şu notları düşer, “17 Mayıs günü, Sadrazam Köprülü Mehmed Paşa’nın huzuruna çıktım… Zatı şahanelerinin (X. Karl Gustav) gönderdikleri mektubun Türkçe çevirisiyle birlikte sundum. Yazılı olarak sunmamın nedenleri şunlardı: 1. Türklerin zihni dağınıktır ve salt sözel olanı tam algılamazlar. 2. Uzun bir konuşmayı dinlemeye sabırları yoktur, onlarla konuşurken sözü uzatmamalı. 3. Türkler yazıyla iş görmeye alışıktırlar.” (sf. 40)
Osmanlı İmparatorluğu’nda geçirdiği aylar boyunca edindiği deyimlerden yanı sıra İmparatorluğun sosyal yaşamına da yaklaştırır. “28 Nisan tarihinde, Türkiye’ye adım atmış oldum. Silistre Paşası Melek Ahmed Paşa çağırdı.. Neden sakal uzatmadığımı sordu, kahve ısmarladı ve onu ağzımı yakmadan nasıl içeceğimi gösterdi.” (sf. 34)
Melek Ahmed Paşa'nın yanında kaldığı süre boyunca yenilen yemekten, sofra düzenine, yemek çeşitlerinden ayrıntıyla bahseden Ralamb, “Yemeklerin bazıları çok lezzetliydi ama bunların yanında bala banmış ve yenmesi hoş olmayan bir sürü kızartma ve sütlü yiyecek de vardı. Et suyu ve erimiş yağla pişirilen pirinç sunulunca, herkesin önüne bir de sütlü lapa sürdüler. Bunu pirinçle karıştırır ve öyle yerler. Pirinci Türkler çok sevdikleri için en seçkin yiyecekleri pilav dedikleri bu yemektir.” (sf. 36) diye bahsetmektedir.
İstanbul’daki öteki diplomatlarla ilişkilerini, sultan ile sadrazamın huzuruna çıkışını ve şehrin günlük yaşamını anlatırken, günlüğünün sonuna eklediği ve Müslüman dini uygulamalarını anlattığı metin özellikle ilgi çekicidir. Madde madde anlattığı metin şöyledir; “1. Sorulduğu zaman Allah’a, meleklere, kitaplara peygamberlere, mahşer gününe… iyi yada kötü her olayın Allah’ın emri olduğuna inanıyorum derler. 2. Duaları iki türlüdür… Farz ve sünnet. Günde beş kere minarelerden duaya çağırırlar. 3. Merhamete o kadar yatkındırlar ki dilenciye rastlanmaz. 4. Bir ay boyunca Oruç tutarlar o süre içinde ağızlarına bir şey sürmezler. 5. Olgunluk yaşına gelmiş aklı başında olan herkes ya şahsen ya da kendi yerine bir vekil göndererek Mekke’ye hac ziyaretinde bulunurlar.” (sf. 89-90)
Ralamb’ın günlükleri günümüz okurunu hem 17. yüzyıl Avrupası’na hem de İstanbul’un günlük yaşamına yaklaştırır. Kendisiyle birlikte dönemin İstanbul sokaklarında dolaşır, Marmara adalarına uzanır, Eyüp’ü ziyaret edersiniz.
Baturhan Ergin
twitter.com/erginbaturhan
Tarihin babası olarak tanınan Herodotos dokuz kitaptan oluşan Historiai adlı yapıtında M.Ö. 49-479 yılları arasında yaşanan Pers-Yunan savaşları konusunu işlemekle birlikte gezip gördüğü ülkelerdeki topluluklar ve bunların gelenekleri, yönetim biçimleri ile ilgili olarak bilgilere yer verir. Historiai kitabı, belki de seyahatname türünün ilk örneği olduğu söylenebilir. 21. yüzyıla geldiğimizde ise seyyah ve seyahatname ile ilgili Houari Touati’nin “Artık seyyahlar yok; bu soy tükendi. Geriye sadece turistler kaldı; üstelik bunlar da tur operatörlerinin turistleri” (Ortaçağ’da İslam ve Seyahat, sf. 225) sözünü tekrar tekrar okumakta fayda var.
İsveç Kralı X. Karl Gustav’ın elçisi sıfatıyla Osmanlı Sultanı IV. Mehmed’in yanına gönderilen Claes Ralamb'ın kaleme aldığı ve Kitap Yayınevi tarafından neşredilen İstanbul'a Bir Yolculuk: 1657-1658 adlı günlüğü o dönemde Osmanlı İmparatorluğu’ndaki yaşamı anlatan en ilginç belgeleri oluşturmaktadır.
İsveç’ten Osmanlı Sarayına gönderilen ilk resmi temsilci olan Ralamb, Osmanlı İmparatorluğu’na olan dostluk duygularını bildirecek ve ortak düşmanları Rusya karşısında ortak çıkarlarına dikkat çekmeye çalışırken günlüğüne şu notları düşer, “17 Mayıs günü, Sadrazam Köprülü Mehmed Paşa’nın huzuruna çıktım… Zatı şahanelerinin (X. Karl Gustav) gönderdikleri mektubun Türkçe çevirisiyle birlikte sundum. Yazılı olarak sunmamın nedenleri şunlardı: 1. Türklerin zihni dağınıktır ve salt sözel olanı tam algılamazlar. 2. Uzun bir konuşmayı dinlemeye sabırları yoktur, onlarla konuşurken sözü uzatmamalı. 3. Türkler yazıyla iş görmeye alışıktırlar.” (sf. 40)
Osmanlı İmparatorluğu’nda geçirdiği aylar boyunca edindiği deyimlerden yanı sıra İmparatorluğun sosyal yaşamına da yaklaştırır. “28 Nisan tarihinde, Türkiye’ye adım atmış oldum. Silistre Paşası Melek Ahmed Paşa çağırdı.. Neden sakal uzatmadığımı sordu, kahve ısmarladı ve onu ağzımı yakmadan nasıl içeceğimi gösterdi.” (sf. 34)
Melek Ahmed Paşa'nın yanında kaldığı süre boyunca yenilen yemekten, sofra düzenine, yemek çeşitlerinden ayrıntıyla bahseden Ralamb, “Yemeklerin bazıları çok lezzetliydi ama bunların yanında bala banmış ve yenmesi hoş olmayan bir sürü kızartma ve sütlü yiyecek de vardı. Et suyu ve erimiş yağla pişirilen pirinç sunulunca, herkesin önüne bir de sütlü lapa sürdüler. Bunu pirinçle karıştırır ve öyle yerler. Pirinci Türkler çok sevdikleri için en seçkin yiyecekleri pilav dedikleri bu yemektir.” (sf. 36) diye bahsetmektedir.
İstanbul’daki öteki diplomatlarla ilişkilerini, sultan ile sadrazamın huzuruna çıkışını ve şehrin günlük yaşamını anlatırken, günlüğünün sonuna eklediği ve Müslüman dini uygulamalarını anlattığı metin özellikle ilgi çekicidir. Madde madde anlattığı metin şöyledir; “1. Sorulduğu zaman Allah’a, meleklere, kitaplara peygamberlere, mahşer gününe… iyi yada kötü her olayın Allah’ın emri olduğuna inanıyorum derler. 2. Duaları iki türlüdür… Farz ve sünnet. Günde beş kere minarelerden duaya çağırırlar. 3. Merhamete o kadar yatkındırlar ki dilenciye rastlanmaz. 4. Bir ay boyunca Oruç tutarlar o süre içinde ağızlarına bir şey sürmezler. 5. Olgunluk yaşına gelmiş aklı başında olan herkes ya şahsen ya da kendi yerine bir vekil göndererek Mekke’ye hac ziyaretinde bulunurlar.” (sf. 89-90)
Ralamb’ın günlükleri günümüz okurunu hem 17. yüzyıl Avrupası’na hem de İstanbul’un günlük yaşamına yaklaştırır. Kendisiyle birlikte dönemin İstanbul sokaklarında dolaşır, Marmara adalarına uzanır, Eyüp’ü ziyaret edersiniz.
Baturhan Ergin
twitter.com/erginbaturhan
18 Nisan 2019 Perşembe
Levinas'ın metafiziği yahut varlığı ötekiyle aşmak
"Başkanın mevcudiyeti, olguların anarşik büyücülüğüne son verir."
Emmanuel Levinas (1906-1995) hakkında Özkan Gözel tarafından yapılan doktora çalışması "Varlıktan Başka: Levinas’ın Metafiziğine Giriş" adıyla Ketebe Yayıncılık tarafınca kitap olarak çıktı. Fransızca yazılan tez, Gözel tarafından Türkçeye çevrilerek kitaplaşmış.
Edmund Husserl için gittiği Almanya’da Martin Heiddegger ile tanışıp hayran olan, fakat zamanla hayranlığı eleştiriye doğru evrilen Levinas’ı, batının dikte ettiği tasavvurların dışında, söyledikleri üzerinden okumaya çalışmak lazım bu kitapta.
Heidegger için her daim, kendisinin anlatamadığından fazlasının, okuyanlarca zorla anlaşıldığını düşünenlerden olduğumdan belki; Levinas’ı batı diktesinin karşısında duran dik tavrından mülhem pek severim. Tabi yazarımız bu eleştirinin kaynağı için bir sosyal bilimciye yakışır derinlikte, Lavinas’ın eleştirisine sebep olabilecek, biyografik bir gerçeği dipnot alarak açıklamadan geçmemiş; ki kararı yine biz verelim. Fransız vatandaşı ve askeri olarak Almanlara esir düşmesi, ailesinin çoğunu bu savaşta kaybetmesinin ardından Levinas; “çoğu Alman’ı affedebiliriz. Bazı Almanları affetmek güç, Heidegger bunlardan biridir” demiştir. Sebeplerinden biri de bu olabilir belki ama derinlemesine incelendiğinde Heidegger ve Husserl’e yönettiği eleştirilerin, giderek tüm batı felsefesini kapsayacak şekilde genişlediği de bir gerçektir.
Platoncu “varlığın ötesi” fikrini benimseyen ve etiği 'iyi'ye doğru hareket olarak sunan Levinas, bu hareket bizi varlıkta bırakmaz hakiki aşkınlığa ulaştırır, onun ötesine götürür der…
Üst bir varoluşu değil daha radikal bir şeyi ifade eder, der.
“Kendi varlığının üstünde olmayı” der.
Neredeyse bütün batı felsefesi varlık sorunun etkisi altındadır ki bu batı felsefesi ile sınırlıdır da denilemez. Orphik Kozmoloji’de de vardır “ilk hareket ettirici” derdi. Empodekles’in “Eros” ile anlamlı kıldığı da yine “hareket ettirici”dir. Platon, hali ile Sokrates de böyle gelir; Levinas gibi “iyiyi isteme” ideaları vardır. Farkı, onlar bunu aşk ile bütünlerler. Levinas ise etikle. Plotinus ile varlık artık daha da tinsel boyut kazanır, keza ondan etkilenen, bayrağını taşıyan İslam Filozofları, bugün sıradan bir ilahi veya türkü içerisinde duyduğumuz Yunus ya da Mahsuni Şerif dizelerinin de derdi gücü budur; varlık!
Levinas’ın ayracı; iyiyi isteme yolunda çıktığın düzlük, “senin daha iyi halin” demeye çalışmıştır bize. De dahi yazarımız da anladığımızca bu izleğin seyrindedir.
Yarım sayfa içerisinde “İhata, massedici, liyakat, izale, rağmına, müphem” kelimelerini kullanması ile içerik olarak zaten demir leblebilerden olan adamları daha da ağırlaştırması bakımından yapacağımız eleştiriyi nazarlık olarak bırakıp buraya, kitabın bölümlerine geçelim.
Birinci bölüm, varlık ve öte/ki;
Ontolojide ve varlıkla ilişkisinde Heidegger ile kurduğu bağı kopartırken Heidegger’den öncesinden de ilhamını kesen, yeni bir şeyler söylemek lazım diyen Levinas…
Varlıktan çıkmak hatta belki insanın bulantılarının kaynağı görüp kaçmak isteyen Levinas…
Tam buraya taş gibi bir tespit koyar ; “o ilk var sadece var olanın değil hiçliğin de olmadığı bir durumu ifade eder” der. Kopar gider hiçliğe yer arayan Heiddeger’den, ta ki en temelinden.
Ardından hipostaz ile anonim varlığın bağrından doğan hiçlik; değerli hocam Hilmi Yavuz’un “ben bana çivilidir; isa’yla çarmıh neyse” dizesinde çivilenir, ki böylesi tanıdık bir sanatta yer edindirme dehasından kucaklıyoruz Gözel’i.
Devamında; şimdinin özgürlüğünde acı çeken öznenin gelecek ile beslediği umud; zaman! Ölümün gizemindeki umud ile birleşmiş tüm zamanlar ve bir nevi izafiyet ve aşk…
İkinci bölüm, başkalık ve aşkınlık;
Heiddeger’den ileri ve başka, varlıktan ileri ve başka, aşktan ileri ve başka…
Bu rutinde ilerlerken kitap, Özkan’ın da belirttiği gibi “Levinas başkanın filozofudur”, başkanın çevresinde döner durur. Batı felsefesinin başat unsuru olan, 'aynı'nın emperyalizmine; onun dışsal olanı, başka olanı messetme yönelimine karşı, felsefi bir mücadeledir.
Üçüncü bölüm, etik öznellik;
Beşerin ancak öte/kine açılma demek olan etikte insanlaşabileceğini varsayan Levinas için varlıktan soyunmak dünyada yersiz olmayı gerektiriyor ki buna ontoloji pek cesaret edememiştir. Konu dışı saymak kolayına gelmiştir ya da…
“Onlar öyle bir yakınlık isterler ki uzaklığa benzesin; öyle bir vuslat talep ederler ki onda ayrılık olsun” alıntısı ile İmâm-ı Rabbânî dizesine geldiğinizde senkroninin zıddı “diyakroni” kavramını daha yerinde anlamlandırabilmek, yazarın çerçeve çizmesindeki çapraz dehasından diyebiliriz. Kitap içerisindeki, bu çapraz anlatı tekrarını sağlarken, zihinsel karmaşayı hem sürdürüp hem geride kalanları sakinleştirip dinginleştiren üslubunu ayrıca tebrik etmek lazım.
Hattızatında; “arifin son mertebesi nedir” sorusuna; “olmadan önceki gibi olması” cevabının verilmesinden ilhamla, okumadan önceki gibi ayrıldığınızı zannettiğiniz sayfalar bundan sonraki yazılı felsefi literatürde, mevcudun yanına bir pencere daha açmanızı sağlayacaktır.
Son olarak; Gözel’e göre, Levinas felsefesinde, varlıktan soyunmuş, kendisinden çıkmış kimse, Kutsi Olan’a yönelmiş etik öznedir ve etik özne, veli figürüne yakınsar, giderek ermek fikrine doğru meyleder. Tasavvufa dokunduğu veya zorla dokundurulduğu mu çok emin olamadım ama bu yeri bu yazının dışında bırakıp, anlam hakkını okuyucuda saklı tutmayı tercih etmek, doğrusu olacak kanısındayım.
