3 Aralık 2018 Pazartesi

Osmanlı’nın kritik günlerini Kemal Tahir'le okumak

Bir kişinin veya bir ailenin izinin sürüldüğü romanlar her zaman ilgimi çekmiştir. Bunun içindir sanırım, Orhan Pamuk’un Cevdet Bey ve Oğulları’nı çok sevmem, Amin Maalouf’un olumsuz anlamda belki de en çok eleştirilen eseri Yolların Başlangıcı’na bayılmam. Tabii ki her eser bir iz sürer ama bahsettiğim, detaylarıyla, belli bir zaman diliminin uzun uzun anlatıldığı romanlardır. Kemal Tahir’in Bir Mülkiyet Kalesi de bu özelliğiyle ve 490 sayfasıyla diğer eserleri andırıyor. Konusu elbette farklı ancak bahsettiğim durumdan ötürü benim gönlümü kazanan eserlerden biri oldu.

Bir Mülkiyet Kalesi, Kemal Tahir’in sağlığında yayımlanan bir eser değil. Ölümünden sonra derlenip basımı yapılmıştır. Bundan ötürü, kitabın son halini, yani yazarın ‘bitti’ dediği halini okuyamıyor olabiliriz. Kemal Tahir ya fırsat bulamadı bu eseri yayımlatmaya ya da vazgeçti bu eserden. Ancak Kemal Tahir’in ölümünden sonra derlenen çok eseri var. Bu yüzden artık bu durumu es geçmemiz gerektiğini düşünüyorum.

Bir Mülkiyet Kalesi hakkında kısaca şunu diyebiliriz: II. Abdülhamit’in yaveri, saray marangozlarından, alaylı yüzbaşı, marangoz Mahir Efendi’nin II. Meşrutiyet’ten kısa bir süre önce başlayıp İstiklal Harbi’nin kısa bir süre sonrasına kadar olan hayatını konu edinir. Bu süreçte hem Mahir Efendi ve ailesinin özel hayatına hem de Osmanlı Devleti’nin siyasi hayatına dair malumatlar verir. Elbette bu süreçte II. Meşrutiyet, Balkan Savaşı, I. Dünya Harbi, Çanakkale Deniz Savaşı, Mütareke Dönemi, ilk meclisin kurulması gibi birçok olay da kendine yer bulur romanda.

Yazarın, Mahir Efendi karakterini babasından esinlenerek oluşturduğu yönünde bir rivayet de mevcut kitapla ilgili. Doğru olabilir; çünkü özellikle hapishane romanlarında ‘İstanbullu Murat’ karakteriyle kendine birden fazla yer vermiştir Kemal Tahir. Bu romanda da Mahir Efendi’nin ilk oğlunun adı Murat’tır. Bu benzerlik benim açımdan rivayeti doğruluyor.

Bir Mülkiyet Kalesi, Kemal Tahir romanları içinde bazı farklılıklarıyla yer alır. Genelde kısa denebilecek zaman dilimlerini romanlarında işleyen Tahir, bu romanında ortalama 15 yıllık bir zaman diliminde geçen olaylara yer verir. İkinci bir farklılık ise bölümlerle ilgili. Genelde kitaplarında ana bölümlerinin sayısını az tutan yazar, bu kitabını 12 bölüme ayırmış.

‘Saray-ı Hümayun’da’ adlı bölümle romana başlayan yazar, Abdülhamit’in de diyaloglu bir karakter olarak yer aldığı bu bölümde kısaca, saraydan, Mahir Efendi’nin padişahla olan ilişkisinden, marangozluk işlerinden bahsederek kitabın alt yapısını oluşturur. Daha üçüncü sayfada ise dönemin siyasi olayları ile ilgili Mahir Efendi’nin fikirlerini okuruz. Mahir Efendi, kitap genelindeki fikrî profilini bu sayfalardaki fikirleriyle özetler. Okuma yazması olmayan, siyasi olaylara aklı ermediğine inanan, Abdülhamit’i taparcasına seven Mahir Efendi, dönemin kargaşasını, kafa karışıklığıyla beraber şöyle özetler:

Yedi düveli parmağı üstünde oynatan, ‘İstanbul’a elli bin kişilik askerimle seyyah geliyorum!’ diye haber yollayan Moskof çarına, ‘Buyur! Ben de yüz bin askerle karşıcı çıkıyorum!’ diye cevap veren, koca Alman imparatorunu, Acem şahını, daha bilmem hangi kralları ayağına kadar getirten Abdülhamit, Jöntürk meselesine bir çare bulamaz mı?

İkinci bölümde okura karakterleri ve hayatlarını daha iyi tanıtır yazar. Özellikle Mahir Efendi’nin nasıl marangoz olduğu, aile hayatı gibi durumlara değinen Tahir, Mahir Efendi’nin evliliğine kadar giden yolu merak ettirici unsurlarla beraber çizmiş. Daha sonraki ‘Canseza’ bölümüyle beraber ortak okuyabiliriz bu bölümü. Bu genç karı-kocanın hayatları, geçmişleri ve evliliğiyle beraber siyasi olaylar da paralel olarak bölüme yerleştirilmiş. Fakat II. Meşrutiyet’in ilanı, bazı devlet adamlarının öldürülmesi ve Abdülhamit’in payitahtı terk etmesi hızlıca geçilmiş. Bu süreç biraz daha uzun tutulabilseydi, ayrıntılara daha iyi vakıf olabilirdik.

Buraya bir parantez açmak istiyorum. Kemal Tahir birçok konuyu ve düşünceyi, karakterlerinin bakışıyla romana yansıtır. Bu konular arasında din, sosyalizm, Bolşevizm vs. var. Bu düşünceler yazarın salt kendi düşünceleridir diyemeyiz. Çünkü zıt fikirleri çarpıştırmayı seven bir yazar Kemal Tahir. Özellikle dinî anlamdaki yozlaşma, bazı din adamlarının yanlış fikirleri de hicvedilen durumlar arasında. Bunu, ‘bakın o devrin romanları, filmleri hocaları hep kötülemiştir’ şeklinde ele alacak at gözlüklüler olacaktır ama durum bu değil. Daha önemli şeylerden bahseder yazar. Din yozlaşmasını toplumsal yozlaşmayla ele alır. Örneğin direklerarası meselesi. (İstiklâl Marşı Derneği de, Çelimli Çalım’ın ilk sayısında, direklerarası şarlatanlığını konu etmişti.) Özelikle ‘Ramazan neşesi’, ‘nerede o eski Ramazanlar’ başlıkları altında direklerarasını övücü konuşmalar yapanlar, Kemal Tahir’in şu satırlarını okuyabilir:

… Semt Şehzadebaşı’na pek yakın olduğundan ramazanlarda teravih namazlarını bir solukta kıldırıp halkı Direklerarası’na yetiştirdiği meşhurdu. Bilhassa uçarılar bu huyundan dolayı imam efendiyi yere bastırmıyorlardı.

Kemal Tahir’in bu romanda yaptığı en başarılı işlerden biri, toplumu ve toplumun hayata ve yaşananlara karşı verdiği tepkiyi iyi gözlemlemesi. Bütün kitap boyunca bunu fark edebilir okur. Abdülhamit’in ‘istibdat devri’ni baz alarak ve insanları gözlemleyerek yaptığı tespit, son derece sosyolojik bir tespittir. Cümleler ne kadar tanıdık değil mi?

İstibdat, dünya üzerindeki bütün meziyetleri -kurnazlığa varıncaya kadar… Çünkü kurnazlık da bir çeşit meziyet sayılmaya başlar- müstebite mal ederek yaşar. Meziyetler ancak müstebite mal edildikten sonra, ondan millete geçerler. Ve mutlaka millete de mevcut sayılırlar. Müstebit, Allah tarafından milletin başına kondurulmuş bir devlet kuşudur. Onun sayesinde yaşanır, onun sayesinde mesut olunur, onun her şeyin hakkında geleceği, bütün dünyaya kılıç çekip bütün dünyayı yeneceği şüphesizdir. Ona itaat eden bir millet, bütün bu ilahi meziyetlere sahip olmuş demektir. Ona itaat etmeyenler ise birtakım vatan hainleri, bozguncular, dinsizler…

Kemal Tahir bir taraftan Mahir Efendi’nin izini sürerken diğer taraftan kronolojik olarak tarihi ilerletir. Önce kısaca, Mahir Efendi’nin Balkan Savaşı’nda askere alınıp savaş sonrasında emekli edilmesine değinen yazar, daha sonra 1. Dünya Savaşı’na yer verir. Roman ilerledikçe kişilerden ziyade olayların öne çıktığını görürüz.

