Bazı kitaplar bir çocuk kitabından çok daha fazlasıdır, tıpkı Saint-Exupery’nin Küçük Prens’i gibi. Michael Ende’nin Momo’su da onlardan biri. Son derece samimi ve önemli mesajlar içeren harika bir roman.
Hikayemiz küçük bir kız çocuğu olan Momo’nun yaşadığı kentte başından geçen maceraları ele alıyor. Gayet akıcı diliyle biz okuyucularına lezzetli bir anlatım sunan Ende, aynı zamanda ciddi bir modern dünya eleştirisini de dile getiriyor. Romanda bahsi geçen zaman tasarruf şirketi adeta bir kapitalizm tasavvuru olup, modern ve gelişmiş insanın içine düşmüş olduğu buhranı temsil ediyor.
Kentteki insanlara daha çok kazanç ve mülk sahibi olmaları için zamanlarından tasarruf etmeleri gerektiğini savunan şirket çalışanları, adeta insanları içi boş hayallerle kuşatıp onları büyüleyen zaman avcılarına dönüşüyorlar. "Vakit nakittir" düsturuyla yola çıkan bu duman adamlar, gün geçtikçe tek tip evler, tek tip insanlar ve tekdüze yaşamlar oluşturmayı başarıyorlar. Bu noktada yazardan önemli bir tespit ortaya atılıyor: "Oysa zaman yaşamın kendisiydi. Ve yaşamın yeri yürekti. İnsanlar zamandan tasarruf ettikçe, zaman azalıyordu."
Romandaki bir diğer önemli nokta, çocuk saflığının ve masumiyetinin insanın özüne ne kadar yakın olduğu gerçeğini başarılı bir şekilde ortaya koyması. Öyle ki, zaman tasarruf şirketinin duman adamları bunu açık bir şekilde dillendiyorlardı: "...çocuklar bizim doğal düşmanlarımızdır.’’. Bu nedenle kurulan 'çocuk depoları', çocukların sadece bakıcıları tarafından uygun görülen oyunları oynayabilmelerini uygun görüyordu ve bu oyunların hep yararlı bir hizmet sunmalarını öngörüyordu. Böylece kaçınılmaz bir ruh ölümüne zemin hazırlanıyordu: "Sevinmeyi, hayal kurmayı ve heyecanlanmayı unuttular."
Michael Ende, bir çocuk romanı aracılığıyla son derece ciddi bir meseleye değinip önemli bir sistem ve modern dünya eleştirisi ortaya koyuyor ve bütün bunları yaparken de dilinin akıcılığı ve sadeliğinden de hiç ödün vermiyor. Yazıma Ende’nin kitaptaki önemli bir saptamasıyla son veriyorum: "Başkasıyla paylaşılmayan zenginlikler insanı mahvediyordu."
Koray Bağdatlı
twitter.com/KorayBgdtl
17 Ekim 2018 Çarşamba
11 Ekim 2018 Perşembe
Sakıncasız felsefe
Günümüz şartları insanı farklı arayışlara, pratik çözümlere yönlendiriyor. Eski usüller, eski yöntemler bir bir terk ediliyor. Bunun getirileri gibi götürdükleri de oluyor muhakkak. Bu konuda pek iyimser değilim ama hangisinin ağır bastığını zaman gösterecektir.
Her okurun bir hevesle aldığı ama umduğunu bulamadığı kitaplar olmuştur. Belki de bunu engellemenin yolu kitapevleri, sahaf ya da kırtasiyelerden geçiyordur. Yani kitaba fiziki temas ve içeriğine göz atmak bir çözüm sunabilir. Yalnız hem temin zorluğu hem de fiyat yüksekliği açısından bu seçenek benim için önceliğini yitirdi diyebilirim. Uzun zamandır kitaplarımı internet üzerinden temin ediyorum. Hâl böyle olunca online kitap satış siteleri çok daha özen göstermeyi gerektiriyor. Dolayısıyla sepete eklediğim kitapların içeriğine, yazarına, tanıtım yazısına ve yayınevine azami derecede dikkat ediyorum. Ayrıca okur yorumlarına ve varsa iç sayfalara göz gezdirmeyi ihmal etmiyor, farklı siteleri karşılaştırıyorum. Bir çok insanın eziyet dediği bu işi yüksünmüyorum. Aksine, bir kitap sever için zevkli bir uğraş olarak görüyorum. Sözün kısası okuyacağım kitabı (ortam sanal da olsa) şöyle bir yoklamayı adet hâline getirmiş bulunuyorum. Lakin bazen insanın basireti bağlanıyor. Tıpkı bu yazıya konu olan deneyimimde olduğu gibi. Belki yayınevine aşırı güvendiğimden veya bu güvenle birlikte kitap isminin cazibesine kapıldığımdan, bilemiyorum. Elbette varsa bir hata benim, kimseye kusur bulmuyorum fakat bir okur olarak bazı şeyler beklediğimi de söylemek isterim. Kendisi bir yerlerde mahfuz kalsın.
Yazıyı buraya kadar okuyanlar kitabı merak etmiştir herhâlde. Vadi Yayınları’ndan çıkan Sakıncalı Medrese isimli kitaptan bahsediyorum. Müderris Sırrı imzalı kitap iki yüz sekiz sayfadan oluşuyor. “Felsefe Tarihinden Seçmeler” alt başlığını taşıyan çalışma filozoflardan alıntılanan sözlerin derlenmesiyle meydana getirilmiş. Ayrıca sözlerin hangi eserde yer aldığı da not düşülmüş. Filozoflar dönemselleştirilerek farklı bir bakış açısı kazandırılmış denilebilir belki veya belki bu tür aforizma derlemelerinin hatırı sayılır bir meraklısı vardır. Ya da aforizmaları ansiklopedik bir dizin içinde sunmak kolaylık sağlıyordur. Bilemiyorum. Doğrusunu söylemek gerekirse filozofların rahatlıkla ulaşılabilecek sözlerini böyle bir konseptle bir araya getirmenin benim açımdan bir esprisi yok. Ayrıca öncül ve ardıl gibi bir ilişki bulunmuyor. Yani seçilen sözlerde tematik herhangi bir bağ yok. Tamamen öznel bir çalışma. Unutmadan belirteyim; ‘aforizmalar’ ilgili filozoflara dair görsellerle desteklenmiş. Aklıma ergenlik dönemimde Ömer Sevinçgül kitaplarına merak sarışım geldi. Felsefeyle ilgili benzer bir çalışması vardı diye hatırlıyorum. Ama o daha çok filozofları ve temsil ettikleri akımları tanıtıyordu yanlış hatırlamıyorsam.
Sakıncalı Medrese’yi dil açısından değerlendiremiyorum ama üzgün olduğumu da söylemek isterim. Çalışmanın tamamına denk diyebileceğim “Bu Bir Önsöz Değildir” başlıklı giriş yazısını çıkaran bir zihinden mahrum bırakılmış okuyucu. Giriş yazısında felsefenin ne olduğu, bilgi, filozof, bilgelik gibi kavramlara değinen yazar toplum olarak felsefeye bakışımız üzerinde duruyor. Felsefeyle haşır neşir olanların bile içeriksiz söylemlerde bulunduğunu iddia ediyor. Tam burada kitabın amacını, seçilen yöntemin sebebini kendince sıralıyor. Yazara göre “felsefe bilmeden felsefe yapmaya kalkışılmaktadır”. Bu hazin kalkışma sadece felsefeyi bilmemeye değil “ülkenin durumunu da anlamamaya sebep olmaktadır”. Bu yüzden “en baştan işi ehline vermek gerekmektedir”. Felsefe “filozoflara bırakılmalı ve öğrenmeye çalışılmalıdır”. Belki bu sayede “anlamsız lakırdılardan” kurtulmak mümkün olabilir. Yazarın felsefe konusunda söylediklerine katılmamak mümkün değil fakat yukarıda da değindiğim gibi bu değerli ‘çıkış’ bir kaç sayfayla sınırlı kalmış. Kitaptaki filozoflar ve alıntılar çok şey ifade ediyor muhakkak lakin böyle bir seçkinin ne derece sadra şifa olacağı da ayrı muamma. Açıkçası giriş yazısı haricindeki kısımlar ulusal bir gazetede köşe yazısı parçalayan ‘yazarı’ anımsattı. Hani şu kısa ve basit cümlelerini satır atlayarak yazan ‘gazeteci’. Gerçi kısma, kesme derdi olmadığından editörlere kolaylık oluyordur.
Kitabın isimlendirmesi konusunda da bir şeyler söylemezsem içim rahat etmeyecek. Bazı reklamlar vardır; ürünü anlatmada yetersiz kalır. Ürün çok daha yetkindir. Reklam güdük kalmıştır. Bazı reklamlar da vardır ki üründen bir kaç gömlek üstündür. Ürün yetersizdir. Reklam ürüne fazladır. Bu bağlamda isim-içerik değerlendirmesi yaptığımızda Sakıncalı Medrese ikinci sınıflandırmaya giriyor. İçerik isimlendirmeye yetersiz geliyor. Diğer yandan burada seçilen ‘medrese’ ve ‘sakınca’ kelimeleri hem anlam derinliği hem de sembolizm açısından önemli çağrışımlar sunuyor fakat aynı etki içerikte yankı bulmuyor. Zaman geçirmeye, kafa dağıtmaya yönelik eser derin okuma için uygun değil. Bunun dışında kitaptan bağımsız olarak her bir alıntı söz doğal olarak felsefi derinliğe sahip lakin bana göre her söz kendi bağlamında anlamlıdır.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
Her okurun bir hevesle aldığı ama umduğunu bulamadığı kitaplar olmuştur. Belki de bunu engellemenin yolu kitapevleri, sahaf ya da kırtasiyelerden geçiyordur. Yani kitaba fiziki temas ve içeriğine göz atmak bir çözüm sunabilir. Yalnız hem temin zorluğu hem de fiyat yüksekliği açısından bu seçenek benim için önceliğini yitirdi diyebilirim. Uzun zamandır kitaplarımı internet üzerinden temin ediyorum. Hâl böyle olunca online kitap satış siteleri çok daha özen göstermeyi gerektiriyor. Dolayısıyla sepete eklediğim kitapların içeriğine, yazarına, tanıtım yazısına ve yayınevine azami derecede dikkat ediyorum. Ayrıca okur yorumlarına ve varsa iç sayfalara göz gezdirmeyi ihmal etmiyor, farklı siteleri karşılaştırıyorum. Bir çok insanın eziyet dediği bu işi yüksünmüyorum. Aksine, bir kitap sever için zevkli bir uğraş olarak görüyorum. Sözün kısası okuyacağım kitabı (ortam sanal da olsa) şöyle bir yoklamayı adet hâline getirmiş bulunuyorum. Lakin bazen insanın basireti bağlanıyor. Tıpkı bu yazıya konu olan deneyimimde olduğu gibi. Belki yayınevine aşırı güvendiğimden veya bu güvenle birlikte kitap isminin cazibesine kapıldığımdan, bilemiyorum. Elbette varsa bir hata benim, kimseye kusur bulmuyorum fakat bir okur olarak bazı şeyler beklediğimi de söylemek isterim. Kendisi bir yerlerde mahfuz kalsın.
Yazıyı buraya kadar okuyanlar kitabı merak etmiştir herhâlde. Vadi Yayınları’ndan çıkan Sakıncalı Medrese isimli kitaptan bahsediyorum. Müderris Sırrı imzalı kitap iki yüz sekiz sayfadan oluşuyor. “Felsefe Tarihinden Seçmeler” alt başlığını taşıyan çalışma filozoflardan alıntılanan sözlerin derlenmesiyle meydana getirilmiş. Ayrıca sözlerin hangi eserde yer aldığı da not düşülmüş. Filozoflar dönemselleştirilerek farklı bir bakış açısı kazandırılmış denilebilir belki veya belki bu tür aforizma derlemelerinin hatırı sayılır bir meraklısı vardır. Ya da aforizmaları ansiklopedik bir dizin içinde sunmak kolaylık sağlıyordur. Bilemiyorum. Doğrusunu söylemek gerekirse filozofların rahatlıkla ulaşılabilecek sözlerini böyle bir konseptle bir araya getirmenin benim açımdan bir esprisi yok. Ayrıca öncül ve ardıl gibi bir ilişki bulunmuyor. Yani seçilen sözlerde tematik herhangi bir bağ yok. Tamamen öznel bir çalışma. Unutmadan belirteyim; ‘aforizmalar’ ilgili filozoflara dair görsellerle desteklenmiş. Aklıma ergenlik dönemimde Ömer Sevinçgül kitaplarına merak sarışım geldi. Felsefeyle ilgili benzer bir çalışması vardı diye hatırlıyorum. Ama o daha çok filozofları ve temsil ettikleri akımları tanıtıyordu yanlış hatırlamıyorsam.
Sakıncalı Medrese’yi dil açısından değerlendiremiyorum ama üzgün olduğumu da söylemek isterim. Çalışmanın tamamına denk diyebileceğim “Bu Bir Önsöz Değildir” başlıklı giriş yazısını çıkaran bir zihinden mahrum bırakılmış okuyucu. Giriş yazısında felsefenin ne olduğu, bilgi, filozof, bilgelik gibi kavramlara değinen yazar toplum olarak felsefeye bakışımız üzerinde duruyor. Felsefeyle haşır neşir olanların bile içeriksiz söylemlerde bulunduğunu iddia ediyor. Tam burada kitabın amacını, seçilen yöntemin sebebini kendince sıralıyor. Yazara göre “felsefe bilmeden felsefe yapmaya kalkışılmaktadır”. Bu hazin kalkışma sadece felsefeyi bilmemeye değil “ülkenin durumunu da anlamamaya sebep olmaktadır”. Bu yüzden “en baştan işi ehline vermek gerekmektedir”. Felsefe “filozoflara bırakılmalı ve öğrenmeye çalışılmalıdır”. Belki bu sayede “anlamsız lakırdılardan” kurtulmak mümkün olabilir. Yazarın felsefe konusunda söylediklerine katılmamak mümkün değil fakat yukarıda da değindiğim gibi bu değerli ‘çıkış’ bir kaç sayfayla sınırlı kalmış. Kitaptaki filozoflar ve alıntılar çok şey ifade ediyor muhakkak lakin böyle bir seçkinin ne derece sadra şifa olacağı da ayrı muamma. Açıkçası giriş yazısı haricindeki kısımlar ulusal bir gazetede köşe yazısı parçalayan ‘yazarı’ anımsattı. Hani şu kısa ve basit cümlelerini satır atlayarak yazan ‘gazeteci’. Gerçi kısma, kesme derdi olmadığından editörlere kolaylık oluyordur.
Kitabın isimlendirmesi konusunda da bir şeyler söylemezsem içim rahat etmeyecek. Bazı reklamlar vardır; ürünü anlatmada yetersiz kalır. Ürün çok daha yetkindir. Reklam güdük kalmıştır. Bazı reklamlar da vardır ki üründen bir kaç gömlek üstündür. Ürün yetersizdir. Reklam ürüne fazladır. Bu bağlamda isim-içerik değerlendirmesi yaptığımızda Sakıncalı Medrese ikinci sınıflandırmaya giriyor. İçerik isimlendirmeye yetersiz geliyor. Diğer yandan burada seçilen ‘medrese’ ve ‘sakınca’ kelimeleri hem anlam derinliği hem de sembolizm açısından önemli çağrışımlar sunuyor fakat aynı etki içerikte yankı bulmuyor. Zaman geçirmeye, kafa dağıtmaya yönelik eser derin okuma için uygun değil. Bunun dışında kitaptan bağımsız olarak her bir alıntı söz doğal olarak felsefi derinliğe sahip lakin bana göre her söz kendi bağlamında anlamlıdır.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
Geçmişi gölgeye teslim edip ondan kabuk yapanlar
"Benim bu dünyada bir yerim olmadı,
Kuytu gövdemi saymazsak eğer.
Gövdem ki varla yok arası,
Hem varlığa, hem yokluğa değer.
Ama yüreğim hiç solmadı."
- Metin Altıok, İzin Verin De
Ocak 2014'te şimdiye kadar okuduğum romanlar ve hikâyeler arasında ismini en beğendiğim ve elbette kıskandığım bir kitaba rastlamıştım: Atları Bağlayın, Geceyi Burada Geçireceğiz. Bir kitabın hem ismiyle hem de cismiyle -kapağı, içeriği, dili ve kurgusu- yazarının önüne geçip geçemeyeceğini düşünmüştüm. Melisa Kesmez'i bu kendi yarattığım endişeyle baş başa bırakıp kitabına uzanmıştım, keyifle okumuş ve sevmiştim. Bunu uzun yıllar evvel Sagopa Kajmer'in Bir Pesimistin Gözyaşları albümü çıktığında da yaşamıştım, eser sahibini de tanıdığım için. Nitekim Sagopa bu albümünü kanaatimce aşamadı. O albüm hep bir kenarda durdu ki beni de bu yazıyı bir an evvel yazmaya teşvik eden şarkıyı hanım tam karşımdan fırlattı: Geçmişi Gölgeye Teslim Ettim.
Ne hikmettir bilinmez, Kesmez'in Nisan 2015'te çıkan ikinci kitabı Bazen Bahar'ın yine ismi güzeldi fakat cismi beni çekememişti içine. Belki biraz da benim o vakitler göğsüme çöken yorgunluğumla ilgilidir, bazen yorgunluk... Ve Eylül 2018'te çıktı geldi Nohut Oda. Evirip çevirmeden söyleyeyim, bu kitabın da ismini görür görmez sevmiştim. Bir günde okudum, şimdi de bu yazıyı yazıyorum. Demek ki cismini de sevmiştim. Nohut, oda, ev, yuva, kabuk, yurt, gurbet, sevgi, hasret, öfke, sükûnet... Aradığım, yani bir romanda ya da hikâyede en çok sevdiğim konular, duygular, hisler vardı bu 125 sayfalık kitapta. Kesmez'in çekirdek bir okuyucu kitlesi olduğuna inanıyorum ve her kitabıyla bunu aştığına. Zira Nohut Oda'yı çıktıktan bir ay sonra 3. baskısını yapmış olarak görüyoruz. Bu kadar isim ve cisim demişken Sel Yayıncılık'ı da tebrik etmek lâzım. Mütevazı ve anlamlı çabaları için.
Nohut Oda bir yanıyla kendimize nasıl bir mekân kurarsak kuralım orada kiracı olduğumuzu anlatıyor gibi. Bunu ille de hayat-ölüm arasında düşünmek gerekmiyor. Yeni bir ev kadar yeni bir iş, yeni bir araba kadar yeni bir arkadaş da bir gün ansızın çıkabiliyor hayatımızdan. Ama yazarın üzerinde durduğu, kitabın bir diğer yanı da şu: bir kabuğun var ve bu kabuk sana birileri tarafından doğar doğmaz yerleştiriliyor. Nereye gidersen git, ne yaparsan yap o kabuk senin sırtında, çenende, göğsünde, avuçlarında, ensende, tabanlarında. Bunu bil ve öyle git. Çünkü bunu bilmeden gittiğinde, her seferinde hayal kırıklığına uğramak, üzülüp yorulmak esas bağlantıyı yapabilmen için bir engel, hem de büyük ve büyülü bir engel. Nedir esas bağlantı? Şudur belki: Kendine sürekli "tutunacak dal" arayan insan, bir yere varmayan yollar boyunca yorulmaya mahkumdur. Ne yolu biter ne yorgunluğu. Kalbine ulaşabilmek isteyen önce "bir ağaç gibi tek ve hür" olabilme yoluna çıkmalı. (Kendi kendime söylenmek istemiyorum o yüzden: Tek çocuklar "bir ağaç gibi tek ve hür" olmak zorundadır. Ol/mak zor/unda.)
İşte bu iki yanıyla da Nohut Oda bir çocukluk-ergenlik ve ergenlik-yetişkinlik geçişleri kitabı benim gözümde. Yalnız geçiş demişken, geç(e)meyenler daha bir ağır sanki sayfalarda. Öyle sürüsüyle karakter falan yok, zaten buna gerek de yok. Çünkü kitaptaki bir karakter, şu an yaşadığımız topraklarda milyonlara tekabül ediyor, buna eminim. Eğer öyle olmasaydı en yakınımızdaki arkadaşlarımızın en sık söylediği söz şu olmazdı: Kendimi havada asılı hissediyorum, dev bir boşlukta gibiyim.
Öyle geldin çünkü dünyaya. Ebeveynlerin de muhakkak havada asılı kalmışlardı bir dönem, dev bir boşlukta gittiler geldiler, onların ebeveynleri de. Ama sorun şu, kimse bunun üzerine gitmeyi, o kabuğunun farkına varmayı tercih etmedi. Yüzleşmedi, daima kaçtı. ("Sabahın beşinde koşmaya giden insanların yüzde doksanı hayatlarında mutlaka bir şeylerden kaçıyordur" diyen Yüce Zerey'e selam olsun). Eh, kaçanların hesabı da sana kaldı. Nakit mi ödersin kartla mı? Üçüncü bir yol olarak mutfak var: bulaşıklar. Ev biraz da insan kalbinin mutfağı değil midir. Ne ararsan orada ve hatta nelerden kaçıyorsan orada. Dolayısıyla dön dolaş, kabuk sırtında...
Melisa Kesmez, bir röportajında "Evde kendi küçük cennetini yaratmak dışarıdaki gerçekliği değiştirmiyor" diyor. Çok haklı. Bu yüzden 'kendine ait bir oda' kurmanın da bir anlamı kalmadı. Ne zaman geçeceksin o odaya? Sabah gitmek zorunda olduğun bir iş, ödemek zorunda olduğun kiralar ve faturalar -araya sıkışan borçlar ve krediler-, üstlendiğin sorumluluklar, binmek zorunda olduğun metrobüs. Hep zorundasın. O yüzden zorunda olduklarımızdan biraz uzaklaşıp, kabuğumuzla barışık yaşamanın da bir formülünü üretmek gerekiyor: "Sonuçta her şeyin değil ama pek çok şeyin gerçekliği senin kendini neye inandırdığınla ilgiliydi."
Nohut Oda'nın en hain -evet en hain!- tarafı, tam bir şeylerin değişeceğine dair bir umuda, inanca yaklaştırırken hislerimizi ansızın her şeyin olduğu yere dönmesi. Kurgu anlamında söylemiyorum bunu, daha çok his, duygu. Bana İsmet Özel'in "her sevinç nöbetimde kusmak sunuldu bana" dizelerini hatırlatan şu cümlelere bir bakın, belki hak verirsiniz: "Gülüyorum kendime. Peki, diyorum, peki hayatcığım, anladım, daha bitmedi, daha doldurmam lazım gelen çile var, peki. Özgürlük erken bir hayaldi demek. Tamam, isyan etmiyorum. Sakinim. Ne zaman kendimi biraz güçlü, biraz haklı hissetsem, ivedilikle haddimin bildirilmesine alışkınım ben..."
Kitabın içindeki hikâyelerin isimleri çok şey söylüyor Nohut Oda'ya dair. Bizi nasıl insanların, nasıl hayatlarına beklediğine dair: Kalanlar, Son Bir Çay, Annemin Çadırı, Görüşürüz, Kız Kardeşim Handan. Burada son hikâyenin ciddi bir sarsıcı boyutu olduğunu da söylemem lâzım. Yani ne bileyim, bir kısa filmi mi olsaydı bu hikâyenin. Sanki bir romanın, hem de baya kuvvetli bir romanın hain bir editör -ne çok hain var!- tarafından kesilmiş, biçilmiş, kan revan içinde bırakılmış hâli gibi. Şu cümleler gibi:
"Aradığım bir şey vardı, beklediğim bir kurtuluş ânı, bir "her şey yoluna girecek" duygusu... Başta varmayı umduğum yer neresiydi, artık pek emin değildim ama oraya varamadığım kesindi."
O zaman bu yazı da bu cümlelerle bitsin be. Çünkü öyle bitiyor Nohut Oda. Acı bir iç çekişle. O biricik kabuğunun içine çekilmeyle...