Sonuçta Levinas’ın da dediği gibi; “obsesyon dışarı ile bir ilişki değil midir?”
Öyledir!
Mavi Çınar
the.blue.gaia@gmail.com
Emmanuel Levinas (1906-1995) hakkında Özkan Gözel tarafından yapılan doktora çalışması "Varlıktan Başka: Levinas’ın Metafiziğine Giriş" adıyla Ketebe Yayıncılık tarafınca kitap olarak çıktı. Fransızca yazılan tez, Gözel tarafından Türkçeye çevrilerek kitaplaşmış.
Edmund Husserl için gittiği Almanya’da Martin Heiddegger ile tanışıp hayran olan, fakat zamanla hayranlığı eleştiriye doğru evrilen Levinas’ı, batının dikte ettiği tasavvurların dışında, söyledikleri üzerinden okumaya çalışmak lazım bu kitapta.
Heidegger için her daim, kendisinin anlatamadığından fazlasının, okuyanlarca zorla anlaşıldığını düşünenlerden olduğumdan belki; Levinas’ı batı diktesinin karşısında duran dik tavrından mülhem pek severim. Tabi yazarımız bu eleştirinin kaynağı için bir sosyal bilimciye yakışır derinlikte, Lavinas’ın eleştirisine sebep olabilecek, biyografik bir gerçeği dipnot alarak açıklamadan geçmemiş; ki kararı yine biz verelim. Fransız vatandaşı ve askeri olarak Almanlara esir düşmesi, ailesinin çoğunu bu savaşta kaybetmesinin ardından Levinas; “çoğu Alman’ı affedebiliriz. Bazı Almanları affetmek güç, Heidegger bunlardan biridir” demiştir. Sebeplerinden biri de bu olabilir belki ama derinlemesine incelendiğinde Heidegger ve Husserl’e yönettiği eleştirilerin, giderek tüm batı felsefesini kapsayacak şekilde genişlediği de bir gerçektir.
Platoncu “varlığın ötesi” fikrini benimseyen ve etiği 'iyi'ye doğru hareket olarak sunan Levinas, bu hareket bizi varlıkta bırakmaz hakiki aşkınlığa ulaştırır, onun ötesine götürür der…
Üst bir varoluşu değil daha radikal bir şeyi ifade eder, der.
“Kendi varlığının üstünde olmayı” der.
Neredeyse bütün batı felsefesi varlık sorunun etkisi altındadır ki bu batı felsefesi ile sınırlıdır da denilemez. Orphik Kozmoloji’de de vardır “ilk hareket ettirici” derdi. Empodekles’in “Eros” ile anlamlı kıldığı da yine “hareket ettirici”dir. Platon, hali ile Sokrates de böyle gelir; Levinas gibi “iyiyi isteme” ideaları vardır. Farkı, onlar bunu aşk ile bütünlerler. Levinas ise etikle. Plotinus ile varlık artık daha da tinsel boyut kazanır, keza ondan etkilenen, bayrağını taşıyan İslam Filozofları, bugün sıradan bir ilahi veya türkü içerisinde duyduğumuz Yunus ya da Mahsuni Şerif dizelerinin de derdi gücü budur; varlık!
Levinas’ın ayracı; iyiyi isteme yolunda çıktığın düzlük, “senin daha iyi halin” demeye çalışmıştır bize. De dahi yazarımız da anladığımızca bu izleğin seyrindedir.
Yarım sayfa içerisinde “İhata, massedici, liyakat, izale, rağmına, müphem” kelimelerini kullanması ile içerik olarak zaten demir leblebilerden olan adamları daha da ağırlaştırması bakımından yapacağımız eleştiriyi nazarlık olarak bırakıp buraya, kitabın bölümlerine geçelim.
Birinci bölüm, varlık ve öte/ki;
Ontolojide ve varlıkla ilişkisinde Heidegger ile kurduğu bağı kopartırken Heidegger’den öncesinden de ilhamını kesen, yeni bir şeyler söylemek lazım diyen Levinas…
Varlıktan çıkmak hatta belki insanın bulantılarının kaynağı görüp kaçmak isteyen Levinas…
Tam buraya taş gibi bir tespit koyar ; “o ilk var sadece var olanın değil hiçliğin de olmadığı bir durumu ifade eder” der. Kopar gider hiçliğe yer arayan Heiddeger’den, ta ki en temelinden.
Ardından hipostaz ile anonim varlığın bağrından doğan hiçlik; değerli hocam Hilmi Yavuz’un “ben bana çivilidir; isa’yla çarmıh neyse” dizesinde çivilenir, ki böylesi tanıdık bir sanatta yer edindirme dehasından kucaklıyoruz Gözel’i.
Devamında; şimdinin özgürlüğünde acı çeken öznenin gelecek ile beslediği umud; zaman! Ölümün gizemindeki umud ile birleşmiş tüm zamanlar ve bir nevi izafiyet ve aşk…
İkinci bölüm, başkalık ve aşkınlık;
Heiddeger’den ileri ve başka, varlıktan ileri ve başka, aşktan ileri ve başka…
Bu rutinde ilerlerken kitap, Özkan’ın da belirttiği gibi “Levinas başkanın filozofudur”, başkanın çevresinde döner durur. Batı felsefesinin başat unsuru olan, 'aynı'nın emperyalizmine; onun dışsal olanı, başka olanı messetme yönelimine karşı, felsefi bir mücadeledir.
Üçüncü bölüm, etik öznellik;
Beşerin ancak öte/kine açılma demek olan etikte insanlaşabileceğini varsayan Levinas için varlıktan soyunmak dünyada yersiz olmayı gerektiriyor ki buna ontoloji pek cesaret edememiştir. Konu dışı saymak kolayına gelmiştir ya da…
“Onlar öyle bir yakınlık isterler ki uzaklığa benzesin; öyle bir vuslat talep ederler ki onda ayrılık olsun” alıntısı ile İmâm-ı Rabbânî dizesine geldiğinizde senkroninin zıddı “diyakroni” kavramını daha yerinde anlamlandırabilmek, yazarın çerçeve çizmesindeki çapraz dehasından diyebiliriz. Kitap içerisindeki, bu çapraz anlatı tekrarını sağlarken, zihinsel karmaşayı hem sürdürüp hem geride kalanları sakinleştirip dinginleştiren üslubunu ayrıca tebrik etmek lazım.
Hattızatında; “arifin son mertebesi nedir” sorusuna; “olmadan önceki gibi olması” cevabının verilmesinden ilhamla, okumadan önceki gibi ayrıldığınızı zannettiğiniz sayfalar bundan sonraki yazılı felsefi literatürde, mevcudun yanına bir pencere daha açmanızı sağlayacaktır.
Son olarak; Gözel’e göre, Levinas felsefesinde, varlıktan soyunmuş, kendisinden çıkmış kimse, Kutsi Olan’a yönelmiş etik öznedir ve etik özne, veli figürüne yakınsar, giderek ermek fikrine doğru meyleder. Tasavvufa dokunduğu veya zorla dokundurulduğu mu çok emin olamadım ama bu yeri bu yazının dışında bırakıp, anlam hakkını okuyucuda saklı tutmayı tercih etmek, doğrusu olacak kanısındayım.
Sonuçta Levinas’ın da dediği gibi; “obsesyon dışarı ile bir ilişki değil midir?”
Öyledir!
Mavi Çınar
the.blue.gaia@gmail.com
17 Nisan 2019 Çarşamba
'Allah adam'larının aşkına düşmüş bir Kaliforniyalı
"Bu beşer nefsin elinden kurtaramazsın özün
Bir velinin gönlüne gir mekteb-i irfân ara
Hem büyük put benliğindir kesemezsin başını
Pire teslim et özün bir mürşid-i bûrhân ara."
- Sâlih Baba
Böyle bir alıntıyla başlamama sebep, aslında bendeki kitap okuma sevgisine vesile olanlardır. Onların hiçbiri hayatta değil. Ölmüş de değiller üstelik çünkü "Onlar Hayy'dır", her an aramızdadır hepsi. Buna inanmakla başlar birçok yolculuk. Kaliforniyalı Michael Sugich'in, Müslüman olduktan sonraki adıyla Harun'un da böyle başlıyor yolculuğu. 1972'de oldukça köklü bir tarikata bağlanıyor ve hayatındaki bu dönüşümü daha da anlamlandıracak, taçlandıracak izlerin peşine düşüyor. Allah adamlarının peşine. Hem ilim hem de irfan ehlinin peşine. İşte Gai Eaton'ın hatırasına ithaf edilen Ufuklardaki Ayetler, bu ilim ve irfan ehliyle yaşanan hatıralardan oluşuyor.
Kadim tasavvuf yollarından biri olan Şazeliyye'nin Fas'taki şubesi Darkaviyye kolunun piri Şeyh el-Arabi ed-Darkavî'den bizlere kalan nefis bir kitap vardır: Bir Mürşidin Mektupları. İşte bu kitaptan "Hikmet-i ilâhi asla kurumaz" cümlesiyle başlıyor Sugich. Sanki tüm anlattıkları, şeyhin bu sözüne somut misaller getirmek için yazılmış... Sıradan gibi görünenin ardındaki hakikati işaret ediyor, bunu yaparken de öğüt vermiyor. Bu aslında bir şeylere karar vermiş ve akabinde seçmiş, bilinçli insanın üslubudur. Bambaşka bir coğrafyada doğmuş, bambaşka bir iklimde yetişmiş, çevresinin gözünde mesleğinin en parlak isimlerinden biri olacakken hayatını bitirmiş(?) Sugich, öyle bir aşkla ve öyle bir istekle dalıyor ki ummana, hem kayboluyor hem de arıyor. Yaşadığı lezzeti yazdıklarından tahmin etmek az-çok mümkün. Bir tekkenin sıradan muhafızı yahut dervişi gibi görünse de olağanüstü hâlleri olanlar, bir taşı andıran sertlikteki heybesinin içine şeker gibi yüreğini gizleyenler, sesiyle cezbe taşıran müezzinler, nazarlarından kelamlarına dek insanı sürekli zikir hâlinde tutan şeyhler ve elbette tüm bunları 'yaşayan' insanların kesinlikle, evet kesinlikle insan olduğu. Çünkü tasavvufu reddetme gafletine düşenlerin en çok başvurduğu mevzu, insanın abartılması. Kaldı ki seven insanın abartmasından daha doğalı var mıdır? "Sevdiğimi söylemez isem / sevmek derdi boğar beni" diyen Yunus'u olanlar bu abartıyı çok iyi anlarlar şüphesiz. Zaten her şey O'ndan değil mi? Güzel sözler, güzel sözler, güzel hâller. Hepsi ondan değil mi? 'Allah adam'larının alışverişi, bu pazar hep O'nun değil mi? Bu hususta sözü, er olanlara bırakmak gerek. Anadolu'nun fütüvvet sultanı Ebu'l Hasan Harakânî, "Perdenin gerisinde seni beni bir konuşturan var / perde kalkarsa ne sen kalırsın ne de ben" dedi ve bundan neredeyse bin sene evvel göçtü. Göçtü ama gitmedi. Çünkü onlar Hayy'dır, daima aramızdadır. Göçerler ama gitmezler.
Velîlerin içinden seslenen Sugich okura onların varlıklı-yoksul, muhabbetli-sessiz, neşeli-gamlı olabileceğini hatırlatıyor. Her birinin meşrebine göre başka birilerine ikramda bulunduğunu söylüyor. İşte bu ikramlar Hakk'tandır. Tıpkı varlık gibi, gam gibi. "Velayet bu dünyada sıkıntısız bir hayat sürmenin garantisi değildir. Velayet, ahirette sıkıntısız bir hayat sürmenin ve bu dünya hayatını yaşarken imtihanları adam gibi taşıyabilmek için gereken irfana sahip olmanın garantisidir." diyor Sugich ve 1972'de âlem-i bekâya göçen Darkavî-Habîbî şeyhi Muhammed İbnü'l-Habîb'in dîvanından şu sözü önümüze koyuyor: "Onlar bir şey yapacakları zaman hiç şüphe yok ki Hükm-i İlâhî tarafından evrilip çevrilen birer alet gibidirler."
Fas ve civar coğrafyalarda geçirdiği tüm zamanı ehl-i irfanın peşinden giderek doldurmaya çalışır Sugich. Böylece zaman, gelip geçici bir şey olmaktan çıkıp varlığın anlam bulduğu bir kaba dönüşür. Bu kap, velilerin sözleriyle ve dervişlerin hâlleriyle dolar da dolar. Tefekkür, bu doluluğu hazmedip özümsemek için bire birdir. Nitekim ism-i Celâl'i binlerce kez zikreden çöldeki bir topluluğun, çölden topladıkları taşlarla zikirlerini sayıp daha sonra her bir taşı çömleğe attıklarını görür. Bir şey sormadan bekler. Bu taşların zamanla çömleği doldurduğunu ve her dolu çömleğin bir mezar taşına döndüğünü hayretle izler. Bu esnada şeyhin oğlu, dünyanın cazibesinin günümüz insanına üstün geldiğini, özellikle genç erkeklerin şehirlere gitmesindeki en büyük sebebin bu cazibe ve konfor olduğunu söyler. Sahip olmadığı -ve aslında hiçbir zaman olamayacağı- her şeyi romantikleştiren modern insan fânilik hissinden de uzaktır. Tam da bunu tefekküre dalar Sugich: "Etrafımı çölün aldığı, arka planda kerpiçten kale kasabasını gördüğüm o dakikalarda, dünyanın geçiciliğiyle ilgili tefekküre daldım. Her şey geçip gidiyordu işte... O geçip giden şeylerden biri de bendim. Âdeta bu dünyadan olmayan bu topluluk da, içinde yaşadıkları kum ve çamurdan kasaba da geçip gitmekteydi. Bunları düşünürken inanılmaz kuvvette bir fânilik hissi kapladı bütün benliğimi." (Burada Salih Baba Divanı'ndan bir şiir düştü aklıma: Her kim ki tuttu destini / soyundu varlık postunu / buldu hakîkat dostunu / bildi bu dünya fânîdir."