Seferberlik zamanında İstanbul’un hâlini, sosyal hayatını, özellikle kıtlığı oldukça realist bir şekilde çizer yazar. Bir taraftan da savaş karşıtlığını satır aralarında ve diyaloglarda okura aktarır. Denebilir ki, Kemal Tahir’in en fazla ‘Savaşa Hayır’ savunusu yaptığı roman Bir Mülkiyet Kalesi’dir. İnsanların aç kalmasını, ekmek yerine süpürge tohumu yemesini, açlığın her yeri sardığı İstanbul’da bir şeriat devleti olan Osmanlı’nın durumunu kişiler üzerinden ve savaş karşıtı bir duruşla işler yazar:

Açlık ayıp, utanma bırakmadı, namus falan hep karnı tok adamlara mahsustu. Babası, ağabeyi, kocası cephede olan genç kadın ve kızlar birdenbire sokaklara döküldü. İlk gidenlere erkekler, ‘Zavallı taze!’ diyerek sözde merhamet ettiler, mendillerini koca karı kalabalığının üzerinden alıp ekmeği evvela verdiler. Bu hal, tereddütte olanları da nihayet yola getirdi.

İlk çimdikleri yadırgayanlar sonra sonra bunların azlığı veya çokluğuyla eğlenmeye, bıyık buranlara önce zoraki, sonra alışık alışık gülümsemeye başladılar. Bütün bunların neticesi nihayet Kalubelâ’dan beri vardığı yeri buldu. Boynu eğri imam, yeşil sarıklı mezin, Laz fırıncı, tıknefes polis, mütekait binbaşı, gece bastırınca, birer mendille güzel kadınların evlerine girmeyi âdet ettiler. Mahallelerde baskın yapacak delikanlı kalmamıştı. İnsanlar o kadar açtılar ki, namustan bahsetmek gülünç ve usandırıcı bir şey oluyordu.

İstiklâl Harbi veya Mütareke Dönemi deyince aklıma artık ilk olarak Kemal Tahir geliyor. Özellikle İstanbul’un işgalini romanlarına çok başarılı bir şekilde konu eder Tahir. İnsanların işgali nasıl kanıksadığı, Bolşevizm, sosyal hayat, azınlıklar gibi her zaman bu milleti ve ülkeyi ilgilendiren, birbiriyle alakalı veya alakasız konuları roman içinde gerek diyaloglarla gerek paragraflarla çok iyi anlatır. Aynı zamanda spesifik tarih olayları da Kemal Tahir’in kahramanlarınca masaya yatırılır. Mustafa Suphi vakası veya Halide Edip’in meşhur Sultanahmet mitingi gibi. Benim ilgimi çeken, millet-i sadıka olarak addedilen Ermenilerin durumu oldu. Şöyle işler yazar konuyu:

… Bilhassa tren günleri herkeste bir telaş vardı. Hele tehcirden nasılsa kurtulup birer köşeye sinmiş olan Ermeniler birdenbire meydana çıkmışlardı. Türkler hem harp kaybettiklerinden hem de komşuların şehitlerini düşündüklerinden askerden gelenleri o kadar şatafatlı karşılamıyorlardı. Fakat Ermenilerde bilakis harp kazanmış gibi bir hal vardı: her asker şehre bir muzaffer kahraman gibi giriyordu. Geceleri meşaleler yakan kadınlar, çığrışarak mahalleleri dolaşıyorlar, senelerdir konuşmamaya dikkat ettikleri lisanlarını inatlarına yüksek sesle haykırıyorlardı.

Zabitlerin yanında, yolu tek başlarına çıkartamayacaklarından korkarak kalmış tek tük emirberler, artık testilerini alıp çeşme başlarına gidemez olmuşlardı. Askerden dönen Ermeniler, nerde bir üniforma görseler, şimdilik lisanen hakaret bırakmayıp yapıyorlardı.

Kitapta oldukça fazla detay ve fikir var. Özellikle son bölümde Mustafa Kemal Paşa’yı da karakterlerden biri haline getiren yazar saltanatın kaldırılmasını uzun uzun işlerken, Anadolu’da uzun savaş yılları geçiren Mahir Efendi’nin ailesine dönüşüyle, asıl kahramanı da ihmal etmez. Şu eleştirimi belirtmeden geçmek istemiyorum: Yazar Mahir Efendi’yi zaman zaman olayların içine katamamış. Bazen, kitap Mahir Efendi’den kopmuş giderken Mahir Efendi sanki kitaba yetişmeye çalışıyormuş gibi bir hal içine giriyor diyaloglarıyla. Kitaba bazen eğreti kalmış. Bunu hep görmüyoruz. Hatta çok az görüyoruz. Evet, diğer olayları da ilgi çekici işlemiş yazar ancak bu Mahir Efendi üzerinden ilerleyen bir romansa bu duruma biraz daha dikkat edilebilirdi.

Romanın başından sonuna kadar konuya sadık kalan Tahir, karakterlerden bazılarını kitabın başında kullanıp bırakmış bazılarını ise sonradan olaya dahil etmiş. Bütün yönleriyle en geniş ele alınan karakter Mahir Efendi olsa da diğer karakterlerini de romana katacak biçimde işlemeyi başarmış yazar. Sadece Mahir Efendi’nin küçük oğlu Cemal romanda çok az yer alır. Bunun sebebi romanda açıklanmamış ama kız çocuk beklerken erkek çocuk sahibi olan Mahir Efendi için bunun şokunu bütün hayatı boyunca yaşamış diyebilir miyiz?

… Hele ikinci çocuğuna -Mahir Efendi daha şimdiden bunun kız olacağına emindi, adını bile koymuştu- Ayşe’ye gebe kaldıktan sonra büsbütün korkak olmuştu. 1917 senesi ağustosunda Ayşe değil, maalesef Cemal doğdu.

Kitapta mekânın hikâye üzerinde etkisi çok fazla değil. Örneğin Yorgun Savaşçı’da mekân çok fazla öndeydi ancak Tahir’in bu romanında mekândan ziyade kişi ve olaylar daha ön planda diyebiliriz.

Bu roman tamamlanmamış veya son hâli verilmemiş bir roman olabilir. Buna bir kanıt da gereksiz uzatılan bölümlerin olması. Özellikle ‘Anadolu’ bölümünde gereksiz uzatılmış yerler mevcut. Bunu, konuyu detaylı işlemekten ayırt etmek lazım. Bazı okurlar bundan sıkılabilir ama başta da dediğim gibi ben çok keyif aldım.

Önemli bir romandır Bir Mülkiyet Kalesi. Kemal Tahir’in kült eserleri arasında yer almıyor olması önemini azaltmaz. Kitapta çok şey işlenmiş ve okuması da kolay. Hatta Kemal Tahir’in dil ve anlatım açısından en rahat okunan kitabı diyebilirim. Osmanlı’nın son dönemlerine tanıklık etmek isteyenler için ideal bir eser. Birçok yönüyle…

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

30 Kasım 2018 Cuma

Rasyonalizmin beş atlısı

Bir süre önce raflara göz atmak için girdiğim kitapçıda gördüğüm bir kitabın ismi tanıdık geldi. Dört Adalı. Merakla elime alıp göz gezdirdiğim kitabın içeriğinde önemli bir değişik yapılmış. Önceki baskılarında dört filozof bulunan eserin bu baskısına beşinci bir filozof eklenmiş. İngiltere’de birbirine yakın tarihlerde yaşamış bu dört filozof sırasıyla Thomas Hobbes (1588-1679), John Locke (1632-1704), George Berkeley (1685-1753) ve David Hume’dur (1711-1776). Eklenen beşinci filozof René Descartes (1596-1650) diğer dört filozoftan önce ve İngiltere dışındandır. Buradan hareketle yeni baskı Dört Adalı Bir Kıtalı olarak isimlendirilmiş. Öteki Yayınları tarafından neşredilen yüz altmış sayfalık eser Solmaz Zelyüt imzasını taşıyor.