Kuytu gövdemi saymazsak eğer.
Gövdem ki varla yok arası,
Hem varlığa, hem yokluğa değer.
Ama yüreğim hiç solmadı."
- Metin Altıok, İzin Verin De
Ocak 2014'te şimdiye kadar okuduğum romanlar ve hikâyeler arasında ismini en beğendiğim ve elbette kıskandığım bir kitaba rastlamıştım: Atları Bağlayın, Geceyi Burada Geçireceğiz. Bir kitabın hem ismiyle hem de cismiyle -kapağı, içeriği, dili ve kurgusu- yazarının önüne geçip geçemeyeceğini düşünmüştüm. Melisa Kesmez'i bu kendi yarattığım endişeyle baş başa bırakıp kitabına uzanmıştım, keyifle okumuş ve sevmiştim. Bunu uzun yıllar evvel Sagopa Kajmer'in Bir Pesimistin Gözyaşları albümü çıktığında da yaşamıştım, eser sahibini de tanıdığım için. Nitekim Sagopa bu albümünü kanaatimce aşamadı. O albüm hep bir kenarda durdu ki beni de bu yazıyı bir an evvel yazmaya teşvik eden şarkıyı hanım tam karşımdan fırlattı: Geçmişi Gölgeye Teslim Ettim.
Ne hikmettir bilinmez, Kesmez'in Nisan 2015'te çıkan ikinci kitabı Bazen Bahar'ın yine ismi güzeldi fakat cismi beni çekememişti içine. Belki biraz da benim o vakitler göğsüme çöken yorgunluğumla ilgilidir, bazen yorgunluk... Ve Eylül 2018'te çıktı geldi Nohut Oda. Evirip çevirmeden söyleyeyim, bu kitabın da ismini görür görmez sevmiştim. Bir günde okudum, şimdi de bu yazıyı yazıyorum. Demek ki cismini de sevmiştim. Nohut, oda, ev, yuva, kabuk, yurt, gurbet, sevgi, hasret, öfke, sükûnet... Aradığım, yani bir romanda ya da hikâyede en çok sevdiğim konular, duygular, hisler vardı bu 125 sayfalık kitapta. Kesmez'in çekirdek bir okuyucu kitlesi olduğuna inanıyorum ve her kitabıyla bunu aştığına. Zira Nohut Oda'yı çıktıktan bir ay sonra 3. baskısını yapmış olarak görüyoruz. Bu kadar isim ve cisim demişken Sel Yayıncılık'ı da tebrik etmek lâzım. Mütevazı ve anlamlı çabaları için.
Nohut Oda bir yanıyla kendimize nasıl bir mekân kurarsak kuralım orada kiracı olduğumuzu anlatıyor gibi. Bunu ille de hayat-ölüm arasında düşünmek gerekmiyor. Yeni bir ev kadar yeni bir iş, yeni bir araba kadar yeni bir arkadaş da bir gün ansızın çıkabiliyor hayatımızdan. Ama yazarın üzerinde durduğu, kitabın bir diğer yanı da şu: bir kabuğun var ve bu kabuk sana birileri tarafından doğar doğmaz yerleştiriliyor. Nereye gidersen git, ne yaparsan yap o kabuk senin sırtında, çenende, göğsünde, avuçlarında, ensende, tabanlarında. Bunu bil ve öyle git. Çünkü bunu bilmeden gittiğinde, her seferinde hayal kırıklığına uğramak, üzülüp yorulmak esas bağlantıyı yapabilmen için bir engel, hem de büyük ve büyülü bir engel. Nedir esas bağlantı? Şudur belki: Kendine sürekli "tutunacak dal" arayan insan, bir yere varmayan yollar boyunca yorulmaya mahkumdur. Ne yolu biter ne yorgunluğu. Kalbine ulaşabilmek isteyen önce "bir ağaç gibi tek ve hür" olabilme yoluna çıkmalı. (Kendi kendime söylenmek istemiyorum o yüzden: Tek çocuklar "bir ağaç gibi tek ve hür" olmak zorundadır. Ol/mak zor/unda.)
İşte bu iki yanıyla da Nohut Oda bir çocukluk-ergenlik ve ergenlik-yetişkinlik geçişleri kitabı benim gözümde. Yalnız geçiş demişken, geç(e)meyenler daha bir ağır sanki sayfalarda. Öyle sürüsüyle karakter falan yok, zaten buna gerek de yok. Çünkü kitaptaki bir karakter, şu an yaşadığımız topraklarda milyonlara tekabül ediyor, buna eminim. Eğer öyle olmasaydı en yakınımızdaki arkadaşlarımızın en sık söylediği söz şu olmazdı: Kendimi havada asılı hissediyorum, dev bir boşlukta gibiyim.
Öyle geldin çünkü dünyaya. Ebeveynlerin de muhakkak havada asılı kalmışlardı bir dönem, dev bir boşlukta gittiler geldiler, onların ebeveynleri de. Ama sorun şu, kimse bunun üzerine gitmeyi, o kabuğunun farkına varmayı tercih etmedi. Yüzleşmedi, daima kaçtı. ("Sabahın beşinde koşmaya giden insanların yüzde doksanı hayatlarında mutlaka bir şeylerden kaçıyordur" diyen Yüce Zerey'e selam olsun). Eh, kaçanların hesabı da sana kaldı. Nakit mi ödersin kartla mı? Üçüncü bir yol olarak mutfak var: bulaşıklar. Ev biraz da insan kalbinin mutfağı değil midir. Ne ararsan orada ve hatta nelerden kaçıyorsan orada. Dolayısıyla dön dolaş, kabuk sırtında...
Melisa Kesmez, bir röportajında "Evde kendi küçük cennetini yaratmak dışarıdaki gerçekliği değiştirmiyor" diyor. Çok haklı. Bu yüzden 'kendine ait bir oda' kurmanın da bir anlamı kalmadı. Ne zaman geçeceksin o odaya? Sabah gitmek zorunda olduğun bir iş, ödemek zorunda olduğun kiralar ve faturalar -araya sıkışan borçlar ve krediler-, üstlendiğin sorumluluklar, binmek zorunda olduğun metrobüs. Hep zorundasın. O yüzden zorunda olduklarımızdan biraz uzaklaşıp, kabuğumuzla barışık yaşamanın da bir formülünü üretmek gerekiyor: "Sonuçta her şeyin değil ama pek çok şeyin gerçekliği senin kendini neye inandırdığınla ilgiliydi."
Nohut Oda'nın en hain -evet en hain!- tarafı, tam bir şeylerin değişeceğine dair bir umuda, inanca yaklaştırırken hislerimizi ansızın her şeyin olduğu yere dönmesi. Kurgu anlamında söylemiyorum bunu, daha çok his, duygu. Bana İsmet Özel'in "her sevinç nöbetimde kusmak sunuldu bana" dizelerini hatırlatan şu cümlelere bir bakın, belki hak verirsiniz: "Gülüyorum kendime. Peki, diyorum, peki hayatcığım, anladım, daha bitmedi, daha doldurmam lazım gelen çile var, peki. Özgürlük erken bir hayaldi demek. Tamam, isyan etmiyorum. Sakinim. Ne zaman kendimi biraz güçlü, biraz haklı hissetsem, ivedilikle haddimin bildirilmesine alışkınım ben..."
Kitabın içindeki hikâyelerin isimleri çok şey söylüyor Nohut Oda'ya dair. Bizi nasıl insanların, nasıl hayatlarına beklediğine dair: Kalanlar, Son Bir Çay, Annemin Çadırı, Görüşürüz, Kız Kardeşim Handan. Burada son hikâyenin ciddi bir sarsıcı boyutu olduğunu da söylemem lâzım. Yani ne bileyim, bir kısa filmi mi olsaydı bu hikâyenin. Sanki bir romanın, hem de baya kuvvetli bir romanın hain bir editör -ne çok hain var!- tarafından kesilmiş, biçilmiş, kan revan içinde bırakılmış hâli gibi. Şu cümleler gibi:
"Aradığım bir şey vardı, beklediğim bir kurtuluş ânı, bir "her şey yoluna girecek" duygusu... Başta varmayı umduğum yer neresiydi, artık pek emin değildim ama oraya varamadığım kesindi."
O zaman bu yazı da bu cümlelerle bitsin be. Çünkü öyle bitiyor Nohut Oda. Acı bir iç çekişle. O biricik kabuğunun içine çekilmeyle...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
5 Ekim 2018 Cuma
Ölümcül fedakârlık
Bazı kitaplar sadece isimleriyle bile çok şey anlatır. Kitabın ismini duyan ‘okuyucu’ hafifçe irkilir. İhtimaller sıralanır. Anlatım mecazi ise anlam derinliği muhteşemdir ve edebi sanatın hakkı verilmiştir. Yok olay gerçek ise sarsıcıdır ve merak uyandırır. Kısa süre önce Jaguar Kitap’tan çıkan Kanını Satan Adam bu tür eserlere yerinde bir örnek. Modern Çin edebiyatının önemli temsilcilerinden Yu Hua’nın kaleme aldığı iki yüz altmış sayfalık eser Erdem Kurtuldu tarafından Türkçeye çevirilmiş. Özenli çeviri okumaya keyif katıyor.
Romanın dili oldukça sade ve anlatımı son derece akıcı. Bu açıdan Yu Hua ‘sıradan’ denilebilecek bir olayı ustaca hikâyeleştirmiş diyebiliriz. Yalnız buradaki sıradanlığı aleladelik ya da basitlik olarak değerlendirmemek gerekiyor. Yaşananlar ağır fakat anlatım hafifleştirilmiş. Bir anlamda okuma ve anlama kolaylaştırılmış. Daha önemlisi yazarın bu çabası romanı gerçeğe yaklaştırmış.
Metinde, ‘yazar anlatıcı’ (o anlatıcı) tekniği uygulayan Yu Hua’nın kendini olayın dışında tutma konusunda oldukça başaralı bir iş çıkardığı görülüyor. Eserin sahibi olarak konuya müdahil olmamasının yanında olayı kurgulayan değil aktaran (ya da gösteren) izlenimini veriyor. Anlatım kendi mecrasında akıyor, olaylar sanki kendiliğinden gelişiyor.
Çin’de komünist lider Mao Zedong’un (1893-1976) iktidar olduğu yıllarda (1954-1976) geçen hikâye dönemin kültürel, ekonomik, toplumsal ve siyasi yapısına yönelik bilgiler içeriyor. Çin komünist devrimi yapılmıştır. Baskı altında tutulan toplumun yaşam standartları oldukça düşüktür. İnsanlar zorlukla geçinmektedir. Buna ek olarak halk bir de kıtlıkla mücadele etmek durumunda kalmıştır. Arkasından gelen Kültür Devrimi (1965-1969) ve yönetimin keyfi uygulamaları hayatı zindana çevirmiştir.
Romanda köylü ve şehirlilerin farklı anlayışlara ve yaşam biçimlerine sahip olduğu görülüyor. Toplumdaki kadın-erkek algısına ve konumladırılışına özellikle dikkat çekmek gerekiyor diye düşünüyorum. İstisnasız her toplumda görülen erkek egemen anlayış bu romanda da kendini gösteriyor. Dikkat çeken bir başka nokta ise yumuşak bir üslupla yapılan komünizm eleştirisi diyebiliriz. Yu Hua komünizmin insanlık dışı uygulamalarının yol açtığı toplumsal kaosu hikâyenin doğal bir parçası hâline getiriyor. Acıları tüm çıplaklığıyla aktarıyor lakin tepkisel bir durum oluşmuyor. Sanki devrim ve yaşananlar hayatın doğal akışının bir parçası gibidir ve başka bir alternatif yoktur.
Eser baştan sona ekonomik sorunlar üzerinden kurgulanmış. Halk geçim zorluğu çekmektedir. Kan satarak para kazanacağını öğrenen başkarakter (Xu Sanguan) paraya ihtiyaç duyduğunda kanını satmaya başlar. Yalnız öyle her zaman yapmaz bu işi. Gerçekten para gerektiğinde bu yola başvurur. Kan satmak para kazandırmasının yanında sembolik anlamlar da taşır. Örneğin köylüler için kan satmak sağlıklı olmanın göstergesi iken şehirliler kan satmayı ahlaki bir zaaf olarak değerlendirir. Onlara göre kanını satan atalarını satmaktadır. Karısı ve üç çocuğuyla şehirde yaşayan Xu Sanguan bu yargıyı önemsemez. Sonuçta kanı ailesi için satmaktadır. Birgün çok fazla paraya ihtiyaç duyar. Dolayısıyla çok fazla kan satması gerekmektedir. Ölmek pahasına kan satmayı göze almıştır.
Her ne kadar siyasi dili ağır değilse de imalı anlatımdan devrimlerin topluma fayda vermediğini okumak mümkün. Az da olsa Çin kültürüne has dini/mitolojik dil bulunuyor. Bunun yanında alt metinde iyilik kavramı ve toplumsal ahlakın sorgulandığını söyleyebiliriz. Komünizme geçilmeye çalışılan bir toplumda cinsiyetçi bakış ve sınıfsal farklılıklar yaşantıyı belirliyor. Bu açıdan hikâye ironik bir yapıya sahip. Yozlaşmış sistem yer yer karikatürize edilerek anlatılıyor. Açlık, kıtlık, yoksulluk öne çıkan vurgular. İyilik ve fedakarlık ise kaosun içinde kendine yer bulan insani değerler. Psikolojik yönü ağır basan ve acıyla yoğrulan Kanını Satan Adam, insanı, insan olmayı yeniden sorgulatıyor okuyucuya.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
Romanın dili oldukça sade ve anlatımı son derece akıcı. Bu açıdan Yu Hua ‘sıradan’ denilebilecek bir olayı ustaca hikâyeleştirmiş diyebiliriz. Yalnız buradaki sıradanlığı aleladelik ya da basitlik olarak değerlendirmemek gerekiyor. Yaşananlar ağır fakat anlatım hafifleştirilmiş. Bir anlamda okuma ve anlama kolaylaştırılmış. Daha önemlisi yazarın bu çabası romanı gerçeğe yaklaştırmış.
Metinde, ‘yazar anlatıcı’ (o anlatıcı) tekniği uygulayan Yu Hua’nın kendini olayın dışında tutma konusunda oldukça başaralı bir iş çıkardığı görülüyor. Eserin sahibi olarak konuya müdahil olmamasının yanında olayı kurgulayan değil aktaran (ya da gösteren) izlenimini veriyor. Anlatım kendi mecrasında akıyor, olaylar sanki kendiliğinden gelişiyor.
Çin’de komünist lider Mao Zedong’un (1893-1976) iktidar olduğu yıllarda (1954-1976) geçen hikâye dönemin kültürel, ekonomik, toplumsal ve siyasi yapısına yönelik bilgiler içeriyor. Çin komünist devrimi yapılmıştır. Baskı altında tutulan toplumun yaşam standartları oldukça düşüktür. İnsanlar zorlukla geçinmektedir. Buna ek olarak halk bir de kıtlıkla mücadele etmek durumunda kalmıştır. Arkasından gelen Kültür Devrimi (1965-1969) ve yönetimin keyfi uygulamaları hayatı zindana çevirmiştir.
Romanda köylü ve şehirlilerin farklı anlayışlara ve yaşam biçimlerine sahip olduğu görülüyor. Toplumdaki kadın-erkek algısına ve konumladırılışına özellikle dikkat çekmek gerekiyor diye düşünüyorum. İstisnasız her toplumda görülen erkek egemen anlayış bu romanda da kendini gösteriyor. Dikkat çeken bir başka nokta ise yumuşak bir üslupla yapılan komünizm eleştirisi diyebiliriz. Yu Hua komünizmin insanlık dışı uygulamalarının yol açtığı toplumsal kaosu hikâyenin doğal bir parçası hâline getiriyor. Acıları tüm çıplaklığıyla aktarıyor lakin tepkisel bir durum oluşmuyor. Sanki devrim ve yaşananlar hayatın doğal akışının bir parçası gibidir ve başka bir alternatif yoktur.
Eser baştan sona ekonomik sorunlar üzerinden kurgulanmış. Halk geçim zorluğu çekmektedir. Kan satarak para kazanacağını öğrenen başkarakter (Xu Sanguan) paraya ihtiyaç duyduğunda kanını satmaya başlar. Yalnız öyle her zaman yapmaz bu işi. Gerçekten para gerektiğinde bu yola başvurur. Kan satmak para kazandırmasının yanında sembolik anlamlar da taşır. Örneğin köylüler için kan satmak sağlıklı olmanın göstergesi iken şehirliler kan satmayı ahlaki bir zaaf olarak değerlendirir. Onlara göre kanını satan atalarını satmaktadır. Karısı ve üç çocuğuyla şehirde yaşayan Xu Sanguan bu yargıyı önemsemez. Sonuçta kanı ailesi için satmaktadır. Birgün çok fazla paraya ihtiyaç duyar. Dolayısıyla çok fazla kan satması gerekmektedir. Ölmek pahasına kan satmayı göze almıştır.
Her ne kadar siyasi dili ağır değilse de imalı anlatımdan devrimlerin topluma fayda vermediğini okumak mümkün. Az da olsa Çin kültürüne has dini/mitolojik dil bulunuyor. Bunun yanında alt metinde iyilik kavramı ve toplumsal ahlakın sorgulandığını söyleyebiliriz. Komünizme geçilmeye çalışılan bir toplumda cinsiyetçi bakış ve sınıfsal farklılıklar yaşantıyı belirliyor. Bu açıdan hikâye ironik bir yapıya sahip. Yozlaşmış sistem yer yer karikatürize edilerek anlatılıyor. Açlık, kıtlık, yoksulluk öne çıkan vurgular. İyilik ve fedakarlık ise kaosun içinde kendine yer bulan insani değerler. Psikolojik yönü ağır basan ve acıyla yoğrulan Kanını Satan Adam, insanı, insan olmayı yeniden sorgulatıyor okuyucuya.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
Yas kültürünün özgün romanı
Bir kitap okuyup da hakkında yazmak için bilgisayarın başına geçmeyeli epey zaman olmuş. Buna mukabil “iyi kitap” tanımlamasına “bende ona dair yazma güdüsü uyandıran” ifadesini ekliyorum.
Bayel Ağıtçıları romanı Gulam Hüseyin’in en bilinen aynı zamanda da ustalık eseri. Birbirine bağlı sekiz hikâyeden oluşan bir roman ve bu bölümler coğrafya ve karakterler bakımından birbiriyle ilişkili ama konu bakımından birbirinden ayrışan hikâyeler. Dördüncü ve bence en lezzetli hikâye olan inek meseli “Gav” adıyla sinemaya da uyarlanmış ve böylece hem yazarın hem de kitabın ünü yurtdışına kadar ulaşmış.
Bayel Ağıtçıları kültürel anlamda tam bir “doğu” romanı. Daha özele inmek gerekirse bir şii köyü olan Bayel’in insanlarının hikâyesi. En nihayetinde de 1960lar İran’ının panoraması. Elias Canetti’nin de Kitle ve İktidar kitabında işaret ettiği gibi bir yas kültürü olan şii toplumunun serencamı bu roman. Bunda tabi toplumsal yıkımların ve büyük kederlerin kitlelerin ruhuna nasıl sirayet ettiği de açık. Gulam Hüseyin, gerek siyasi gerek de sosyal geçmişin bir köyün ruhuna nasıl da keskin şekilde sirayet ettiğine işaret ediyor. Ağıt ve yas kültürünün Bayel halkının çevresini saran efsunuyla köy halkının tek ümidinin hep göklerden gelecek bir mucizeye bel bağlaması ise yine kültürel kodlamaların dışa vurumu. Ne yazık ki o mucize roman boyunca bir türlü vuku bulmuyor.
Acıya ve kedere yas tutarak karşı koyma gayreti içindeki köy halkı aynı zamanda da fena bir yoksullukla idame ettirmeye çalışıyorlar hayatlarını ama bu konuda da bir isyanları söz konusu değil. Ve kanıksanan bu yokluk durumunu alt metne çok iyi yerleştirmiş. Anlatımda beni en sarsan şey ise tüm bu ölüm, açlık, yokluk meselelerinde kimsenin hatta köyün bilge kişisi Kethüda’nın bile sorunun özündeki gerçeği kavramaya yeltenmeyişlerindeki edilgenliğini anlatışı oldu. Meseleyi kavrama, derine inme ve değiştirme çabası yerine kabullenişlerini izah etmedeki ustalığı takdire şayan. Yüzünü tamamen batıla dönmüş bir köyün bu hastalıklı haliyle yaşama mücadelesi hem absürt hem de gerçeğe çok yakın duruyor ki okurken gelgitler yaşıyorsunuz. Bunu “gerçekle büyülü gerçeklik” arasında kalmak diye de tanımlayabiliriz.
Bayel Ağıtçıları romanı metafor anlamında da oldukça yüklü bir roman. Karakeçi, at, ana karakterlerden İslam, Kethüda, köpek, çıngırak sesi, siyah musalla taşı, siyah gömlek, Puruslular gibi atmosfere uygun imgelerle dolu. Köyün iyi yürekli ve herkese yardıma koşan kişisi İslam bir iftiraya uğrayıp da bu kırgınlıkla köyü terk etmeden önce evini çamurla kaplar ve öyle gider mesela. İslam’ın gidişinden hemen sonra komşu köyün ahalisinin İslam’a işe düşer ve Bayel’e gelip onu ararken “kimi arıyorsunuz” sorusuna “İslam’ı arıyoruz” der Seyyidablılar. Ve bu diyaloğun üzerine kitap Meşhedi Baba’nın şu sözleriyle son bulur:
“Sizi ne yapacağımı bilmiyorum!” dedi. Dönüp bir daha İslam’ın evine baktı. Meşhedi Baba ve Meşhedi Safer’in oğlu yaklaşıp atlara baktılar, atlar istifra eden biri gibi ayaklarını açıp başlarını aşağı indirmişlerdi, boğazlarından gelen kıvamlı kan, yarı açık ağızlarından köpürerek dışarı sızıyor; damla damla havuzun suyuna dökülüp can buluyordu. Tıpkı kanalizasyonun karanlık suyundan kurtulup engin denizlerin pırıl pırıl sularına dökülen irili ufaklı kurbağalar gibi."
Uzun süre daha böylesine kendine has bir roman daha okur muyum bilmiyorum.
Kenan Yusuf Taşkın
twitter.com/knnysf
Bayel Ağıtçıları romanı Gulam Hüseyin’in en bilinen aynı zamanda da ustalık eseri. Birbirine bağlı sekiz hikâyeden oluşan bir roman ve bu bölümler coğrafya ve karakterler bakımından birbiriyle ilişkili ama konu bakımından birbirinden ayrışan hikâyeler. Dördüncü ve bence en lezzetli hikâye olan inek meseli “Gav” adıyla sinemaya da uyarlanmış ve böylece hem yazarın hem de kitabın ünü yurtdışına kadar ulaşmış.
Bayel Ağıtçıları kültürel anlamda tam bir “doğu” romanı. Daha özele inmek gerekirse bir şii köyü olan Bayel’in insanlarının hikâyesi. En nihayetinde de 1960lar İran’ının panoraması. Elias Canetti’nin de Kitle ve İktidar kitabında işaret ettiği gibi bir yas kültürü olan şii toplumunun serencamı bu roman. Bunda tabi toplumsal yıkımların ve büyük kederlerin kitlelerin ruhuna nasıl sirayet ettiği de açık. Gulam Hüseyin, gerek siyasi gerek de sosyal geçmişin bir köyün ruhuna nasıl da keskin şekilde sirayet ettiğine işaret ediyor. Ağıt ve yas kültürünün Bayel halkının çevresini saran efsunuyla köy halkının tek ümidinin hep göklerden gelecek bir mucizeye bel bağlaması ise yine kültürel kodlamaların dışa vurumu. Ne yazık ki o mucize roman boyunca bir türlü vuku bulmuyor.