Kitabın görüntüler bölümünde olduğu gibi nûra erenler ve aşk bölümlerinde, Sugich'in hayatına doğrudan temas eden Allah adamlarını, fotoğraflarıyla birlikte görüyoruz. Mulay Ebu'l-Kâsım ve Sî Fudûl el-Havâriyyü's-Sûfî gibi isimlerin yanı sıra Fas'ın en büyük velilerinden biri olarak kabul edilen Sîdî Muhammed Bi'l-Kurşî de Sugich'in tanıdıklarından. Sîdî Muhammed, Şeyh Muhammed İbnü'l-Habîb'in taht-ı terbiyesinden ve irşadından geçmiş bir zat. Hem zahir hem de batın ilimlerine vâkıf, büyük bir mürşidin rahle-i tedrisinden geçmiş olsa da, şeyhinin vefatından sonra kendisinin irşad makamına geçmesi gerektiğini söyleyenlere "Ben şeyh meyh değilim! Ben bir hiçim!" demiş. Ancak tam da burada, el-Arabi ed-Darkavî'nin başından geçen ve akabinde her okuyanın dahi gönül kuşunu hareketlendiren sözleri tecelli etmiş: "Kardeşlerimizden birisi (Allah razı olsun onlardan) bana şöyle dedi: Ben hiçbir şeyim... Ona dedim ki: Ben hiçbir şeyim deme; ben bir şeyim de deme; beni bir şey meşgul ediyor deme; beni hiçbir şey meşgul etmiyor da deme. "Allah" de, harikulade şeyler göreceksin.". Sugich, Sîdî Muhammed'i anlatırken bir örnek veriyor: "Hz. Pîr Ebu'l-Hasen Aliyyü'ş-Şâzelî'ye neden kitap yazmadığı sorulunca, "Yol kardeşlerim benim kitaplarımdır" diye cevap vermiş. Bu anlamda, Sîdî Muhammed Bi'l-Kurşî de şeyhi tarafından 'yazılmış' bir kitaptı."
Ufuklardaki Ayetler, mürşid-mürid ilişkisine dair yaşanmış birçok anıyı ve sohbeti barındırmasıyla da ayrıca önemli bir kitap. Burada mürşidlerin sıklıkla başvurduğu nasihatlerden bahsetmek gerekiyor.
Nitekim "Benim katımda en çok sevdiğim ibadet nasihattir" hadis-i kudsisi de hatırlatılıyor. Mürşidlerin en önemli nasihatleri zikir. Müridin her fırsatta, halk içinde veya yalnızken, daima zikir içinde olması gerektiğini anlıyoruz bir kez daha. İşte güçte, evde dışarıda, çarşıda pazarda, akraba ziyaretinde zikir içinde olan bir dil ve kalp, şüphesiz ki beladan uzak olacağı kadar Rabb'iyle arasındaki perdeleri de ortadan kaldıracaktır. Ondan sonra attığı her adım, söylediği her söz Hakk üzere olacaktır. Şeyh Muhammed İbnü'l-Habib, divanında "sen işini zikrullah eyle" demiş ki dervişlerine en mühim nasihati olarak kabul edilmiş. Resul-i Ekrem'in bir hadisinde "Allah'ı zikredenle zikretmeyenin arasındaki fark diriyle ölünün arasındaki fark gibidir" buyurduğunu da söylemek gerekiyor. Diğer bir nasihat yediğinde içtiğinde ve kazandığında haramdan uzak olmak. Mümkün mertebe ticaretle uğraşmak. Özellikle nakşibendiyye yolunun nasihatlerinden biri olan nazar ber kadem, Fas'ta da karşımıza çıkıyor. Neye nazar edildiği önemli olduğu kadar, nelerden nazar alındığı da önemli. Habîb Ahmed Meşhûr el-Haddâd şöyle söylemiş: "İnsanlar kem nazardan bahseder ama unuturlar; bir de safa nazar vardır. İyi nazar vardır. Tıpkı kem nazar sahibinin bir bakışla hasta edebileceği gibi, safa nazar sahibi de bir bakışla iyi eder."
Türk okurların özellikle "Yirminci Yüzyılda Bir Veli: Şeyh Ahmed el-Alavî" eseriyle tanıdığı Martin Lings de kitapta kendine yer bulmuş. Müslüman ismi Ebubekir Sirâceddin olan Lings ile ilgili şeyhiyle bir sohbetini şöyle aktarıyor Sugich: "Bir keresinde şeyhim Seyyid Ömer Abdullah Efendi'ye "Batılı sufiler arasında hakikaten marifete kim ermiştir?" diye sordum. Hiç tereddütsüz ve beni şaşırtan bir şekilde, "O kişi olsa olsa Martin Lings'tir" dedi. Dr. Lings'i Londra'daki Şarkiyat ve Afrika Çalışmaları Okudulu'ndaki öğrencilik yıllarından beri tanırmış. Kendisine bunun nedenini sorduğumda şöyle dedi: "Zikrullahı hayatının önceliği kılmış ve hayatını tamamen Allah'ı zikir ve tefekkür ve O'na kulluk etmek etrafında organize etmiş bir insandır o."
Ufuklardaki Ayetler; dünyaya eyvallahı olmayan, nasıl yaşıyorsa öyle konuşan, nazarıyla-sözüyle her daim kuşatan ehl-i irfana dair okumayı sevenler için kıymetli bir kitap. Dünyanın bambaşka bir coğrafyasında doğmuş ve dünyanın bambaşka bir yerindeki aşka tutulmuş, o lezzeti yaşamış bir kulun hikâyesi...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Bir velinin gönlüne gir mekteb-i irfân ara
Hem büyük put benliğindir kesemezsin başını
Pire teslim et özün bir mürşid-i bûrhân ara."
- Sâlih Baba
Böyle bir alıntıyla başlamama sebep, aslında bendeki kitap okuma sevgisine vesile olanlardır. Onların hiçbiri hayatta değil. Ölmüş de değiller üstelik çünkü "Onlar Hayy'dır", her an aramızdadır hepsi. Buna inanmakla başlar birçok yolculuk. Kaliforniyalı Michael Sugich'in, Müslüman olduktan sonraki adıyla Harun'un da böyle başlıyor yolculuğu. 1972'de oldukça köklü bir tarikata bağlanıyor ve hayatındaki bu dönüşümü daha da anlamlandıracak, taçlandıracak izlerin peşine düşüyor. Allah adamlarının peşine. Hem ilim hem de irfan ehlinin peşine. İşte Gai Eaton'ın hatırasına ithaf edilen Ufuklardaki Ayetler, bu ilim ve irfan ehliyle yaşanan hatıralardan oluşuyor.
Kadim tasavvuf yollarından biri olan Şazeliyye'nin Fas'taki şubesi Darkaviyye kolunun piri Şeyh el-Arabi ed-Darkavî'den bizlere kalan nefis bir kitap vardır: Bir Mürşidin Mektupları. İşte bu kitaptan "Hikmet-i ilâhi asla kurumaz" cümlesiyle başlıyor Sugich. Sanki tüm anlattıkları, şeyhin bu sözüne somut misaller getirmek için yazılmış... Sıradan gibi görünenin ardındaki hakikati işaret ediyor, bunu yaparken de öğüt vermiyor. Bu aslında bir şeylere karar vermiş ve akabinde seçmiş, bilinçli insanın üslubudur. Bambaşka bir coğrafyada doğmuş, bambaşka bir iklimde yetişmiş, çevresinin gözünde mesleğinin en parlak isimlerinden biri olacakken hayatını bitirmiş(?) Sugich, öyle bir aşkla ve öyle bir istekle dalıyor ki ummana, hem kayboluyor hem de arıyor. Yaşadığı lezzeti yazdıklarından tahmin etmek az-çok mümkün. Bir tekkenin sıradan muhafızı yahut dervişi gibi görünse de olağanüstü hâlleri olanlar, bir taşı andıran sertlikteki heybesinin içine şeker gibi yüreğini gizleyenler, sesiyle cezbe taşıran müezzinler, nazarlarından kelamlarına dek insanı sürekli zikir hâlinde tutan şeyhler ve elbette tüm bunları 'yaşayan' insanların kesinlikle, evet kesinlikle insan olduğu. Çünkü tasavvufu reddetme gafletine düşenlerin en çok başvurduğu mevzu, insanın abartılması. Kaldı ki seven insanın abartmasından daha doğalı var mıdır? "Sevdiğimi söylemez isem / sevmek derdi boğar beni" diyen Yunus'u olanlar bu abartıyı çok iyi anlarlar şüphesiz. Zaten her şey O'ndan değil mi? Güzel sözler, güzel sözler, güzel hâller. Hepsi ondan değil mi? 'Allah adam'larının alışverişi, bu pazar hep O'nun değil mi? Bu hususta sözü, er olanlara bırakmak gerek. Anadolu'nun fütüvvet sultanı Ebu'l Hasan Harakânî, "Perdenin gerisinde seni beni bir konuşturan var / perde kalkarsa ne sen kalırsın ne de ben" dedi ve bundan neredeyse bin sene evvel göçtü. Göçtü ama gitmedi. Çünkü onlar Hayy'dır, daima aramızdadır. Göçerler ama gitmezler.
Velîlerin içinden seslenen Sugich okura onların varlıklı-yoksul, muhabbetli-sessiz, neşeli-gamlı olabileceğini hatırlatıyor. Her birinin meşrebine göre başka birilerine ikramda bulunduğunu söylüyor. İşte bu ikramlar Hakk'tandır. Tıpkı varlık gibi, gam gibi. "Velayet bu dünyada sıkıntısız bir hayat sürmenin garantisi değildir. Velayet, ahirette sıkıntısız bir hayat sürmenin ve bu dünya hayatını yaşarken imtihanları adam gibi taşıyabilmek için gereken irfana sahip olmanın garantisidir." diyor Sugich ve 1972'de âlem-i bekâya göçen Darkavî-Habîbî şeyhi Muhammed İbnü'l-Habîb'in dîvanından şu sözü önümüze koyuyor: "Onlar bir şey yapacakları zaman hiç şüphe yok ki Hükm-i İlâhî tarafından evrilip çevrilen birer alet gibidirler."
Fas ve civar coğrafyalarda geçirdiği tüm zamanı ehl-i irfanın peşinden giderek doldurmaya çalışır Sugich. Böylece zaman, gelip geçici bir şey olmaktan çıkıp varlığın anlam bulduğu bir kaba dönüşür. Bu kap, velilerin sözleriyle ve dervişlerin hâlleriyle dolar da dolar. Tefekkür, bu doluluğu hazmedip özümsemek için bire birdir. Nitekim ism-i Celâl'i binlerce kez zikreden çöldeki bir topluluğun, çölden topladıkları taşlarla zikirlerini sayıp daha sonra her bir taşı çömleğe attıklarını görür. Bir şey sormadan bekler. Bu taşların zamanla çömleği doldurduğunu ve her dolu çömleğin bir mezar taşına döndüğünü hayretle izler. Bu esnada şeyhin oğlu, dünyanın cazibesinin günümüz insanına üstün geldiğini, özellikle genç erkeklerin şehirlere gitmesindeki en büyük sebebin bu cazibe ve konfor olduğunu söyler. Sahip olmadığı -ve aslında hiçbir zaman olamayacağı- her şeyi romantikleştiren modern insan fânilik hissinden de uzaktır. Tam da bunu tefekküre dalar Sugich: "Etrafımı çölün aldığı, arka planda kerpiçten kale kasabasını gördüğüm o dakikalarda, dünyanın geçiciliğiyle ilgili tefekküre daldım. Her şey geçip gidiyordu işte... O geçip giden şeylerden biri de bendim. Âdeta bu dünyadan olmayan bu topluluk da, içinde yaşadıkları kum ve çamurdan kasaba da geçip gitmekteydi. Bunları düşünürken inanılmaz kuvvette bir fânilik hissi kapladı bütün benliğimi." (Burada Salih Baba Divanı'ndan bir şiir düştü aklıma: Her kim ki tuttu destini / soyundu varlık postunu / buldu hakîkat dostunu / bildi bu dünya fânîdir."
Kitabın görüntüler bölümünde olduğu gibi nûra erenler ve aşk bölümlerinde, Sugich'in hayatına doğrudan temas eden Allah adamlarını, fotoğraflarıyla birlikte görüyoruz. Mulay Ebu'l-Kâsım ve Sî Fudûl el-Havâriyyü's-Sûfî gibi isimlerin yanı sıra Fas'ın en büyük velilerinden biri olarak kabul edilen Sîdî Muhammed Bi'l-Kurşî de Sugich'in tanıdıklarından. Sîdî Muhammed, Şeyh Muhammed İbnü'l-Habîb'in taht-ı terbiyesinden ve irşadından geçmiş bir zat. Hem zahir hem de batın ilimlerine vâkıf, büyük bir mürşidin rahle-i tedrisinden geçmiş olsa da, şeyhinin vefatından sonra kendisinin irşad makamına geçmesi gerektiğini söyleyenlere "Ben şeyh meyh değilim! Ben bir hiçim!" demiş. Ancak tam da burada, el-Arabi ed-Darkavî'nin başından geçen ve akabinde her okuyanın dahi gönül kuşunu hareketlendiren sözleri tecelli etmiş: "Kardeşlerimizden birisi (Allah razı olsun onlardan) bana şöyle dedi: Ben hiçbir şeyim... Ona dedim ki: Ben hiçbir şeyim deme; ben bir şeyim de deme; beni bir şey meşgul ediyor deme; beni hiçbir şey meşgul etmiyor da deme. "Allah" de, harikulade şeyler göreceksin.". Sugich, Sîdî Muhammed'i anlatırken bir örnek veriyor: "Hz. Pîr Ebu'l-Hasen Aliyyü'ş-Şâzelî'ye neden kitap yazmadığı sorulunca, "Yol kardeşlerim benim kitaplarımdır" diye cevap vermiş. Bu anlamda, Sîdî Muhammed Bi'l-Kurşî de şeyhi tarafından 'yazılmış' bir kitaptı."
Ufuklardaki Ayetler, mürşid-mürid ilişkisine dair yaşanmış birçok anıyı ve sohbeti barındırmasıyla da ayrıca önemli bir kitap. Burada mürşidlerin sıklıkla başvurduğu nasihatlerden bahsetmek gerekiyor.
Nitekim "Benim katımda en çok sevdiğim ibadet nasihattir" hadis-i kudsisi de hatırlatılıyor. Mürşidlerin en önemli nasihatleri zikir. Müridin her fırsatta, halk içinde veya yalnızken, daima zikir içinde olması gerektiğini anlıyoruz bir kez daha. İşte güçte, evde dışarıda, çarşıda pazarda, akraba ziyaretinde zikir içinde olan bir dil ve kalp, şüphesiz ki beladan uzak olacağı kadar Rabb'iyle arasındaki perdeleri de ortadan kaldıracaktır. Ondan sonra attığı her adım, söylediği her söz Hakk üzere olacaktır. Şeyh Muhammed İbnü'l-Habib, divanında "sen işini zikrullah eyle" demiş ki dervişlerine en mühim nasihati olarak kabul edilmiş. Resul-i Ekrem'in bir hadisinde "Allah'ı zikredenle zikretmeyenin arasındaki fark diriyle ölünün arasındaki fark gibidir" buyurduğunu da söylemek gerekiyor. Diğer bir nasihat yediğinde içtiğinde ve kazandığında haramdan uzak olmak. Mümkün mertebe ticaretle uğraşmak. Özellikle nakşibendiyye yolunun nasihatlerinden biri olan nazar ber kadem, Fas'ta da karşımıza çıkıyor. Neye nazar edildiği önemli olduğu kadar, nelerden nazar alındığı da önemli. Habîb Ahmed Meşhûr el-Haddâd şöyle söylemiş: "İnsanlar kem nazardan bahseder ama unuturlar; bir de safa nazar vardır. İyi nazar vardır. Tıpkı kem nazar sahibinin bir bakışla hasta edebileceği gibi, safa nazar sahibi de bir bakışla iyi eder."