Dört adalı filozof da akılcı ve bireycidir; bireyi her şeyin önünde tutmaktadırlar. Onlara göre insan problemlerini akıl ile çözebilir. Takıldıkları en önemli nokta soyut olanın, tözün, özellikle de din ve Tanrı konularının akıl ile nasıl anlaşılabileceğidir. Aralarında bunun mümkün olduğunu söyleyen de mümkün olamayacağını söyleyen de vardır. Tanrı’nın varlığına pek ihtimal vermeyen Hobbes ve varlığının kanıtlanabileceğini düşünen Locke bu konuda biraz daha çekimser durmaktadır. Bir din adamı olan Berkeley din ve Tanrı’nın kesinlikle akıl ile anlaşılabileceğini söylerken katı empirist (deneyci) olan Hume bunun kesinlikle imkânsız olduğunu iddia eder. Onlardan önce yaşamış olan Descartes akılcı olmakla birlikte dini konulara saygılı bir şüpheciliği benimsemiştir.

İngiltereli dört filozofun bilgi (felsefesi), varlık, töz, ahlak, Tanrı (inancı), doğa, yasa, siyaset, devlet, özgürlük ve mülkiyet gibi konularda görüşlerine yer veriliyor. Bu kadar ağır konuların ders kitabı gibi anlatılmamış olması okumayı keyifli hale getirmiş. Oldukça toparlayıcı ve net olarak ele alınmış görüşler, felsefi konulara ilgi duymayanlar için zorluk teşkil edebilir fakat az da olsa felsefeye aşina olanlar kitaptan hoşnut kalacaktır. Dört adalı filozof İngiltere'de yaşamış olmaları ve felsefelerinin benzeşmesinin yanı sıra René Descartes’tan da etkilenmiş olmaları ortak yönlerinden bir diğeridir. Solmaz Zelyüt bu ayrıntıyı adalı olmamasına karşın Descartes’ı kitabın yeni baskısına eklemesinin nedeni olarak belirtiyor ve kronolojik sıralamaya göre Descartes’ı en başa alması gerektiğini fakat kitabın ilk hâlini bozmamak adına sona eklediğini söylüyor.

Modern düşüncenin köşe taşları diyebileceğimiz bu düşünürler bir anlamda liberalizmin temellerini atmış, insanı ve bireyi önceleyen görüşlerinde akla önem vererek özgürlük ve mülkiyeti (klasik) liberal çizgide tanımlamışlardır. Sonraki düşünür, filozof ve siyasetçiler bu temellerin üzerine inşa ederek günümüz liberal düşüncenin ve dolayısıyla kapitalizmin acımasız duvarlarını örmüşlerdir. Aralarındaki düşünce ayrılığı detaylarda gizlidir ama dikkatle bakıldığında önemli detaylardır bunlar. Bunların en önemlisi aklın önderliğindeki bireyci bilgi felsefesidir kuşkusuz. Ortaya çıkan ‘nereye kadar akıl ve birey’ sorusu bugün hâlâ net olarak cevaplanmış değil.

Thomas Hobbes’un, yeniçağın materyalizminin, kritisizminin ve pozitivizminin habercisi olduğuna değinen Solmaz Zelyüt, Hobbes’un düşüncesinin ontolojik, etimolojik ve psikolojik yanlarının bunun nedeni olduğunu belirtiyor. Daha net bir söyleyişle, Aydınlanma’nın omurgasını oluşturan düşünce onun felsefesiyle birebir örtüşüyor. Hobbes felsefesinin en belirgin özelliğinin korku-güven ilişkisine bağlayan Zelyüt, bunun sebebini, onun yaşadığı dönemde İngiltere’nin içinde oluğu siyasi ve toplumsal karışıklıklar olabileceğini belirtiyor. Bu dönemde Hobbes felsefi görüşleri yüzünden iki defa İngiltere’den ayrılmak zorunda kalmıştır. “Felsefe doğru bir şekilde akıl yürüterek, sonuçlardan nedenlerin ve nedenlerden sonuçların çıkarsanmasıdır” diyen Hobbes’a göre felsefe doğa bilimleriyle özdeştir ve bu matematik gibi bir hesaplama işidir. Felsefenin bir ölçütü de hareket edebilirliktir. Zira var olabilen hareket edebilir. Hareket edebilenin maddi ve cisimsel boyutu bulunmaktadır. Dolayısıyla maddi ve cisimsel olmayan şeyler felsefenin konusuna girmez. Maddi ve cisimsel olan şeyler birleştirilebilir, ayrıştırılabilir ve hesaplanabilir. Bu yüzden örneğin Tanrı felsefenin konusu değildir. Hobbes’a göre töz var olan demek olduğundan maddi/cisimsel olana aittir. Maddi olmayan töz bir oksimorondur, kendisiyle çelişir. O, Aristo fiziğinin teolojik/ereksel mantığını ortadan kaldırarak Galileo fiziğindeki nedensellik mantığını kabul eder. Her şeyin bir nedeni vardır der ve nedenleri zamansal öncelik, sonralık durumuna indirger. Katı determinizmi kabul eden Hobbes’un mantığına göre insan iradesinin önemi kalmamaktadır.

Hobbes’ta bilgi felsefesi empirist, nominalist, materyalist ve biraz da sensualist özellikler taşır. Duyular bilgi edinmede ilk hareket noktasıdır. Bu sensualist bir giriştir. Duyumun nedeni dışsal cisim veya nesnedir diyerek materyalizme geçer. Hobbes’a göre iki tür bilgi vardır. Bunların ilki, dış dünyadan duyular yoluyla elde edilen empirik, deneysel bilgi olan ‘olgu’ bilgisidir. İkincisi ise empirik, deneysel olarak elde edilen olgu bilgisinin zihinde işlenmesi sonucu elde edilen ‘yargı’ bilgisidir. Nominalist olarak ele alınabilecek görüşünde Hobbes, “insanın nesnelere verdiği adlarla oluşturduğu hakikatten başka bir şey yoktur” der. Bu bakış açısına göre yanlışlıklar adların yanlış kullanımından ya da doğru anlaşılmamasından kaynaklanır. Hobbes’un politika felsefesi analitik-sentetik, ayırma-birleştirme yöntemidir. İnsanda iki ilkel duyum vardır; duygular ve tutkular ile arzu ve nefret bu iki temel duyumdan türer. İnsanın yaşama arzusu ve ölüm korkusu da buradan ortaya çıkar. Ona göre insan toplumsal bir varlık değildir, bencildir ve her zaman haz peşinde koşar. Hayatta kalmak için zarar vermek de dâhil her şeyi göze alır. Zaten bu insanın doğasında vardır. Diğer taraftan insanın tüm bu özellikleri devlet mekanizmasının kurulmasının da nedenidir. Çünkü güven içinde yaşama arzusu ve ölüm korkusu insanı buna iter. Dolayısıyla insanı savaştıran etkenler aynı zamanda insanı barışa götüren etkenlerdir de. Ama aynı zamanda bu mantıkla insanın savaşması ve öldürmesi doğallaşmakta hatta meşrulaşmaktadır. Yaygın olarak bilinen Hobbes’un, “insan, insanın kurdudur” sözü bu mantığı anlatmak için birebirdir. Ünlü Leviathan eserini bu mantık üzerine inşa eder Hobbes ve der ki, “bizi birbirimize bırakırsak hemen gırtlak gırtlağa geliriz.” Bunu engellemenin yolu olarak da insanı bir gücün/erkin kontrolü altına vermek olarak açıklar. Devlet bu mekanizmadır. Özgürlük ve ekonomik faaliyet konularında insanın serbest bırakılması gerektiğini söyleyen Hobbes, birçok düşünür tarafından ekonomik liberalizmin kurucu ismi sayılmaktadır.

John Locke, empirisittir ve ona göre bilgimizin alanı deneyimlerimizle sınırlıdır. Doğru yöntem kullanılırsa aklın çözemeyeceği hiç bir problem yoktur. Locke, “zihinsel güçlerimizi üzerine araştırmaya gitmemek bizi dogmatizme ya da skeptizme götürür” der. O, idelerin, orijinin deneyimi olduğunu düşünür. Deneyim ise duyum ve düşünüm olarak ikiye ayrılır. Duyum, deneyim yoluyla elde edilen bilgidir. Düşünüm ise duyumların zihindeki faaliyetleri sonucunda elde edilen bilgidir. İlk başta zihin ‘tabula rasa’ yani boş levhadır ve deneyim yoluyla kazanılan duyum ve düşünüm üzerinden elde edilen bilgiler bu levha üzerine yazılır. Mülkiyet konusuna özel bir alan açan Lock, ilk mülkiyet teorisyeni olarak kabul edilir. Zenginlik, mal ve özgürlük olarak tanımladığı mülkiyeti emekle ilişkilendirerek bireycilik ve aklı ön planda tutar. Aklın kaynağını ise ilahi olarak tanımlar. Ona göre vahiy bir bilgi kaynağıdır. Devlet mekanizmasını Hobbes’un “herkes herkesle savaşır” düşüncesinin aksine insanların “aklı kullanarak bir arada yaşamasıdır” diye açıklar. Locke’un liberal ve muhafazakâr görüşlerinin izlerini ve etkilerini özellikle Amerikan Anayasası’nda görmek mümkündür. Locke’a göre liberalizm insanlığın gelişim aşamalarından biri olarak ele alınabilir.