Acıya ve kedere yas tutarak karşı koyma gayreti içindeki köy halkı aynı zamanda da fena bir yoksullukla idame ettirmeye çalışıyorlar hayatlarını ama bu konuda da bir isyanları söz konusu değil. Ve kanıksanan bu yokluk durumunu alt metne çok iyi yerleştirmiş. Anlatımda beni en sarsan şey ise tüm bu ölüm, açlık, yokluk meselelerinde kimsenin hatta köyün bilge kişisi Kethüda’nın bile sorunun özündeki gerçeği kavramaya yeltenmeyişlerindeki edilgenliğini anlatışı oldu. Meseleyi kavrama, derine inme ve değiştirme çabası yerine kabullenişlerini izah etmedeki ustalığı takdire şayan. Yüzünü tamamen batıla dönmüş bir köyün bu hastalıklı haliyle yaşama mücadelesi hem absürt hem de gerçeğe çok yakın duruyor ki okurken gelgitler yaşıyorsunuz. Bunu “gerçekle büyülü gerçeklik” arasında kalmak diye de tanımlayabiliriz.
Bayel Ağıtçıları romanı metafor anlamında da oldukça yüklü bir roman. Karakeçi, at, ana karakterlerden İslam, Kethüda, köpek, çıngırak sesi, siyah musalla taşı, siyah gömlek, Puruslular gibi atmosfere uygun imgelerle dolu. Köyün iyi yürekli ve herkese yardıma koşan kişisi İslam bir iftiraya uğrayıp da bu kırgınlıkla köyü terk etmeden önce evini çamurla kaplar ve öyle gider mesela. İslam’ın gidişinden hemen sonra komşu köyün ahalisinin İslam’a işe düşer ve Bayel’e gelip onu ararken “kimi arıyorsunuz” sorusuna “İslam’ı arıyoruz” der Seyyidablılar. Ve bu diyaloğun üzerine kitap Meşhedi Baba’nın şu sözleriyle son bulur:
“Sizi ne yapacağımı bilmiyorum!” dedi. Dönüp bir daha İslam’ın evine baktı. Meşhedi Baba ve Meşhedi Safer’in oğlu yaklaşıp atlara baktılar, atlar istifra eden biri gibi ayaklarını açıp başlarını aşağı indirmişlerdi, boğazlarından gelen kıvamlı kan, yarı açık ağızlarından köpürerek dışarı sızıyor; damla damla havuzun suyuna dökülüp can buluyordu. Tıpkı kanalizasyonun karanlık suyundan kurtulup engin denizlerin pırıl pırıl sularına dökülen irili ufaklı kurbağalar gibi."
Uzun süre daha böylesine kendine has bir roman daha okur muyum bilmiyorum.
Kenan Yusuf Taşkın
twitter.com/knnysf
4 Ekim 2018 Perşembe
Çin'e gidemeyen Çin imparatoru
Alman Edebiyatı’nın son dönemdeki önemli yazarlarından olan Tilman Rammstedt’in dilimize çevrilen tek kitabı Çin İmparatoru, geçtiğimiz Ekim 2017'de, Dedalus Kitap etiketiyle yayımlandı. Alanında önemli bir yazar olan Rammstedt’in, Çin İmparatoru kitabıyla, Almanca yazılmış eserlere verilen Ingeborg Bachmann Ödülü'nü de aldığını söylememiz gerekir.
182 sayfalık kitaba aslında bir novella da diyebiliriz. Zira içinde bir tane ana olayın geçtiği kitabın fazla dal budak salmadan sona ermesi, uzun hikâye tadı da verebiliyor okura. Kanaatimce romandan ziyade novella demek daha doğru bir ibare olacaktır.
Bazı kitaplar konularının farklılığıyla, bazıları ise sıradan konuları işleyiş tarzıyla diğer kitaplardan ayrılırlar. Ben Çin İmparatoru'nu, farklı bir konuyu işlediğinden dolayı dikkate değer buluyorum.
İlişkiler bazında klâsik bir Avrupa ailesine sahip olan Keith, kardeşleri ve dedesiyle yaşamaktadır. Dedelerine bir sürpriz yapmak isteyen torunları, ona, nereye gideceğini kendisinin seçeceği bir gezi hediye ederler. Keith’in dedesi Çin diye tutturunca hikâye başlar. Diğer kardeşler bu gezide dedelerine refakat edecek kişi olarak da Keith’i seçince, kitap boyunca Keith ve dedesi ekseninde başlayan ve adım adım gelişen bir hikâye karşımıza çıkar. Fakat ilginç olan şudur ki, Keith, dedesiyle gitmesi için gerekli olan parayı kumarda kaybeder ve dedesini tek başına Çin’e gönderir. Kendisi de bu süre zarfında, kardeşlerinin yaşadığı evin hemen karşısındaki kendi küçük evinde, bir masanın altında saklanır. Daha ilk sayfada bu durumdan şöyle bahseder Keith: “On gündür neredeyse bütün hikâye çalışma masasının altında dönüyordu. Sağa sola emekleyerek gidiyor, odanın yalnızca dışarıdan görünmeyen bölümlerinde hareket ediyordum. Dizlerime bulaşık süngerleri bağlamıştım. Çalışma masasının altında uyuyor, kendime orada sandviç hazırlıyordum. Masanın alt yüzüne yıldızlı bir gökyüzü çizmiştim ve Çin’den dönmem için inandırıcı bir süre olan iki haftanın geçmesini bekliyordum ki sonra da açıklanabilecek ne varsa bir şekilde açıklayabileyim.”
Fakat ölümsüz olmaya çalışan ve belki de ölümün ona uğramayı unutabileceğini düşünen dedesi, henüz yoldayken, Çin’e gidemeden ölür. Dedesinin cesedini teşhis etmesi için morga çağrılan Keith, bundan sonra kendisiyle bir savaşa başlar. Sığındığı masanın altında durup oyuna devam etmek ya da saklanmayı bırakıp dedesinin ölüsünü teşhise gitmek. Fakat sonunda oyundan vazgeçer ve dedesini teşhis etmek için morga gider.
Çin İmparatoru olayların belli bir kronolojiyle ilerlemediği, hatta karma bir şekilde dizildiği bir kitap. Fakat Tilman Rammstedt, bu durumun içinden başarılı bir şekilde sıyrılmış. Keith'in bakış açısından anlatılan kitapta herhangi bir karışıklık sezmiyor okur. Geri dönüş tekniğinin kullanılarak, Keith'in dedesiyle olan ilişkisinin ne durumda olduğunu, aralarının eskiden beri nasıl olduğunu da öğrenebiliyoruz. Hatta kardeşler de kısmen yer buluyor geri dönülen anlarda. Ayrıca anlatıma katılan, Keith’in kardeşlerine sanki Çin’deymiş gibi yazdığı fakat göndermediği, tamamen Keith tatafından kurgulanan mektuplar, kitabın büyük bir bölümünü kaplıyor. Bu mektuplar sayesinde, Keith ve dedesi sanki Çin’deymiş gibi ayrıntılı birçok şeyi okura aksettiriyor yazar. Kitabın sonunda Çin’e dair anlatılanlarda gerçeğe uygun olan her şeyin Lonely Planet Çin gezi rehberinden alındığının da notu düşülmüş.
Yazar, kitapta karakter incelemelerinde biraz eksik kalmış diyebilirim. En başarılı ve ayrıntılı olarak Keith’in dedesinin profilini çizmiş. 'Fırlama' bir dede olarak yansıttığı bu karakterin davranışlarını gözümüzün önünde canlandırmak hiç zor olmuyor; fakat Keith’in hangisinin gerçek hangisinin üvey olduğunu bilmediği kardeşlerini neredeyse hiç tanıtmamış okura. Aslında kardeşler üzerinden de bir konu açılsaydı, kitap hacim ve konu olarak biraz daha genişlemekle birlikte daha başarılı bir noktaya gidebilirdi. O zaman tam olarak bir roman denebilirdi Çin İmparatoru'na.
Tilman Rammstedt, dede karakterinden başka, Keith’in de duygusal yönden gelgitlerini ve iç düşüncelerini başarılı bir şekilde yansıtmış diyebilirim. Öyle ki bir dede-torun ilişkisini olumlu ve olumsuz anlamlarda görebiliyoruz. Bu ilişkinin içinde, dedesinden uzak kalmaya çalışan; fakat bazen duygusal bir şekilde dedesine yaklaşan, hatta onun ölümünü öğrendikten sonra dedesi hakkında en olumlu duyguları hissetmeye başlayan Keith’in psikolojisinin çizdiği çerçeve son derece başarılı oluşturulmuş yazar tarafından. Bir kimseyi sağlığında çok önemsemezken öldükten sonra değerini anlama durumunu eserine aktarması çok başarılı Rammstedt’in. Keith başlarda dedesi için “…en azından dedemle, daha yakından bakacak olursak onunla hiçbir yere gitmek istemiyordum, hiçbir dağa, hiçbir sahile, hiçbir çöle, hiçbir müzeye, hiçbir kaplıcaya” dediği hâlde, sonrasında dedesini morgda teşhis ederken “…gözlerimi kapamamalı, inlememeli, bağırmamalı ya da hıçkırmamalıydım, çok uzun da bakamazdım, oysa uzun uzun bakmak istiyordum, en az bir saat bakmak, hiçbir şeyi kaçırmamak, her şeyi hafızama kazımak istiyordum. Dedemin cildindeki her lekeyi, her kırışıklığı, saçının her bir telini.” deme safhasına gelmesi aradaki duygu farkını net şekilde okura gösteriyor.
Suçluluk duygusunun -Keith’in dedesiyle Çin’e gitmemesi- başarılı bir şekilde işlendiği kitapta yazar, belki de böyle bir eserde karşımıza çıkacağını ummayacağımız şekilde mizahi unsurlar kullanmış. Özellikle dede karakterinin mizahi tarafı oldukça yüksek tutulmuş. Bu da okurun ara ara da olsa gülümsemesine yol açacaktır. Son olarak çeviriye de değinmek gerekir diye düşünüyorum. Son olarak değiniyor olmam, çeviri işinin önemsizliğine değil, aksine, önemine binaen yaptığım bir şeydir. Arada kaynayıp gitmesin istedim. Çevirmen Esen Tezel’in yaptığı işi son derece başarılı buldum. Okumayı kolaylaştırmasının yanında, birkaç yerde bizim kültürümüzle ilgili motifler de kullanması hiç sırıtmamış. Tersine, zaten sade bir üslûpla yazılan kitabın okunuşunu daha da kolaylaştırmış.
Türkçeye, özellikle son birkaç yıldır bazı yayınevleri, farklı farklı ülkelerin edebiyatlarından çok başarılı ve güncel çeviri romanlar, hikâyeler kazandırıyor. Dedalus da bunlardan biri. Çin İmparatoru eksikleriyle beraber başarılı bir eser. Yazarının da genç olması, daha da başarılı eserlerin yazılabilmesi için bir umut bence. Bekleyelim, görelim.
Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10
182 sayfalık kitaba aslında bir novella da diyebiliriz. Zira içinde bir tane ana olayın geçtiği kitabın fazla dal budak salmadan sona ermesi, uzun hikâye tadı da verebiliyor okura. Kanaatimce romandan ziyade novella demek daha doğru bir ibare olacaktır.
Bazı kitaplar konularının farklılığıyla, bazıları ise sıradan konuları işleyiş tarzıyla diğer kitaplardan ayrılırlar. Ben Çin İmparatoru'nu, farklı bir konuyu işlediğinden dolayı dikkate değer buluyorum.
İlişkiler bazında klâsik bir Avrupa ailesine sahip olan Keith, kardeşleri ve dedesiyle yaşamaktadır. Dedelerine bir sürpriz yapmak isteyen torunları, ona, nereye gideceğini kendisinin seçeceği bir gezi hediye ederler. Keith’in dedesi Çin diye tutturunca hikâye başlar. Diğer kardeşler bu gezide dedelerine refakat edecek kişi olarak da Keith’i seçince, kitap boyunca Keith ve dedesi ekseninde başlayan ve adım adım gelişen bir hikâye karşımıza çıkar. Fakat ilginç olan şudur ki, Keith, dedesiyle gitmesi için gerekli olan parayı kumarda kaybeder ve dedesini tek başına Çin’e gönderir. Kendisi de bu süre zarfında, kardeşlerinin yaşadığı evin hemen karşısındaki kendi küçük evinde, bir masanın altında saklanır. Daha ilk sayfada bu durumdan şöyle bahseder Keith: “On gündür neredeyse bütün hikâye çalışma masasının altında dönüyordu. Sağa sola emekleyerek gidiyor, odanın yalnızca dışarıdan görünmeyen bölümlerinde hareket ediyordum. Dizlerime bulaşık süngerleri bağlamıştım. Çalışma masasının altında uyuyor, kendime orada sandviç hazırlıyordum. Masanın alt yüzüne yıldızlı bir gökyüzü çizmiştim ve Çin’den dönmem için inandırıcı bir süre olan iki haftanın geçmesini bekliyordum ki sonra da açıklanabilecek ne varsa bir şekilde açıklayabileyim.”
Fakat ölümsüz olmaya çalışan ve belki de ölümün ona uğramayı unutabileceğini düşünen dedesi, henüz yoldayken, Çin’e gidemeden ölür. Dedesinin cesedini teşhis etmesi için morga çağrılan Keith, bundan sonra kendisiyle bir savaşa başlar. Sığındığı masanın altında durup oyuna devam etmek ya da saklanmayı bırakıp dedesinin ölüsünü teşhise gitmek. Fakat sonunda oyundan vazgeçer ve dedesini teşhis etmek için morga gider.
Çin İmparatoru olayların belli bir kronolojiyle ilerlemediği, hatta karma bir şekilde dizildiği bir kitap. Fakat Tilman Rammstedt, bu durumun içinden başarılı bir şekilde sıyrılmış. Keith'in bakış açısından anlatılan kitapta herhangi bir karışıklık sezmiyor okur. Geri dönüş tekniğinin kullanılarak, Keith'in dedesiyle olan ilişkisinin ne durumda olduğunu, aralarının eskiden beri nasıl olduğunu da öğrenebiliyoruz. Hatta kardeşler de kısmen yer buluyor geri dönülen anlarda. Ayrıca anlatıma katılan, Keith’in kardeşlerine sanki Çin’deymiş gibi yazdığı fakat göndermediği, tamamen Keith tatafından kurgulanan mektuplar, kitabın büyük bir bölümünü kaplıyor. Bu mektuplar sayesinde, Keith ve dedesi sanki Çin’deymiş gibi ayrıntılı birçok şeyi okura aksettiriyor yazar. Kitabın sonunda Çin’e dair anlatılanlarda gerçeğe uygun olan her şeyin Lonely Planet Çin gezi rehberinden alındığının da notu düşülmüş.
Yazar, kitapta karakter incelemelerinde biraz eksik kalmış diyebilirim. En başarılı ve ayrıntılı olarak Keith’in dedesinin profilini çizmiş. 'Fırlama' bir dede olarak yansıttığı bu karakterin davranışlarını gözümüzün önünde canlandırmak hiç zor olmuyor; fakat Keith’in hangisinin gerçek hangisinin üvey olduğunu bilmediği kardeşlerini neredeyse hiç tanıtmamış okura. Aslında kardeşler üzerinden de bir konu açılsaydı, kitap hacim ve konu olarak biraz daha genişlemekle birlikte daha başarılı bir noktaya gidebilirdi. O zaman tam olarak bir roman denebilirdi Çin İmparatoru'na.
Tilman Rammstedt, dede karakterinden başka, Keith’in de duygusal yönden gelgitlerini ve iç düşüncelerini başarılı bir şekilde yansıtmış diyebilirim. Öyle ki bir dede-torun ilişkisini olumlu ve olumsuz anlamlarda görebiliyoruz. Bu ilişkinin içinde, dedesinden uzak kalmaya çalışan; fakat bazen duygusal bir şekilde dedesine yaklaşan, hatta onun ölümünü öğrendikten sonra dedesi hakkında en olumlu duyguları hissetmeye başlayan Keith’in psikolojisinin çizdiği çerçeve son derece başarılı oluşturulmuş yazar tarafından. Bir kimseyi sağlığında çok önemsemezken öldükten sonra değerini anlama durumunu eserine aktarması çok başarılı Rammstedt’in. Keith başlarda dedesi için “…en azından dedemle, daha yakından bakacak olursak onunla hiçbir yere gitmek istemiyordum, hiçbir dağa, hiçbir sahile, hiçbir çöle, hiçbir müzeye, hiçbir kaplıcaya” dediği hâlde, sonrasında dedesini morgda teşhis ederken “…gözlerimi kapamamalı, inlememeli, bağırmamalı ya da hıçkırmamalıydım, çok uzun da bakamazdım, oysa uzun uzun bakmak istiyordum, en az bir saat bakmak, hiçbir şeyi kaçırmamak, her şeyi hafızama kazımak istiyordum. Dedemin cildindeki her lekeyi, her kırışıklığı, saçının her bir telini.” deme safhasına gelmesi aradaki duygu farkını net şekilde okura gösteriyor.
Suçluluk duygusunun -Keith’in dedesiyle Çin’e gitmemesi- başarılı bir şekilde işlendiği kitapta yazar, belki de böyle bir eserde karşımıza çıkacağını ummayacağımız şekilde mizahi unsurlar kullanmış. Özellikle dede karakterinin mizahi tarafı oldukça yüksek tutulmuş. Bu da okurun ara ara da olsa gülümsemesine yol açacaktır. Son olarak çeviriye de değinmek gerekir diye düşünüyorum. Son olarak değiniyor olmam, çeviri işinin önemsizliğine değil, aksine, önemine binaen yaptığım bir şeydir. Arada kaynayıp gitmesin istedim. Çevirmen Esen Tezel’in yaptığı işi son derece başarılı buldum. Okumayı kolaylaştırmasının yanında, birkaç yerde bizim kültürümüzle ilgili motifler de kullanması hiç sırıtmamış. Tersine, zaten sade bir üslûpla yazılan kitabın okunuşunu daha da kolaylaştırmış.
Türkçeye, özellikle son birkaç yıldır bazı yayınevleri, farklı farklı ülkelerin edebiyatlarından çok başarılı ve güncel çeviri romanlar, hikâyeler kazandırıyor. Dedalus da bunlardan biri. Çin İmparatoru eksikleriyle beraber başarılı bir eser. Yazarının da genç olması, daha da başarılı eserlerin yazılabilmesi için bir umut bence. Bekleyelim, görelim.
Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10
İrfan yollarının birleştiği bir gönül eri: Harakânî
"Ârifin her bir kelâmı bir mücevher kânıdır
Cânlara verir hayâtı âb-ı hayatdan leziz."
- Sâlih Baba, Divan
Anadolu'nun tasavvuf bahçelerinde öyle ulular yetişmiştir ki biz bazen onlardan ziyade talebelerini daha çok tanırız. Onlara ulaşana kadar talebelerinin yapıp ettikleriyle ilgileniriz. Bu elbette, biraz da popüler kültürün eseri. Ancak tasavvuf okumalarını araştırmaya dönüştüren, bunları yaparken de ciddiyetini koruyan herkes bahse konu ettiğim bahçelerin manevi mimarlarına ulaşabilirler. Yol muhakkak bir uluya uzanır. Er ya da geç bu olur ancak zamanın erliği ve geçliği bize göredir. Olan biten her şey, zaten belirlenmiş olan bir zamanda olur. Gayret bizden, tevfik Allah'tandır.
Ebu'l-Hasan el-Harakânî, Bistâm'ın kuzeyindeki Harakân köyünde dünyayı teşrif etmiş bir ulu zât. Öyle bir ulu ki Bâyezîd-i Bistamî henüz hayattayken, kendisinden yüz sene sonra Harakân'dan büyük bir Hakk dostunun çıkacağını söylemiş. Bu menkıbeye Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin naklinden ulaşıyoruz. Öte yandan Hz. Pir Mevlânâ'nın "Biz ilim mahfillerinde insanlara neyi arz ediyorsak Harakânî'den aldığımızdır" mealinde de bir sözü vardır.
Süleyman Uludağ hocanın İslam Ansiklopedisi'nde yer alan Harakânî sayfalarında gezindiğimizde, hazretin tam adının Ebü’l-Hasen Alî b. Ahmed (Ca‘fer) el-Harakānî olduğunu öğreniyoruz. Çiftçi bir ailedenmiş ve ümmîymiş. Bâyezîd-i Bistamî'nin türbesini ziyaret ettikten sonra onun ruhaniyetiyle terbiye edildiği belirtiliyor. Burada meraklılar üveysilik maddesine de muhakkak bakmalı ki bu terbiye meselesi anlam bulsun. Herevî'ye göre de Harakâni Hazretleri Ebü’l-Abbas el-Kassâb’ın mürididir fakat Herevî onun mertebesini şeyhinin mertebesinden daha yukarıda olarak zikreder.
Horasan'lı büyük mutasavvıflardan Ebû Saîd-i Ebü’l-Hayr da sık sık Harakânî Hazretlerinin bahçesinden istifade edenlerden. Hücvîrî'nin aktardığına göre Ebû Saîd, Harakānî’yi ziyarete gittiğinde meclisinde susmayı tercih edermiş. "Neden konuşmuyorsun?" diye sorulduğunda da "Bir hususta iki tercümana gerek yoktur" diye cevap verirmiş. Aralarında ciddi meşrep farklılıkları olan bu iki büyük zâtın aynı mecliste bir araya gelmesi de önem arz eder. Zira Harakâni Hazretleri raksa, semaya, tasavvufun hırka ve seccade gibi şeklî taraflarına uzak bir meşrepteyken Ebû Saîd kendi tekkesinde bunlara değer verirmiş. Ferîdüddin Attâr da Harakânî üzerine önemli bilgiler verenlerden. Tezkiretü’l-evliyâ adlı eserinde Abdülkerîm el-Kuşeyrî’nin, “Harakān’a gittiğimde Ebü’l-Hasan’ın heybeti ve haşmeti bana o kadar tesir etti ki dilim tutuldu" dediğini nakleder.
Büyüyenay Yayınları tarafından neşredilen Anadolu'nun Kalbi: Harakânî, ülkemizde tasavvuf araştırmaları dendiğinde ilk akla gelen kalemlerden Sadık Yalsızuçanlar'ın sorularına, ömrünü Harakânî Hazretleri'ne adamış ve Harakânî Vakfı başkanlığıyla birlikte Harakânî Kültür Merkezi faaliyetlerini yürüten bir gönül eri olan Yavuz Selim Uzgur'un verdiği cevaplardan oluşuyor. Bu tip kitapların en güzel yanı, büyüklerin hayatlarını en doğru ağızdan ve kaynakların ışığında öğrenebilmek oluyor. Çünkü bizler klasiklere ulaşıp onları okuma ve büyüklerin yamacına varıp, diz kırıp öğrenme iştiyakı besleme noktasında maalesef ki zayıf bir nesil olduk. Hiç değilse bu tip soru-cevap kitapları okuyarak aşka tutulmak mümkün. Hazretin dediği gibi: "Bu aşkı tatmak için okyanusta balık ol..."
Kitap boyunca şaşkınlık okuyucunun yakasını bırakmıyor. Çünkü karşımızda Hz. Peygamber'den itibaren gelen irfani kolların kendisinde birleştiği bir zat var. Bu zatın yanında veya uzağında yetişmiş, ondan feyz alıp beslenmiş diğer zatları duyunca insan daha da şaşırıyor. "Her kim bu kapıya gelirse ekmeğini verin ve sakın inancını sormayın" diyen bu ulus zat, aynı zamanda Gazneli Mahmud'u Hindistan'a, Çağrı Bey'i de Anadolu'ya doğru hareketlendirmiş, onlara dualarıyla ve manevi işaretleriyle güç-kuvvet olmuş.