Türk okurların özellikle "Yirminci Yüzyılda Bir Veli: Şeyh Ahmed el-Alavî" eseriyle tanıdığı Martin Lings de kitapta kendine yer bulmuş. Müslüman ismi Ebubekir Sirâceddin olan Lings ile ilgili şeyhiyle bir sohbetini şöyle aktarıyor Sugich: "Bir keresinde şeyhim Seyyid Ömer Abdullah Efendi'ye "Batılı sufiler arasında hakikaten marifete kim ermiştir?" diye sordum. Hiç tereddütsüz ve beni şaşırtan bir şekilde, "O kişi olsa olsa Martin Lings'tir" dedi. Dr. Lings'i Londra'daki Şarkiyat ve Afrika Çalışmaları Okudulu'ndaki öğrencilik yıllarından beri tanırmış. Kendisine bunun nedenini sorduğumda şöyle dedi: "Zikrullahı hayatının önceliği kılmış ve hayatını tamamen Allah'ı zikir ve tefekkür ve O'na kulluk etmek etrafında organize etmiş bir insandır o."
Ufuklardaki Ayetler; dünyaya eyvallahı olmayan, nasıl yaşıyorsa öyle konuşan, nazarıyla-sözüyle her daim kuşatan ehl-i irfana dair okumayı sevenler için kıymetli bir kitap. Dünyanın bambaşka bir coğrafyasında doğmuş ve dünyanın bambaşka bir yerindeki aşka tutulmuş, o lezzeti yaşamış bir kulun hikâyesi...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
15 Nisan 2019 Pazartesi
Şeyh Bedreddin’in isyanı!
Tarihi okuma şeklimiz hayatı anlama biçimimizle yakından ilgilidir. Siyasi veya ideolojik duruşumuza, felsefi görüşümüze göre kimimiz tarihi kutsarken kimimiz sövebiliyoruz. Kimimiz tarihe kahramanlıklar geçidi olarak bakarken kimimiz felaketler şeridi olarak görüyoruz. Kimimize göre tarih ders alınması gereken hata-sevap havuzu iken kimimize göre tarih olması gerekenlerin vuku bulduğu süreçler bütünü olarak karşılık buluyor. Hasılı, edindiğimiz enformasyonu net bilgi gibi kullanıyoruz. Tarihsel malumata kesin bilgi muamelesi yapmanın merak, öğrenme ya da bilme arzusuyla ilgisinin olmadığını düşünüyorum. Zira net bilgi bulunmayan durumlarda bile bazı şeyleri görmeye, göstermeye çalışıyor insanoğlu. Genellikle rivayetler üzerinden popülist/hamasi söylem oluşturularak müspet ya da menfi anlatımda bulunulduğunu söyleyebiliriz. Daha az kullanılan ama daha tutarlı bir yol olarak; bilinenlerden hareketle akıl yürütülerek oluşturulan alternatifler olabiliyor. Her halükarda gerçekten öte ve öznel bir gerçeklikler toplamı söz konusu oluyor. En nihayetinde tarih, bilimsellikten ziyade spekülatif bir disiplin olarak kendini gösteriyor. Sonuç insanın en sevdiği şeye dönüşüyor; polemik, spekülasyon, sansasyon, manipülasyon, kaos…
Şeyh Bedreddin (1359-1416) hakkında az bilinip çok söz edilen tarihi şahsiyetlerden birisi. Öyle ki, ölüm tarihi konusunda farklı tarihler mevcut. Sanırım hakkındaki en net bilgi Osmanlı’da idam edilen isyancılardan biri olduğu şeklindedir. Dini bir figürdür ve fakat mevcut Sünni söylemin dışına çıktığı iddia edilir. Hatta ‘dini sapkınlığı’ idamının isteminde en önemli etkendir fakat yeterli kanıt bulunamadığından şer’i hukuk yerine örfi hukuk kararıyla idam edilir. Sonuçta padişaha karşı gelmiştir, başka türlüsü düşünülemez. Osmanlı’da Fetret Devri’dir (1402-1413) ve bu karmaşa döneminde halkı iktidara karşı kışkırttığı, isyan için örgütlediği için idam edilir. Kemiklerinin idamından beş yüz kırk beş yıl sonra (1961) padişah türbesine defnedilmesine ‘batıni bir tecelli’ anlamı yüklemek yerine konjonktüre bağlı siyasi bir karar olarak bakmanın daha makul olacağı kanaatindeyim. Zira iade-i itibar bu değil.
Şeyh Bedreddin gerek aldığı eğitim gerekse üstlendiği görevlere bakıldığında dönemin ileri gelen ulemalarından birisi olduğu (otoriteler tarafından da) kabul edilir. İlk başlarda üzerine yoğunlaştığı fıkıh ilmi hayatının ilerleyen dönemlerinde tasavvufi bir mecraya kaymıştır. İlmi alandan uzaklaşıp siyasi bir karakter olmasında bu kaymanın etkisi olduğu görülüyor. Bugünün sosyalist jargonuna yakın bir dil ve üslup geliştirdiği söylenir. Özellikle mülkiyet ve emeğin sömürülmesi noktasında iktidarla ters düşmüştür. Bu durum mevcut iktidardan ziyade mevcut iktidar anlayışına karşı tutumdur. İktidara karşı nerede bir başkaldırı varsa modern sosyalist düşünce başında biter ve kendine mal etmeye çalışır. İdeolojinin ‘pre’ hâlidir. Böylelikle köken arayışında bir katman daha yerleştirilmiş olur. Türkiye’de kendini sol diye adlandıran eğilim Şeyh Bedreddin’e böyle yaklaşmıştır. Bu ideolojik yaklaşım genel olarak Alevi-Bektaşi oluşumuyla ünsiyet bağı kurar. Çünkü onlar Sünni iktidar ile mücadele eden ve bedel ödeyen ötekilerdir. Kabul etmek gerekir; farklı dini anlayış(lar) karşı koyuş için bir aidiyet göstergesi hâline gelmiştir ve simgesel anlam uzamları bulunmaktadır. Bu konuda en ilginç detaylardan biri bugün ‘piyasadaki’ Şeyh Bedreddin çizimleri olsa gerek. Mevcut çizimlerin tümü imgenin ideolojik tornadan geçişinin anlamlı bir yansımasıdır. Diğer yandan söylemek gerekir ki; ham softalıktan kendini sıyıran bazı 'soft' sufilerin de Şeyh Bedreddin’i arifan kütüğüne kaydetme çabası bulunmuyor değil. Gerekçe tanıdık: Şeyh Bedreddin ‘yanlış anlaşılmıştır.’
Sıradışı bir insan olduğundan şüphe olmayan Şeyh Bedreddin hakkında epeyce bir ‘malumat eser’ bulunuyor. Farklı pencerelerden aynı kişiye bakmadığımızı kabul etmek zorundayız. Okuyucu olarak o pencerelerden dışarıya değil içeriye bakıyor ve yazarın havsalasındaki Şeyh Bedreddin’i görüyoruz. Kolektif Kitap tarafından neşredilen Bedreddin adlı çalışma onlardan biri. Eser onun hayatını yaşamöyküsel bir kurguyla anlatıyor diyebiliriz. Hayatı ve Düşünceleri alt başlığıyla Murat Küçük tarafından hazırlanan çalışma yüz dört sayfadan oluşuyor. Hayali Söyleşiler üst başlığıyla sunulan kitapta farklı bir yöntem uygulanmış. Şeyh Bedreddin ile yapılan söyleşi (röportaj) şeklinde oluşturulan kurguya göre yazarın sorduğu sorular tarihsel gerçeklikle örtüştürülerek cevaplandırılmaya çalışılmış. Elbette kurgu ve yorum anlatılanların büyük bölümünü oluşturuyor. Diğer yandan gerçek olan kısımların da farklı kaynaklardaki (öznel) gerçeklikler olduğunu söylemek gerekiyor. Dolayısıyla, Şeyh Bedreddin hakkında bilinenlerden hareketle oluşturulan anlatıdaki boşluklar yazar tarafından doldurulmuş.
Kitapta genel olarak Şeyh Bedreddin’in düşünce yapısına, aile kökenine, aldığı dini eğitime, İslam coğrafyasındaki seyahatlerine, devlet kademelerindeki görevlerine ve hayatının dönüm noktalarında etkin olan kişilere değiniliyor. Tasavvufa meyletmesinde etkisi olan Şeyh Hüseyin Ahlati ve dönemin isyanlarında etkin rol alan Börklüce Mustafa ile Torlak Kemal o kişilerin başında geliyor. Şeyh Bedreddin hakkındaki eserlerde genellikle onu temize çekme amacıyla sorun diğer isimlerin hesabına yazılır. Murat Küçük en azından meseleyi diğer isimlere yüklemekten geri durmuş diyebiliriz.
Bedreddin, okuyucuyu onun yaşadığı döneme götürerek olaylara sakin bir bakışla yaklaşmasını salık veren bir kitap. Yalnız, eserin içeriğinin yazarın kişisel algı ve anlayışını bir yansıması olduğunu da bilmek gerekiyor. Yazarın, göndermeler dışında meseleyi çok fazla oraya buraya çekmemeye çalıştığını söyleyebiliriz. Buna rağmen yine de satır aralarında Şeyh Bedreddin’i nereye yerleştirdiğini görmek mümkün. ‘Ne Musa’ya, ne İsa’ya’ deyiminin bir görünümü diyebileceğimiz Şeyh Bedreddin’den orta yollu bir figür çıkarmak pek mümkün görünmüyor. Tekniği itibariyle farklı bir çalışma olan Bedreddin, yalın diliyle keyifli bir okuma deneyimi sunuyor.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
Şeyh Bedreddin (1359-1416) hakkında az bilinip çok söz edilen tarihi şahsiyetlerden birisi. Öyle ki, ölüm tarihi konusunda farklı tarihler mevcut. Sanırım hakkındaki en net bilgi Osmanlı’da idam edilen isyancılardan biri olduğu şeklindedir. Dini bir figürdür ve fakat mevcut Sünni söylemin dışına çıktığı iddia edilir. Hatta ‘dini sapkınlığı’ idamının isteminde en önemli etkendir fakat yeterli kanıt bulunamadığından şer’i hukuk yerine örfi hukuk kararıyla idam edilir. Sonuçta padişaha karşı gelmiştir, başka türlüsü düşünülemez. Osmanlı’da Fetret Devri’dir (1402-1413) ve bu karmaşa döneminde halkı iktidara karşı kışkırttığı, isyan için örgütlediği için idam edilir. Kemiklerinin idamından beş yüz kırk beş yıl sonra (1961) padişah türbesine defnedilmesine ‘batıni bir tecelli’ anlamı yüklemek yerine konjonktüre bağlı siyasi bir karar olarak bakmanın daha makul olacağı kanaatindeyim. Zira iade-i itibar bu değil.
Şeyh Bedreddin gerek aldığı eğitim gerekse üstlendiği görevlere bakıldığında dönemin ileri gelen ulemalarından birisi olduğu (otoriteler tarafından da) kabul edilir. İlk başlarda üzerine yoğunlaştığı fıkıh ilmi hayatının ilerleyen dönemlerinde tasavvufi bir mecraya kaymıştır. İlmi alandan uzaklaşıp siyasi bir karakter olmasında bu kaymanın etkisi olduğu görülüyor. Bugünün sosyalist jargonuna yakın bir dil ve üslup geliştirdiği söylenir. Özellikle mülkiyet ve emeğin sömürülmesi noktasında iktidarla ters düşmüştür. Bu durum mevcut iktidardan ziyade mevcut iktidar anlayışına karşı tutumdur. İktidara karşı nerede bir başkaldırı varsa modern sosyalist düşünce başında biter ve kendine mal etmeye çalışır. İdeolojinin ‘pre’ hâlidir. Böylelikle köken arayışında bir katman daha yerleştirilmiş olur. Türkiye’de kendini sol diye adlandıran eğilim Şeyh Bedreddin’e böyle yaklaşmıştır. Bu ideolojik yaklaşım genel olarak Alevi-Bektaşi oluşumuyla ünsiyet bağı kurar. Çünkü onlar Sünni iktidar ile mücadele eden ve bedel ödeyen ötekilerdir. Kabul etmek gerekir; farklı dini anlayış(lar) karşı koyuş için bir aidiyet göstergesi hâline gelmiştir ve simgesel anlam uzamları bulunmaktadır. Bu konuda en ilginç detaylardan biri bugün ‘piyasadaki’ Şeyh Bedreddin çizimleri olsa gerek. Mevcut çizimlerin tümü imgenin ideolojik tornadan geçişinin anlamlı bir yansımasıdır. Diğer yandan söylemek gerekir ki; ham softalıktan kendini sıyıran bazı 'soft' sufilerin de Şeyh Bedreddin’i arifan kütüğüne kaydetme çabası bulunmuyor değil. Gerekçe tanıdık: Şeyh Bedreddin ‘yanlış anlaşılmıştır.’
Sıradışı bir insan olduğundan şüphe olmayan Şeyh Bedreddin hakkında epeyce bir ‘malumat eser’ bulunuyor. Farklı pencerelerden aynı kişiye bakmadığımızı kabul etmek zorundayız. Okuyucu olarak o pencerelerden dışarıya değil içeriye bakıyor ve yazarın havsalasındaki Şeyh Bedreddin’i görüyoruz. Kolektif Kitap tarafından neşredilen Bedreddin adlı çalışma onlardan biri. Eser onun hayatını yaşamöyküsel bir kurguyla anlatıyor diyebiliriz. Hayatı ve Düşünceleri alt başlığıyla Murat Küçük tarafından hazırlanan çalışma yüz dört sayfadan oluşuyor. Hayali Söyleşiler üst başlığıyla sunulan kitapta farklı bir yöntem uygulanmış. Şeyh Bedreddin ile yapılan söyleşi (röportaj) şeklinde oluşturulan kurguya göre yazarın sorduğu sorular tarihsel gerçeklikle örtüştürülerek cevaplandırılmaya çalışılmış. Elbette kurgu ve yorum anlatılanların büyük bölümünü oluşturuyor. Diğer yandan gerçek olan kısımların da farklı kaynaklardaki (öznel) gerçeklikler olduğunu söylemek gerekiyor. Dolayısıyla, Şeyh Bedreddin hakkında bilinenlerden hareketle oluşturulan anlatıdaki boşluklar yazar tarafından doldurulmuş.