George Berkeley bir teolog filozoftur. Maddenin varlığını inkâra kalkışmakla itham edilmiştir oysa o diğer düşünürlerin -özellikle Locke’un- düşüncelerinin ne anlama geleceğini açıklamaya çalışmaktadır. “Var olmayı dışımızdaki şeylerin algılanmasına/duyumsanmasına indirgersek algılamadığımız/duyumsamadığımız şey yoktur anlamına gelir” demektedir. Berkeley bu çıkışıyla aslında bilgiyi maddeye indirgeyen empirist anlayışı eleştirmektedir ve bu maddeci anlayışın getirisi olan “Tanrı’yı inkâr etmeden bilim yapmanın bir yolu yok mudur” diye sorar. Filozofların maddi töz veya cisimsel töz dedikleri şeyi yadsıdığını söyleyen Berkeley, bu şekil hareket etmenin insanlığa zarar vermeyeceğini söyler. Fizikçileri eleştiren Berkeley, fizikçilerin fiziksel karşılığı olmayan metafizik kavramları fiziğe dâhil ederek bilimi kararttıklarını ileri sürer. Onu rahatsız eden şey, fiziksel olmayan soyut şeylerin sanki doğada bulunan maddi bir töze veya fiziksel bir gerçekliğe tekabül ediyormuş gibi kullanılmasıdır. Tanrı'yı ve varoluşu, deneyim, duyum ve düşünüm yoluyla açıklamaya çalışmıştır. Dışsal şeylerin biz onları algılamadığımızda nasıl var olduklarını kısaca şöyle açıklar: “Duyumsanmayan şeyler zihinde yadsındığında, yadsımadan bağımsız deneyimlenerek bulunabilmektedir. Bu durumda insanın algılamasının zaman aralıklarında o şeyin orada var olmasını sağlayan bir zihin bulunması gerekir. Bu zihin varoluşun nedeni olan Tanrı’dır. Şeyler algılanmadığında o şeylerin devam eden sürekli varlığı veya varolmaklığı Tanrı’nın onları sürekli algılamasıyla açıklanır”. Berkeley, “hayali ideler sonlu zihin tarafından üretilirken, algılanan ideler sonsuz Zihin tarafından oluşturulur; bu idelerin bizdeki varlığının nedeni, bu Zihin’dir” demektedir.

David Hume, Hobbes, Locke ve Berkeley’in empirik öğelerini benimserken bu filozofların düşüncelerindeki can çekişen metafizik öğeleri reddeder. Empirizmin en katı ve açık yorumunu verir. Hume ilk başta akla aşırı güven duymakta ve doğa yasalarının akılla anlaşılabileceğine inanmaktadır. Daha sonra insan düşüncesinin sınırlarının kısıtlılığını fark eden Hume skeptisizmi benimsemiştir. O, “eğer tüm idelerimiz deneyimlerimizden gelir öncülünü ciddiye alırsak bu ideler açıklamasının bizi mecbur ettiği şekilde bilgiye ilişkin sınırları kabul etmek zorunda kalırız” demiştir. Ona göre hiçbir şey insan düşüncesinden daha sınırsız değildir fakat insanın düşüncesinin ölçütünü belirleyen insan zihni çok sınırlıdır. İzlenimler ve ideler zihnin içeriğini oluşturur ve ideler izlenimlerin kopyasından ibarettir. Aralarındaki fark ise canlılık farkıdır. Şöyle ki, üzüldüğümüz ya da sevindiğimizde izlenimlerimiz faaldir. Bu izlenimleri düşündüğümüzde ya da akıl yürüttüğümüzde ise ideler faal hale gelirler ve hatırlamamızı sağlarlar. Acıyı hissetmek izlenim, duyumun hatırası idedir. Hume’un, idelerimiz izlenimlerimizin kopyasıdır ilkesinden hareket edersek bildiklerimizin tamamı izlenimlerimizdir mantığını kabul etmiş oluruz. Bu içsel bir durumdur ve dışsal olanı nasıl açıklayabiliriz? Hume bu soruyu sebat ve tutarlılık kavramlarıyla açıklamaya çalışmış ve izlenimlerimiz sayesinde şeyler hakkında sebat ve tutarlılık sahibi olduklarını kavrarız şeklinde cevaplamıştır soruyu. Self, töz ve Tanrı düşüncelerini kendi yöntemine tabi tutan Hume, her üç kavram için de var olmayacağı sonucuna ulaşır.

Solmaz Zelyüt, önceki baskılarda bulunmayan beşinci bölümde düşünmenin basitliğinin ve herkes tarafından yapılabilirliğinin insanı cezbettiğini söylüyor. Bunun ayrıca iyileştirici bir etkisi vardır. Felsefenin tarih boyunca belirli bir gidişatı vardır lakin rasyonalizmin ortaya çıkışı ile bu gidişat farklı bir boyut kazanmıştır. Bu değişimin kurucu düşünürü René Descartes’tir. Dolayısıyla Descartes, Rönesans sonrasından günümüze kadar gelen akılcı (modern) felsefenin başlatıcısıdır denilebilir. Solmaz Zelyüt, Descartes’ı anlatırken öncesine de değinerek akılcılığın oluşmasına olanak sağlayan filozofları ve düşünceleri de hatırlatıyor. Bilimin çözüm için yegane uğraşı olduğunu düşünen hatırı sayılır bir grup vardır. Temel kanı, akılcılık ile bütünleştirilmiş fiziki dünya görüşünün geleceğin belirleyicisi olduğu yönündedir. Şüpheciliğin revaçta olduğu bir dönemdir ve Descartes’ın da içinde olduğu düşünsel akım doğanın işleyişinin mekanik olarak açıklanabileceğini savunmaktadır. Dolayısıyla canlılığın determinist bir yapısı vardır. Descartes bu açılımla modern felsefenin temelini attığı ‘Kartezyen Felsefesi’ni geliştirmiştir. “Felsefeyi metafiziğe kök salmış bir ağaca benzeten” Descartes’a göre “gövdeyi fizik, dalları da mekanik, tıp ve ahlâk” oluşturmaktadır. Onun bir başka özelliği de din, ahlâk ve politika üzerine akılcı bakış açısının başlamasına ön ayak oluşudur. Solmaz Zelyüt, Descartes’ın felsefe, din, ahlâk, bilim gibi başlıkların yanı sıra bilinç, metot, entelektüel kesinlik, ‘cogito’, zihin ve beden ilişkisi gibi konulardaki düşüncelerine değiniyor. Descartes kendinden sonra galen rasyonalist düşünürlerin önünü açarak büyük bir iş yapmıştır.

Dönemsel bir felsefe kitabı olan Dört Adalı Bir Kıtalı’da rasyonalist modern düşüncenin doğuşunda yer almış beş önemli filozofun felsefi görüşlerini anlatılıyor. Yazar aktardığı felsefi konulara filozofların hayat öykülerini yedirmiş. Bu durum okumayı hem kolaylaştırmış hem de keyifli hâle getirmiş diyebilirim. Ayrıca yeni baskıya Descartes’ın eklenmesi eseri çok daha zenginleştirmiş. Dört Adalı Bir Kıtalı günümüz dünyasını şekillendiren Kartezyen Felsefesi ve bir ideolojiye dönen akılcılığı anlamak adına oldukça faydalı bir çalışma.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

29 Kasım 2018 Perşembe

Dünyada misafir olduğunu bilen kuşları tedirgin etmez

"Cevap soruya göre değil, sorana göre verilir."
- Ahmed Zerrûk el-Fâsî

Kitaplarına, şiirlerine koyduğu isimlerle düşünce dünyasını, ya da şöyle diyelim, dünyaya nereden baktığını hassaten göstermiş bir kalem Ahmet Murat. Onu bir unvanın kıyısına yanaştırmak bu anlamda güç. Çünkü yazarlığı belirli bir alana dair değil. Kimi kafayı bütünüyle romanla 'bozar' kimi de şiirle yahut başka şeylerle. Ahmet Murat, yaşadığımız zamanların 'metafizik kaybı'na işaret eden yazılar yazıyor. Gerçek Hayat'ta ve Nihayet'te gündem ne olursa olsun, o kendi gündemini koruyor. Sıkmadan, bunaltmadan, cetvel veya sopa göstermeden kendi gündemine davet ediyor.