Gazneli Mahmud bir vakit Harakânî Hazretleri'ni ziyaret etmek istiyor. Yola çıkmadan evvel haber gönderiyor, "sultan geliyor" manasında. Uzun bir yolculuk sonrasında tekkeye varıyor fakat kimse onu karşılamıyor. Sultan duruma bozuluyor ama pek bilmiyor ki kalplerin sultanlarının her hareketlerinde bir 'cevap' var. Gazneli Mahmud sultanlık elbisesini çıkarıp yanındaki görevlilerden Ayaz'a giydirip arkaya geçiyor. Bu sırada yanlarına gelen Harakânî Hazretleri elini uzatarak "Arkada durma, seni Allah sultan yaptı, millete hizmet edeceksin, sen öne gel" deyince sultan mahcup oluyor, aşkı meşk eden sohbet de başlıyor. Gazneli Mahmud'a öğütlerini verdikten sonra Harakânî Hazretleri'nin önüne sultan tarafından bir kese altın konuyor. Hazret "Bu nedir?" diye soruyor, sultan "Bunu tekkenize ve dervişlerinize harcarsınız" cevabını veriyor. Hazret hemen bir dervişinden kuru arpa ekmeği getirmesini istiyor. Sultana ikram edip "ye" diyor. Sultan iki lokma alıyor ama kuru ekmek tabii gitmiyor boğazdan. "Bu senin boğazında kaldı herhalde" diyor hazret. Sultan ancak "evet efendim" diyebiliyor. Derken hazret söyleyeceğini söylüyor: "E, oğlum, bu altınlar da yarın benim boğazımda kalır. al bunları ve buradan kaldır"... Yavuz Selim Uzgur şöyle neticelendiriyor meseleyi: "Hiçbir kimseden, hiçbir kraldan, hiçbir vezirden, devlet adamından hediye kabul etmemiş. Nakşibendî Efendimiz de öyledir malum."
Soruları soran bir tasavvuf âşığı, cevapları veren bir büyük gönül eri olunca kitap sadece Harakânî etrafında da dönmüyor elbette. Tıpkı bir zikir halkası gibi açıldıkça açılıyor, gelişip serpiliyor. Dolayısıyla birçok büyükten önemli nakiller, menkıbeler ve sözler peşi sıra söyleniyor. Bendenizi tasavvuf okumalarımda naçizane en çok etkileyen konu, büyüklerin taliplerine 'nasiplerince' söylemeleri. Yalsızuçanlar bu konuda güzel bir örnek veriyor: "Bursa'da Somuncu Baba Şeyh Hamid-i Veli Hazretleri'nin sırrı açığa çıkınca Molla Güranî Hazretleri de -kadıymış orada- birden bir aşka düşüyor. "Efendim, ben de dervişiniz olmak isterim" diye niyaz ediyor. Hazret, "Tabii olur, evladım" diyor. "Ne yapmam lazım?" diyor, "Ne emredersiniz?". "Şu, eşeğime bin, Bursa sokaklarında dolaş da gel" diyor. Güranî "Bunu yapamam sultanım" deyince, Somuncu Baba, "Peki evladım," yapacağın kadarını veririz sana da" diyor."
Yavuz Selim Uzgur burada Yunus Emre'mizin İşitin Ey Yarenler şiirindeki "Ere aşk gerek önden andan dervîşe benzer" dizesini hatırlatıp şöyle açıyor meseleyi: "Aşk olmadan meşk olmaz. Bir üstada insanı vasıl edecek olan aşktır. Sonra nasibi erer, hakikat ilmini tahsil için mürşidin huzuruna varır. Bakınız Kuşeyrî gibi bir zat... Âlim, arif, nazari tasavvufun erken dönemde önemli isimlerinden. Hazret'in huzuruna varınca bütün bildiklerini unutuyor. Aşk, bu manada yıkıcıdır, yakıcıdır. Yıkar ve yeniden yapar. Önceden yıkılmak lazım. Satırdan, kitaplardan biraz bilgi alıyor insanlar "oldum" sanıyorlar kendilerini. Guenon, "Kitap okunarak arif olunmaz" diyor. Harakânî Efendimiz de, "O'na varlığını takdim ettiğin zaman, O sana hayat bahşeder" der. İnsan benlik davasıyla insan olmaz. Önce benliği aşkla yakmak gerekir. Bu süreç tabii çok sancılıdır. Harakânî Hazretleri, "Okyanusun dibinde tutuşmuş birisi, nasıl sükûnet içinde olabilir ki?" diyor. Ne güzel bir benzetme! Okyanusun dibindesin ve yanıyorsun. Hakk'ı arayan insanın, O'na vasıl olmak, ölmeden evvel ölmek, benliğinde Hakk'ı görmek, bulmak dileyen kişinin hâli böyledir."
Güncele ve magazine dalmadan, o dille konuşmadan, günümüzün tasavvuf etkinliklerine hangi nazarla bakmamız gerektiğine dair bazı örnekler de var kitapta. Özellikle efendilerin daima kendi kıyılarında, dervişleriyle bir arada vakit geçirmeleri ve devlet yöneticilerine olan mesafeleri konusunda... Nakşibendi yolunun büyüklerini bu konuda epey belirgin biçimde tanıyabiliyoruz kaynaklardan; tavırlarını, duruşlarını, usulden taviz vermemelerini... Bir de sema var. Günümüzde birçok turistik kafede, belirli günlerde görülebilecek, bir miktar para verdikten sonra izlenebilecek bir hâl almış durumda. İşte semanın hikmetine dair Yavuz Selim Uzgur'dan çok kıymetli bir bilgi: "Bayezid-i Bistamî Hazretleri devamlı bir yerde duruyor. Ebu Said-i Ebu'l-Hayr ise geziyor. Yıllarca şeyhlik yapmış, sonra gelip Harakânî'den irşad olmuş. Yani orada tamamlamış. İki yüz kişiyle, yüz elli kişiyle geziyor, köylerde, gittiği yerde halkalar kuruyor. Mevlevîlerin semaı ondan gelmiştir. Yani semayı ilk Hz. Mevlânâ icad etmemiştir, ilk sufilerde de sema vardır. Hatta Harakânî Efendimizin huzurunda da bir sefer sema yapmışlar. Harakânî Hazretleri devamlı cehri zikir yapmazmış, ama cehri zikri dinlermiş, elinin birini yastığa dayar, o şekilde dinlermiş. Çok ısrar etmiş "Sen de sema yap" diye, Hazret kalkmış yedi defa dönmüş, cübbesini nasıl sallamışsa... Ayağını bir sefer yere vurmuş, kırk gün o yörenin çocukları anne sütü emememişler. Diyor ki, "Sema o kimsenin hakkıdır ki, elini kaldırdığı zaman yedi göğü irşad eder ve görür, ayağını vurduğu zaman da yedi zemini görür ve irşad eder, bu kimse ancak sema yapabilir, gerisi bir hevestir."
Harakânî Hazretleri'nin kabri Kars'ta bulunuyor. Çevresindeki yapılarla beraber kabri geçmiş savaşlarda epey zarar görmüş. Bu arada kabrin keşfi de bir büyük öyküdür, kitapta öğrenebileceksiniz. Kabri ve çevresindeki külliyeye en önemli bakım ve onarımı, hazretin aşkına tutulmuş III. Murad yaptırıyor, onu da okuyacaksınız. Nakkaş Seyyid Lokman'ın Şehinşâhnâme'sinde III. Murad'ın talimatıyla Lala Mustafa Paşa'nın Kars Kalesi ve Harakânî Külliyesi'ni imar ve tamir ettirdiğini gösteren bir minyatür yer alıyor.
Anadolu'nun Kalbi: Harakânî, aşkı nice gönülleri tutuşturmuş büyük bir zata doğru yakınlaşmak, onu daha fazla tanımak için güzel bir imkân. Okuyanına ve sevenine ne mutlu derken, kitapta yer alan hazrete ait sözlerden bazılarını aktararak bitireyim.
"Türkistan'dan Şam'a kadar olan sahada birinin parmağına batan diken, benim parmağıma batmıştır; birinin ayağına çarpan taş, benim ayağıma çarpmıştır. Onun acısını ben de duyarım. Bir kalpte üzüntü varsa, o kalp benim kalbimdir."
"Varlıklara karşı merhameti olmayan kişi, Allah sevgisini kalbinde taşıyamaz."
"Kırdığım kişi benden yüz çevirir. Sen ise her gün kırdığım ancak her zaman benimle olansın."
"Bütün dünya O'nu arar; fakat sadece O'nun aradıkları O'nu bulur."
"Yaratan'ın aşkına tutulmuş birisi yaratılmış hiçbir şey tarafından tatmin edilemez."
"Âşıkların kalp sızısı bu dünyanın da diğer dünyanın da ötesindedir çünkü onlar sevgiliyi layık olduğu şekilde hamdı sena etmeye çalışırlar."
"Kişinin aklı için en manalı uğraş, Dost'u zikretmektir."
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Cânlara verir hayâtı âb-ı hayatdan leziz."
- Sâlih Baba, Divan
Anadolu'nun tasavvuf bahçelerinde öyle ulular yetişmiştir ki biz bazen onlardan ziyade talebelerini daha çok tanırız. Onlara ulaşana kadar talebelerinin yapıp ettikleriyle ilgileniriz. Bu elbette, biraz da popüler kültürün eseri. Ancak tasavvuf okumalarını araştırmaya dönüştüren, bunları yaparken de ciddiyetini koruyan herkes bahse konu ettiğim bahçelerin manevi mimarlarına ulaşabilirler. Yol muhakkak bir uluya uzanır. Er ya da geç bu olur ancak zamanın erliği ve geçliği bize göredir. Olan biten her şey, zaten belirlenmiş olan bir zamanda olur. Gayret bizden, tevfik Allah'tandır.
Ebu'l-Hasan el-Harakânî, Bistâm'ın kuzeyindeki Harakân köyünde dünyayı teşrif etmiş bir ulu zât. Öyle bir ulu ki Bâyezîd-i Bistamî henüz hayattayken, kendisinden yüz sene sonra Harakân'dan büyük bir Hakk dostunun çıkacağını söylemiş. Bu menkıbeye Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin naklinden ulaşıyoruz. Öte yandan Hz. Pir Mevlânâ'nın "Biz ilim mahfillerinde insanlara neyi arz ediyorsak Harakânî'den aldığımızdır" mealinde de bir sözü vardır.
Süleyman Uludağ hocanın İslam Ansiklopedisi'nde yer alan Harakânî sayfalarında gezindiğimizde, hazretin tam adının Ebü’l-Hasen Alî b. Ahmed (Ca‘fer) el-Harakānî olduğunu öğreniyoruz. Çiftçi bir ailedenmiş ve ümmîymiş. Bâyezîd-i Bistamî'nin türbesini ziyaret ettikten sonra onun ruhaniyetiyle terbiye edildiği belirtiliyor. Burada meraklılar üveysilik maddesine de muhakkak bakmalı ki bu terbiye meselesi anlam bulsun. Herevî'ye göre de Harakâni Hazretleri Ebü’l-Abbas el-Kassâb’ın mürididir fakat Herevî onun mertebesini şeyhinin mertebesinden daha yukarıda olarak zikreder.
Horasan'lı büyük mutasavvıflardan Ebû Saîd-i Ebü’l-Hayr da sık sık Harakânî Hazretlerinin bahçesinden istifade edenlerden. Hücvîrî'nin aktardığına göre Ebû Saîd, Harakānî’yi ziyarete gittiğinde meclisinde susmayı tercih edermiş. "Neden konuşmuyorsun?" diye sorulduğunda da "Bir hususta iki tercümana gerek yoktur" diye cevap verirmiş. Aralarında ciddi meşrep farklılıkları olan bu iki büyük zâtın aynı mecliste bir araya gelmesi de önem arz eder. Zira Harakâni Hazretleri raksa, semaya, tasavvufun hırka ve seccade gibi şeklî taraflarına uzak bir meşrepteyken Ebû Saîd kendi tekkesinde bunlara değer verirmiş. Ferîdüddin Attâr da Harakânî üzerine önemli bilgiler verenlerden. Tezkiretü’l-evliyâ adlı eserinde Abdülkerîm el-Kuşeyrî’nin, “Harakān’a gittiğimde Ebü’l-Hasan’ın heybeti ve haşmeti bana o kadar tesir etti ki dilim tutuldu" dediğini nakleder.
Büyüyenay Yayınları tarafından neşredilen Anadolu'nun Kalbi: Harakânî, ülkemizde tasavvuf araştırmaları dendiğinde ilk akla gelen kalemlerden Sadık Yalsızuçanlar'ın sorularına, ömrünü Harakânî Hazretleri'ne adamış ve Harakânî Vakfı başkanlığıyla birlikte Harakânî Kültür Merkezi faaliyetlerini yürüten bir gönül eri olan Yavuz Selim Uzgur'un verdiği cevaplardan oluşuyor. Bu tip kitapların en güzel yanı, büyüklerin hayatlarını en doğru ağızdan ve kaynakların ışığında öğrenebilmek oluyor. Çünkü bizler klasiklere ulaşıp onları okuma ve büyüklerin yamacına varıp, diz kırıp öğrenme iştiyakı besleme noktasında maalesef ki zayıf bir nesil olduk. Hiç değilse bu tip soru-cevap kitapları okuyarak aşka tutulmak mümkün. Hazretin dediği gibi: "Bu aşkı tatmak için okyanusta balık ol..."
Kitap boyunca şaşkınlık okuyucunun yakasını bırakmıyor. Çünkü karşımızda Hz. Peygamber'den itibaren gelen irfani kolların kendisinde birleştiği bir zat var. Bu zatın yanında veya uzağında yetişmiş, ondan feyz alıp beslenmiş diğer zatları duyunca insan daha da şaşırıyor. "Her kim bu kapıya gelirse ekmeğini verin ve sakın inancını sormayın" diyen bu ulus zat, aynı zamanda Gazneli Mahmud'u Hindistan'a, Çağrı Bey'i de Anadolu'ya doğru hareketlendirmiş, onlara dualarıyla ve manevi işaretleriyle güç-kuvvet olmuş.
Gazneli Mahmud bir vakit Harakânî Hazretleri'ni ziyaret etmek istiyor. Yola çıkmadan evvel haber gönderiyor, "sultan geliyor" manasında. Uzun bir yolculuk sonrasında tekkeye varıyor fakat kimse onu karşılamıyor. Sultan duruma bozuluyor ama pek bilmiyor ki kalplerin sultanlarının her hareketlerinde bir 'cevap' var. Gazneli Mahmud sultanlık elbisesini çıkarıp yanındaki görevlilerden Ayaz'a giydirip arkaya geçiyor. Bu sırada yanlarına gelen Harakânî Hazretleri elini uzatarak "Arkada durma, seni Allah sultan yaptı, millete hizmet edeceksin, sen öne gel" deyince sultan mahcup oluyor, aşkı meşk eden sohbet de başlıyor. Gazneli Mahmud'a öğütlerini verdikten sonra Harakânî Hazretleri'nin önüne sultan tarafından bir kese altın konuyor. Hazret "Bu nedir?" diye soruyor, sultan "Bunu tekkenize ve dervişlerinize harcarsınız" cevabını veriyor. Hazret hemen bir dervişinden kuru arpa ekmeği getirmesini istiyor. Sultana ikram edip "ye" diyor. Sultan iki lokma alıyor ama kuru ekmek tabii gitmiyor boğazdan. "Bu senin boğazında kaldı herhalde" diyor hazret. Sultan ancak "evet efendim" diyebiliyor. Derken hazret söyleyeceğini söylüyor: "E, oğlum, bu altınlar da yarın benim boğazımda kalır. al bunları ve buradan kaldır"... Yavuz Selim Uzgur şöyle neticelendiriyor meseleyi: "Hiçbir kimseden, hiçbir kraldan, hiçbir vezirden, devlet adamından hediye kabul etmemiş. Nakşibendî Efendimiz de öyledir malum."
Soruları soran bir tasavvuf âşığı, cevapları veren bir büyük gönül eri olunca kitap sadece Harakânî etrafında da dönmüyor elbette. Tıpkı bir zikir halkası gibi açıldıkça açılıyor, gelişip serpiliyor. Dolayısıyla birçok büyükten önemli nakiller, menkıbeler ve sözler peşi sıra söyleniyor. Bendenizi tasavvuf okumalarımda naçizane en çok etkileyen konu, büyüklerin taliplerine 'nasiplerince' söylemeleri. Yalsızuçanlar bu konuda güzel bir örnek veriyor: "Bursa'da Somuncu Baba Şeyh Hamid-i Veli Hazretleri'nin sırrı açığa çıkınca Molla Güranî Hazretleri de -kadıymış orada- birden bir aşka düşüyor. "Efendim, ben de dervişiniz olmak isterim" diye niyaz ediyor. Hazret, "Tabii olur, evladım" diyor. "Ne yapmam lazım?" diyor, "Ne emredersiniz?". "Şu, eşeğime bin, Bursa sokaklarında dolaş da gel" diyor. Güranî "Bunu yapamam sultanım" deyince, Somuncu Baba, "Peki evladım," yapacağın kadarını veririz sana da" diyor."
Yavuz Selim Uzgur burada Yunus Emre'mizin İşitin Ey Yarenler şiirindeki "Ere aşk gerek önden andan dervîşe benzer" dizesini hatırlatıp şöyle açıyor meseleyi: "Aşk olmadan meşk olmaz. Bir üstada insanı vasıl edecek olan aşktır. Sonra nasibi erer, hakikat ilmini tahsil için mürşidin huzuruna varır. Bakınız Kuşeyrî gibi bir zat... Âlim, arif, nazari tasavvufun erken dönemde önemli isimlerinden. Hazret'in huzuruna varınca bütün bildiklerini unutuyor. Aşk, bu manada yıkıcıdır, yakıcıdır. Yıkar ve yeniden yapar. Önceden yıkılmak lazım. Satırdan, kitaplardan biraz bilgi alıyor insanlar "oldum" sanıyorlar kendilerini. Guenon, "Kitap okunarak arif olunmaz" diyor. Harakânî Efendimiz de, "O'na varlığını takdim ettiğin zaman, O sana hayat bahşeder" der. İnsan benlik davasıyla insan olmaz. Önce benliği aşkla yakmak gerekir. Bu süreç tabii çok sancılıdır. Harakânî Hazretleri, "Okyanusun dibinde tutuşmuş birisi, nasıl sükûnet içinde olabilir ki?" diyor. Ne güzel bir benzetme! Okyanusun dibindesin ve yanıyorsun. Hakk'ı arayan insanın, O'na vasıl olmak, ölmeden evvel ölmek, benliğinde Hakk'ı görmek, bulmak dileyen kişinin hâli böyledir."
Güncele ve magazine dalmadan, o dille konuşmadan, günümüzün tasavvuf etkinliklerine hangi nazarla bakmamız gerektiğine dair bazı örnekler de var kitapta. Özellikle efendilerin daima kendi kıyılarında, dervişleriyle bir arada vakit geçirmeleri ve devlet yöneticilerine olan mesafeleri konusunda... Nakşibendi yolunun büyüklerini bu konuda epey belirgin biçimde tanıyabiliyoruz kaynaklardan; tavırlarını, duruşlarını, usulden taviz vermemelerini... Bir de sema var. Günümüzde birçok turistik kafede, belirli günlerde görülebilecek, bir miktar para verdikten sonra izlenebilecek bir hâl almış durumda. İşte semanın hikmetine dair Yavuz Selim Uzgur'dan çok kıymetli bir bilgi: "Bayezid-i Bistamî Hazretleri devamlı bir yerde duruyor. Ebu Said-i Ebu'l-Hayr ise geziyor. Yıllarca şeyhlik yapmış, sonra gelip Harakânî'den irşad olmuş. Yani orada tamamlamış. İki yüz kişiyle, yüz elli kişiyle geziyor, köylerde, gittiği yerde halkalar kuruyor. Mevlevîlerin semaı ondan gelmiştir. Yani semayı ilk Hz. Mevlânâ icad etmemiştir, ilk sufilerde de sema vardır. Hatta Harakânî Efendimizin huzurunda da bir sefer sema yapmışlar. Harakânî Hazretleri devamlı cehri zikir yapmazmış, ama cehri zikri dinlermiş, elinin birini yastığa dayar, o şekilde dinlermiş. Çok ısrar etmiş "Sen de sema yap" diye, Hazret kalkmış yedi defa dönmüş, cübbesini nasıl sallamışsa... Ayağını bir sefer yere vurmuş, kırk gün o yörenin çocukları anne sütü emememişler. Diyor ki, "Sema o kimsenin hakkıdır ki, elini kaldırdığı zaman yedi göğü irşad eder ve görür, ayağını vurduğu zaman da yedi zemini görür ve irşad eder, bu kimse ancak sema yapabilir, gerisi bir hevestir."
Harakânî Hazretleri'nin kabri Kars'ta bulunuyor. Çevresindeki yapılarla beraber kabri geçmiş savaşlarda epey zarar görmüş. Bu arada kabrin keşfi de bir büyük öyküdür, kitapta öğrenebileceksiniz. Kabri ve çevresindeki külliyeye en önemli bakım ve onarımı, hazretin aşkına tutulmuş III. Murad yaptırıyor, onu da okuyacaksınız. Nakkaş Seyyid Lokman'ın Şehinşâhnâme'sinde III. Murad'ın talimatıyla Lala Mustafa Paşa'nın Kars Kalesi ve Harakânî Külliyesi'ni imar ve tamir ettirdiğini gösteren bir minyatür yer alıyor.
Anadolu'nun Kalbi: Harakânî, aşkı nice gönülleri tutuşturmuş büyük bir zata doğru yakınlaşmak, onu daha fazla tanımak için güzel bir imkân. Okuyanına ve sevenine ne mutlu derken, kitapta yer alan hazrete ait sözlerden bazılarını aktararak bitireyim.
"Türkistan'dan Şam'a kadar olan sahada birinin parmağına batan diken, benim parmağıma batmıştır; birinin ayağına çarpan taş, benim ayağıma çarpmıştır. Onun acısını ben de duyarım. Bir kalpte üzüntü varsa, o kalp benim kalbimdir."
"Varlıklara karşı merhameti olmayan kişi, Allah sevgisini kalbinde taşıyamaz."
"Kırdığım kişi benden yüz çevirir. Sen ise her gün kırdığım ancak her zaman benimle olansın."
"Bütün dünya O'nu arar; fakat sadece O'nun aradıkları O'nu bulur."
"Yaratan'ın aşkına tutulmuş birisi yaratılmış hiçbir şey tarafından tatmin edilemez."
"Âşıkların kalp sızısı bu dünyanın da diğer dünyanın da ötesindedir çünkü onlar sevgiliyi layık olduğu şekilde hamdı sena etmeye çalışırlar."
"Kişinin aklı için en manalı uğraş, Dost'u zikretmektir."
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
1 Ekim 2018 Pazartesi
"Eğer şuurundaysanız, anlarsınız."(*)
"Hep birlikte Allah'ın ipine sımsıkı yapışın; parçalanmayın. Allah'ın size olan nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman kişilerdiniz de O, gönüllerinizi birleştirmişti ve O'nun nimeti sayesinde kardeş kimseler olmuştunuz. Yine siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size ayetlerini böyle açıklar ki doğru yolu bulasınız."
- Âli İmrân Suresi, 103. Ayet.
"Ve Arapların Sesi radyosundan Ahmed Said bana Ramallah'ın artık bana ait olmadığını ve bundan sonra oraya dönemeyeceğimi söylüyor. Sınavlar haftalarca askıya alınıyor. Sınavlar kaldıkları yerden devam ediyor. Mezun oluyorum. İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünden lisansımı alıyorum, ama diplomamı asacak bir duvar bulamıyorum."
- Mourid Barghouti, Şairin Filistin'i
Zaruriyet; insanın okumak zorunluluğu. İnsanoğlu doğumundan ölümüne kadar aldığı yolda tecrübe etmek ve öğrenmekle meşgul. Kadın ya da erkek; gerek birey olarak gerekse toplum içindeki varlığı, onu isteyerek veya istemeyerek yüklendiği vasıflarla sürdürülebilir kılıyor. Müzisyenin nota bilmesi, mimarın T cetveli kullanabilmesi, yönetmenin kamerayı hareket ettirmesi, matematikçinin kafasındaki sayıları işleme dökebilmesi, mühendisin problemi çözebilme yetkinliği; öğrendiklerini tecrübe etmesiyle mümkün. Bunları gerçekleştirmek için, okumayı bilmek gerekir. Okumak bir aktivitedir çünkü dikkat verip odaklanmayı gerektirir, bir amacı vardır ve bunu yapmak için insan yazı dilinin kurallarını bilmelidir.