Kitapta genel olarak Şeyh Bedreddin’in düşünce yapısına, aile kökenine, aldığı dini eğitime, İslam coğrafyasındaki seyahatlerine, devlet kademelerindeki görevlerine ve hayatının dönüm noktalarında etkin olan kişilere değiniliyor. Tasavvufa meyletmesinde etkisi olan Şeyh Hüseyin Ahlati ve dönemin isyanlarında etkin rol alan Börklüce Mustafa ile Torlak Kemal o kişilerin başında geliyor. Şeyh Bedreddin hakkındaki eserlerde genellikle onu temize çekme amacıyla sorun diğer isimlerin hesabına yazılır. Murat Küçük en azından meseleyi diğer isimlere yüklemekten geri durmuş diyebiliriz.
Bedreddin, okuyucuyu onun yaşadığı döneme götürerek olaylara sakin bir bakışla yaklaşmasını salık veren bir kitap. Yalnız, eserin içeriğinin yazarın kişisel algı ve anlayışını bir yansıması olduğunu da bilmek gerekiyor. Yazarın, göndermeler dışında meseleyi çok fazla oraya buraya çekmemeye çalıştığını söyleyebiliriz. Buna rağmen yine de satır aralarında Şeyh Bedreddin’i nereye yerleştirdiğini görmek mümkün. ‘Ne Musa’ya, ne İsa’ya’ deyiminin bir görünümü diyebileceğimiz Şeyh Bedreddin’den orta yollu bir figür çıkarmak pek mümkün görünmüyor. Tekniği itibariyle farklı bir çalışma olan Bedreddin, yalın diliyle keyifli bir okuma deneyimi sunuyor.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
Madene doğru: bir arayış hikâyesi
İçinde bulunduğu ruh halini veya olayları başarılı bir şekilde, realizmden sapmadan veya romantizmin sınırlarında dolaşarak anlatan/anlatabilen yazarlar, çok uzun yıllardan sonra bile hâlâ hayranlıkla okunabilmektedir. Bu durumun Türk ve Dünya Edebiyatı’nda birçok örneği mevcuttur. Fakat bir de, yazdığı olaylarla ilgili, eserinde kurguladığı şeyin uzağından bile geçmemiş olsa bile, bu durumu satırlara sanki yaşamış gibi aktarabilen yazarlar vardır. Bu iki grup arasında tercih yapmak zorunda değiliz. Önemli olanın ortaya çıkan eser olduğu muhakkak. Ancak ikinci grubun yaptığı şeyin daha çetrefilli olduğunu düşünüyorum. Çünkü hayal gücünü zorlayarak salt bir kurgu, bir olay, bir mekân ortaya çıkarmak, birebir yaşanılan bir şeyi kitaba dönüştürmekten daha zor kanaatimce. Tıpkı, Natsume Soseki’nin Madenci kitabında olduğu gibi.
Dilimizde yeni yayımlanan bir kitaptır Madenci. Oysaki yazılışı ve asıl dilinde yayımlanışı 1907 ve 1908 yılına dayanır. Jaguar Kitap’tan neşredilen kitap, 213 sayfayı ihtiva eder fakat bunun son 15 sayfası, Haruki Murakami’nin sonsöz niyetine yazdığı, hem yazarın edebî hayatı hem de mezkûr kitap hakkındaki bilgilerden oluşur. Bu kısım, dikkat çekici ve geniş bir değerlendirme olmuş.
Kitap kısaca; isimsiz bir anlatıcının, bütün refahını, zenginliğini, tembel hayatını geride bırakarak, 19 yaşında evi terk etmesini ve bir maden ocağına gidip orada yaklaşık beş ay geçirmesini konu eder. Tabii bir roman mıdır bu? Tartışılır. Ben anlatı demeyi daha uygun görüyorum. Zaten yazar da sık sık araya girip bunun bir roman olmadığını/olamayacağını belirten cümleler kurar okura. Hatta kitabını, işte madencilik tecrübelerim bundan ibaret. Ayrıca söylediğim her şey doğru, zaten bunu kitabımın bir romana dönüşemediği gerçeğinden pekâlâ anlayabilirsiniz şeklinde bitirir.
Madenci, bir arayış hikâyesidir. Başkarakterine Dostoyevski’nin herhangi bir romanında rastlayabilirsiniz. Soseki’nin, Rus yazardan oldukça fazla etkilendiğini düşünüyorum. Bunu, karakterin iç konuşmalarından net bir şekilde anlıyoruz. Zaten kitap tek bir konu üzerinden iki damar halinde akar. Biri karakterin iç dünyası, öbürü dış/çevresel dünya.
Madenci’de ölüm veya intihar kavramlarıyla (hatta başarısız intihar denemeleriyle) haşır neşir olan anlatıcının evden kaçtıktan sonra, Çozo adındaki adamla tanışıp madene gitmeyi kabul etmesi detaylıca işlenir. Çozo’yu bir ‘madenci pezevengi’ olarak tanımlar anlatıcı. Tabii bu işi kabul etmesinde karakterin çelişkili ruh halinin rolü büyük rol oynar: Bir taraftan ölmek isterken diğer taraftan hayata tutunacak dallar arar. Çozo da tam bu anda imdadına yetişir:
“Ne tuhaftır ki insanın ruhu sonsuzluğa sürüklenmeye hazır da olsa, biri seslenince hâlâ bir yerlere bağlı olduğunu fark ediveriyor.”
Hatta bir taraftan ölmeyi isterken öbür taraftan yaşama tutunmaya öyle çaba gösterir ki, dünyada çok türlü amelelik işi vardı ama bana kalırsa madencilik bunların arasında en adisi ve en hor görüleniydi şeklinde gördüğü madenciliğe tutunmak zorunda kalır. (Tabii bu tutunmasının bir nevi ‘kaçış’ olduğunu da söyleyebiliriz). Kitabın ismi Madenci olsa da, kitap aslında bir gencin madene gitme yolunda yaşadıklarını anlatır. Örneğin 80. sayfaya kadar kitapta herhangi bir maden göremeyiz mekân olarak. Anlatıcının iç çelişkileri ve düşünceleriyle beraber, zaman zaman anlatılan bir geçmiş görürüz. Hatta madene vardıklarında da, önce, anlatıcının madende geçirdiği iki günlük sürede neler yaptığı anlatılır. (Madeni tanımak için detaylı bir gezi, madencilerle tanışma vb.) Yani yine ‘iş’ olarak bir madencilik yoktur ortada. (Zaten anlatıcı da, kitabın ismi her ne kadar Madenci olsa da, bazı sebeplerden ötürü madencilik yapamaz, muhasebeci olur). Fakat bu kısımlar okura aktarılmaz, karanlık bırakılmıştır yazar tarafından. Daha doğrusu hikâye bitmiştir.
Murakami’nin sonsözde yazdığına göre, Soseki hiçbir zaman bir madene girmemiştir; hatta bir madenin yanından bile geçmemiştir. Fakat madenciliğin koşullarını, madenin fiziki yapısını betimleyebilmesi yönünden bu derece realist olabilmesi, Soseki’nin niye ‘Modern Japon Edebiyatı’nın en önemli yazarı’ olduğunun kanıtıdır bence. Soseki bir madene hiç gitmemiştir fakat bu hikâyeyi, anlattığı madende bir süre çalışan birinden dinlemiştir. Madenci, Soseki’ye bir aşk hikâyesi anlatmış ancak Soseki’nin dikkatini aşk hikâyesinden ziyade maden ve madenciler çekmiştir. O yüzden böyle bir hikâye çıkmıştır ortaya.
Değişik bir anlatımı vardır kitabın. Yazar hikâyeyi sık sık kesip olaylara müdahale eder. Kitap ya da hayat hakkındaki fikirlerini sunar okura. Bu tür bir anlatım yolunu seçen yazarlar bizim edebiyatımızda d var olmuştur. Son zamanlarda ise Mustafa Kutlu’da gördüğümü hatırlıyorum. Bunun ne kadar sağlıklı olduğunu okur kitabı okuyunca karar verecektir fakat bu durumun abartıldığı zamanlarda kitaptan uzaklaşan okurlar olacaktır. Kitaba bir romandan ziyade didaktik bir eser görünümü verir çünkü bu anlatım tarzı. Örneğin şu pasajı gösterebiliriz bu anlatımı açıklayabilmek için:
“…Böyle giderse bu kitaptan bir roman çıkmaz. Dünya sanki bir zaman yerli yerine oturacak gibi görünen ama asla oturmayan, tabiri caizse beş para etmez romanlardan alınmış olaylarla dolu.”
Kitap hakkında düşündüğüm bazı şeyleri sonsözde Murakami’nin kaleminden okumak sevindiriciydi. Mesela Murakami kitabı, gerçeklerden esinlenerek yazılmış bir kurmaca olarak tanımlar ki katılmamak elde değil. Hatta kitabı tek cümlede özetliyor diyebiliriz. Bana göre de en doğru tanımdır bu: Bu kitap etten kemikten bir insanın iç dünyasının işleyişine dairdir.
Fakat Murakami’nin bazı görüşlerine katılmıyorum. Murakami, bu kitabın Soseki külliyatı içinde ayrıksı bir yerde durduğunu düşünür. Ne önceki ne de daha sonraki eserlerine benzemediğini, yazarın tamamen deneysel bir şeyler yapmaya çalıştığını, sonucundan kendisinin de çok mutlu olmadığını söyler. Kitabı en çok da kurgu ögesinin eksikliği yönüyle eleştirir. Evet, Soseki bu kitaptan çok memnun olmayabilir, kitabın içinde de bazı kanıtlar var yazarın kitabından çok da memnun olmadığına dair; fakat bu kitap, kanaatimce sadece Japon Edebiyatı için değil dünya edebiyatı için de önemli bir kanadı temsil eder. Kurgudan yana eksik olması kitabın öneminden ve değerinden bir şey götürmez çünkü Soseki’nin de amacı zaten kurgu değildir bana göre. Eğer salt bir kurgu eser yazmak isteseydi, tanıştığı gencin madende olanları anlattığı kısımları edebî hâle getirmez, gencin anlattığı aşk hikâyesine yönelirdi. Yine de Murakami yazısının devamında Madenci’nin hakkını vermeye çalışır. Anladığıma göre, Murakami’nin kafası epey karışık, bu eseri nereye konumlandıracağı konusunda.
Soseki’nin kitapta anlattığı mekân gerçektir. Bu mekân, Tokyo’ya 110 km mesafede bulunan Aşio Bakır Madeni’dir ve çalışma koşullarının ağırlığıyla bilinir. Murakami, yazısında bu madenin tarihçesini kısaca özetleyerek okura bir iyilik yapmıştır. Hikâyeye katkısı olan bir bilgilendirmedir bu.
Her ne kadar Soseki’nin de zaman zaman memnuniyetsizliğini bildirdiği bir eser olsa da Madenci; Dostoyevski ve onun tarzıyla yazılan eserlere eklemlenebilecek çok önemli bir kitaptır. Realist anlatım yönünden başarılı, diyalogları sahicidir. Çeviri de son derece başarılıdır. Ve Soseki, özellikle anlatıcı rolünü verdiği başkarakter başta olmak üzere tüm karakterlerini somut bir hâle büründürmüş, onların fiziksel ve ruhsal durumlarını, ruhsal katmanlarının açılımlarını çok başarılı bir şekilde gerçekleştirmiştir. Bu kitap bence tek başına bile bir yazarı ‘usta’ yapabilecek seviyededir.
Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10
Dilimizde yeni yayımlanan bir kitaptır Madenci. Oysaki yazılışı ve asıl dilinde yayımlanışı 1907 ve 1908 yılına dayanır. Jaguar Kitap’tan neşredilen kitap, 213 sayfayı ihtiva eder fakat bunun son 15 sayfası, Haruki Murakami’nin sonsöz niyetine yazdığı, hem yazarın edebî hayatı hem de mezkûr kitap hakkındaki bilgilerden oluşur. Bu kısım, dikkat çekici ve geniş bir değerlendirme olmuş.
Kitap kısaca; isimsiz bir anlatıcının, bütün refahını, zenginliğini, tembel hayatını geride bırakarak, 19 yaşında evi terk etmesini ve bir maden ocağına gidip orada yaklaşık beş ay geçirmesini konu eder. Tabii bir roman mıdır bu? Tartışılır. Ben anlatı demeyi daha uygun görüyorum. Zaten yazar da sık sık araya girip bunun bir roman olmadığını/olamayacağını belirten cümleler kurar okura. Hatta kitabını, işte madencilik tecrübelerim bundan ibaret. Ayrıca söylediğim her şey doğru, zaten bunu kitabımın bir romana dönüşemediği gerçeğinden pekâlâ anlayabilirsiniz şeklinde bitirir.
Madenci, bir arayış hikâyesidir. Başkarakterine Dostoyevski’nin herhangi bir romanında rastlayabilirsiniz. Soseki’nin, Rus yazardan oldukça fazla etkilendiğini düşünüyorum. Bunu, karakterin iç konuşmalarından net bir şekilde anlıyoruz. Zaten kitap tek bir konu üzerinden iki damar halinde akar. Biri karakterin iç dünyası, öbürü dış/çevresel dünya.
Madenci’de ölüm veya intihar kavramlarıyla (hatta başarısız intihar denemeleriyle) haşır neşir olan anlatıcının evden kaçtıktan sonra, Çozo adındaki adamla tanışıp madene gitmeyi kabul etmesi detaylıca işlenir. Çozo’yu bir ‘madenci pezevengi’ olarak tanımlar anlatıcı. Tabii bu işi kabul etmesinde karakterin çelişkili ruh halinin rolü büyük rol oynar: Bir taraftan ölmek isterken diğer taraftan hayata tutunacak dallar arar. Çozo da tam bu anda imdadına yetişir:
“Ne tuhaftır ki insanın ruhu sonsuzluğa sürüklenmeye hazır da olsa, biri seslenince hâlâ bir yerlere bağlı olduğunu fark ediveriyor.”
Hatta bir taraftan ölmeyi isterken öbür taraftan yaşama tutunmaya öyle çaba gösterir ki, dünyada çok türlü amelelik işi vardı ama bana kalırsa madencilik bunların arasında en adisi ve en hor görüleniydi şeklinde gördüğü madenciliğe tutunmak zorunda kalır. (Tabii bu tutunmasının bir nevi ‘kaçış’ olduğunu da söyleyebiliriz). Kitabın ismi Madenci olsa da, kitap aslında bir gencin madene gitme yolunda yaşadıklarını anlatır. Örneğin 80. sayfaya kadar kitapta herhangi bir maden göremeyiz mekân olarak. Anlatıcının iç çelişkileri ve düşünceleriyle beraber, zaman zaman anlatılan bir geçmiş görürüz. Hatta madene vardıklarında da, önce, anlatıcının madende geçirdiği iki günlük sürede neler yaptığı anlatılır. (Madeni tanımak için detaylı bir gezi, madencilerle tanışma vb.) Yani yine ‘iş’ olarak bir madencilik yoktur ortada. (Zaten anlatıcı da, kitabın ismi her ne kadar Madenci olsa da, bazı sebeplerden ötürü madencilik yapamaz, muhasebeci olur). Fakat bu kısımlar okura aktarılmaz, karanlık bırakılmıştır yazar tarafından. Daha doğrusu hikâye bitmiştir.