Kuşlarla Sohbetin Şartları, işte bu anlamda bir davet kitabı. "Büyüsü bozulmuş bir dünya" diyor yaşadığımız zamanlara Ahmet Murat. Neydi bu büyü, eskiler bu büyüyü nasıl koruyup kollardı? Bağın nerede ve nasıl koptuğundan çok, yani tarihçilerin yaklaşımı olan neden-sonuç ilişkisinin getireceği polemik üslubundan kaçınarak, daha çok insan odaklı yazılardan oluşuyor kitap. İnsan odaklı denince meselenin küçüldüğü zamanlardayız. Kişisel gelişimciler kişisel algılamasın ama bu mesele pek de kişisel değil. Bu mesele biraz da babaları ve dedeleri tasavvuf bahçelerinden demet demet çiçek toplamış geniş bir iklimi ilgilendiriyor. O iklimin insanı çok. Süreceği iz belki az ama muhabbet bazen birinin peşine takılmakla da başlayabiliyor. Bir gözün nazarı, bir sözün şifası, bir şarkının daveti. Evet bu paragraf da davetle bitti.

Ahmet Murat eskilerin izini sürerken yenilerin 'zamane'liğini sorgulamaktan da sıkılmıyor. Bu sorgu ne kişilere ne de kurumlara yönelik. Yazarın okuyucuyu bir solukta kitabı bitirmeye 'mecbur' eden tarafı da bu aslında. Ortada bir gerilim var ve bu gerilim yüzünden biz ne geçmişin izini sürebiliyoruz lezzetiyle, ne de geçmişle gelecek arasındaki 'köprü insanlar'ın hâlini merak ediyoruz. Bu durumda söz, 'meleklere iman' konusundaki düşüşümüze kadar iniyor.

Tedirgin edici metinler var Kuşlarla Sohbetin Şartları'nda. Zaten şart kelimesiyle karşılaşınca tedirginlik yaşamamak pek de mümkün değil. "Ve elbette dünyanın bir gurbet olarak kabulünün yolu, dünyada tedirgin olmaktan geçer" diyor yazar. Kıyametin kopmasına ramak kala elindeki fidanla baş başa kalmış birinin tedirginliğini düşünelim önce, sonra da şu satırları okuyalım beraberce: "Sokrates'in, kendisini öldürecek olan baldıran zehri hazırlanırken flütle yeni bir ezgi öğrenmeye çalıştığı söylenir. "Ne işe yarayacak ki bu?" diye ümitsizce sorarlar. "Yeni bir ezgi öğrenmeye" der filozof."

Maç farklı bir mağlubiyetle devam ederken bile, tüm o ümitsizlikte bir futbolsever kesinlikle 90. dakikayı görmek ister. Ardından uzatmaları. Neticede netice her an değişebilir. Değişmezse de izleyeni teskin edecek bir gerilim, yorum gelebilir maç sonu demeçlerinde, programlarında. Onları da izler futbolsever. Hep bir umut. O gerilmiş yayın bir şekilde harekete geçmesi gerek. Buna kişisel gelişimciler 'enerjiyi boşaltmak' diyor galiba. Filozoflar ve ruh hekimleri için 'kendini meşgul etmek' oluyor yani. Bize öğüt verilen de elindeki fidanı her ne olacaksa olsun dikmektir. İster tufan kopsun, ister kıyamet. Nasılsa insan ziyandadır ve son dakikadan sonra bile ümit vardır.

Karşılaştırmalı bir okuma fırsatı var konular içinde. Her yandan saldıran 'mutlu ol' baskısına göğüs geremeyen, mutlu olmak için bütçesini ve çehresini yetiştiremeyen insan mutsuz olmayı ölümle bir tutuyor. Farkında olmadan kendini uyuşturmanın girdabına katılıyor. Kurguda bir hata var gibi sanki. Üstelik bu kurguyu basbayağı biz inşa ettik. Hakikatle, güzelle irtibatı kopardık. Dolayısıyla kurgu, yeni model bir arabanın test sürüşü çekimlerini hatırlatıyor. Evet kaza olacak ama sekiz hava yastığıyla kurtuluşa erebiliriz. Sahiden mi? Oysa velilerden birinin şu sözleri çok daha gerçekçi: "Sen günahını gözünde büyüttükçe o Hak katında küçülür; sen ibadetini gözünde küçülttükçe o Hak katında büyür."

Şehrimizde bulunmayan boşluklardan şeyhe duyulan ihtiyaca, matematik odaklı dinî telkinlerle gelen manevi yorgunluk hallerinden sahte sufi çeşitlerine kadar irfan yoluyla hayatın gerçekliğini ve acımasızlığını buluşturan metinler içinde çok kısa bir cümle haykırıp duruyor doğru olmayanın ne olduğunu: "Bugün her bütçeye uygun sema icrası var: Turistler için ayrı, çiğköfteci açılışı için ayrı tarifeler mevcut."

Yeterli. Bazen şuncacık bir cümle kafi. Uzatmaya, kapışmaya, sesi yükseltmeye bile gerek yok. Bu anlamda dil terazisini sıklıkla kaybeden 'yolcu'lar için 'ders içinde ders' çıkarılabilecek bir imkân aslında Kuşlarla Sohbetin Şartları. Üstelik hiç de öyle 'özün özü' haddine varmadan. Gayet sakin, gayet misafirce. Hepimizin misafir olduğunun bilinciyle. Dahası: "Arifler, "Edebin, ekmekteki un, ibadetinse ekmekteki tuz gibi olsun" demişler. İbadeti yerine getirmekle yetinmek değil, ibadeti, ondan daha yoğun ve çok olan bir edebin içinde eritmek anlamına gelir bu."

Her kitap bir arayışın neticesinde okunuyor şüphesiz. Daha doğrusu, bunu bilinçli bir şekilde yapıyor 'hakiki okuyucu'lar. Kitap almayı bir alışveriş olarak görmeden, iştahı kendine mahsus, okunuşu ve özümsenişi kendine has bir tavır bu hayata karşı. İşte bazen, kitabı okurken aradığımızı unutur gibi oluruz da son anda, son sayfalarda geliverir aradığımız karşımıza. Kuşlarla Sohbetin Şartları'nda bunu yaşadım. "el-Kahhâr" idi konu. Sebebini burada açıklayamayacağım farklı bir bakış açısına, bir yoruma, çarpıcı bir aktarıma ihtiyacım vardı. Bunca zamandır istediğimi bulamamışken, hiç beklemediğim bir anda paragrafları okurken yaşadım heyecanımı. Belki başkasını da heyecanlandırır diye düşünerek, bir kısmını da buraya almak isterim:

"el-Kahhâr" ism-i şerifi kalpte kahredici, yıkıcı, imha edici bazı etkinliklerde bulunan; kalbe, sahibini dönüştüren bilgi bırakan bir isimdir. Fiziki dünyada var olan her şeyin manevi dünyada bir tür arketipe sahip olduğunu kabul eden sufiler, dış dünyadaki düşmanların içerdeki büyük düşmanın görüntüsü ve eşi, dış dünyadaki azgın kavimlerin ya da onların aralarından çıkmış olan peygamberlerin ve kitapların iç dünyada da benzerinin olduğunu söylemeleri sebebiyle, "el-Kahhâr" ismini de çift taraflı bir balta gibi dışa ve içe doğru kullanırlar. "el-Kahhâr" zahirde ve batında eskin bir isimdir. Zahiri tahtlar ve zalimler onunla sarsılırken; kanat açmayı önleyen ön kabuller, eşya hakkındaki duygusal yargılar, iç kargaşadan beslenen bilgi gibi batıni tahtlar da onunla sarsılır ve rabbani bilgiye yer açacak temizlik yapılır."

Kuşlarla sohbet etmek, yani onları kaçırmamak, için-dışın birbirini temizlemesiyle mümkün. Geçmişle gelecek arasında, 'şimdi ve burada' yani hakiki ve faal bir köprü kurmakla mümkün. Bu mümkünlerin kıyısına yanaşmak adına güzel olan kapıları, konuları yoklamak ilk şart sanki...

Evet, dünyada misafir olduğunu bilen kuşları kaçırmaz. Tedirgin olan, tedirgin etmez belki...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

28 Kasım 2018 Çarşamba

Ürkmeye ve kendinden uzaklaşmaya davet

"Ah, umut olmasa 
insan en küçük şeylere dahi cesaret edebilir mi? 
Şu açık çayı içebilir mi mesela?"