Okumak için gerekli beceriler sadece okuma yazmayı bilmek değil aynı zamanda sözcüklere dönüştürmeyi ve kurgusal karakterlerle empati kurmayı, tarihsel ve kültürel içeriği tanımayı, hikayenin dönüm noktalarını tahmin etmeyi, yazarın stilini eleştirmeyi ve değerlendirmeyi de içerir. Eleştirmeyi ve değerlendirmeyi bilmek, yalnızca yazılan harfleri bilmekle gerçekleşebilecek bir durum değildir. Müzisyenin sanat eserini dinlerken aynı zamanda notaları ve vuruşları kavrayabilmesi, mimarın bir yapıya bakarken taşın dilini anlayabilmesi, yönetmenin film çekerken kurguyu gerçekleştirebilmesi, matematikçinin teorisini ispat edebilmesi, mühendisin makineye baktığında onun geçmişini görebilmesi de bir okumadır aslında. Dolayısıyla okumak, insanın muhayyilesini genişleten ve şuur sahibi olmasını sağlayan yegâne eylemdir. Araç ve amaç iç içedir. Her ilahiyat okuyan alim olacak diye bir kaide yoktur. Anlam, arayana kendini açar.
Tam burada, okuyanın değil de okunanın niteliğine dair bir sorgulama çıkıyor. Nasıl ki, mânâ aleminin kat kat dereceleri varsa, okumanın da dereceleri var. Bilinçli okur dediğimiz, neye ihtiyacı olduğunu bilerek kitabı eline alan insandır. Nasıl ki doktor kalp ağrısına mide ilacı yazmıyorsa, kol kasına beyin ameliyatı yapmıyorsa; okur da kendi reçetesinde ne yazıyorsa onunla dimağını genişletmeye meyillidir, hatta mecburdur. Yani hem ağrısını bilen hem ilacını veren bizzat kendisidir. Okumak insana ayna tutup ne olduğunu ve ne olmadığı gösterir, bizzat kendini bildirir.
Okumak güzellemesi yaptığım bu kadar uzun bir girizgahtan sonra neden bu kitabı okuma ihtiyacı duyduğumu anlatmaya çalışayım. 6 Aralık 2017 tarihinde Amerikan Başkanı D. Trump'ın resmen Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıdığını bildiren protokole imza attığı bildirildi ve bunu protesto amacıyla 8 Aralık cuma günü camilerde "Kapanmayan Yaramız: Kudüs!" (1) başlıklı bir hutbe okundu. Namazın ardından da ilçe meydanında, kararı protesto amacıyla bir yürüyüş düzenleneceği belirtildi.(2)(3) Hatta haberlere göz atarken, bir gazetenin internet sitesinde, muhtarların D. Trump’ı protesto etmek amacıyla üzerine Trump yazdıkları mor turpları yerken çekildiği fotoğraflara rast geldim.(4) Elbette bunlar işin mübalağa boyutu. Ancak derinde yatan sebep, yakın tarihte Yahudiler ve Müslümanlar arasında neler yaşandığının bilinmemesinden kaynaklanıyor. Kağıt üzerinde herkes İsrail’e düşman ancak bunun deliline dair argümanlar bilinmiyor. Ben de bilmediğim için, bu konuda şuur sahibi olmadığımı hissettim ve konuyla ilgili okuma yapmaya karar verdim.
Tarihi, ansiklopedilerin kronoloji sayfalarındaki başlıklara ve izahatlere bakarak öğrenmek mümkündür.(5)(6) Daha somut verilere dayandığı için, gerçekliğine dair sorgulama yapmaya da daha az ihtiyaç duyulur. Ancak bir trajediyi anlamak için, muhakkak edebiyata ihtiyaç vardır. Çünkü korkunun, açıkça beyan edilmesiyle satır aralarında hissedilmesi arasındaki anlam çok büyüktür. Anlamak çözmeye yetmez; ancak insan bir kez hissettiğini ömrünce unutmaz. Bu yüzden, Kudüs üzerine yazılmış kronolojik verilerden ya da makalelerden ziyade, edebi bir anlatıma ihtiyacım olduğunu düşündüm.
Kudüs hakkında yazılan kitapları araştırdığımda, maalesef eli yüzü düzgün bir Türkçe kaynağa rastlayamadım. Aslında bu yalnızca Kudüs’e özgü bir durum değil. Müslümanlık tarihine dair bir film sorgulaması yapılacak olsa, Çağrı filminden başka elle tutulur bir film akla gelmiyor. Kudüs özelinde bakıldığında ise, Türkçe başvuru kaynakları çok az. Aslında, konuya dair şuurun neden genişlemediğinin bir sebebi olarak da bu gösterilebilir. Yapılan çalışmaların pek çoğu başka dillerde. Kudüs… Ey Kudüs romanı özelinde konuşacak olursam; Amerikalı Larry Collins ve Fransız arkadaşı Dominique Lapierre’in, yaklaşık beş yıl süren araştırmaları ve 250’den fazla referans kaynağıyla derlenen “O Jerusalem” kitabı, Türkçeye 1973 yılında Aydın Emeç tarafından kazandırılmış. 4 bölümden oluşan kitap, esas itibariyle 29 Kasım 1947 yılında BM Genel Kurulu’nda oy birliğine varılan Kutsal Toprakların Paylaştırılması kararından, 17 Temmuz 1948’de anlaşılan ateşkese kadar süren iç savaşı ele alıyor. Bu süreç içerisinde meydana gelen olayların sebeplerine de, tarihsel süreçteki önemlerine atıf yapılarak vurgu yapılıyor.
Bugüne dek pek çok dile çevrilmiş olan kitabın akıcı bir anlatıma sahip olması, okuyucuyu sürükleyen en önemli etken. Yaşananlara bu kadar parlak bir projeksiyon tutabilmesini sağlayan en önemli unsur ise, 1948 yılında savaşı bizzat yaşayanlarla yapılan mülakatlarla beslenmesi, yer yer onların ağzından çıkan sözlerle desteklenmesi ve dönemin sosyal hayatını an be an yansıtarak okuyucuya ulaştırabilmesi. Bir yanda askerî savaşlar sürerken, diğer yanda uzun zamandır Kudüs’te birlikte yaşayan Arap ve Yahudi halklarının yaşamlarına etki eden tesirleri, korkuları, yıkıntıları çok açık şekilde okuyucuya sunuyor. Dönemin aktörlerinin ve mühim olaylarının fotoğraflarının da yer aldığı kitaba dair tek eleştirim, içerisinde coğrafi konum olarak pek çok yer geçmesine rağmen açıklayıcı bir harita görseli içermiyor. Bu yüzden kendi bulduğum ilgili haritaları yazının sonunda paylaşacağım. Objektif bir bakış açısıyla yazılan kitapta, aslında ne bir destan anlatılıyor ne de bir hezeyan. Kitabın altyazısında bir dram, arka planında ise hüsran yatıyor. Çünkü savaşın kaybedilmesinin esas nedeni; Arap uluslarının, çıkarları yüzünden kendi içinde asla bütünlük sağlayamamaları ve Filistin topraklarını Osmanlı’dan alıp kendilerine vereceklerini vaat eden İngiliz mandasının buyruğundan çıkmamaları. İngiliz birlikleri 15 Mayıs 1948’de manda yönetimini sonlandırırken, stratejik noktalarda bulunan karakolları, cephaneleriyle birlikte Yahudi devletine bırakarak, savaşın seyrini değiştiriyor.
Kitabın “Kudüs Topraklarının Paylaştırılması, 29 Kasım 1947” başlıklı birinci bölümüne, BM Genel Kurulu’nda Filistin’in paylaştırılması kararının oylanacağı toplantıdan önce, salonda dönen entrikalar anlatılıyor. Amerika’nın aba altından sopa göstermesi yüzünden, gelişmekte olan ülkelerin oyları değişiyor ve Kutsal Toprakların bölünmesine karar veriliyor. Kararı sevinçle karşılayıp sokaklara dökülen Yahudi halkının üzerine hücum eden Arapların saldırısı sonucu 3 Yahudi katlediliyor. Yahudi Devleti’nin kurulma mücadelesi böyle başlıyor.
Tarihsel süreçte Siyonizm projesinin hangi dönemeçlerden döndüğü ve bir Yahudi Devleti kurmak adına yapılan faaliyetler bu bölümde anlatılıyor. Neden bu bölgede kurulacağına dair sebeplere, yine bu bölümde değinilmiş. İngilizler 1. Dünya Savaşı’nın sonunda, Arapların da desteğini arkalarına alarak bölgeyi işgal ediyor. 1920’de ise BM tarafından İngilizlere manda yönetimi yetkisi veriliyor. Ancak bu tarihe gelene kadar bölge üzerinde değişiklik yapılması için 3 önemli konu dile getiriliyor. 1916’da, İngilizlerin Mısır’daki idarecisi Sir Henry MacMahon, Osmanlı’nın Arap illerindeki halka bağımsızlık sözü veriyor. Ancak savaşın galibi olan Fransız ve İngiliz devletleri arasında Sykes-Picot Anlaşması imzalanıyor ve bu bölge, Filistin’den uluslararası bir idare olması öngörülerek ikiye bölünüyor. 1917’de ise İngiltere dışişleri bakanı Arthur Balfour’un, Siyonizm hareketinin öncülerinden Lord Rothschild’e gönderilen bir mektupta vaat ettiği üzere, Yahudi halkları için bölgede bir devlet kurulması dikte ediliyor.
Altını çizdiğim bir yerde, bir Yahudi aydını olan ve 1922’de Filistin’e göç eden Reuven Shari’nin şöyle dediği aktarılıyor: “Karım Mozart ve Brahms’ın eserlerini çalan parmaklarından inek sağmakta yararlandı, çünkü toprağımızı ancak böyle geliştirebilirdik.” (sf.52) Bugün İsrail Devleti’nin elinde bulundurduğu patentler ve bilime verdiği öneme bakıldığında, aslında o sürgün yıllarından bugüne hâlâ aynı gelişim hedefinin sürdürüldüğü görülebiliyor. Öte yandan Ortadoğu’daki Müslümanların durumuna bakıldığında, yine birlikteliğin kurulmadığı ve çok başlılığın yarattığı kaos nedeniyle refah seviyesinin artmadığı görülebiliyor. İbn Haldun’un dediği gibi; coğrafya kaderdir. Belki de kederdir, değişmiyor.
Paylaştırma kararının ardından Araplar, Kutsal Şehir’deki Yahudilere yönelik ambargo başlatıyor ve bu sayede Yahudi milislerine karşı psikolojik üstünlüğü de ele geçirmeyi hedefliyor. 1948 yılında geçen savaş, aslında Yahudilerin bu ambargoyu kırmak adına verdiği mücadeleyi kapsıyor. Ateşkesten hemen önce yapımına başlanan ve Bâb El Vâd’den Kudüs’e kadar uzanan Birmanya yolu sayesinde hem Yahudiler açlıktan kurtuluyor hem de Arapların Yahudileri Kutsal Şehir’den atma ümitleri suya düşmüş oluyor. Savaşın başında, Arapların stratejik konumlardaki üstünlüklerini kırmak isteyen Yahudi güçleri, otobüs durakları ve otellere yönelik bombalı saldırılar düzenliyor. Yahudiler açlıktan, Araplar ise patlayan bombalardan ötürü bir korku duvarının ardına tecrit ediliyor. BM’deki oylamadan iki ay sonra Filistinli bir anne, Beyrut’ta öğrenci olan oğluna şu satırları yazıyor:
“Her uyuyuşumuzda bir daha uyanıp uyanmayacağımızı bilemeyiz. Korktuğumuz kurşun değildir pek, uykumuzda her şeyi havaya uçurmalarıdır daha çok. Birtakım insanlar kendilerini evlerinin yıkıntıları altında buluyorlar. Kapımızın vurulduğunu işittiğimizde, evi dinamitlemeye geldiklerini düşünüp dehşete düşürüyoruz. Her akşam, saat altı oldu mu kendimizi eve kilitliyoruz.” (sf.141)
“Para ve Silah, 1948 Kışı” adlı bölümde, Yahudilerin, yaklaşmakta olan bağımsızlık savaşı için ellerindeki cephaneyi genişletmek ve düzenli bir ordu kurmak üzere yaptıkları mücadeleyi anlatıyor. Amerika’da ve Avrupa’da bulunan Yahudilerden para toplayarak silahlar alınıp, İngilizlere ait limanlardan ve karayollarından, gizlice Filistin’e sokuluyor. Bu noktada, İngilizlerin kapalı kapılar ardında üstlendiği siyasi roller, Yahudi devletinin kurulması için gösterdiği çabalara açık bir örnek olarak gösterilebilir. Hâlihazırda dünyanın vicdanını sızlatan Nazi Katliamı da, Yahudilerin bağımsızlık mücadelelerini destekleyen bir olguydu. Ayrıca İsrail’in ilk kadın başbakanı olan Golda Meir’in para bulmak için Amerika’da gösterdiği etkileyici faaliyetler, tahmin edilenden çok daha fazla para toplanmasına katkıda bulunuyor. 5 milyon dolar toplama hedefiyle çıkılan geziden 50 milyon dolardan fazla parayla dönülüyordu. Bu rakam ise, 1947 yılında Suudi Arabistan’ın Filistin’deki Araplar için yaptığı cephane yardımından da fazlaydı.
“Kudüs Kuşatması, 1948 İlkbaharı” başlıklı üçüncü bölümde ise toplanan paralarla alınan silahların ve cephanesi genişleyen Yahudilerin askeri kanadı Haganah’ın çarpışmalarından söz ediliyor. Asıl amacı Kudüs’te abluka altında tutulan Yahudilere, insani yardım ihtiyaçlarını karşılamak için koridor sağlamak olan Haganah güçleri, pek çok Arap köyüne saldırı düzenleyip, elde edilen ganimetleri Kudüs’e ulaştırmak için çaba sarf ediyor. Karşı harekete girişen “Arap Lejyonu” altındaki Arap birlikleri ise Yahudilerin saldıracağı köyleri önceden donatıp, pusu kurma yolunu seçiyorlar ve kısmen başarılı da oluyorlar. Ancak, her ne kadar birlik adı altında toplanmış da olsalar, çoğu eğitimsiz olan başıbozuk Arap askerleri cephanelerini hesapsızca tükettiği için köyler ve tepeler sürekli el değiştiriyor.
Bu bölümün, hatta bu kitabın, belki de Filistin tarihinin en mühim olayı ise 9-11 Nisan 1948 tarihinde, Deir Yasin adlı bir Arap köyünde yaşanan katliamla gerçekleşiyor. Haganah ordusundan bağımsız hareket eden İrgun ve Stern örgütlerinin militanları, köyü kan gölüne çeviriyor. Köyü üç cephesinden kuşatan militanlar, tecrübesiz oluşlarından ötürü köy merkezine ancak iki saat sonra ulaşabiliyor. Cephanelerinin de azalmasıyla korkunç bir katliama girişmeye başlıyorlar. Olayın o günkü tanıklarından olan Fehmi Zeydan şöyle anlatıyor: "Yahudiler bütün aileme duvara dönük durmamı emrettiler ve üzerimize ateş etmeye başladılar. Yandan bir kurşun aldım ama, biz çocuklar annemizin ve babamızın ardına sığınabildiğimiz için aşağı yukarı hepimiz kurtulduk. Kurşunlar dört yaşındaki kardeşim Kadriye’nin başını, sekiz yaşındaki öbür kız kardeşim Samih’in ayağını, erkek kardeşim Muhammed’in göğsünü sıyırdı. ama bizimle birlikte yüzleri duvara dönük olanların hepsi öldü; Babamla annem, büyükbabam ve büyükannem, amcalarım, yengelerim ve çocuklarının çoğu.” (sf.280) Diğer militanlar ise çocuklarının gözleri önünde annelerinin ırzlarına geçip daha sonra kurşuna diziyorlar. Hamile olanların karınlarını yarıp boyunlarına ateş ediyorlar. Keşke bu haberler safsata olsa ancak belgeler, İngilizlerin katliamdan hemen sonra köye gelip aldığı ifadelerden oluşan tutanaklara dayanıyor. Bir gün içerisinde köy halkından iki yüz elli dört kişi, kadın, erkek, çocuk ayırt etmeden vahşice katlediliyor. Bu olay, Araplar arasında hızla yayılıp dehşet yaratıyor ve yüz binlerce insan Lübnan, Mısır ve Batı Şeria’ya kaçıyor. Yahudiler ise akın akın göç etmeye devam ediyorlar. Öyle ki, birkaç köye saldırıda bulunan Haganah kuvvetleri, karşılarında savaşacak Arap bulamıyor.
Nazi soykırımının yaraları hâlâ çok tazeyken, Yahudilerin ellerine geçen ilk fırsatta yaptıkları bu zulüm, dünya kamuoyunda kendi bağımsızlıkları lehine esen rüzgarı bir anda tersine çeviriyor. Ancak bu fırsatı kullanmak şöyle dursun, katliamdan bir gün sonra toplanan Arap yöneticileri, aynı aralık ayında olduğu gibi savaş kararı almaktan imtina ediyorlar. Çünkü savaşı seçmek gibi bir zorunluluk hissetmiyorlar. Batı’nın gözünde tersine esen rüzgarı kendi lehlerine kullanabilecekken, diplomasi yoluyla bölünme kararını gözden geçirtebilecekken, bunu yapmıyorlar. Çünkü Arap yöneticiler tutucu, sakin yapılı insanlardı. "Descartes ve Voltaire Lübnanlı Riyad Sulh'un en sevdiği yazarlardı. Iraklı Nuri Sait, Buckingham sarayı salonlarında, Bağdat’ın Gülistan Sarayı salonlarından çok daha rahat hareket edebiliyordu. Montpellier Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nin eski öğrencilerinden Suriyeli Cemil Mardanı da, kayısı yetiştirmeye çok meraklıydı. Dürüst ve ağırbaşlı bir centilmen olan Azzam Paşa’nın başarıları arasında bir de tıp diploması ve Mısır Parlamentosu’nun en genç̧ milletvekili olma şerefi bulunuyordu.” (sf.299)
Görünüşte bu kadar eğitimli ve ılımlı olan devletler yöneticileri, kafa kafaya verdiklerinde halklarını felakete sürüklüyorlardı. Yahudilerin Filistin’de verdikleri mücadeleyi küçük görüp, aşırı bir özgüvenle hareket ediyorlardı. Öyle ki, Yahudilere mağlup olma düşüncesi akıllarının ucundan bile geçmiyordu. Bu otorite boşluğunun sebep olduğu dağınıklık yüzünden, Arap Lejyonu, kontrolsüzce insan ve cephane zayiatı vermekten kurtulamıyordu. "Özel hayatlarında laf anlayan, hatta ılımlı olan bu adamlar, halkın karşısına çıktıklarında kendilerini bir tehdit ve farfara dalgasına kaptırıyorlardı. Kendi siyasal amaçları uğruna halkı her an coşturmaya hazır olan bu kişiler, artık uyandırdıkları ihtirasların tutsağı olduklarını biliyorlardı. Hayatın her davranışında sözüne hakim olduğu bir toplumun sorumlularıydılar, geri kalmış̧ ve kolayca heyecanlanan halk yığınları üzerindeki etkilerini hiç düşünmeden ateşli söylevlerle ortaya çıkıyorlardı. Giriştikleri sözlü aşırılıkların düşmanın davranışı üzerindeki sonuçlarını da ölçemiyorlardı. Herhalde hiçbiri ciddi olarak, Yahudilerin «denize dökülebileceği» varsayımını dikkate almıyordu. Ama Nazi kıyımından kurtulanlar bu tehditleri hafife alabilirler miydi hiç̧? Bu hayati 1948 ilkbaharı süresince, Arap devletleri yöneticilerinin neden böyle şaşırtıcı bir politika izlediklerini tarih hiçbir zaman gerektiği gibi açıklayamadı. Kendi aralarındaki düşmanlıklarda, Yahudilere karşı kurdukları birlikten çok daha amansızdılar. İnatla hayallerinin ve kişisel çıkarlarının okyanusunda ilerlemeye devam ettiler.” (sf.300)
“Kutsal Şehir Uğruna Yapılan Savaş, 14 Mayıs-16 Temmuz 1948” başlıklı son bölüm, Yahudi Devleti’nin kurulduğu günün anlatımıyla başlıyor. İngilizlerin Filistin topraklarını terk edişinin ertesi günü olan 14 Mayıs 1948’de, İsrail Devleti’nin ilk başbakanı olan David Ben Gurion tarafından, 2000 yıl sonra ilk defa bir Yahudi devletinin bağımsızlığı ilan ediliyordu. Okunan bildiride İsrail Devleti’nin, dünya üzerindeki tüm Yahudilerin göçüne açık olduğu ve ülkenin İsrail peygamberlerince tasarlandığı gibi barış, özgürlük ve adalet ilkeleri üzerine kurulacağı duyuruluyordu. Tüm vatandaşlara toplumsal ve siyasi eşitliklerine göre saygı gösterileceği, din, vicdan, eğitim ve kültür özgürlüğünün teminatının korunacağı bildiriliyordu. Daha sonra İsrail sınırları içerisinde bulunan Araplara da barışın korunması yönünde çağrıda bulunuluyor, ülkenin gelişimi adına yapılması gereken faaliyetlerin yürütülmesine dair beklentilerinin olduğu ifade ediliyordu. Saat 4:37’de oturum kapanmıştı; İsrail Devleti doğmuştu.
15 Mayıs günü Araplar arasında El Nakba, yani Felaket Günü olarak anılır.(7)
Bu sırada Arap siyasetçilerinin kendi aralarındaki ihtilafları devam ediyor, bu durum da Yahudi ordularının cephanelerini genişletmek için gerekli zamanın kazanılmasına neden oluyordu. Özellikle, Kral Abdullah’ın bu meselede etkin bir rol oynamasını istemeyen Arap siyasetçileri, savaşın kazanılması halinde Kral Abdullah’ın bölgedeki kıdeminin yükselmesinden endişe duyuyorlardı. Nitekim, Arap devletleri kendi aralarında anlaşmaya varıp Kral Abdullah’ı saf dışı bırakıyor ve bir Arap Lejyonu kuruyorlardı. Ancak Kral Abdullah, Arap birliğinden ümidi olmadığını, Amman’daki sarayında kabul ettiği bir gazeteciye şu sözlerle dile getiriyordu: “Anlaşmaya varıldı, Arap devletleri savaşa girmeye karar verdiler. Tabii bizim de onların safında yer almamız gerekiyor. Ama bedelini pahalıya ödeyeceğimiz bir hata yapıyoruz. Bir gün isteklerine uygun bir devleti kendiliğimizden Yahudilere vermediğimiz için büyük pişmanlık duyacağız. Kötü bir yola saptık, bunu izlemeye devam ediyoruz.” (sf.410)
Yine de Abdullah Tell önderliğindeki Arap Lejyonu mühim zaferler elde ediyor ve Yahudi güçlerini bozguna uğratıyordu. Sayıca üstün olanlar onlardı, ayrıca donanımlıydılar. Ancak ordu içerisindeki eğitimsiz gerilla askerleri, ordunun ilerleyişine ayak bağı oluyor ve kontrolün elden gitmesine sebep oluyorlardı. Yağmacılık peşine düşmeleri, ordu düzenini bozan bir etkendi. Yine de Arap Lejyonu, İsrail ordusu üzerinde büyük bir hakimiyet kurmuş, düşman ordularını yok etmeye çok yaklaşmıştı. Pek çok Yahudi köyü boşaltılmıştı. Yahudilerin bozguna uğratılmasından ötürü, Birleşmiş Milletler’in de bastırması sonucu İngilizler Arap Lejyonu’nun Filistin’den çekilmesi yönünde baskı uyguladı. Bu yüzden 12 Haziran 1948’de, otuz gün sürecek ateşkes ilan edildi. Bu süre İsraillilerin Avrupa’dan gelecek olan cephane gemilerini karşılamak için gereken süreden fazlasıydı.