Murakami’nin sonsözde yazdığına göre, Soseki hiçbir zaman bir madene girmemiştir; hatta bir madenin yanından bile geçmemiştir. Fakat madenciliğin koşullarını, madenin fiziki yapısını betimleyebilmesi yönünden bu derece realist olabilmesi, Soseki’nin niye ‘Modern Japon Edebiyatı’nın en önemli yazarı’ olduğunun kanıtıdır bence. Soseki bir madene hiç gitmemiştir fakat bu hikâyeyi, anlattığı madende bir süre çalışan birinden dinlemiştir. Madenci, Soseki’ye bir aşk hikâyesi anlatmış ancak Soseki’nin dikkatini aşk hikâyesinden ziyade maden ve madenciler çekmiştir. O yüzden böyle bir hikâye çıkmıştır ortaya.
Değişik bir anlatımı vardır kitabın. Yazar hikâyeyi sık sık kesip olaylara müdahale eder. Kitap ya da hayat hakkındaki fikirlerini sunar okura. Bu tür bir anlatım yolunu seçen yazarlar bizim edebiyatımızda d var olmuştur. Son zamanlarda ise Mustafa Kutlu’da gördüğümü hatırlıyorum. Bunun ne kadar sağlıklı olduğunu okur kitabı okuyunca karar verecektir fakat bu durumun abartıldığı zamanlarda kitaptan uzaklaşan okurlar olacaktır. Kitaba bir romandan ziyade didaktik bir eser görünümü verir çünkü bu anlatım tarzı. Örneğin şu pasajı gösterebiliriz bu anlatımı açıklayabilmek için:
“…Böyle giderse bu kitaptan bir roman çıkmaz. Dünya sanki bir zaman yerli yerine oturacak gibi görünen ama asla oturmayan, tabiri caizse beş para etmez romanlardan alınmış olaylarla dolu.”
Kitap hakkında düşündüğüm bazı şeyleri sonsözde Murakami’nin kaleminden okumak sevindiriciydi. Mesela Murakami kitabı, gerçeklerden esinlenerek yazılmış bir kurmaca olarak tanımlar ki katılmamak elde değil. Hatta kitabı tek cümlede özetliyor diyebiliriz. Bana göre de en doğru tanımdır bu: Bu kitap etten kemikten bir insanın iç dünyasının işleyişine dairdir.
Fakat Murakami’nin bazı görüşlerine katılmıyorum. Murakami, bu kitabın Soseki külliyatı içinde ayrıksı bir yerde durduğunu düşünür. Ne önceki ne de daha sonraki eserlerine benzemediğini, yazarın tamamen deneysel bir şeyler yapmaya çalıştığını, sonucundan kendisinin de çok mutlu olmadığını söyler. Kitabı en çok da kurgu ögesinin eksikliği yönüyle eleştirir. Evet, Soseki bu kitaptan çok memnun olmayabilir, kitabın içinde de bazı kanıtlar var yazarın kitabından çok da memnun olmadığına dair; fakat bu kitap, kanaatimce sadece Japon Edebiyatı için değil dünya edebiyatı için de önemli bir kanadı temsil eder. Kurgudan yana eksik olması kitabın öneminden ve değerinden bir şey götürmez çünkü Soseki’nin de amacı zaten kurgu değildir bana göre. Eğer salt bir kurgu eser yazmak isteseydi, tanıştığı gencin madende olanları anlattığı kısımları edebî hâle getirmez, gencin anlattığı aşk hikâyesine yönelirdi. Yine de Murakami yazısının devamında Madenci’nin hakkını vermeye çalışır. Anladığıma göre, Murakami’nin kafası epey karışık, bu eseri nereye konumlandıracağı konusunda.
Soseki’nin kitapta anlattığı mekân gerçektir. Bu mekân, Tokyo’ya 110 km mesafede bulunan Aşio Bakır Madeni’dir ve çalışma koşullarının ağırlığıyla bilinir. Murakami, yazısında bu madenin tarihçesini kısaca özetleyerek okura bir iyilik yapmıştır. Hikâyeye katkısı olan bir bilgilendirmedir bu.
Her ne kadar Soseki’nin de zaman zaman memnuniyetsizliğini bildirdiği bir eser olsa da Madenci; Dostoyevski ve onun tarzıyla yazılan eserlere eklemlenebilecek çok önemli bir kitaptır. Realist anlatım yönünden başarılı, diyalogları sahicidir. Çeviri de son derece başarılıdır. Ve Soseki, özellikle anlatıcı rolünü verdiği başkarakter başta olmak üzere tüm karakterlerini somut bir hâle büründürmüş, onların fiziksel ve ruhsal durumlarını, ruhsal katmanlarının açılımlarını çok başarılı bir şekilde gerçekleştirmiştir. Bu kitap bence tek başına bile bir yazarı ‘usta’ yapabilecek seviyededir.
Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10
7 Nisan 2019 Pazar
Minnetsiz bir ruhun özgürlüğe ve Dost'a çağıran sesi
Minnetsiz bir ruhun isyankar sesini okuyoruz Yağız Gönüler'in "Minnet Eylemem" kitabında. Kitabın kapağında bir yılkı atı karşılıyor bizi. Kitaptaki şiirlerin pek çoğunda güçlü bir imge olarak yer alan 'at' daha kitabın kapağında özgürlüğü ve toprağa dönüşü çağrıştırıyor bize. Şiirlerin geneline; baba, oğul, mü'min, kent, kapitalizm, tarih, aile, yoksulluk gibi temalar yayılmış durumda. Üç bölüme ayrılmış kitabın bölüm isimleri de şairin sözüne bir yemin anlamı kattığını fısıldıyor bize: Ekmek, Mushaf, Ekmek ve Mushaf. Söylediğimiz sözden ne denli emin olduğumuzu kanıtlamak için "Ekmek Mushaf çarpsın ki!" diye yemin etmişliğimiz çoktur.
İlk şiirin "Merhaba", son şiirin "Elveda" başlıklarını taşıması da rastgele bir tercih değil bilinçli bir seçimdir. "Baba" kavramı şiirlerde; geçim sıkıntısı ve yoksullukla birlikte yer buluyor kendine ve kutsal bir mertebe kazanıyor evladın gözünde. "Sana Söz Yine" şiirindeki şu dizeler 'baba'nın aile reisliği rolünün kapitalizm karşısındaki durumunu gözlerimizin önüne seriyor.
"Eve dönerken ne alayım
Bu asla duygusal bir soru değil"
Pek çok babanın cevabından korktuğu ama sormaya mecbur olduğu bir sorudur bu. Yine "Önce Ölür Babalar" şiirinde de erkeğin bir baba olarak meta karşısındaki çaresizliğini okuyoruz.
"Önce erkekleri harcar hayat
Kombiler, benzinler, ekstreler yoluyla
Patronların evdeki üç çocuğu umursamazlığıyla
...
Önce ölür babalar
Çünkü yalnız çeneleri vardır
Koynuna cüzdanlarını alan kadınların"
Şair şiirin sonuna doğru sesini isyana bürüyor ve haykırıyor.
"Dünyaya gelmesin babaları mutsuz olan çocuklar
Ya da akciğer kanserinden ölmesin bir sigaralık ferahlığı olanlar."
"Adım" şiirinde de baba ve oğul ilişkisi üzerinden babanın çaresizliğini sunuyor bize şair.
"Oğluma iğne yaparken o hemşire sırıtmasaydı
Gülseydi bir kere tüm garipler, fakirler, evsizler."
Şair kendi oğluna da sesleniyor. "Bir Zamanlar Bu Ülkede" şiirinde;
"Sana koca bir kitaplık, koca bir ana, koca bir omuz / sana koca bir Türkiye, yeni değil" dizelerinde hem aile kavramına vurgu yapılırken hem de Türkiyenin köklü tarihine bir vurgu var. Aynı şiirin son dizelerinde şair acı bir gerçeği haykırıyor;
"Büyüdükçe dünyadan tiksineceksin
Sakın şaşırma."
"Altıpatlar" şiirinde de babalığın ağır yükü hissediliyor:
"Baba olmak kocaman bir taştır her an fırlamaya hazır
Fırlatılmaz baba çünkü sığmaz bir ele."
"Eve Dönemeyince" şiirinde ise şair baba'yı aile kavramıyla eşliyor ve ailenin varlığını babanın varlığına bağlıyor.
"Babalar eve dönemeyince hayat devam etmez.
Orada biter hayat ev için, ocak için.
Umut biter."
Kitapta yer alan şiirlerde şairin eleştirisinden nasibini alan bir diğer kavram da kentleşme ya da modernizm. "Uzaktaki Yakın" şiirinde kentleşmeye eleştirisini şu dizelerle yapıyor;
"Uzay çağında yaşıyormuşuz öyle diyor muhtar
Belediye başkanı kol kola geziyor birkaç müteahhitle
Bölünecek aileler gösteriyor, satılacak gönüller
Kondular tehdit ediliyor, çocukların maçını kamyonlar bölüyor
Hiç durmadan dönüşüyor arsız bir cehenneme."
Aynı şiirin devamında eski ve yeni sokak karşılaştırması görülüyor.
"Halk otobüsünde gebeler ayakta durunca
Çimen görmek için bilet almak zorunda kalınca
Evde ekmek kalmayınca ve gece karnım acıkınca
Karnımda taşırım yüreğimi çünkü kimseler duymaz açlığını
Açtır benim yüreğim yer sofralarına
Kapı tokmaklarına, misafir odalarına
Kimsenin kimseye sırtını dönmediği
Çocukların ayaklarını babalarının ağızlarına sokmadığı günlere açtır karnım
Geçmişin merakı geleceğimi yıpratır, yıpratır, yıpratır."
Modern yaşam "kiracı" diye bir kavramı da soktu hayatımıza. Kiracılık ve kiracıya bakış açısı da şairin eleştirisinden nasibini alıyor.
"Sondan Bir Önce" şiirinde; "aşırı yük yazıyor asansörde ben binince / kiracı olduğumu anlamış gibi yazıyor" dizeleri gündelik yaşamın her anında insanların ekonomik durumlarının ağırlığını üzerinde taşıdıklarının göstergesi. "Plaza Türküsü" şiirinde de modern insanın yozluğunu okuyabiliyoruz.
"...
Sokak çocuğundan korkarlar, gözleri security arar ve sonra hemen taksiiii"
...
Madencilere pek üzülürler yetin üstündeki madende her gün öldüklerini görmezler
...
Acayip muhaliftirler ev ve mobilya dergileri okuyup orta doğuyu çözerler
Masalarını paylaşmayı sevmezler ama askeri ve sınırları gereksiz bulurlar
...
Ne Türk müziği ne de Türk tarihi kabul ediyor nesai saatlerimi."
Şair; mü'min ve Müslüman tanımlarını da sorguluyor. Kentsel yaşam ya da modernizm içinde evrilen İslam'a bir karşı duruş sergiliyor. "Hayatı Kolaylaştıran Dizeler" şiirinde;
"Ne fena / cumaları Allah'a daha çok inanıyorlar" dizeleri ibadetin bir alışkanlığa dönüştüğünü gözler önüne seriyor.
"Akşamları" şiirinde; "Kaylûle / evine kat çıkan sahabeye selam vermeye Resûlün / genellikle orta katları tercih eden utanası ümmeti / ... / evine selamsız ve ayakkabıyla girip / tuhaf sevinçler peşinde hikmet arayan sevgili rezil ümmet" dizeleri ise samimiyetimizi çoktan kaybettiğimizi gösteriyor.
"Altıpatlar" şiirinde; "insanın kendine yük oluşu bir varoluş problemi olamadı / omuzlarda dağların kaldırabildiği şeyler yoktu" dizeleri Allah ve kul arasındaki sırrın unutulduğunu söylüyor.
Şair, at ve yol üzerine pek çok imge kuruyor. Özgürlük ve yakınlaşmayı bu iki unsur üzerinden vermeye çalışıyor. Derviş yolda gerek düsturunca uzaklaşmayı yakınlığa şart görüyor.
"Atımı dürüstlüğün bahçesine bağlardım..."
"Adalar çok banaldir ama fayton güzeldir atlarımızın öldürüldüğünü bilmezler"
"Kılıçlarımızı ve atlarımızı geri alacağımız günleri bekliyoruz"
"Adıma uygun bir at bulsam buradan gideceğim"
"Atlarımız öldü dilimiz döndü amentümüz silinmedi göğsümüzden be hain"
"Son model her şeyden vazgeçip atlarımıza da kavuşuruz bir gün korkma"
Her şiirde bir sıkışmışlık, bunalmışlık var. Plazaların, gökdelenlerin, araba kornalarının, yetişilmesi gereken mesailerin arasında sıkışmış bir meczup, bizi özgürlüğe ve Dost'a çağırıyor. Bunu yaparken bütün riyakarlığımızı da yüzümüze vuruyor. Keyifli okumalar.
Erhan Çamurcu
erhan.hoca.55@hotmail.com
İlk şiirin "Merhaba", son şiirin "Elveda" başlıklarını taşıması da rastgele bir tercih değil bilinçli bir seçimdir. "Baba" kavramı şiirlerde; geçim sıkıntısı ve yoksullukla birlikte yer buluyor kendine ve kutsal bir mertebe kazanıyor evladın gözünde. "Sana Söz Yine" şiirindeki şu dizeler 'baba'nın aile reisliği rolünün kapitalizm karşısındaki durumunu gözlerimizin önüne seriyor.
"Eve dönerken ne alayım
Bu asla duygusal bir soru değil"
Pek çok babanın cevabından korktuğu ama sormaya mecbur olduğu bir sorudur bu. Yine "Önce Ölür Babalar" şiirinde de erkeğin bir baba olarak meta karşısındaki çaresizliğini okuyoruz.
"Önce erkekleri harcar hayat
Kombiler, benzinler, ekstreler yoluyla
Patronların evdeki üç çocuğu umursamazlığıyla
...
Önce ölür babalar
Çünkü yalnız çeneleri vardır
Koynuna cüzdanlarını alan kadınların"
Şair şiirin sonuna doğru sesini isyana bürüyor ve haykırıyor.
"Dünyaya gelmesin babaları mutsuz olan çocuklar
Ya da akciğer kanserinden ölmesin bir sigaralık ferahlığı olanlar."
"Adım" şiirinde de baba ve oğul ilişkisi üzerinden babanın çaresizliğini sunuyor bize şair.
"Oğluma iğne yaparken o hemşire sırıtmasaydı
Gülseydi bir kere tüm garipler, fakirler, evsizler."
Şair kendi oğluna da sesleniyor. "Bir Zamanlar Bu Ülkede" şiirinde;
"Sana koca bir kitaplık, koca bir ana, koca bir omuz / sana koca bir Türkiye, yeni değil" dizelerinde hem aile kavramına vurgu yapılırken hem de Türkiyenin köklü tarihine bir vurgu var. Aynı şiirin son dizelerinde şair acı bir gerçeği haykırıyor;
"Büyüdükçe dünyadan tiksineceksin
Sakın şaşırma."