Düş Düşe Uğultular, geçtiğimiz günlerde İz Yayıncılık'tan çıkan bir ilk kitap. Eserin yazarı İbrahim Aslaner'i Dergah, Aşkar, Tahrir başta olmak üzere çeşitli dergilerde yayımladığı öykülerden tanıyoruz.

Eser, 'Düş Düşe' ve 'Uğultular' olmak üzere iki bölümden oluşuyor. İlk bölümde Reis lakabıyla anılan Fikret Temizsöz kurgunun merkezinde yer alırken 'Uğultular' bölümünde Fikret Temizsöz'ün oğlu üzerinden kurgu devam ettirilip eser sona erdiriliyor.

Fikret, üçüncü romanını yazmaktadır, şehirde arkadaşlarıyla bir edebiyat dergisi çıkarır. Ve aynı zamanda bu derginin öykü editörlüğünü de üstlenir. Bir gün Fikret'in mail kutusuna bir öykünün düşmesiyle birlikte, okurun ilgisi kurguda yoğunlaşmaya başlar. Fikret öykü üzerinde değişiklik tavsiye ederek öykünün yazarı Şeyda'ya dönüş yapar.

Yer yer felsefi-düşünsel sorgulamalarla karşılaşıyoruz. Mesela Fikret'e "Duygular yalnızca şiirle anlatılmaz, hem anlatılan her şey basitlik kuyusuna düşmüştür artık." dedirten yazar, salt estetik kaygılarla bu eseri ortaya koymadığını göstermiş oluyor aslında.

İyi bir roman okuru, roman kişisinin melankolik-karamsar tavrı ve bu tavrın post-modern roman anlayışı içindeki yerini kolaylıkla fark edecektir. Fikret, Şeyda'ya olan saplantılı aşkı nedeniyle bohem bir hayata sürüklenir. Bu açıdan bakıldığında, Fikret'in, Yusuf Atılgan ve Oğuz Atay gibi yazarların karakterleriyle bir ruh kardeşliği içinde olduğunu söyleyebiliriz.

"Kimseler görmüyordu. Görmesin. Kimseler duymuyordu bu kıpırtıyı. Duymasın. Kimseler üzülmüyordu bu kimsesiz adama. Üzülmesin. Tek gerçek vardı. Gün akşama devriliyor, yağmur devam ediyor ve ben doya doya ıslanıyordum." (sf. 47)

Yalnızca kurguda değil dilin kullanımında da Oğuz Atay romanlarını anıştıran kadim tamlama ve kavramlara eser içinde yer veriliyor.

"Uzun etme İÇ SES dediğin az konuşur. Seni tenzil-i rütbe eyledim." (sf. 53)

Aslaner mizah unsurunu fırsat buldukça kullanarak bir bakıma okurun diri kalmasını sağlamış. İç sesin Fikret'le olan diyalogları üzerinden okuru tebessüm ettirmiştir.

Kurgunun merkezinde bir editörün, roman yazarının olması ve onun üzerinden yazma eylemini sorgulaması oldukça dikkat çekici ve çarpıcıdır.

"Biz yazarların elinden en fazla bu geliyor belki de. Bir çiçek ve yazmak. Yazmak, aklına ne gelirse yazmak ve karşıdakinin inanmasını beklemek. Dünyanın en omurgasız, cesaretsiz eylemi belki de budur. Yazmak ve medet ummak şu kahrolası harflerden." (sf. 93)

Eserin ikinci bölümü olan Uğultular'da ise olayların seyri bir başka karakterin penceresinden devam ediyor. Bu bölümde kendisinden uzun zamandır haber alınamayan baba Fikret'in, oğul Tolgay tarafından izinin sürülmesi anlatılıyor. Tolgay, Fikret ve Şeyda'nın mail aracılığıyla kurduğu ve kitaplar üzerinden sürdürdüğü ilişkiyi bilgisayardaki Word dosyası sayesinde öğrenir ve yıllardır görmediği babasını bulmak için doğduğu şehir olan Amasya'ya doğru yola koyulur. Kayıp baba Fikret, adeta gizemli bir süje haline geliyor eserin bu bölümünde.

141. sayfaya kadar bazı okurlar kuru bireyciliğin eseri esir aldığı yanılgısına düşebilir. Fakat yanıldığını bu sayfadan sonra fark edecektir.

Eser kişisi olan Fikret'ten, onun siyasi tavrına ilişkin kısa bir tarife de yer verilerek bahsedilir çünkü.

"Babama reis, diyor; teşkilattan arkadaşı büyük ihtimalle. Annemin hiç de hayırla yad etmediği şu milliyetçilerin teşkilatı işte." (sf. 141)

"Film konuşur, kitap, dergi ve gazete konuşur, bazı oyunlara gidip oyunlar anlatırdı bana ve masadaki birkaç yakın ahbabına. Şehir ona küsmüştü bir bakıma, reis davaya ihanet etmişti. Ona sorduğumuzda ortada bir davanın olmadığını söyleyip gülümserdi." (sf. 146)

Tolgay'ın, babasının izine ulaşmaya başlamasıyla aslında eser yepyeni bir çehre kazanıyor. Okurun zihnindeki soru işaretleri teker teker gideriliyor, kurgunun gizemini yazar bile isteye çözmeye başlıyor.

"... bir insanın, bir geçmişin bütün çıplaklığıyla bir diğer insana sunulması ürkütücüydü, ürkütücü ve bir o kadar da kendinden uzaklaştıran bir şeydi bu." diyor yazar ve hiç beklemediğimiz bir sonla eseri sonlandırıyor.

Nasıl bir sonla mı? Bilmem.

'Ürkmeye ve bir o kadar da kendinden uzaklaşmaya' davet ediyor yazar bizi. Kendinden uzaklaşmaya ve dolayısıyla kendine gelmeye var mısın?

Remzi Köpüklü
twitter.com/remzikopuklu

26 Kasım 2018 Pazartesi

Gündelik hayattaki tefekkürün kaybı yahut zaman krizi

Byung-Chul Han’ın kitaplarının ülkemizde yayımlanmaya başlaması Türk okurlar için oldukça önemli bir şey. 2015’te dilimize çevrilen ilk kitabından sonraki her yıl birer kitabı daha dilimize kazandırıldı bu değerli yazarın. Bu kitapların en tazesi ‘yeni çıkan’ Zamanın Kokusu.

Metis Yayınları’ndan neşredilen kitap “Bulunma Sanatı Üzerine Felsefi Bir Deneme” alt başlığına sahip.

Bir önsöz ve on iki bölümden oluşan kitap notlarıyla beraber 132 sayfayı içeriyor. Önsözler her kitap için önemlidir fakat Han’ın kitapları için daha da önemli olduğunu düşünüyorum. Çünkü Han önsözde, kitabıyla ilgili özet halinde ne yaptığından ve nasıl yaptığından bahsediyor. Bu kitapta da durum değişmemiş. Önsözde kitabın yazılış amacını belirten yazar kitap için bir de özet geçmiş:

Günümüz zaman krizinin önemli nedenlerinden biri, vita activa’nın, eylemlilik yaşamının mutlaklaştırılması. Bu mutlaklaştırma, insanı bir animal laborans, ‘çalışan hayvan’ derekesine indiren bir çalışma buyruğuna yol açıyor. Gündelik hayattaki hiperkinezi, aşırı hareketlilik, insan yaşamındaki tefekkür unsurunu, durma becerisini ortadan kaldırıyor. Dünyanın ve zamanın kaybına yol açıyor. … Zaman krizi, vita activa kendi krizinin tam ortasında vita contemplativa’yla tekrar birleştiğinde aşılabilir ancak.

Yazar bu paragraftaki hemen her cümlesiyle bölümlerini özetlemiş ve okura da kitapta ne ile karşılaşacağı konusunda bir ön okuma sunmuş.