9 Temmuz 1948 günü ateşkesin sona ermesiyle Yahudiler karşı saldırıya geçtiler. Bu kez cephaneleri ve eğitimli askerleri vardı ve zafere dair inançları daha gür filizlenmişti. Arapların ise yeni bir ateşkesi kabul ettirmek için daha çok nedeni vardı. Otuz günlük ateşkes esnasında stabil kalması gereken savaş alanındaki denge, İsrail Devleti’nden yana değişmişti. Çarpışmaların yeniden başlamasıyla Arap güçleri ağır kayıplar veriyor, geri çekilmek zorunda kalıyorlardı. Bu sebeple BM genel sekreteriyle iletişime geçip Filistin’i işgalden geçici süreliğine vazgeçtiklerini ve ateşkesi sürdürmeye devam etmek istediklerini bildiriyorlardı. Bu durum Yahudiler için hayal kırıklığıydı çünkü önlerinde Kudüs’ü işgal etmek için 48 saatten az bir süre kalmış olacaktı. Son bir manevra yaptıysalar da bunda başarılı olamadılar. Kutsal Şehir Arapların elinde kaldı. Ve böylece 19 yıl sürecek bir ateşkes yürürlüğe girmiş oldu. Ancak ateşkes imzalamadan hemen önce gerçekleşen bir mucize, Kudüs’teki Yahudilerin kurtuluşuna sebep olmuştu. Yahuda Tepeleri’ni aşmayı başaran bir askeri araç sayesinde, Arapların denetimindeki karayollarından bağımsız bir koridor oluşturulmuş ve Birmanya Yolu adı verilen bu altmış sekiz kilometrelik yol sayesinde de Kutsal Şehir açlıktan kurtulmuş olacaktı.
“Son Söz"e gelince.
Filistin’den sürgün edilen Arapların sayısı bilinemedi. Arap devletleri bu sayısının bir milyondan fazla olduğunu söylediler, BM kayıtlarına göre göçmen sayısı beş yüz ile yedi yüz bin arasındaydı. Yahudiler işgal ettikleri yerlere derhal Yahudi aileler iskan edilmesini emretti. Daha sonra yüz bin Yahudi göçmenin dönüşünün kabul edileceğini duyurdu.
Arap Devletleri ise sürgündeki kardeşlerinin yardımına koşmakta, yine, cefakâr bir tavır sergilemediler. Nüfus yoğunluğu fazla olmamasına rağmen Suriye ve Irak, onlara kapılarını kapatmıştı. Ülke içindeki cemaatlerin arasındaki dengeyi bozmamak için Lübnan da sınırlı sayıda göçmen alacağını bildirdi. Mısır ise göçmenleri Gazze şeridine yerleştirdi. Yalnızca Ürdün, göçmenleri kabul etmek için, gerçekten elini taşın altına koydu.
"Hem Arap propagandasının yemi, hem de İsrail devletinin vicdan azabı olan Filistin göçmenleri sefil kamplara dolduruldular ve oralarda ancak Birleşmiş̧ Milletler'in ianesiyle yaşadılar. Ama bütün dünya kendilerini unutulmaya mahkum ettiği halde onlar unutmamışlardı ve başlarına gelen felaketten bütün dünyayı sorumlu tuttular. Bu kampların sefaletinde koca bir kuşak doğdu ve büyüdü, hiç̧ tanımadığı yitirilmiş̧ topraklara dönme ve intikam düşleriyle beslendi. Altı Gün Savaşları’nın ertesinde, bu Filistinliler Fedai adıyla Orta Doğu sahnesine çıktılar, bu bölgede hüküm süren dram konusunda söyleyecek sözleri bulunduğunu dünya kamuoyuna açıkladılar.” (sf.568)
Kitap böylece bitiyor. Ve onu okuyan bir Müslüman olarak, ince bir sızı bırakıyor yüreğimde. Yahudiler avuç içine alınmışken, üstünlük bu kadar bariz bir şekilde kurulmuşken, zafere ulaşmak bu kadar kolayken; yürütülen yanlış politikalar, lüzumsuz inatlaşmalar ve manda yönetimine bel bağlamalar yüzünden tarih boyunca asla solmayacak bir fitne tohumu ekiliyor Filistin’in yüreğine. Ve yıllardır o tohumun meyvelerinden zehirlenen nesiller büyüyor, Allah’ın İsra suresinde bereketli kıldığı topraklarda. Bugünden bakınca, hepimizin ferah bulmak için dostuna sarılmak zorunda olduğu bir Allah ağrısı var.
"Her türlü noksanlıktan münezzeh olan Allah, kulunu geceleyin Mescid-i Hаrаm’dаn alıp, kendisine birtakım аyetler gösterelim diye etrafını mübarek kıldığımız Mescid-i Aksа’yа götürdü. Çünkü, işiten ve bilen odur.” (İsra Suresi, 1. Ayet.)
(*) Şuarâ, 113
Haritalar:
• http://www.mapsofantiquity.com/store/Palestine_or_Holy_Land/images/MID160.JPG
• http://www.emersonkent.com/map_archive/ancient_palestine.htm
• http://cdn2.vox-cdn.com/assets/4768864/arab-israeli-war_1948__1_.jpg
• http://www.emersonkent.com/images/arab_israeli_wars.jpg
• http://www.passia.org/media/filer_public/f0/24/f02425f0-a1d1-4b17-a184-cb8bedba30c6/pdfresizercom-pdf-crop_67-page-001.jpg
Dipnotlar:
(1) http://www2.diyanet.gov.tr/DinHizmetleriGenelMudurlugu/HutbelerListesi/Kapanmayan%20Yaram%C4%B1z%20Kud%C3%BCs.pdf
(2) http://www.hurriyet.com.tr/abd-baskani-trumpin-kudus-karari-bagcilarda-p-40672374
(3) https://www.haberler.com/trump-in-kudus-karari-yurdun-dort-bir-yaninda-10320970-haberi/
(4) http://t24.com.tr/haber/muhtarlar-trumpin-kudus-kararini-turp-isirarak-protesto-etti,510295
(5) http://www.aljazeera.com.tr/kronoloji/kronoloji-1915ten-gunumuze-filistin
(6) https://m.bianet.org/bianet/siyaset/53881-israil-filistin-sorununun-tarihcesi
(7) https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-44128837
Beytullah Kurnalı
beytullahkurnali@gmail.com
- Âli İmrân Suresi, 103. Ayet.
"Ve Arapların Sesi radyosundan Ahmed Said bana Ramallah'ın artık bana ait olmadığını ve bundan sonra oraya dönemeyeceğimi söylüyor. Sınavlar haftalarca askıya alınıyor. Sınavlar kaldıkları yerden devam ediyor. Mezun oluyorum. İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünden lisansımı alıyorum, ama diplomamı asacak bir duvar bulamıyorum."
- Mourid Barghouti, Şairin Filistin'i
Zaruriyet; insanın okumak zorunluluğu. İnsanoğlu doğumundan ölümüne kadar aldığı yolda tecrübe etmek ve öğrenmekle meşgul. Kadın ya da erkek; gerek birey olarak gerekse toplum içindeki varlığı, onu isteyerek veya istemeyerek yüklendiği vasıflarla sürdürülebilir kılıyor. Müzisyenin nota bilmesi, mimarın T cetveli kullanabilmesi, yönetmenin kamerayı hareket ettirmesi, matematikçinin kafasındaki sayıları işleme dökebilmesi, mühendisin problemi çözebilme yetkinliği; öğrendiklerini tecrübe etmesiyle mümkün. Bunları gerçekleştirmek için, okumayı bilmek gerekir. Okumak bir aktivitedir çünkü dikkat verip odaklanmayı gerektirir, bir amacı vardır ve bunu yapmak için insan yazı dilinin kurallarını bilmelidir.
Okumak için gerekli beceriler sadece okuma yazmayı bilmek değil aynı zamanda sözcüklere dönüştürmeyi ve kurgusal karakterlerle empati kurmayı, tarihsel ve kültürel içeriği tanımayı, hikayenin dönüm noktalarını tahmin etmeyi, yazarın stilini eleştirmeyi ve değerlendirmeyi de içerir. Eleştirmeyi ve değerlendirmeyi bilmek, yalnızca yazılan harfleri bilmekle gerçekleşebilecek bir durum değildir. Müzisyenin sanat eserini dinlerken aynı zamanda notaları ve vuruşları kavrayabilmesi, mimarın bir yapıya bakarken taşın dilini anlayabilmesi, yönetmenin film çekerken kurguyu gerçekleştirebilmesi, matematikçinin teorisini ispat edebilmesi, mühendisin makineye baktığında onun geçmişini görebilmesi de bir okumadır aslında. Dolayısıyla okumak, insanın muhayyilesini genişleten ve şuur sahibi olmasını sağlayan yegâne eylemdir. Araç ve amaç iç içedir. Her ilahiyat okuyan alim olacak diye bir kaide yoktur. Anlam, arayana kendini açar.
Tam burada, okuyanın değil de okunanın niteliğine dair bir sorgulama çıkıyor. Nasıl ki, mânâ aleminin kat kat dereceleri varsa, okumanın da dereceleri var. Bilinçli okur dediğimiz, neye ihtiyacı olduğunu bilerek kitabı eline alan insandır. Nasıl ki doktor kalp ağrısına mide ilacı yazmıyorsa, kol kasına beyin ameliyatı yapmıyorsa; okur da kendi reçetesinde ne yazıyorsa onunla dimağını genişletmeye meyillidir, hatta mecburdur. Yani hem ağrısını bilen hem ilacını veren bizzat kendisidir. Okumak insana ayna tutup ne olduğunu ve ne olmadığı gösterir, bizzat kendini bildirir.
Okumak güzellemesi yaptığım bu kadar uzun bir girizgahtan sonra neden bu kitabı okuma ihtiyacı duyduğumu anlatmaya çalışayım. 6 Aralık 2017 tarihinde Amerikan Başkanı D. Trump'ın resmen Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıdığını bildiren protokole imza attığı bildirildi ve bunu protesto amacıyla 8 Aralık cuma günü camilerde "Kapanmayan Yaramız: Kudüs!" (1) başlıklı bir hutbe okundu. Namazın ardından da ilçe meydanında, kararı protesto amacıyla bir yürüyüş düzenleneceği belirtildi.(2)(3) Hatta haberlere göz atarken, bir gazetenin internet sitesinde, muhtarların D. Trump’ı protesto etmek amacıyla üzerine Trump yazdıkları mor turpları yerken çekildiği fotoğraflara rast geldim.(4) Elbette bunlar işin mübalağa boyutu. Ancak derinde yatan sebep, yakın tarihte Yahudiler ve Müslümanlar arasında neler yaşandığının bilinmemesinden kaynaklanıyor. Kağıt üzerinde herkes İsrail’e düşman ancak bunun deliline dair argümanlar bilinmiyor. Ben de bilmediğim için, bu konuda şuur sahibi olmadığımı hissettim ve konuyla ilgili okuma yapmaya karar verdim.
Tarihi, ansiklopedilerin kronoloji sayfalarındaki başlıklara ve izahatlere bakarak öğrenmek mümkündür.(5)(6) Daha somut verilere dayandığı için, gerçekliğine dair sorgulama yapmaya da daha az ihtiyaç duyulur. Ancak bir trajediyi anlamak için, muhakkak edebiyata ihtiyaç vardır. Çünkü korkunun, açıkça beyan edilmesiyle satır aralarında hissedilmesi arasındaki anlam çok büyüktür. Anlamak çözmeye yetmez; ancak insan bir kez hissettiğini ömrünce unutmaz. Bu yüzden, Kudüs üzerine yazılmış kronolojik verilerden ya da makalelerden ziyade, edebi bir anlatıma ihtiyacım olduğunu düşündüm.
Kudüs hakkında yazılan kitapları araştırdığımda, maalesef eli yüzü düzgün bir Türkçe kaynağa rastlayamadım. Aslında bu yalnızca Kudüs’e özgü bir durum değil. Müslümanlık tarihine dair bir film sorgulaması yapılacak olsa, Çağrı filminden başka elle tutulur bir film akla gelmiyor. Kudüs özelinde bakıldığında ise, Türkçe başvuru kaynakları çok az. Aslında, konuya dair şuurun neden genişlemediğinin bir sebebi olarak da bu gösterilebilir. Yapılan çalışmaların pek çoğu başka dillerde. Kudüs… Ey Kudüs romanı özelinde konuşacak olursam; Amerikalı Larry Collins ve Fransız arkadaşı Dominique Lapierre’in, yaklaşık beş yıl süren araştırmaları ve 250’den fazla referans kaynağıyla derlenen “O Jerusalem” kitabı, Türkçeye 1973 yılında Aydın Emeç tarafından kazandırılmış. 4 bölümden oluşan kitap, esas itibariyle 29 Kasım 1947 yılında BM Genel Kurulu’nda oy birliğine varılan Kutsal Toprakların Paylaştırılması kararından, 17 Temmuz 1948’de anlaşılan ateşkese kadar süren iç savaşı ele alıyor. Bu süreç içerisinde meydana gelen olayların sebeplerine de, tarihsel süreçteki önemlerine atıf yapılarak vurgu yapılıyor.
Bugüne dek pek çok dile çevrilmiş olan kitabın akıcı bir anlatıma sahip olması, okuyucuyu sürükleyen en önemli etken. Yaşananlara bu kadar parlak bir projeksiyon tutabilmesini sağlayan en önemli unsur ise, 1948 yılında savaşı bizzat yaşayanlarla yapılan mülakatlarla beslenmesi, yer yer onların ağzından çıkan sözlerle desteklenmesi ve dönemin sosyal hayatını an be an yansıtarak okuyucuya ulaştırabilmesi. Bir yanda askerî savaşlar sürerken, diğer yanda uzun zamandır Kudüs’te birlikte yaşayan Arap ve Yahudi halklarının yaşamlarına etki eden tesirleri, korkuları, yıkıntıları çok açık şekilde okuyucuya sunuyor. Dönemin aktörlerinin ve mühim olaylarının fotoğraflarının da yer aldığı kitaba dair tek eleştirim, içerisinde coğrafi konum olarak pek çok yer geçmesine rağmen açıklayıcı bir harita görseli içermiyor. Bu yüzden kendi bulduğum ilgili haritaları yazının sonunda paylaşacağım. Objektif bir bakış açısıyla yazılan kitapta, aslında ne bir destan anlatılıyor ne de bir hezeyan. Kitabın altyazısında bir dram, arka planında ise hüsran yatıyor. Çünkü savaşın kaybedilmesinin esas nedeni; Arap uluslarının, çıkarları yüzünden kendi içinde asla bütünlük sağlayamamaları ve Filistin topraklarını Osmanlı’dan alıp kendilerine vereceklerini vaat eden İngiliz mandasının buyruğundan çıkmamaları. İngiliz birlikleri 15 Mayıs 1948’de manda yönetimini sonlandırırken, stratejik noktalarda bulunan karakolları, cephaneleriyle birlikte Yahudi devletine bırakarak, savaşın seyrini değiştiriyor.
Kitabın “Kudüs Topraklarının Paylaştırılması, 29 Kasım 1947” başlıklı birinci bölümüne, BM Genel Kurulu’nda Filistin’in paylaştırılması kararının oylanacağı toplantıdan önce, salonda dönen entrikalar anlatılıyor. Amerika’nın aba altından sopa göstermesi yüzünden, gelişmekte olan ülkelerin oyları değişiyor ve Kutsal Toprakların bölünmesine karar veriliyor. Kararı sevinçle karşılayıp sokaklara dökülen Yahudi halkının üzerine hücum eden Arapların saldırısı sonucu 3 Yahudi katlediliyor. Yahudi Devleti’nin kurulma mücadelesi böyle başlıyor.
Tarihsel süreçte Siyonizm projesinin hangi dönemeçlerden döndüğü ve bir Yahudi Devleti kurmak adına yapılan faaliyetler bu bölümde anlatılıyor. Neden bu bölgede kurulacağına dair sebeplere, yine bu bölümde değinilmiş. İngilizler 1. Dünya Savaşı’nın sonunda, Arapların da desteğini arkalarına alarak bölgeyi işgal ediyor. 1920’de ise BM tarafından İngilizlere manda yönetimi yetkisi veriliyor. Ancak bu tarihe gelene kadar bölge üzerinde değişiklik yapılması için 3 önemli konu dile getiriliyor. 1916’da, İngilizlerin Mısır’daki idarecisi Sir Henry MacMahon, Osmanlı’nın Arap illerindeki halka bağımsızlık sözü veriyor. Ancak savaşın galibi olan Fransız ve İngiliz devletleri arasında Sykes-Picot Anlaşması imzalanıyor ve bu bölge, Filistin’den uluslararası bir idare olması öngörülerek ikiye bölünüyor. 1917’de ise İngiltere dışişleri bakanı Arthur Balfour’un, Siyonizm hareketinin öncülerinden Lord Rothschild’e gönderilen bir mektupta vaat ettiği üzere, Yahudi halkları için bölgede bir devlet kurulması dikte ediliyor.
Altını çizdiğim bir yerde, bir Yahudi aydını olan ve 1922’de Filistin’e göç eden Reuven Shari’nin şöyle dediği aktarılıyor: “Karım Mozart ve Brahms’ın eserlerini çalan parmaklarından inek sağmakta yararlandı, çünkü toprağımızı ancak böyle geliştirebilirdik.” (sf.52) Bugün İsrail Devleti’nin elinde bulundurduğu patentler ve bilime verdiği öneme bakıldığında, aslında o sürgün yıllarından bugüne hâlâ aynı gelişim hedefinin sürdürüldüğü görülebiliyor. Öte yandan Ortadoğu’daki Müslümanların durumuna bakıldığında, yine birlikteliğin kurulmadığı ve çok başlılığın yarattığı kaos nedeniyle refah seviyesinin artmadığı görülebiliyor. İbn Haldun’un dediği gibi; coğrafya kaderdir. Belki de kederdir, değişmiyor.
Paylaştırma kararının ardından Araplar, Kutsal Şehir’deki Yahudilere yönelik ambargo başlatıyor ve bu sayede Yahudi milislerine karşı psikolojik üstünlüğü de ele geçirmeyi hedefliyor. 1948 yılında geçen savaş, aslında Yahudilerin bu ambargoyu kırmak adına verdiği mücadeleyi kapsıyor. Ateşkesten hemen önce yapımına başlanan ve Bâb El Vâd’den Kudüs’e kadar uzanan Birmanya yolu sayesinde hem Yahudiler açlıktan kurtuluyor hem de Arapların Yahudileri Kutsal Şehir’den atma ümitleri suya düşmüş oluyor. Savaşın başında, Arapların stratejik konumlardaki üstünlüklerini kırmak isteyen Yahudi güçleri, otobüs durakları ve otellere yönelik bombalı saldırılar düzenliyor. Yahudiler açlıktan, Araplar ise patlayan bombalardan ötürü bir korku duvarının ardına tecrit ediliyor. BM’deki oylamadan iki ay sonra Filistinli bir anne, Beyrut’ta öğrenci olan oğluna şu satırları yazıyor:
“Her uyuyuşumuzda bir daha uyanıp uyanmayacağımızı bilemeyiz. Korktuğumuz kurşun değildir pek, uykumuzda her şeyi havaya uçurmalarıdır daha çok. Birtakım insanlar kendilerini evlerinin yıkıntıları altında buluyorlar. Kapımızın vurulduğunu işittiğimizde, evi dinamitlemeye geldiklerini düşünüp dehşete düşürüyoruz. Her akşam, saat altı oldu mu kendimizi eve kilitliyoruz.” (sf.141)
“Para ve Silah, 1948 Kışı” adlı bölümde, Yahudilerin, yaklaşmakta olan bağımsızlık savaşı için ellerindeki cephaneyi genişletmek ve düzenli bir ordu kurmak üzere yaptıkları mücadeleyi anlatıyor. Amerika’da ve Avrupa’da bulunan Yahudilerden para toplayarak silahlar alınıp, İngilizlere ait limanlardan ve karayollarından, gizlice Filistin’e sokuluyor. Bu noktada, İngilizlerin kapalı kapılar ardında üstlendiği siyasi roller, Yahudi devletinin kurulması için gösterdiği çabalara açık bir örnek olarak gösterilebilir. Hâlihazırda dünyanın vicdanını sızlatan Nazi Katliamı da, Yahudilerin bağımsızlık mücadelelerini destekleyen bir olguydu. Ayrıca İsrail’in ilk kadın başbakanı olan Golda Meir’in para bulmak için Amerika’da gösterdiği etkileyici faaliyetler, tahmin edilenden çok daha fazla para toplanmasına katkıda bulunuyor. 5 milyon dolar toplama hedefiyle çıkılan geziden 50 milyon dolardan fazla parayla dönülüyordu. Bu rakam ise, 1947 yılında Suudi Arabistan’ın Filistin’deki Araplar için yaptığı cephane yardımından da fazlaydı.
“Kudüs Kuşatması, 1948 İlkbaharı” başlıklı üçüncü bölümde ise toplanan paralarla alınan silahların ve cephanesi genişleyen Yahudilerin askeri kanadı Haganah’ın çarpışmalarından söz ediliyor. Asıl amacı Kudüs’te abluka altında tutulan Yahudilere, insani yardım ihtiyaçlarını karşılamak için koridor sağlamak olan Haganah güçleri, pek çok Arap köyüne saldırı düzenleyip, elde edilen ganimetleri Kudüs’e ulaştırmak için çaba sarf ediyor. Karşı harekete girişen “Arap Lejyonu” altındaki Arap birlikleri ise Yahudilerin saldıracağı köyleri önceden donatıp, pusu kurma yolunu seçiyorlar ve kısmen başarılı da oluyorlar. Ancak, her ne kadar birlik adı altında toplanmış da olsalar, çoğu eğitimsiz olan başıbozuk Arap askerleri cephanelerini hesapsızca tükettiği için köyler ve tepeler sürekli el değiştiriyor.
Bu bölümün, hatta bu kitabın, belki de Filistin tarihinin en mühim olayı ise 9-11 Nisan 1948 tarihinde, Deir Yasin adlı bir Arap köyünde yaşanan katliamla gerçekleşiyor. Haganah ordusundan bağımsız hareket eden İrgun ve Stern örgütlerinin militanları, köyü kan gölüne çeviriyor. Köyü üç cephesinden kuşatan militanlar, tecrübesiz oluşlarından ötürü köy merkezine ancak iki saat sonra ulaşabiliyor. Cephanelerinin de azalmasıyla korkunç bir katliama girişmeye başlıyorlar. Olayın o günkü tanıklarından olan Fehmi Zeydan şöyle anlatıyor: "Yahudiler bütün aileme duvara dönük durmamı emrettiler ve üzerimize ateş etmeye başladılar. Yandan bir kurşun aldım ama, biz çocuklar annemizin ve babamızın ardına sığınabildiğimiz için aşağı yukarı hepimiz kurtulduk. Kurşunlar dört yaşındaki kardeşim Kadriye’nin başını, sekiz yaşındaki öbür kız kardeşim Samih’in ayağını, erkek kardeşim Muhammed’in göğsünü sıyırdı. ama bizimle birlikte yüzleri duvara dönük olanların hepsi öldü; Babamla annem, büyükbabam ve büyükannem, amcalarım, yengelerim ve çocuklarının çoğu.” (sf.280) Diğer militanlar ise çocuklarının gözleri önünde annelerinin ırzlarına geçip daha sonra kurşuna diziyorlar. Hamile olanların karınlarını yarıp boyunlarına ateş ediyorlar. Keşke bu haberler safsata olsa ancak belgeler, İngilizlerin katliamdan hemen sonra köye gelip aldığı ifadelerden oluşan tutanaklara dayanıyor. Bir gün içerisinde köy halkından iki yüz elli dört kişi, kadın, erkek, çocuk ayırt etmeden vahşice katlediliyor. Bu olay, Araplar arasında hızla yayılıp dehşet yaratıyor ve yüz binlerce insan Lübnan, Mısır ve Batı Şeria’ya kaçıyor. Yahudiler ise akın akın göç etmeye devam ediyorlar. Öyle ki, birkaç köye saldırıda bulunan Haganah kuvvetleri, karşılarında savaşacak Arap bulamıyor.