"Altıpatlar" şiirinde de babalığın ağır yükü hissediliyor:
"Baba olmak kocaman bir taştır her an fırlamaya hazır
Fırlatılmaz baba çünkü sığmaz bir ele."
"Eve Dönemeyince" şiirinde ise şair baba'yı aile kavramıyla eşliyor ve ailenin varlığını babanın varlığına bağlıyor.
"Babalar eve dönemeyince hayat devam etmez.
Orada biter hayat ev için, ocak için.
Umut biter."
Kitapta yer alan şiirlerde şairin eleştirisinden nasibini alan bir diğer kavram da kentleşme ya da modernizm. "Uzaktaki Yakın" şiirinde kentleşmeye eleştirisini şu dizelerle yapıyor;
"Uzay çağında yaşıyormuşuz öyle diyor muhtar
Belediye başkanı kol kola geziyor birkaç müteahhitle
Bölünecek aileler gösteriyor, satılacak gönüller
Kondular tehdit ediliyor, çocukların maçını kamyonlar bölüyor
Hiç durmadan dönüşüyor arsız bir cehenneme."
Aynı şiirin devamında eski ve yeni sokak karşılaştırması görülüyor.
"Halk otobüsünde gebeler ayakta durunca
Çimen görmek için bilet almak zorunda kalınca
Evde ekmek kalmayınca ve gece karnım acıkınca
Karnımda taşırım yüreğimi çünkü kimseler duymaz açlığını
Açtır benim yüreğim yer sofralarına
Kapı tokmaklarına, misafir odalarına
Kimsenin kimseye sırtını dönmediği
Çocukların ayaklarını babalarının ağızlarına sokmadığı günlere açtır karnım
Geçmişin merakı geleceğimi yıpratır, yıpratır, yıpratır."
Modern yaşam "kiracı" diye bir kavramı da soktu hayatımıza. Kiracılık ve kiracıya bakış açısı da şairin eleştirisinden nasibini alıyor.
"Sondan Bir Önce" şiirinde; "aşırı yük yazıyor asansörde ben binince / kiracı olduğumu anlamış gibi yazıyor" dizeleri gündelik yaşamın her anında insanların ekonomik durumlarının ağırlığını üzerinde taşıdıklarının göstergesi. "Plaza Türküsü" şiirinde de modern insanın yozluğunu okuyabiliyoruz.
"...
Sokak çocuğundan korkarlar, gözleri security arar ve sonra hemen taksiiii"
...
Madencilere pek üzülürler yetin üstündeki madende her gün öldüklerini görmezler
...
Acayip muhaliftirler ev ve mobilya dergileri okuyup orta doğuyu çözerler
Masalarını paylaşmayı sevmezler ama askeri ve sınırları gereksiz bulurlar
...
Ne Türk müziği ne de Türk tarihi kabul ediyor nesai saatlerimi."
Şair; mü'min ve Müslüman tanımlarını da sorguluyor. Kentsel yaşam ya da modernizm içinde evrilen İslam'a bir karşı duruş sergiliyor. "Hayatı Kolaylaştıran Dizeler" şiirinde;
"Ne fena / cumaları Allah'a daha çok inanıyorlar" dizeleri ibadetin bir alışkanlığa dönüştüğünü gözler önüne seriyor.
"Akşamları" şiirinde; "Kaylûle / evine kat çıkan sahabeye selam vermeye Resûlün / genellikle orta katları tercih eden utanası ümmeti / ... / evine selamsız ve ayakkabıyla girip / tuhaf sevinçler peşinde hikmet arayan sevgili rezil ümmet" dizeleri ise samimiyetimizi çoktan kaybettiğimizi gösteriyor.
"Altıpatlar" şiirinde; "insanın kendine yük oluşu bir varoluş problemi olamadı / omuzlarda dağların kaldırabildiği şeyler yoktu" dizeleri Allah ve kul arasındaki sırrın unutulduğunu söylüyor.
Şair, at ve yol üzerine pek çok imge kuruyor. Özgürlük ve yakınlaşmayı bu iki unsur üzerinden vermeye çalışıyor. Derviş yolda gerek düsturunca uzaklaşmayı yakınlığa şart görüyor.
"Atımı dürüstlüğün bahçesine bağlardım..."
"Adalar çok banaldir ama fayton güzeldir atlarımızın öldürüldüğünü bilmezler"
"Kılıçlarımızı ve atlarımızı geri alacağımız günleri bekliyoruz"
"Adıma uygun bir at bulsam buradan gideceğim"
"Atlarımız öldü dilimiz döndü amentümüz silinmedi göğsümüzden be hain"
"Son model her şeyden vazgeçip atlarımıza da kavuşuruz bir gün korkma"
Her şiirde bir sıkışmışlık, bunalmışlık var. Plazaların, gökdelenlerin, araba kornalarının, yetişilmesi gereken mesailerin arasında sıkışmış bir meczup, bizi özgürlüğe ve Dost'a çağırıyor. Bunu yaparken bütün riyakarlığımızı da yüzümüze vuruyor. Keyifli okumalar.
Erhan Çamurcu
erhan.hoca.55@hotmail.com
29 Mart 2019 Cuma
Ancak "erenler" hayata ve kalbe rehberlik eder
Şehirler, medeniyetin taşıyıcılarıdır. Bir şehrin medeniyeti sırtına yüklenmesi ancak o şehir içinde yaşamış olan 'büyük'lerin varlığıyla mümkündür. 'Yaşamış olan' aynı zamanda nasıl 'var' olabilir? Çok basit bir sorudur inananlar için zira âşıklar ölmez. Onların sohbetlerinden öyle kokular fışkırmıştır ki müptela olanları tarafından kıyamete dek taşınır o sohbetler. Büyüklerin sohbetleri doğrudan kalbi hedef alır. Böylece şehirler birer kaynağa dönüşür. Feyzin, bereketin, ilmin, irfanın, sohbetin kaynağı. Bilhassa 11. yüzyılın başından itibaren nice mürşitlere, ariflere, dervişlere, âşıklara yani 'Allah adamı' olanlara yurt olmuş birkaç şehir sayarsak; Bağdat, İsfahan, Buhara, Semerkant, Horasan gelir peşi sıra.
Ehl-i irfanın kaynaklık ettiği şehirler saymakla bitmez. Ancak saydığımız bu şehirler; yollarıyla, yolcularıyla, muhibbanlarıyla bir medeniyeti hem kuşanmışlardır hem de pırıldayan gönüllere doğru kuşatmışlardır. Bu saydığımız tüm şehirlerle irtibat kurmasıyla, Türkistan'dan tüm İslâm coğrafyasına uzanan hikmet deryası Ahmed Yesevî'ye hocalık yapmasıyla ve İmam Gazzâlî ile pirdaş olmasıyla ünlü bir büyük sufiyi ve kitabını konuşmaya başlayabiliriz o hâlde. Yani, Hâce Yûsuf Hemedânî'yi ve Rütbet'ül-Hayat'ı.
Hâce Yusuf Hemedânî, 1049 senesinde Hemedan'ın Bûzenecird köyünde doğmuş bir zat. 18 yaşında ilim tahsili için Bağdat'a gidiyor ve Bağdat Nizâmiye Medresesi’nin müderrisi Ebû İshak eş-Şîrâzî’nin ders halkasına katılıyor. Birçok âlimle tanışıyor, onlara talebelik yapıyor. İslâm Ansiklopedisi'nden öğrendiğimize göre İsfahan’da Hamd b. Velkîz’den, Buhara’da Ebü’l-Hattâb Muhammed b. İbrâhim et-Taberî’den ve Semerkant’ta Ahmed b. Muhammed b. Fazl el-Fârsî’den ders alıp hadis dinliyor. Merv'de bir tekke açıp irşad faaliyetlerine başladığında, tekkesine "Horasan kâbesi" deniyor. Yerinde durmayan ve gidebildiği her şehre gidip bildiklerini anlatan Hemedânî, altmış yaşının henüz başlarında artık çok iyi tanınan bir sufi olarak başladığı yere, Bağdat'a geri dönüyor. Sık sık Merv'e ve Herat'a irşad faaliyetleri için gidip geliyor. 1140 yılında, Herat’tan Merv’e döndüğü bir gün Bağşûr yakınlarındaki Bâmeîn’de vefat ediyor. Onun hâlifelerini saymak, vardığı yeri anlatabilmek açısından faydalı olacaktır: Hâce Abdullah Barakî Hârezmî, Hâce Hasan Endakî Buhârî, Hâce Ahmed Yesevî ve Hâcegân ile Nakşbendiyye tarikatının silsile başı olan Abdülhâlık Gucdüvânî. Kendisinin beslendiği kaynak, yani şeyhi Ebû Ali Fârmedî'dir. Abdullah Cüveynî ve Hasan Simnânî ise kendisine sohbet şeyhliği etmişlerdir. Ayrıca, Mâkâmât'ından öğrendiğimize göre Hâce Yusuf Hemedânî, şeyhinin şeyhini de görmüştür. Yani, fütüvvet sultanı Ebu'l-Hasan el-Harakânî'yi.
Her sufi gibi dinin emirlerine ve yasaklarına son derece bağlı, özellikle de sahv (daima uyanık ve şuurlu olma) ve temkin (ibadette kararlı olma) konusunda hassas bir zat. Dolayısıyla keramet gösterilmesine, sekr ve vecd hâlindeyken söz söylenmesine de oldukça mesafeli. Bu anlamda kaynaklarda Ahmed el-Gazzâlî'nin sözlerini pek beğenmediği yazılıdır. Ayrıca "Eğer Hallâc mârifeti hakkıyla bilseydi ‘enelhak’ yerine ‘ene’t-türâb’ (ben toprağım) derdi" sözü de meşhurdur. Hemedânî, yazılmış her şeye çok önem veren bir sufi olarak dervişlerine her zaman Allah dostlarını okumalarını tavsiye eder. "Bu devir geçer ve gerçek şeyhler âhirete göçerse selâmete ulaşmak için ne yapalım?" sorusuna "Onların eserlerinden her gün sekiz varak (on altı sayfa) okuyun" cevabını vermiştir. Bu cevabın, Tezkiretü’l-evliyâ'yı yazmak için Ferîdüddin Attâr'a yol gösterici olduğu söylenir. Sufiler arasında eser kaleme alan zatlar bir hayli azken, yaşadığı dönemin karışıklığı da düşünülürse, Hemedânî'nin bıraktığı eserler son derece kıymetlidir. Birçok risalenin yanı sıra Kitâb-ı Keşf gibi günah ve tövbeyi, Ṣafâvetü’t-tevḥîd li-taṣfiyeti’l-mürîd gibi sabır ve kalp temizliğini esas alan eserler de yazmıştır. Eserlerinden Rütbetü’l-Hayat, hayatın sufi gözüyle ve üç makamın esas alınarak (İslâm, iman, ihsan) yorumlandığı Farsça bir eserdir. Prof. Dr. Necdet Tosun'un çevirisi ve İnsan Kitap'ın titiz baskısıyla ilk defa 1998'de okuyucuya ulaşan Rütbetü’l-Hayat, 2016 yılında altıncı baskısını yapmıştı.
Hemedânî tarafından oldukça anlaşılır bir şekilde, soru-cevap biçiminde yazılmış olan Rütbetü’l-Hayat, yayınevi tarafından güzel bir girişle (Hemedânî'nin hayatı, şeyhleri, müridleri, tasavvufî kaynaklardaki yeri, eserleri, fikirleri) takdim edilmiş. Akabinde başlıklara ayrılarak daha kolay okunması sağlanmış. Bu başlıklara bakıldığında canlı kimdir, hayat nedir, insan nasıl huzur bulur, İslâm'ın hakikatine nasıl ulaşılır, kalp ve beden nedir, kalbin teslimiyetinden ne kastedilir, kalp gözüyle görmek nasıl mümkün olur, öfkeye hakim olmanın önemi nedir, hangi zikrin tefekkürden ve hangi tefekkürün zikirden üstün olduğu, kalp-sır-ruh mevzusu, Adem'in yaratılışı ve insanın mükellefiyeti gibi birbirinden önemli konuları buluyoruz. Ayrıca kitabın sonuna Hemedânî'nin tarikat adabına dair sözlerinin de eklendiğini görüyoruz.
Rütbetü'l-Hayat, bugün psikolojinin de tasavvufun da ayrı ayrı açıklamaya çalıştığı ve insanların farklı biçimlerde acısını-sancısını çektiği bir soruya cevap vererek başlıyor. "Canlı kimdir ve hayat nedir?" sorusuyla açılıyor. Hemedânî: "Bilesin ki basîret ve yakîn ehline göre 'canlı', avunup tesellî olan kişidir. 'Hayat' da avunmak ve tesellî olmaktır." şeklinde yanıtlıyor bu soruyu. Dünyanın süslerine aldanıp onların peşinden koşan insanlarla, Allah'ın ipine sarılanlar arasındaki farkı açıklıyor. Akıl, idrâk ve emaneti yüklenerek muazzam ve şerefli olarak yaratılmış insanın kendi hakiki konumunu, derecesini düşünmeden yaşayışını 'hayvanlar gibi yaşamak' olarak açıklıyor. Peygamberlerin ve velilerin bir an bile dünyaya iltifat etmeyişlerindeki manaya çağırıyor.
İnsanda teselli ve huzurun oluşmasında iki yol olduğunu söylüyor Hemedânî. Bunlardan ilki Allah'ın lütfu ve keremiyle kula zahmetsiz ve yorulmadan gelen huzurdur ve bu tip huzur kişiyi dünya hayatının çukurlarından dinin yüceliklerine ulaştırır. Çok nadir olan bu yol için "nadirin hükmü yoktur" denildiğini hatırlatıyor. İkinci yol ise yorulma ve çile yoluyla gelen huzurdur ki bu yol saliklerin mücahede yoludur. Bu yolda seyr etmek ciddi bir kuvvet ve gayret gerektirir ki mükafatları pek çoktur. Ankebût suresinde buyurulduğu gibi: "Bizim uğrumuzda mücahede edenleri (gayret sarfedenleri) elbette yollarımıza eriştireceğiz. Allah şüphesiz iyi davrananlarla (ihsan ehli ile) beraberdir."
Gönlün ve nefsin nafilesinin, bedenin nafilesinden daha üstün olduğunu belirten Hemedânî, tefekkürün insanı hakikate ulaştırma anlamında muazzam bir öneme sahip olduğunu açıklıyor. Müride tavsiye edilen, tefekkürden sonraki boşluğu nafileyle ve nafileden sonraki boşluğu tefekkürle doldurulmasıdır. Böyle bir insan gönlünü mamur edecektir. Mamur olan gönül ise sahibiyle hem hal olacaktır. Tam burada fakir şöyle düşünüyorum: 'Allah gönlüne göre versin' diye bir dua vardır, ne güzel bir temenni. Çünkü insan gönlüne göre birini tanıdıktan sonra iç sıkıntısını tanımaz olur. Teslim olur ona, derken kalp için manevi ameliyat başlar. Ağırdır ama şarttır. Çünkü demek istiyor ve Şemseddin Sivasî Hazretlerinin bir dizesine başvuruyorum: "Pâdişâh konmaz saraya, hâne mamûr olmadan."