Kitapla ilgili önde gördüğüm birkaç bölüme dikkat çekmek istiyorum. Bunlardan biri kitabın ilk denemesi olan “Uygunsuz Zaman”. Bu bölümde ideal zamanla beraber ideal yaşama ulaşmanın açıklaması üzerinde duran yazar, konuyu kavramlarla irdeliyor. Üzerinde durduğu iki filozof ise Nietzsche ve Heidegger. Bu iki filozofun, Nietzsche’nin ‘son insan’ıyla Heidegger’in ‘herkes’ini kendine yakın görür Han. Böyle olmasının sebebi ise ona göre yerleşmiş yaygın ve yanlış bir düşüncedir: Zamanın hızlanması düşüncesi. Biz uzun süredir hız çağından bahsediyoruz. Fakat Han, önsözde de ilk bölümde de bahsettiği gibi, hız yerine ‘zamanın yayılması’ kavramından bahsediyor. Zamanın dağılması anlamında da kullanıyor bu kavramı ve zamansal kopukluklara değiniyor. Şimdiyle, geçmişi ve geleceği bağlayamayan modern insanın şimdiki zamanı bir ‘sürem’den ziyade bir noktaya indirgediği yazarın en önemli eleştirilerinden. Ona göre, şimdiki zaman güncelin içinde boğulabilecek bir şey değil. Şimdiki zamanı gelecek zamana bağlayamamanın en büyük sebebi ise vaatsiz bir yaşam. (Burada da Heidegger’in ve Nietzsche’nin ‘miras ve gelenek’ kavramlarına başvurmuş yazar.)

Nietzsche’ye göre hedonist olan ‘son insan’ın; modern zaman insanının ölümünü ve bu kavrama karşı duruşunu da zamanın dağılmış olmasıyla ilişkilendirir Han. ‘Bitim’i olmayan bir hayatta ölmenin bile zor olduğu, Han’ın ilk denemesinde üzerinde durduğu şey. Ölmenin zorluğu kavramını, günümüz kent insanının telaşıyla birlikte ele almamız gerekecektir burada. Sonu olmayan, dairesel bir hayatta, farklı tünellere girip çıkarak varoluşsal bir anlama kavuşamadan telef olmaya gitmek diyebiliriz zamansız ölüme. Han, hızlanan değil de dağılan zaman kavramını bu tür insan için kullanıyor. İnsan hızlanmadı, dağıldı ona göre ve toplanması da imkânsız.

Burada aslında açıkça olmasa da yazar, ‘yavaş hayat’ sürmenin önemine değiniyor. Bunu ‘seküler hayatın sahip olma azgınlığı’nın karşıtı olarak da görebiliriz. ‘Ne kadar imkân o kadar anlamlı hayat ve zamanlı ölüm’ değildir mesele. Az ama öz hayat da ideal bir hayattır, sonunda ideal bir ölüme götürebilir insanı. Hedonist insanın uygunsuz zamanda yok olup gitmesiyle ölmesi arasındaki farkı şu paradoksla anlayabiliriz:

… Uzun, sağlıklı ama olaysız bir yaşamı nihayetinde dayanılmaz bulur. Böylece uyuşturucu kullanmaya başlar ve uyuşturucudan ölür. ‘Ara sıra biraz zehir: güzel rüyalar gördürür. Ve nihayetinde, rahat bir ölüm için çok zehir.’ Katı bir sağlık politikası güderek sonsuza dek uzatmaya çalıştığı yaşamı, paradoksal biçimde, zamanından önce sonlanır. Ölmek yerine uygunsuz zamanda yok olup gider.

Han, hemen her bölümde zamanla ilgili gördüğü bir problemi irdeliyor. İkinci bölüm olan “Kokusuz Zaman”da tarih öncesi devirlerle tarihsel zamanı baz alıyor. Bu dönemler üzerinden zaman kavramını inceliyor. Han’ın tarih öncesi diyerek bahsettiği dönem ise mitolojik dönemler. Kısaca; mitolojik dönemlerdeki düzenin sahibinin Tanrı olduğundan, tarihsel dönemde bu kavramın ortadan kalktığından ve kaos oluştuğundan bahsediyor. Ona göre tarihsel dünya döngüsel değil doğrusal bir zamana sahiptir. Zaman, kendi kendini bu konuma getirmiştir. Buradaki kritik dönem ise ‘Aydınlanma Dönemi’dir. Yani bu dönemde, eskatolojik zamandan ziyade ucu açık bir zaman baskındır. İlk bölümde bahsettiği ‘bitim’sizliğin yerini, tarihsel dönemde hiçbir sabit unsurun olmayışı almıştır.

Her şeyin düzenleyicisi Tanrı, Aydınlanma Dönemi’nde artık yoktur, zaman dağılmıştır fakat yokuş aşağı da gitmeye devam eder. İnsan sonsuz özgürdür. Belli bir daire içinde hareket etmek zorunda değildir artık yazara göre: “İnsanın zamanla ilişkisini belirleyen şey özgürlüktür artık. İnsan ne zamanın sonuna fırlatılmıştır ne de şeylerin doğal döngüsüne. Tarihi canlandıran şey özgürlük fikridir, ‘insan aklının ilerlemesi’ fikridir. Zamanın öznesi artık düzen veren bir Tanrı değil kendini geleceğe yönelerek tasarlayan insandır.” Ve akıl kutsanır. Han, bu durumun bir süre sonra yanlış olduğunun düşünüldüğünü ise Hıristiyan teolojisinden örnekle, ‘Danton’un Ölümü’ndeki Camille’nin seslenmesiyle açıklar: “Akıl sağlığı denen şu sıradan sabit fikirlerin hepsi dayanılmaz derece can sıkıcı. Baba, Oğul, Kutsal Ruh olduğunu hayal edebilen kişi yeryüzündeki en mutlu insandı.

Hem mitolojik hem de tarihsel zamanın kısa bir karşılaştırmasını yaparak bölümü tamamlar Han. Zamanın kopukluğundan oluşan sorunlardır aslında genelde anlatmak istediği. Bu bağsızlık ise zamanda kokuyu, belki de çeşniyi yok eder:

Mitolojik zamanın da tarihsel zamanın da anlatısal bir gerilimi vardır. Zaman olayları özgül bir şekilde birbiriyle bağlantılandırır. Anlatı zamana bir koku verir. Nokta-zaman ise kokusu olmayan zamandır. Zaman, sürem kazandığında, bir anlatı gerilimi veya bir derinlik gerilimi elde ettiğinde, derinlik ve enginlik, yani bir uzam kazandığında bir koku yaymaya başlar. Zaman bütün derin yapısından veya anlamından koparıldığında, atomlaştığında, düzleştiğinde, cılızlaştığında veya kısaldığında kokusunu kaybeder.

Byung-Chul Han, önemli filozofların ve yazarların düşüncelerini kitabında bol bol inceliyor. Fakat bunu bir kompleks göstererek yapmıyor. Ele aldığı görüşlere zıt görüşlerinin yanında filozoflara katıldığı noktaları da belirtiyor. Karşı çıkışlarını ise kendi fikirlerine göre temellendiriyor. Bauman’ın özgürlük kavramına yaptığı tanımda da olduğu gibi. Özgürlük kavramının bağlı olmamak, bağlarından kopmak olarak algılandığına karşı çıkan Han, özgürlüğün bağlarından kopmak değil, ‘iliştirilmek’ ve ‘içerilmek’ olduğunu söylüyor. Kelimenin kökeninden yola çıkan yazar, bu kavramın ‘sevmek’ anlamına geldiğini ve özgürlüğün esas anlamının ‘arkadaşlara veya seçilen insanlara bağlı olmak’ olduğunu belirtiyor. Burada aklıma İsmet Özel’in özgürlük tanımı geldi. Elbette Han’ın görüşünden farklı fakat Özel’in de Han’la aynı noktadan kavrama baktığını söyleyebiliriz. Özel, Taşları Yemek Yasak kitabında şöyle der: “Özgürlük, insan olarak aslımızda, bizim halis cevherimizde, fıtratımızda bulunan şeyin fışkırması, serpilip hayat bulmasıdır” der ve bunun da Allah’a bağlılık olduğunu vurgular. Han’ın dayanağı arkadaşlar veya sevilen kişilerken, Özel’in dayanağı ise Allah oluyor bu kavramda.

Han, zaman kavramını incelerken konuyu olabildiğince geniş ele alıyor. Hatta okur bazen ‘bunun konuyla ne alakası var’ diye düşünebilir ama yazar bir şekilde ana konuyu ele aldığı bölümle bağlıyor, “Şimdiki zamanın Paradoksu” bölümünde olduğu gibi.