Nazi soykırımının yaraları hâlâ çok tazeyken, Yahudilerin ellerine geçen ilk fırsatta yaptıkları bu zulüm, dünya kamuoyunda kendi bağımsızlıkları lehine esen rüzgarı bir anda tersine çeviriyor. Ancak bu fırsatı kullanmak şöyle dursun, katliamdan bir gün sonra toplanan Arap yöneticileri, aynı aralık ayında olduğu gibi savaş kararı almaktan imtina ediyorlar. Çünkü savaşı seçmek gibi bir zorunluluk hissetmiyorlar. Batı’nın gözünde tersine esen rüzgarı kendi lehlerine kullanabilecekken, diplomasi yoluyla bölünme kararını gözden geçirtebilecekken, bunu yapmıyorlar. Çünkü Arap yöneticiler tutucu, sakin yapılı insanlardı. "Descartes ve Voltaire Lübnanlı Riyad Sulh'un en sevdiği yazarlardı. Iraklı Nuri Sait, Buckingham sarayı salonlarında, Bağdat’ın Gülistan Sarayı salonlarından çok daha rahat hareket edebiliyordu. Montpellier Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nin eski öğrencilerinden Suriyeli Cemil Mardanı da, kayısı yetiştirmeye çok meraklıydı. Dürüst ve ağırbaşlı bir centilmen olan Azzam Paşa’nın başarıları arasında bir de tıp diploması ve Mısır Parlamentosu’nun en genç̧ milletvekili olma şerefi bulunuyordu.” (sf.299)
Görünüşte bu kadar eğitimli ve ılımlı olan devletler yöneticileri, kafa kafaya verdiklerinde halklarını felakete sürüklüyorlardı. Yahudilerin Filistin’de verdikleri mücadeleyi küçük görüp, aşırı bir özgüvenle hareket ediyorlardı. Öyle ki, Yahudilere mağlup olma düşüncesi akıllarının ucundan bile geçmiyordu. Bu otorite boşluğunun sebep olduğu dağınıklık yüzünden, Arap Lejyonu, kontrolsüzce insan ve cephane zayiatı vermekten kurtulamıyordu. "Özel hayatlarında laf anlayan, hatta ılımlı olan bu adamlar, halkın karşısına çıktıklarında kendilerini bir tehdit ve farfara dalgasına kaptırıyorlardı. Kendi siyasal amaçları uğruna halkı her an coşturmaya hazır olan bu kişiler, artık uyandırdıkları ihtirasların tutsağı olduklarını biliyorlardı. Hayatın her davranışında sözüne hakim olduğu bir toplumun sorumlularıydılar, geri kalmış̧ ve kolayca heyecanlanan halk yığınları üzerindeki etkilerini hiç düşünmeden ateşli söylevlerle ortaya çıkıyorlardı. Giriştikleri sözlü aşırılıkların düşmanın davranışı üzerindeki sonuçlarını da ölçemiyorlardı. Herhalde hiçbiri ciddi olarak, Yahudilerin «denize dökülebileceği» varsayımını dikkate almıyordu. Ama Nazi kıyımından kurtulanlar bu tehditleri hafife alabilirler miydi hiç̧? Bu hayati 1948 ilkbaharı süresince, Arap devletleri yöneticilerinin neden böyle şaşırtıcı bir politika izlediklerini tarih hiçbir zaman gerektiği gibi açıklayamadı. Kendi aralarındaki düşmanlıklarda, Yahudilere karşı kurdukları birlikten çok daha amansızdılar. İnatla hayallerinin ve kişisel çıkarlarının okyanusunda ilerlemeye devam ettiler.” (sf.300)
“Kutsal Şehir Uğruna Yapılan Savaş, 14 Mayıs-16 Temmuz 1948” başlıklı son bölüm, Yahudi Devleti’nin kurulduğu günün anlatımıyla başlıyor. İngilizlerin Filistin topraklarını terk edişinin ertesi günü olan 14 Mayıs 1948’de, İsrail Devleti’nin ilk başbakanı olan David Ben Gurion tarafından, 2000 yıl sonra ilk defa bir Yahudi devletinin bağımsızlığı ilan ediliyordu. Okunan bildiride İsrail Devleti’nin, dünya üzerindeki tüm Yahudilerin göçüne açık olduğu ve ülkenin İsrail peygamberlerince tasarlandığı gibi barış, özgürlük ve adalet ilkeleri üzerine kurulacağı duyuruluyordu. Tüm vatandaşlara toplumsal ve siyasi eşitliklerine göre saygı gösterileceği, din, vicdan, eğitim ve kültür özgürlüğünün teminatının korunacağı bildiriliyordu. Daha sonra İsrail sınırları içerisinde bulunan Araplara da barışın korunması yönünde çağrıda bulunuluyor, ülkenin gelişimi adına yapılması gereken faaliyetlerin yürütülmesine dair beklentilerinin olduğu ifade ediliyordu. Saat 4:37’de oturum kapanmıştı; İsrail Devleti doğmuştu.
15 Mayıs günü Araplar arasında El Nakba, yani Felaket Günü olarak anılır.(7)
Bu sırada Arap siyasetçilerinin kendi aralarındaki ihtilafları devam ediyor, bu durum da Yahudi ordularının cephanelerini genişletmek için gerekli zamanın kazanılmasına neden oluyordu. Özellikle, Kral Abdullah’ın bu meselede etkin bir rol oynamasını istemeyen Arap siyasetçileri, savaşın kazanılması halinde Kral Abdullah’ın bölgedeki kıdeminin yükselmesinden endişe duyuyorlardı. Nitekim, Arap devletleri kendi aralarında anlaşmaya varıp Kral Abdullah’ı saf dışı bırakıyor ve bir Arap Lejyonu kuruyorlardı. Ancak Kral Abdullah, Arap birliğinden ümidi olmadığını, Amman’daki sarayında kabul ettiği bir gazeteciye şu sözlerle dile getiriyordu: “Anlaşmaya varıldı, Arap devletleri savaşa girmeye karar verdiler. Tabii bizim de onların safında yer almamız gerekiyor. Ama bedelini pahalıya ödeyeceğimiz bir hata yapıyoruz. Bir gün isteklerine uygun bir devleti kendiliğimizden Yahudilere vermediğimiz için büyük pişmanlık duyacağız. Kötü bir yola saptık, bunu izlemeye devam ediyoruz.” (sf.410)
Yine de Abdullah Tell önderliğindeki Arap Lejyonu mühim zaferler elde ediyor ve Yahudi güçlerini bozguna uğratıyordu. Sayıca üstün olanlar onlardı, ayrıca donanımlıydılar. Ancak ordu içerisindeki eğitimsiz gerilla askerleri, ordunun ilerleyişine ayak bağı oluyor ve kontrolün elden gitmesine sebep oluyorlardı. Yağmacılık peşine düşmeleri, ordu düzenini bozan bir etkendi. Yine de Arap Lejyonu, İsrail ordusu üzerinde büyük bir hakimiyet kurmuş, düşman ordularını yok etmeye çok yaklaşmıştı. Pek çok Yahudi köyü boşaltılmıştı. Yahudilerin bozguna uğratılmasından ötürü, Birleşmiş Milletler’in de bastırması sonucu İngilizler Arap Lejyonu’nun Filistin’den çekilmesi yönünde baskı uyguladı. Bu yüzden 12 Haziran 1948’de, otuz gün sürecek ateşkes ilan edildi. Bu süre İsraillilerin Avrupa’dan gelecek olan cephane gemilerini karşılamak için gereken süreden fazlasıydı.
9 Temmuz 1948 günü ateşkesin sona ermesiyle Yahudiler karşı saldırıya geçtiler. Bu kez cephaneleri ve eğitimli askerleri vardı ve zafere dair inançları daha gür filizlenmişti. Arapların ise yeni bir ateşkesi kabul ettirmek için daha çok nedeni vardı. Otuz günlük ateşkes esnasında stabil kalması gereken savaş alanındaki denge, İsrail Devleti’nden yana değişmişti. Çarpışmaların yeniden başlamasıyla Arap güçleri ağır kayıplar veriyor, geri çekilmek zorunda kalıyorlardı. Bu sebeple BM genel sekreteriyle iletişime geçip Filistin’i işgalden geçici süreliğine vazgeçtiklerini ve ateşkesi sürdürmeye devam etmek istediklerini bildiriyorlardı. Bu durum Yahudiler için hayal kırıklığıydı çünkü önlerinde Kudüs’ü işgal etmek için 48 saatten az bir süre kalmış olacaktı. Son bir manevra yaptıysalar da bunda başarılı olamadılar. Kutsal Şehir Arapların elinde kaldı. Ve böylece 19 yıl sürecek bir ateşkes yürürlüğe girmiş oldu. Ancak ateşkes imzalamadan hemen önce gerçekleşen bir mucize, Kudüs’teki Yahudilerin kurtuluşuna sebep olmuştu. Yahuda Tepeleri’ni aşmayı başaran bir askeri araç sayesinde, Arapların denetimindeki karayollarından bağımsız bir koridor oluşturulmuş ve Birmanya Yolu adı verilen bu altmış sekiz kilometrelik yol sayesinde de Kutsal Şehir açlıktan kurtulmuş olacaktı.
“Son Söz"e gelince.
Filistin’den sürgün edilen Arapların sayısı bilinemedi. Arap devletleri bu sayısının bir milyondan fazla olduğunu söylediler, BM kayıtlarına göre göçmen sayısı beş yüz ile yedi yüz bin arasındaydı. Yahudiler işgal ettikleri yerlere derhal Yahudi aileler iskan edilmesini emretti. Daha sonra yüz bin Yahudi göçmenin dönüşünün kabul edileceğini duyurdu.
Arap Devletleri ise sürgündeki kardeşlerinin yardımına koşmakta, yine, cefakâr bir tavır sergilemediler. Nüfus yoğunluğu fazla olmamasına rağmen Suriye ve Irak, onlara kapılarını kapatmıştı. Ülke içindeki cemaatlerin arasındaki dengeyi bozmamak için Lübnan da sınırlı sayıda göçmen alacağını bildirdi. Mısır ise göçmenleri Gazze şeridine yerleştirdi. Yalnızca Ürdün, göçmenleri kabul etmek için, gerçekten elini taşın altına koydu.
"Hem Arap propagandasının yemi, hem de İsrail devletinin vicdan azabı olan Filistin göçmenleri sefil kamplara dolduruldular ve oralarda ancak Birleşmiş̧ Milletler'in ianesiyle yaşadılar. Ama bütün dünya kendilerini unutulmaya mahkum ettiği halde onlar unutmamışlardı ve başlarına gelen felaketten bütün dünyayı sorumlu tuttular. Bu kampların sefaletinde koca bir kuşak doğdu ve büyüdü, hiç̧ tanımadığı yitirilmiş̧ topraklara dönme ve intikam düşleriyle beslendi. Altı Gün Savaşları’nın ertesinde, bu Filistinliler Fedai adıyla Orta Doğu sahnesine çıktılar, bu bölgede hüküm süren dram konusunda söyleyecek sözleri bulunduğunu dünya kamuoyuna açıkladılar.” (sf.568)
Kitap böylece bitiyor. Ve onu okuyan bir Müslüman olarak, ince bir sızı bırakıyor yüreğimde. Yahudiler avuç içine alınmışken, üstünlük bu kadar bariz bir şekilde kurulmuşken, zafere ulaşmak bu kadar kolayken; yürütülen yanlış politikalar, lüzumsuz inatlaşmalar ve manda yönetimine bel bağlamalar yüzünden tarih boyunca asla solmayacak bir fitne tohumu ekiliyor Filistin’in yüreğine. Ve yıllardır o tohumun meyvelerinden zehirlenen nesiller büyüyor, Allah’ın İsra suresinde bereketli kıldığı topraklarda. Bugünden bakınca, hepimizin ferah bulmak için dostuna sarılmak zorunda olduğu bir Allah ağrısı var.
"Her türlü noksanlıktan münezzeh olan Allah, kulunu geceleyin Mescid-i Hаrаm’dаn alıp, kendisine birtakım аyetler gösterelim diye etrafını mübarek kıldığımız Mescid-i Aksа’yа götürdü. Çünkü, işiten ve bilen odur.” (İsra Suresi, 1. Ayet.)
(*) Şuarâ, 113
Haritalar:
• http://www.mapsofantiquity.com/store/Palestine_or_Holy_Land/images/MID160.JPG
• http://www.emersonkent.com/map_archive/ancient_palestine.htm
• http://cdn2.vox-cdn.com/assets/4768864/arab-israeli-war_1948__1_.jpg
• http://www.emersonkent.com/images/arab_israeli_wars.jpg
• http://www.passia.org/media/filer_public/f0/24/f02425f0-a1d1-4b17-a184-cb8bedba30c6/pdfresizercom-pdf-crop_67-page-001.jpg
Dipnotlar:
(1) http://www2.diyanet.gov.tr/DinHizmetleriGenelMudurlugu/HutbelerListesi/Kapanmayan%20Yaram%C4%B1z%20Kud%C3%BCs.pdf
(2) http://www.hurriyet.com.tr/abd-baskani-trumpin-kudus-karari-bagcilarda-p-40672374
(3) https://www.haberler.com/trump-in-kudus-karari-yurdun-dort-bir-yaninda-10320970-haberi/
(4) http://t24.com.tr/haber/muhtarlar-trumpin-kudus-kararini-turp-isirarak-protesto-etti,510295
(5) http://www.aljazeera.com.tr/kronoloji/kronoloji-1915ten-gunumuze-filistin
(6) https://m.bianet.org/bianet/siyaset/53881-israil-filistin-sorununun-tarihcesi
(7) https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-44128837
Beytullah Kurnalı
beytullahkurnali@gmail.com
29 Eylül 2018 Cumartesi
Nuri Pakdil’in gözüyle batı
“Direniş, varoluşun deneyidir.”
- Nuri Pakdil, Batı Notları
Bazı edebiyatçıların düz yazıları şiirlerinden sonra gelir. Gelmelidir de. Örneğin Necip Fazıl Kısakürek, İsmet Özel ya da Attila İlhan… Liste uzayabilir. Diğer yandan bu edebiyatçıların düz yazıları dikkatle okunduğunda önemli veriler sunar. Söz konusu eserlerin içinde yaşadığımız toplumu ‘daha iyi yansıttığını’ düşünüyorum. Çabuk galeyana gelen, haddinden fazla heyecanlı, sabırsız, gergin, kontrolsüz davranma eğilimi yüksek bir toplumuz. Uzun vadeli planları yapamıyor, sakin hareket edemiyoruz. Dolayısıyla kültürel yapımız ve toplumsal karakterimiz nesir gibi üzerinde uzun süre çalışılan, felsefi derinliği bulunan, detaylarla işlenen bir türden çok nazım gibi nispeten daha hızlı, yormayacak uzunlukta, retoriği öne çıkaran, detay yerine hamasetle işlenen kısacası heyecanı yüksek bir türe daha uygun. Bu özelliğimiz geleneğimizin önemli bir parçası olan sözlü kültürün bir yansıması diyebiliriz.
Şahsen, Yedi Güzel Adam’ın ‘aykırı’ ismi Nuri Pakdil’i de yukarıdaki listeye eklerim. Zira şiirini düz yazısından daha güçlü bulurum. Bu, düz yazısı önemsiz demek değil elbette. Aksine, (yukarıda da değindiğim gibi) söz konusu eserleri, kaleme alındıkları döneme ve yazarlarına dair sundukları veriler sebebiyle oldukça önemserim. Öncelikle bu yazının bir Nuri Pakdil değerlendirmesi olmadığını, sadece bir eserinin analizini içerdiğini belirtmem gerekiyor sanırım.
Edebiyat Dergisi Yayınları tarafından neşredilen Batı Notları yüz on beş sayfadan oluşuyor. Eserin tanıtım yazısında her ne kadar “Nuri Pakdil’in Paris, Brüksel ve Roma’ya yaptığı gezinin notlarını içeriyor” denilse de yazıların hemen hemen tamamı Paris özelinde yapılan değerlendirmelerden oluşuyor. Kitabın ilk baskısı 1972 yılında yapılmış. Bu açıdan ‘İslamcı’ olarak tanımlanan kesimin ve Nuri Pakdil’in temsil ettiği ‘entelektüel ekol’ün 1970’lerde dünyaya bakışını yansıtması bağlamında değerlendirilebilir. Söz konusu dönemde çerçevesi tam çizilemese de bir “uygarlık sorunu” üzerinde durulduğu görülüyor.
Eser kısa kısa denemelerden oluşuyor. Denemeler salt gezi izlenimlerinin ötesinde bir anlatıma sahip. Nuri Pakdil bu durumu “yalnızca izlenimlerimi değil, Batı’nın bende yaptığı çağrışımları da yazdım” şeklinde açıklıyor. Yazarın sorgulamacı tavrı daha uçağa binerken başlıyor. “Buralar bizim yurdumuzdu” dediği “Trakya ve Balkanlar’ı nasıl yitirdik” sorusunun cevabı verilmeli diyor. Hemen arkasından kitap boyunca tekrarladığı konulardan birisi olan “Batı öykünmeciliğimiz”e değiniyor. Öykünmemizin temelinde Batı’nın en iyi bilen olduğuna inancımız bulunmaktadır. Dolayısıyla örneklerin en makbulüdür Batı. Bizi bizden uzaklaştıran, kendimize yabancılaştıran bir eğilimdir bu. Avrupa’ya indiğinde sistemin geometri ve mekanik ağırlıklı ‘düzeninden’ rahatsız olmuştur. Nuri Pakdil’in tepkisel eleştirilerini abarttığını düşünüyorum. Örneğin Hıristiyanlık için “bir avuç tutarsızlık” ya da Fransızlar için “başkası için fedakarlık yapmayan ulus” veya Kilise mimarisi için “gözüme batan çöp” diyebiliyor. Osmanlı’yı koşulsuz yüceltirken Batı’nın ürettiği her şeyi değersizlik kefesine koyabiliyor. Ya hepçi ya hiççi; bir orta yolu yok.
Nuri Pakdil’e göre Paris’in özel bir anlamı vardır. Batılılaşma anlamında ilk şok Paris üzerinden Fransız kültürüyle gelmiştir toplumumuza. Eğitim için gönderilenler “utanılacak bir tarih ve kültürümüz olduğu düşüncesiyle” dönmüştür. Utançtan kurtulmak için acilen Batı gibi olmak gerekmektedir. Milli bir görev addedilen Batı’ya övgü eğitim sistemimizin en önemli parçası hâline gelmiştir. İkinci olarak politik düzeydeki negatif etki İngilizler eliyle olmuştur. Cumhuriyet dönemi bu anlayışın zirve yaptığı dönemdir. Yazar, kastını “1923 devriminden beri, boynumuz ağrıdı Batı’ya bakmaktan” diyerek özetliyor.
Paris sokaklarını, kafeleri, toplumu, sosyal yaşantıyı gözlemliyor Nuri Pakdil. Fransız toplumunun çürümüşlüğünden bahsediyor. Sonra bu çürümüşlüğü Batı’nın tümüne genelliyor ve Ortadoğu toplumları için fırsat olarak yorumluyor. Paris sokaklarında gördüğü Afrikalılar ile emperyalizme maruz kalmışlık üzerinden bir yakınlık kuruyor. Bu tutumu ‘ötekileştirilme duygudaşlığı’ olarak tanımlayabiliriz. Nuri Pakdil “ırkçı değiliz; çünkü, uygarlığımızın özündeki inanç, ırkçılığı kesinlikle reddeder” diyor fakat denemelerde gizli bir ulusçuluk söyleminin alt metinde var olduğunu söylemeliyim. Türklerin, Türkiye’nin sömürülen ülkeler için umut olduğu, heyecanla beklendiği gibi cümleler kuruyor. Yer yer tarihin Türkiye’ye yüklediği misyon ve ecdat güzellemesi yapıyor. Ona göre önemli bir belirleyici olan tarih bu söylemin arkasındadır. Zaten Batı’nın bilinçaltında da Ortadoğu korkusu vardır ve Müslümanların harekete geçmemesi için her şeyi yapmaktadırlar.
Nuri Pakdil’e göre makinalaşma gibi teknoloji de insanı konformistleştirmektedir. Bu durum insanın özgürlüğünü yok etmenin yanında zihinsel tembellik, ruhsal açlık ve toplumsal yıkım getirecektir. “Teknoloji putu” insan için bir “tufandır”.
Denemelerinde şiirsel bir dil kullanıyor Nuri Pakdil. Kendine has sert üslubunun (aşırı) romantizm barındırdığını düşünüyorum. Mağduriyeti hamasi söylemle harmanlayarak odağı değiştiren bir romantizm bu. Nuri Pakdil, ‘olan’ ya da ‘olması gereken’ yerine ‘olmasını arzuladığı şeyi’ yazıyor veya öyle yorumluyor. Yaptığı karşılaştırmalardaki tepkisel tavrını tümüyle ‘Batı yericililiği’ üzerine oluşturuyor. Buna karşın dikkate değer bir çözüm önerisi sunmuyor. Hemen her sayfada göze çarpan ‘reaksiyoner tutum’ ve/veya ‘anti olma’ çabasının ortaya çıkardığı sorunlu anlayış kendini gösteriyor. Reaksiyonerlik ve/veya antilik bir meseleye sağduyulu yaklaşmayı engelleyerek bakış açısını daralttığından yetersiz ve tutarsız sonuçlara sebebiyet veriyor. Eserin dilinde gördüğümüz bu tutumun müspet ya da menfi bir çok kavram, olgu ve eşyaya aşırı anlam yüklenmesinden kaynaklandığını düşünüyorum. Yazdıklarını izlenim ve çağrışım olarak belirtse de (ön) yargılarının şekillendirdiği görülüyor.
Batı Notları Nuri Pakdil’in uygarlık anlayışının çizgilerini ortaya koyan bir eser. Ayrıca ‘mukaddesatçı’ zihniyeti anlamaya yardımcı olacak türden. Yazarın şairane üslubuna aşina olanlar edebi haz alacaktır. Metin içinde aşağıdaki örneklerde olduğu gibi şiir tadı veren cümleleri keşfetmek oldukça keyifli.
“Gökyüzü, dörtbaşı bayındır bir ülkedir.”
“Herşey, bıraksanız yıkılacak gibi; bir tufan sonrası ıslaklığında.”
“Yabancılaşma bıçaklarıyla doğramışlar yüreklerimizi.”
“Kocaman bir aydınlık çöküyor alana. Geçen gün tarttılar, dokuzyüz yıllık Buhara aydınlığındaydı.”
“Hız telaşı tedirgin etti iç sistemimizi. Belki 'en iyisi yürüyerek gidilir yaşamaya'.”
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
- Nuri Pakdil, Batı Notları
Bazı edebiyatçıların düz yazıları şiirlerinden sonra gelir. Gelmelidir de. Örneğin Necip Fazıl Kısakürek, İsmet Özel ya da Attila İlhan… Liste uzayabilir. Diğer yandan bu edebiyatçıların düz yazıları dikkatle okunduğunda önemli veriler sunar. Söz konusu eserlerin içinde yaşadığımız toplumu ‘daha iyi yansıttığını’ düşünüyorum. Çabuk galeyana gelen, haddinden fazla heyecanlı, sabırsız, gergin, kontrolsüz davranma eğilimi yüksek bir toplumuz. Uzun vadeli planları yapamıyor, sakin hareket edemiyoruz. Dolayısıyla kültürel yapımız ve toplumsal karakterimiz nesir gibi üzerinde uzun süre çalışılan, felsefi derinliği bulunan, detaylarla işlenen bir türden çok nazım gibi nispeten daha hızlı, yormayacak uzunlukta, retoriği öne çıkaran, detay yerine hamasetle işlenen kısacası heyecanı yüksek bir türe daha uygun. Bu özelliğimiz geleneğimizin önemli bir parçası olan sözlü kültürün bir yansıması diyebiliriz.