Salikin zikirle olan münasebeti seyr ü süluk meselesinin direğidir hiç şüphesiz. Hemedânî bu zorlu yolda salikin son noktaya varması için tüm uzuvlarıyla zikretmesi gerektiğini söyler. Zira kalp, tüm uzuvların zikrini duyar ve görür. Bu duyuş onu ısıtır, kuvvetlendirir, zikirle tam bir iştirak sağlar. Hazret meseleyi şöyle tamamlıyor: "Kalb zikrinin nihâyeti kırk gündür. Bı kırk günün sonunda biriken nurlar kalbi aydınlatır ve duyu organlarının pencelerine çıkar. Halvet ehline zuhur eden bu halleri hiçbir fakih, müfessir ve muhaddis bilemez, bu konudaki sorulara cevap veremez."
Kalbin dirilişi ne kadar önemliyse, dirilişinden sonraki süreci de önemlidir. Hep öyle kalmalıdır. Bize lâzım olan dalgın bir kalp değil, uyanık bir kalptir. Hemedânî Hazretleri bu konuda şöyle söylüyor: "Sağlam ve doğru işler, uyanık kalpten doğar. Doğru düşünceler temiz gönülden vücuda gelir. Temiz sır da nezih ve mukaddes ruhtan doğar."
Rütbetü'l-Hayat, öfkenin insanın kalbiyle olan bağlantısını koparmada nasıl bir etkisi olduğunu da anlatıyor. Hemedânî, kişiye kendini kaybettiren duyguların başında öfke geldiğini söylüyor. Sevgi ise Allah yolunda kişinin kendinden geçmesi için en doğru yol. Çünkü keşiflerin en güzeli orada. Diğer yandan nefsani ve şeytani sevgi ile rahmani sevgi arasındaki fark da mühim. Hemedânî Hazretleri şöyle açıklıyor: "Mahlûkâtı sevince, bunama ve delilik zuhûr eder. Oysa Hakk Teâlâ'yı sevince gönle firâset, hikmet ve mârifet doğar. Bu yüzden Hakk sevgisinden gayrısı uygun değildir. Çünkü şeytanın yolunda diken ve çerçöpten, Hakk Teâlâ'nın yolunda ise nergis ve lâleden başka bir şey yoktur."
Kitapçıların raflarından her birimizin gönlüne ve gözüne kişisel gelişim kitapları fışkırıyor. Hakkında hiçbir şey bilmediğimiz insanlar türlü türlü hayatlara rehberlik yapmak için sürekli yeni şeyler söylüyor, yazıyor. Oysa bu toprakların öyle erenleri, öyle sultanları vardır ki onların hayatlarını ve yazdıklarını okumak, kişiye yeter de artar bile. Boşuna söylenmemiştir "bahçe bizim gül bizdedir" diye...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Ehl-i irfanın kaynaklık ettiği şehirler saymakla bitmez. Ancak saydığımız bu şehirler; yollarıyla, yolcularıyla, muhibbanlarıyla bir medeniyeti hem kuşanmışlardır hem de pırıldayan gönüllere doğru kuşatmışlardır. Bu saydığımız tüm şehirlerle irtibat kurmasıyla, Türkistan'dan tüm İslâm coğrafyasına uzanan hikmet deryası Ahmed Yesevî'ye hocalık yapmasıyla ve İmam Gazzâlî ile pirdaş olmasıyla ünlü bir büyük sufiyi ve kitabını konuşmaya başlayabiliriz o hâlde. Yani, Hâce Yûsuf Hemedânî'yi ve Rütbet'ül-Hayat'ı.
Hâce Yusuf Hemedânî, 1049 senesinde Hemedan'ın Bûzenecird köyünde doğmuş bir zat. 18 yaşında ilim tahsili için Bağdat'a gidiyor ve Bağdat Nizâmiye Medresesi’nin müderrisi Ebû İshak eş-Şîrâzî’nin ders halkasına katılıyor. Birçok âlimle tanışıyor, onlara talebelik yapıyor. İslâm Ansiklopedisi'nden öğrendiğimize göre İsfahan’da Hamd b. Velkîz’den, Buhara’da Ebü’l-Hattâb Muhammed b. İbrâhim et-Taberî’den ve Semerkant’ta Ahmed b. Muhammed b. Fazl el-Fârsî’den ders alıp hadis dinliyor. Merv'de bir tekke açıp irşad faaliyetlerine başladığında, tekkesine "Horasan kâbesi" deniyor. Yerinde durmayan ve gidebildiği her şehre gidip bildiklerini anlatan Hemedânî, altmış yaşının henüz başlarında artık çok iyi tanınan bir sufi olarak başladığı yere, Bağdat'a geri dönüyor. Sık sık Merv'e ve Herat'a irşad faaliyetleri için gidip geliyor. 1140 yılında, Herat’tan Merv’e döndüğü bir gün Bağşûr yakınlarındaki Bâmeîn’de vefat ediyor. Onun hâlifelerini saymak, vardığı yeri anlatabilmek açısından faydalı olacaktır: Hâce Abdullah Barakî Hârezmî, Hâce Hasan Endakî Buhârî, Hâce Ahmed Yesevî ve Hâcegân ile Nakşbendiyye tarikatının silsile başı olan Abdülhâlık Gucdüvânî. Kendisinin beslendiği kaynak, yani şeyhi Ebû Ali Fârmedî'dir. Abdullah Cüveynî ve Hasan Simnânî ise kendisine sohbet şeyhliği etmişlerdir. Ayrıca, Mâkâmât'ından öğrendiğimize göre Hâce Yusuf Hemedânî, şeyhinin şeyhini de görmüştür. Yani, fütüvvet sultanı Ebu'l-Hasan el-Harakânî'yi.
Her sufi gibi dinin emirlerine ve yasaklarına son derece bağlı, özellikle de sahv (daima uyanık ve şuurlu olma) ve temkin (ibadette kararlı olma) konusunda hassas bir zat. Dolayısıyla keramet gösterilmesine, sekr ve vecd hâlindeyken söz söylenmesine de oldukça mesafeli. Bu anlamda kaynaklarda Ahmed el-Gazzâlî'nin sözlerini pek beğenmediği yazılıdır. Ayrıca "Eğer Hallâc mârifeti hakkıyla bilseydi ‘enelhak’ yerine ‘ene’t-türâb’ (ben toprağım) derdi" sözü de meşhurdur. Hemedânî, yazılmış her şeye çok önem veren bir sufi olarak dervişlerine her zaman Allah dostlarını okumalarını tavsiye eder. "Bu devir geçer ve gerçek şeyhler âhirete göçerse selâmete ulaşmak için ne yapalım?" sorusuna "Onların eserlerinden her gün sekiz varak (on altı sayfa) okuyun" cevabını vermiştir. Bu cevabın, Tezkiretü’l-evliyâ'yı yazmak için Ferîdüddin Attâr'a yol gösterici olduğu söylenir. Sufiler arasında eser kaleme alan zatlar bir hayli azken, yaşadığı dönemin karışıklığı da düşünülürse, Hemedânî'nin bıraktığı eserler son derece kıymetlidir. Birçok risalenin yanı sıra Kitâb-ı Keşf gibi günah ve tövbeyi, Ṣafâvetü’t-tevḥîd li-taṣfiyeti’l-mürîd gibi sabır ve kalp temizliğini esas alan eserler de yazmıştır. Eserlerinden Rütbetü’l-Hayat, hayatın sufi gözüyle ve üç makamın esas alınarak (İslâm, iman, ihsan) yorumlandığı Farsça bir eserdir. Prof. Dr. Necdet Tosun'un çevirisi ve İnsan Kitap'ın titiz baskısıyla ilk defa 1998'de okuyucuya ulaşan Rütbetü’l-Hayat, 2016 yılında altıncı baskısını yapmıştı.
Hemedânî tarafından oldukça anlaşılır bir şekilde, soru-cevap biçiminde yazılmış olan Rütbetü’l-Hayat, yayınevi tarafından güzel bir girişle (Hemedânî'nin hayatı, şeyhleri, müridleri, tasavvufî kaynaklardaki yeri, eserleri, fikirleri) takdim edilmiş. Akabinde başlıklara ayrılarak daha kolay okunması sağlanmış. Bu başlıklara bakıldığında canlı kimdir, hayat nedir, insan nasıl huzur bulur, İslâm'ın hakikatine nasıl ulaşılır, kalp ve beden nedir, kalbin teslimiyetinden ne kastedilir, kalp gözüyle görmek nasıl mümkün olur, öfkeye hakim olmanın önemi nedir, hangi zikrin tefekkürden ve hangi tefekkürün zikirden üstün olduğu, kalp-sır-ruh mevzusu, Adem'in yaratılışı ve insanın mükellefiyeti gibi birbirinden önemli konuları buluyoruz. Ayrıca kitabın sonuna Hemedânî'nin tarikat adabına dair sözlerinin de eklendiğini görüyoruz.
Rütbetü'l-Hayat, bugün psikolojinin de tasavvufun da ayrı ayrı açıklamaya çalıştığı ve insanların farklı biçimlerde acısını-sancısını çektiği bir soruya cevap vererek başlıyor. "Canlı kimdir ve hayat nedir?" sorusuyla açılıyor. Hemedânî: "Bilesin ki basîret ve yakîn ehline göre 'canlı', avunup tesellî olan kişidir. 'Hayat' da avunmak ve tesellî olmaktır." şeklinde yanıtlıyor bu soruyu. Dünyanın süslerine aldanıp onların peşinden koşan insanlarla, Allah'ın ipine sarılanlar arasındaki farkı açıklıyor. Akıl, idrâk ve emaneti yüklenerek muazzam ve şerefli olarak yaratılmış insanın kendi hakiki konumunu, derecesini düşünmeden yaşayışını 'hayvanlar gibi yaşamak' olarak açıklıyor. Peygamberlerin ve velilerin bir an bile dünyaya iltifat etmeyişlerindeki manaya çağırıyor.
İnsanda teselli ve huzurun oluşmasında iki yol olduğunu söylüyor Hemedânî. Bunlardan ilki Allah'ın lütfu ve keremiyle kula zahmetsiz ve yorulmadan gelen huzurdur ve bu tip huzur kişiyi dünya hayatının çukurlarından dinin yüceliklerine ulaştırır. Çok nadir olan bu yol için "nadirin hükmü yoktur" denildiğini hatırlatıyor. İkinci yol ise yorulma ve çile yoluyla gelen huzurdur ki bu yol saliklerin mücahede yoludur. Bu yolda seyr etmek ciddi bir kuvvet ve gayret gerektirir ki mükafatları pek çoktur. Ankebût suresinde buyurulduğu gibi: "Bizim uğrumuzda mücahede edenleri (gayret sarfedenleri) elbette yollarımıza eriştireceğiz. Allah şüphesiz iyi davrananlarla (ihsan ehli ile) beraberdir."
Gönlün ve nefsin nafilesinin, bedenin nafilesinden daha üstün olduğunu belirten Hemedânî, tefekkürün insanı hakikate ulaştırma anlamında muazzam bir öneme sahip olduğunu açıklıyor. Müride tavsiye edilen, tefekkürden sonraki boşluğu nafileyle ve nafileden sonraki boşluğu tefekkürle doldurulmasıdır. Böyle bir insan gönlünü mamur edecektir. Mamur olan gönül ise sahibiyle hem hal olacaktır. Tam burada fakir şöyle düşünüyorum: 'Allah gönlüne göre versin' diye bir dua vardır, ne güzel bir temenni. Çünkü insan gönlüne göre birini tanıdıktan sonra iç sıkıntısını tanımaz olur. Teslim olur ona, derken kalp için manevi ameliyat başlar. Ağırdır ama şarttır. Çünkü demek istiyor ve Şemseddin Sivasî Hazretlerinin bir dizesine başvuruyorum: "Pâdişâh konmaz saraya, hâne mamûr olmadan."
Salikin zikirle olan münasebeti seyr ü süluk meselesinin direğidir hiç şüphesiz. Hemedânî bu zorlu yolda salikin son noktaya varması için tüm uzuvlarıyla zikretmesi gerektiğini söyler. Zira kalp, tüm uzuvların zikrini duyar ve görür. Bu duyuş onu ısıtır, kuvvetlendirir, zikirle tam bir iştirak sağlar. Hazret meseleyi şöyle tamamlıyor: "Kalb zikrinin nihâyeti kırk gündür. Bı kırk günün sonunda biriken nurlar kalbi aydınlatır ve duyu organlarının pencelerine çıkar. Halvet ehline zuhur eden bu halleri hiçbir fakih, müfessir ve muhaddis bilemez, bu konudaki sorulara cevap veremez."
Kalbin dirilişi ne kadar önemliyse, dirilişinden sonraki süreci de önemlidir. Hep öyle kalmalıdır. Bize lâzım olan dalgın bir kalp değil, uyanık bir kalptir. Hemedânî Hazretleri bu konuda şöyle söylüyor: "Sağlam ve doğru işler, uyanık kalpten doğar. Doğru düşünceler temiz gönülden vücuda gelir. Temiz sır da nezih ve mukaddes ruhtan doğar."
Rütbetü'l-Hayat, öfkenin insanın kalbiyle olan bağlantısını koparmada nasıl bir etkisi olduğunu da anlatıyor. Hemedânî, kişiye kendini kaybettiren duyguların başında öfke geldiğini söylüyor. Sevgi ise Allah yolunda kişinin kendinden geçmesi için en doğru yol. Çünkü keşiflerin en güzeli orada. Diğer yandan nefsani ve şeytani sevgi ile rahmani sevgi arasındaki fark da mühim. Hemedânî Hazretleri şöyle açıklıyor: "Mahlûkâtı sevince, bunama ve delilik zuhûr eder. Oysa Hakk Teâlâ'yı sevince gönle firâset, hikmet ve mârifet doğar. Bu yüzden Hakk sevgisinden gayrısı uygun değildir. Çünkü şeytanın yolunda diken ve çerçöpten, Hakk Teâlâ'nın yolunda ise nergis ve lâleden başka bir şey yoktur."
Kitapçıların raflarından her birimizin gönlüne ve gözüne kişisel gelişim kitapları fışkırıyor. Hakkında hiçbir şey bilmediğimiz insanlar türlü türlü hayatlara rehberlik yapmak için sürekli yeni şeyler söylüyor, yazıyor. Oysa bu toprakların öyle erenleri, öyle sultanları vardır ki onların hayatlarını ve yazdıklarını okumak, kişiye yeter de artar bile. Boşuna söylenmemiştir "bahçe bizim gül bizdedir" diye...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)