Şahsen, Yedi Güzel Adam’ın ‘aykırı’ ismi Nuri Pakdil’i de yukarıdaki listeye eklerim. Zira şiirini düz yazısından daha güçlü bulurum. Bu, düz yazısı önemsiz demek değil elbette. Aksine, (yukarıda da değindiğim gibi) söz konusu eserleri, kaleme alındıkları döneme ve yazarlarına dair sundukları veriler sebebiyle oldukça önemserim. Öncelikle bu yazının bir Nuri Pakdil değerlendirmesi olmadığını, sadece bir eserinin analizini içerdiğini belirtmem gerekiyor sanırım.
Edebiyat Dergisi Yayınları tarafından neşredilen Batı Notları yüz on beş sayfadan oluşuyor. Eserin tanıtım yazısında her ne kadar “Nuri Pakdil’in Paris, Brüksel ve Roma’ya yaptığı gezinin notlarını içeriyor” denilse de yazıların hemen hemen tamamı Paris özelinde yapılan değerlendirmelerden oluşuyor. Kitabın ilk baskısı 1972 yılında yapılmış. Bu açıdan ‘İslamcı’ olarak tanımlanan kesimin ve Nuri Pakdil’in temsil ettiği ‘entelektüel ekol’ün 1970’lerde dünyaya bakışını yansıtması bağlamında değerlendirilebilir. Söz konusu dönemde çerçevesi tam çizilemese de bir “uygarlık sorunu” üzerinde durulduğu görülüyor.
Eser kısa kısa denemelerden oluşuyor. Denemeler salt gezi izlenimlerinin ötesinde bir anlatıma sahip. Nuri Pakdil bu durumu “yalnızca izlenimlerimi değil, Batı’nın bende yaptığı çağrışımları da yazdım” şeklinde açıklıyor. Yazarın sorgulamacı tavrı daha uçağa binerken başlıyor. “Buralar bizim yurdumuzdu” dediği “Trakya ve Balkanlar’ı nasıl yitirdik” sorusunun cevabı verilmeli diyor. Hemen arkasından kitap boyunca tekrarladığı konulardan birisi olan “Batı öykünmeciliğimiz”e değiniyor. Öykünmemizin temelinde Batı’nın en iyi bilen olduğuna inancımız bulunmaktadır. Dolayısıyla örneklerin en makbulüdür Batı. Bizi bizden uzaklaştıran, kendimize yabancılaştıran bir eğilimdir bu. Avrupa’ya indiğinde sistemin geometri ve mekanik ağırlıklı ‘düzeninden’ rahatsız olmuştur. Nuri Pakdil’in tepkisel eleştirilerini abarttığını düşünüyorum. Örneğin Hıristiyanlık için “bir avuç tutarsızlık” ya da Fransızlar için “başkası için fedakarlık yapmayan ulus” veya Kilise mimarisi için “gözüme batan çöp” diyebiliyor. Osmanlı’yı koşulsuz yüceltirken Batı’nın ürettiği her şeyi değersizlik kefesine koyabiliyor. Ya hepçi ya hiççi; bir orta yolu yok.
Nuri Pakdil’e göre Paris’in özel bir anlamı vardır. Batılılaşma anlamında ilk şok Paris üzerinden Fransız kültürüyle gelmiştir toplumumuza. Eğitim için gönderilenler “utanılacak bir tarih ve kültürümüz olduğu düşüncesiyle” dönmüştür. Utançtan kurtulmak için acilen Batı gibi olmak gerekmektedir. Milli bir görev addedilen Batı’ya övgü eğitim sistemimizin en önemli parçası hâline gelmiştir. İkinci olarak politik düzeydeki negatif etki İngilizler eliyle olmuştur. Cumhuriyet dönemi bu anlayışın zirve yaptığı dönemdir. Yazar, kastını “1923 devriminden beri, boynumuz ağrıdı Batı’ya bakmaktan” diyerek özetliyor.
Paris sokaklarını, kafeleri, toplumu, sosyal yaşantıyı gözlemliyor Nuri Pakdil. Fransız toplumunun çürümüşlüğünden bahsediyor. Sonra bu çürümüşlüğü Batı’nın tümüne genelliyor ve Ortadoğu toplumları için fırsat olarak yorumluyor. Paris sokaklarında gördüğü Afrikalılar ile emperyalizme maruz kalmışlık üzerinden bir yakınlık kuruyor. Bu tutumu ‘ötekileştirilme duygudaşlığı’ olarak tanımlayabiliriz. Nuri Pakdil “ırkçı değiliz; çünkü, uygarlığımızın özündeki inanç, ırkçılığı kesinlikle reddeder” diyor fakat denemelerde gizli bir ulusçuluk söyleminin alt metinde var olduğunu söylemeliyim. Türklerin, Türkiye’nin sömürülen ülkeler için umut olduğu, heyecanla beklendiği gibi cümleler kuruyor. Yer yer tarihin Türkiye’ye yüklediği misyon ve ecdat güzellemesi yapıyor. Ona göre önemli bir belirleyici olan tarih bu söylemin arkasındadır. Zaten Batı’nın bilinçaltında da Ortadoğu korkusu vardır ve Müslümanların harekete geçmemesi için her şeyi yapmaktadırlar.
Nuri Pakdil’e göre makinalaşma gibi teknoloji de insanı konformistleştirmektedir. Bu durum insanın özgürlüğünü yok etmenin yanında zihinsel tembellik, ruhsal açlık ve toplumsal yıkım getirecektir. “Teknoloji putu” insan için bir “tufandır”.
Denemelerinde şiirsel bir dil kullanıyor Nuri Pakdil. Kendine has sert üslubunun (aşırı) romantizm barındırdığını düşünüyorum. Mağduriyeti hamasi söylemle harmanlayarak odağı değiştiren bir romantizm bu. Nuri Pakdil, ‘olan’ ya da ‘olması gereken’ yerine ‘olmasını arzuladığı şeyi’ yazıyor veya öyle yorumluyor. Yaptığı karşılaştırmalardaki tepkisel tavrını tümüyle ‘Batı yericililiği’ üzerine oluşturuyor. Buna karşın dikkate değer bir çözüm önerisi sunmuyor. Hemen her sayfada göze çarpan ‘reaksiyoner tutum’ ve/veya ‘anti olma’ çabasının ortaya çıkardığı sorunlu anlayış kendini gösteriyor. Reaksiyonerlik ve/veya antilik bir meseleye sağduyulu yaklaşmayı engelleyerek bakış açısını daralttığından yetersiz ve tutarsız sonuçlara sebebiyet veriyor. Eserin dilinde gördüğümüz bu tutumun müspet ya da menfi bir çok kavram, olgu ve eşyaya aşırı anlam yüklenmesinden kaynaklandığını düşünüyorum. Yazdıklarını izlenim ve çağrışım olarak belirtse de (ön) yargılarının şekillendirdiği görülüyor.
Batı Notları Nuri Pakdil’in uygarlık anlayışının çizgilerini ortaya koyan bir eser. Ayrıca ‘mukaddesatçı’ zihniyeti anlamaya yardımcı olacak türden. Yazarın şairane üslubuna aşina olanlar edebi haz alacaktır. Metin içinde aşağıdaki örneklerde olduğu gibi şiir tadı veren cümleleri keşfetmek oldukça keyifli.
“Gökyüzü, dörtbaşı bayındır bir ülkedir.”
“Herşey, bıraksanız yıkılacak gibi; bir tufan sonrası ıslaklığında.”
“Yabancılaşma bıçaklarıyla doğramışlar yüreklerimizi.”
“Kocaman bir aydınlık çöküyor alana. Geçen gün tarttılar, dokuzyüz yıllık Buhara aydınlığındaydı.”
“Hız telaşı tedirgin etti iç sistemimizi. Belki 'en iyisi yürüyerek gidilir yaşamaya'.”
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
28 Eylül 2018 Cuma
Ahlâk, cahillik ve kadın mahkûmlar
Karılar Koğuşu, Kemal Tahir’in ölümünden sonra yayımlanan romanlarından biridir. Aslında tıpkı, Kelleci Memet, Namuscular gibi bu kitap da romandan ziyade anlatı türüne bir örnek gösterilebilir. 1974’te ilk kez yayımlanmasına rağmen, 1943 yılında yazılmıştır. Kemal Tahir’in Malatya cezaevinde yaşadıklarını, İkinci Dünya Savaşı yıllarını, Malatya’nın ve genel olarak ülkemizin toplumsal olaylarını, özellikle kadın mahkûmlar üzerinden anlattığı bir kitaptır.
Otobiyografik olayların ağır bastığı bir romandır Karılar Koğuşu. Kemal Tahir bu romanda karşımıza siyasi mahkûm İstanbullu Murat olarak çıkar. Hemen bütün mahkûmların sevdiği ve saydığı biridir Murat Bey. Çünkü her mahkûmun yardımına koşar. Aşığıyla beraber kocasını öldüren kadına da yardım eder, Malatya genel evinden gelen kadınlara da. Yazar, anlatımı öyle bir kurar ki, okur kimseyi acımasızca yargılamaz. Hatta herkese acır. Ve hatta idama götürülen kadının son anlarında Murat’la birlikte herkese bir hüzün çöker. Bu kadın kocasını aldatıp onu öldürse bile.
İsminden de anlaşıldığı gibi, kitabın merkezinde İstanbullu Murat olsa da, romanın diğer ana karakterleri kadın mahkûmlardır. Tözey, Hanım, Ayşe Ana, İnci, Gardiyan Şefika, Hubuş Bacı vs. olayların ama az ama çok merkezindedir. Kemal Tahir sorgulamak istediği adalet düzenini, halkın cahilliğini, ahlâk düzenini bu kadınlar üzerinden İstanbullunun bakışıyla okura yansıtır.
Ahlâk bolca irdelenir romanda. Fakat bu irdeleme yargılayıcı biçimde değildir. Yaşadığımız zamanla 1943 yılının Malatya’sında yaşanan olaylar birbirinden tamamen farklı olsa da, hatta o zamanın olayları şimdiki düzende ‘ahlâksızlık’ ve suç olarak karşımıza çıksa da okur bu duruma kötü bakmaz. Tözey ve İstanbullu arasındaki şu konuşmayı buna örnek verebiliriz. Ki bu şekilde onlarca diyalog vardır kitapta:
“Murat Bey: 16 yaşında… İstanbul’da o yaştakilere biz çocuk deriz.
Tözey: Vah vah… İstanbullular şu halde körpe kıza hasret ölürler. Bizim buralarda erkekler ağızlarının tadını biliyorlar. Vaktiyle everselerdi şimdi üç tane çocuğu olurdu, sizin çocuk dediğiniz malın.”
Romanda cinsellik kavramı ön plandadır. Fakat bu kavram Namuscular kitabındaki gibi erkekler üzerinden değil, daha çok kadınlar üzerinden kurgulanır. Kadınları cahilliklerinden ötürü şehevi duygularının esiri olmuş gibi gösterir Kemal Tahir. Fakat bunu suçlar gibi yapmaz. Yani suçladığı kadınlar değildir. Bazen hukuk sistemi bazen de geleneklerdir. İlk bakışta kadınları suçlar gibi görünse de koruduğu aslında kadın mahkûmlardır ve bunu Murat Bey’in cümleleriyle anlar okur:
“Herkes kabahatli de cezayı Tözey, Hanım, Şefika çekiyor. Hanım’ın oğlancılık eden kocası, Şefika’nın eve orospu getiren kocası suçsuz mu? Tözey’i Maho Ağa’nın hizmetkârına verdikleri zaman 13 yaşındaymış. Üç aylık gelinken ağa, üstüne hücum ederek cebren ırzına geçmiş. Şimdi kız kerhanede, Ağa, Akçadağ Belediye Reisi.”
Hapishanede hayat normal bir şekilde akar. Ancak 15 yıl hapse mahkûm olan ve bunun sadece 5 yılını tamamlayan İstanbullunun nezdinde bazen psikolojik sıkıntılar, daha doğru deyimle iç sıkıntısı görülebilir. Fakat Kemal Tahir kitabını İstanbullu Murat’ın iç sıkıntısına değil sorgulamak istediği kavramlar üzerine bina etmiştir. Yine de zaman zaman İstanbullunun nezdinde Kemal Tahir’i şu şekilde görebiliriz:
“Mahpushanede yazdan kışa girmek de, kıştan bahara çıkmak da insanı manen yıpratan bir şeydi. Dünyada vuku bulan esaslı değişiklikler, mahpuslara, hürriyetsizliği daha gaddarca hatırlatıyorlardı. Aynı his, bayramlarda da gelir, gırtlağa sarılır. Terk edilmiş olmanın ütün biçareliği manasız bir öfke halinde, yüreğe çöker.”
Devir, İkinci Dünya Savaşı devridir. Savaşın ortaya çıkardığı ortam da kitapta yerini alır. Kemal Tahir donanma davasından içeri düşmüştür. Kendi deyimiyle ‘komünistliğin ne olduğunu bilmeden, haksız yere’ içeri atılmıştır. Biz komünistliği içerde öğrendik der Tahir. İkinci Dünya Savaşı’yla ilgili düşüncelerini açıklarken de ‘komünistliğinden’ esintiler sunar. Birkaç yerde görünen bu durum çok baskın değildir. bazı diyaloglarda kendini belli eder:
“Sıcaklar birdenbire çökmüştü. Uzaklarda, harp oluyor, İstanbullu için, sıcaklar harbin dehşetini, harbin dehşeti de sanki sıcakları arttırıp tahammül edilmez hale getiriyordu. Bu harp karşısında bitaraf değildi. Hayatında bazı şehirlerin ne mühim bir yeri oluverdiğini birkaç seneden beri anlamıştı. Mesela Moskova, mesela Stalingrat, mesela Paris, mesela Vichy… Kiminde dostları, kiminde düşmanları oturuyordu. Nasıl bitaraf olmalı. Hem bitaraflık ne demek? Bu bir çeşit alçaklık…”
Karılar Koğuşu ilk okunduğunda, söylemesi gereken birçok şeyi belli etmeyebilir. İkinci, üçüncü defa okunacak eserlerdendir. Kemal Tahir’in en önemli eserlerinden gösterilmez fakat kurgu olarak değil, sadece mahkûmlar ve İstanbullu Murat Bey’in diyalogları açısından bile kült bir eserdir. Bu diyalogların çarpıcılığını ikinci okuyuşta daha çok fark edecektir okurlar.
Karakterler üzerinden şekil alan bir kitaptır Karılar Koğuşu. Her karakterin kendine has özellikleri vardır. Kitabın içinde zaman zaman ana karakterler yer değiştirse de İstanbullunun yanında bir kadın karakter her zaman baskındır. Hapishanenin sözü geçen tek mahkûmu olan Murat Bey, kitabın en etkin karakteridir. (Ara not: Nâzım Hikmet’in duvardaki fotoğrafıyla da dertleşmeleri vardır İstanbullu Murat Bey’in.)
Görülüyor ki, Kemal Tahir bu kitapta, Malatya hapishanesinde 1943 senesinde geçen bir zamanı anlatmaktan ziyade, toplumun inanışlarını, ahlâk ve adalet düzenini sorgulamak istemiştir ve bana göre de oldukça başarılı olmuştur. Her kitabında bunu yapsa da, bu kitabın diğer kitaplarından geride görülmesi sanırım belli bir olaya yer vermiyor olması.
Klişe yerler yoktur kitapta. Diyaloglar çok sahicidir. Zaten Tahir’in diğer hapishane kitaplarını okuyanlar bunu anlayacaktır. (Yol Ayrımı hariç.)
Güce göre şekil alınan devirler, bazı geleneklerin kokuşmuşluğu, cehaletin yanında İstanbullunun, Hanım’ın idamı için söylediği son sözler, aslında sorgulanmak istenen her şeyi kapsayacak niteliktedir. Bu pasajla da yazıyı hitama erdirelim:
“… Kanunu bildin mi? Küçük sineklerin takılıp kaldıkları, büyük sineklerin delip geçtikleri örümcek ağı… Yahut da Artaki’nin meşhur saz’ı…”
Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10
Otobiyografik olayların ağır bastığı bir romandır Karılar Koğuşu. Kemal Tahir bu romanda karşımıza siyasi mahkûm İstanbullu Murat olarak çıkar. Hemen bütün mahkûmların sevdiği ve saydığı biridir Murat Bey. Çünkü her mahkûmun yardımına koşar. Aşığıyla beraber kocasını öldüren kadına da yardım eder, Malatya genel evinden gelen kadınlara da. Yazar, anlatımı öyle bir kurar ki, okur kimseyi acımasızca yargılamaz. Hatta herkese acır. Ve hatta idama götürülen kadının son anlarında Murat’la birlikte herkese bir hüzün çöker. Bu kadın kocasını aldatıp onu öldürse bile.
İsminden de anlaşıldığı gibi, kitabın merkezinde İstanbullu Murat olsa da, romanın diğer ana karakterleri kadın mahkûmlardır. Tözey, Hanım, Ayşe Ana, İnci, Gardiyan Şefika, Hubuş Bacı vs. olayların ama az ama çok merkezindedir. Kemal Tahir sorgulamak istediği adalet düzenini, halkın cahilliğini, ahlâk düzenini bu kadınlar üzerinden İstanbullunun bakışıyla okura yansıtır.
Ahlâk bolca irdelenir romanda. Fakat bu irdeleme yargılayıcı biçimde değildir. Yaşadığımız zamanla 1943 yılının Malatya’sında yaşanan olaylar birbirinden tamamen farklı olsa da, hatta o zamanın olayları şimdiki düzende ‘ahlâksızlık’ ve suç olarak karşımıza çıksa da okur bu duruma kötü bakmaz. Tözey ve İstanbullu arasındaki şu konuşmayı buna örnek verebiliriz. Ki bu şekilde onlarca diyalog vardır kitapta:
“Murat Bey: 16 yaşında… İstanbul’da o yaştakilere biz çocuk deriz.
Tözey: Vah vah… İstanbullular şu halde körpe kıza hasret ölürler. Bizim buralarda erkekler ağızlarının tadını biliyorlar. Vaktiyle everselerdi şimdi üç tane çocuğu olurdu, sizin çocuk dediğiniz malın.”
Romanda cinsellik kavramı ön plandadır. Fakat bu kavram Namuscular kitabındaki gibi erkekler üzerinden değil, daha çok kadınlar üzerinden kurgulanır. Kadınları cahilliklerinden ötürü şehevi duygularının esiri olmuş gibi gösterir Kemal Tahir. Fakat bunu suçlar gibi yapmaz. Yani suçladığı kadınlar değildir. Bazen hukuk sistemi bazen de geleneklerdir. İlk bakışta kadınları suçlar gibi görünse de koruduğu aslında kadın mahkûmlardır ve bunu Murat Bey’in cümleleriyle anlar okur:
“Herkes kabahatli de cezayı Tözey, Hanım, Şefika çekiyor. Hanım’ın oğlancılık eden kocası, Şefika’nın eve orospu getiren kocası suçsuz mu? Tözey’i Maho Ağa’nın hizmetkârına verdikleri zaman 13 yaşındaymış. Üç aylık gelinken ağa, üstüne hücum ederek cebren ırzına geçmiş. Şimdi kız kerhanede, Ağa, Akçadağ Belediye Reisi.”
Hapishanede hayat normal bir şekilde akar. Ancak 15 yıl hapse mahkûm olan ve bunun sadece 5 yılını tamamlayan İstanbullunun nezdinde bazen psikolojik sıkıntılar, daha doğru deyimle iç sıkıntısı görülebilir. Fakat Kemal Tahir kitabını İstanbullu Murat’ın iç sıkıntısına değil sorgulamak istediği kavramlar üzerine bina etmiştir. Yine de zaman zaman İstanbullunun nezdinde Kemal Tahir’i şu şekilde görebiliriz:
“Mahpushanede yazdan kışa girmek de, kıştan bahara çıkmak da insanı manen yıpratan bir şeydi. Dünyada vuku bulan esaslı değişiklikler, mahpuslara, hürriyetsizliği daha gaddarca hatırlatıyorlardı. Aynı his, bayramlarda da gelir, gırtlağa sarılır. Terk edilmiş olmanın ütün biçareliği manasız bir öfke halinde, yüreğe çöker.”
Devir, İkinci Dünya Savaşı devridir. Savaşın ortaya çıkardığı ortam da kitapta yerini alır. Kemal Tahir donanma davasından içeri düşmüştür. Kendi deyimiyle ‘komünistliğin ne olduğunu bilmeden, haksız yere’ içeri atılmıştır. Biz komünistliği içerde öğrendik der Tahir. İkinci Dünya Savaşı’yla ilgili düşüncelerini açıklarken de ‘komünistliğinden’ esintiler sunar. Birkaç yerde görünen bu durum çok baskın değildir. bazı diyaloglarda kendini belli eder:
“Sıcaklar birdenbire çökmüştü. Uzaklarda, harp oluyor, İstanbullu için, sıcaklar harbin dehşetini, harbin dehşeti de sanki sıcakları arttırıp tahammül edilmez hale getiriyordu. Bu harp karşısında bitaraf değildi. Hayatında bazı şehirlerin ne mühim bir yeri oluverdiğini birkaç seneden beri anlamıştı. Mesela Moskova, mesela Stalingrat, mesela Paris, mesela Vichy… Kiminde dostları, kiminde düşmanları oturuyordu. Nasıl bitaraf olmalı. Hem bitaraflık ne demek? Bu bir çeşit alçaklık…”
Karılar Koğuşu ilk okunduğunda, söylemesi gereken birçok şeyi belli etmeyebilir. İkinci, üçüncü defa okunacak eserlerdendir. Kemal Tahir’in en önemli eserlerinden gösterilmez fakat kurgu olarak değil, sadece mahkûmlar ve İstanbullu Murat Bey’in diyalogları açısından bile kült bir eserdir. Bu diyalogların çarpıcılığını ikinci okuyuşta daha çok fark edecektir okurlar.
Karakterler üzerinden şekil alan bir kitaptır Karılar Koğuşu. Her karakterin kendine has özellikleri vardır. Kitabın içinde zaman zaman ana karakterler yer değiştirse de İstanbullunun yanında bir kadın karakter her zaman baskındır. Hapishanenin sözü geçen tek mahkûmu olan Murat Bey, kitabın en etkin karakteridir. (Ara not: Nâzım Hikmet’in duvardaki fotoğrafıyla da dertleşmeleri vardır İstanbullu Murat Bey’in.)
Görülüyor ki, Kemal Tahir bu kitapta, Malatya hapishanesinde 1943 senesinde geçen bir zamanı anlatmaktan ziyade, toplumun inanışlarını, ahlâk ve adalet düzenini sorgulamak istemiştir ve bana göre de oldukça başarılı olmuştur. Her kitabında bunu yapsa da, bu kitabın diğer kitaplarından geride görülmesi sanırım belli bir olaya yer vermiyor olması.
Klişe yerler yoktur kitapta. Diyaloglar çok sahicidir. Zaten Tahir’in diğer hapishane kitaplarını okuyanlar bunu anlayacaktır. (Yol Ayrımı hariç.)
Güce göre şekil alınan devirler, bazı geleneklerin kokuşmuşluğu, cehaletin yanında İstanbullunun, Hanım’ın idamı için söylediği son sözler, aslında sorgulanmak istenen her şeyi kapsayacak niteliktedir. Bu pasajla da yazıyı hitama erdirelim:
“… Kanunu bildin mi? Küçük sineklerin takılıp kaldıkları, büyük sineklerin delip geçtikleri örümcek ağı… Yahut da Artaki’nin meşhur saz’ı…”
Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)