Han, ‘Yolda Olmak’ kavramını, zıttı olan ‘şimdi ve burada’ kavramıyla ele alıyor. Bu, aslında Han’ın ilk bölümde bahsettiği zamanın güncelliği ile de bağlanabilir. ‘Şimdi’nin tamamen sıkıştırılmış bir an’a dönüşmesini ve günümüze etkisini inceliyor yazar. Sürekli ‘şimdi’de yaşamanın hem enformasyon hem teknolojik hem de ‘orada’ olmayla ilgili ilişkisine değiniyor. Mutlaklaştırılan bir ‘şimdi ve burada’ insanı çevreleyen her şeyi olumsuza çeviriyor. Hızlı yaşam, burada yaşam, şimdi hemen yaşam için Cioran’dan mülhem ‘çürümenin yaşamı’ diyebiliriz. Ne koku kalmıştır ne anlam:

Olayların, bilginin ve imgelerin sıkıştırılması bulunmayı imkânsızlaştırır. İmgelerin dur durak tanımadan art arda gelmesi bulunan bir düşünmeye izin vermez. Retinaya sadece bir anlığına temas eden imgeler dikkati sürekli üzerinde tutamaz. Görsel uyaranlarını hızla boca ettikten sonra sönüp giderler. Vurgulu anlatımıyla bilgi ve deneyimden farklı olarak, enformasyon ve yaşantılar kalıcı veya derin bir etki bırakmaz. Hakikat ve bilgi mefhumları arkaik bir tını edinmiştir artık. Süremi temel alırlar. Hakikatin kalıcı olması zorunludur. Oysa giderek daha da kısalan bir şimdide silinip giderler.

Kitabın son bölümü, yazarın en geniş incelediği bölüm olmuş. Bunu ve daha birçok bölümü okurlara bırakmak daha doğru olacaktır ama ilk bölüm ve son bölümlerin özellikle dikkatli okunması, kitabı anlamlandırmada kritik öneme sahiptir bana göre.

Byung-Chul Han, her kitabıyla okuyana bir bakış açısı sunuyor. Bu kitapta da bunu fazlasıyla gerçekleştirmiş. Fakat Han’ın özelliğinin kısa ve sade yazmasında olduğunu düşünüyorum. Bazı bölümler normalden uzun tutulmuş. Aynı ifadelerle uzatılan konudan ziyade konular daha kısa incelenseydi, daha öz bir konu ortaya çıkardı. Dil açısından ise baktığımızda Han’ın diğer kitapları gibi olduğunu söylemek mümkün. Bazı felsefi kavramları araştırmak gerekiyor kitabı okurken. Fakat yoğun olsa da ağır bir dile sahip diyemeyiz her bölüm için. Yine de 60. ve 90. sayfalar arası kitabın ağır dille yazılmış bölümlerini oluşturuyor.

Kitabı eline alanlar için bir de müjde var ilk sayfalarda. Metis Yayınları’nın yayım planında önümüzdeki yıl yayımlanacak iki tane daha Byung-Chul Han kitabı bulunuyor. Sanırım yazarın on altı kitabı var. Hızlı bir şekilde diğer kitapların da çevrilmesi felsefe okumalarımıza oldukça katkı sağlayacaktır.

Şeyda Öztürk’ün iyi bir çevirisiyle okunabilen Zamanın Kokusu felsefeyle ilgilenmek için önemli bir kitap. Han’ın diğer kitapları gibi…

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

İslami söylemin yapısökümü

Kültürün şekillendiricisi olan bilgiyi evrensel bir değer olarak tanımlamak mümkün müdür? Bilginin baskın ya da baskılayıcı bir kimliği var mıdır? Bilgi ne kadar masumdur ya da bilgiyle sadece bilim mi yapılır? Daha açıklayıcı sormak gerekirse, bilgi nötr bir fenomen midir yoksa içinde üretildiği paradigmanın kodlarının taşıyıcısı mıdır? Bu bağlamda bilgi teknik olarak bir medeniyetin (başka medeniyetler üzerinde) hegemonyasını sağlayan ve/veya pekiştiren bir araç olarak kullanılabilir mi? Çağdaş İslami düşünce ya da çağdaş İslami hareketler hakkında okuduğum metinler, sonrasında farklı alanlara kaysa da ayrışmadan hemen önce bu soruların işaret ettiği noktada kesişiyor. Aynı durumla Batı dışı toplumların Batı’ya karşı verdiği mücadelede de karşılaşıyoruz. Fakat sunulan çözüm önerileri çözüm olmaktan çok yeni sorunlar çıkarıyor ve/veya mevcut sorunları büyütüyor diyebiliriz. En başa dönüp buradaki metodolojik problemi halletmeden herhangi bir sorunun çözüleceğini düşünmek ham hayalden başka bir şey değil. ‘Bilginin İslamileştirilmesi Projesi’nin en başa dönerek buradaki problemi hâlletmeye çalışmasını değerli ve önemli bir çaba olarak görüyorum. Kanımca, İslam dünyasında gereken ilgiyi görmüyor. Dolayısıyla gereken desteği de bulamıyor ve istenen etkiyi sağlayamıyor. Her proje gibi bu projenin de eksiklerinin olduğu muhakkak ve fakat nasıl ki eksiklerini gidermek için üzerinde çalışmak gerekiyorsa başarılı olup olamayacağını görmek için de denemek/uygulamak gerekiyor. Bu zor süreç için bile zihni bir hazırlık aşaması kesinlikle şart. Öncelikle kökü klasik İslam düşüncesi dönemine uzanan bazı taşları oynatmak ve süreç içerisinde vahiy dışı oluşumların getirdiği tortuları temizlemek gerekiyor. Bunun içinse esaslı bir metodoloji oluşturulması hayati önem taşıyor.

Geleneksel dini anlayışa göre ‘avamın’ ilmi meselelerle iştigal etmesi sakıncalı görülmüş’ meseleye dair çaplı bir literatür bile oluşmuştur. Bu bir yana, bana daha ilginç gelen başka bir şey var. Yirminci yüzyılın ‘aykırı’ ve ‘sorgulayıcı’ ismi olarak bildiğimiz Ali Şeriati’nin (1933-1977) mevzuya bakışı oldukça manidar. Bu konuda geleneksel anlayışı benimseyen Şeriati’ye göre “toplumlar için tehlikeli şeylerden birisi de bilginin/bilimin avamileşmesi” meselesidir. Ali Şeriati bazı eserlerinde (örneğin Marksizm) bu durumu neden tehlikeli bulduğunu tarihsel perspektifle açıklamaya çalışıyor. Başlıca gerekçeler; hem ‘herkesin her şeyi bilmesi mümkün değildir’ hem de ‘herkesin her şeyi bildiğini iddia ettiği bir ortamda sağlıklı değerlendirmeler yapılamaz’dır. Zaten bilginin avamileşmesi modernizmin telkin ettiği bir şeydir. Görüş kendi içinde tutarlı olabilir lakin İslam tarihi açısından başlıbaşına problemler üreten bir yapı meydana getirdiğini düşünüyorum: Bir yanda Müslüman toplumların ‘ruhban sınıfı’ olarak tanımlayabileceğimiz ‘din adamı’ anlayışını doğururken bir yandan da Müslümanların hem bireysel hem de toplumsal eylemlerinde pasifleşmesine zemin sağladığı görülüyor. Hemen arkasından fanatikleşerek hizipleşmeler, mezhepleşmeler, cemaatleşmeler, tarikatlaşmalar vesaire… İslam’ı bir din olarak kabul eden herkes ‘alim’ olsun diyemeyiz elbette fakat eğer Müslümanlar alternatif bir sistem, hakikatli bir ‘yaşam nizamı’ önerecekse asgari İslami düşünce standartını yakalaması bir zorunluluktur. Görünürde başka yol da yoktur.

Mahya Yayınları’nın yayın listesinin ekserisi bilgiye İslami bir form kazandırma ve Müslümanca düşünme odaklı eserlerden oluşuyor. Iraklı fıkıh profesörü Taha Cabir Alvani’nin (1935-2016) Yenilenme isimli çalışması da onlardan birisi. “İslam Düşüncesinde Çağdaş Söylem” alt başlığını taşıyan eserin çevirisi İbrahim Kapaklıkaya’ya ait. Yüz doksan iki sayfalık çalışma, bilginin neden İslamileştirilmesi gerektiğine yönelik tartışmanın yapıldığı Giriş ve içerikteki tespit ile önerilerin şekilsel olarak formülüze edildiği Ek dışında altı bölümden oluşuyor. Bölümlerde sırasıyla çağdaş İslami söylemin analizi, kriz zihniyetinin yaygınlaşma süreci, temeli entelektüel eksiklik olan krizin çözümü, İslam düşüncesinde yenilenme ve bilginin İslamileştirilmesi projelerinin analizi, eserin muhataplarına yönelik tartışma ve çözüme yönelik engeller ile hatalar ele alınıyor.

Taha Cabir Alvani, eserinde iki ana başlık belirliyor. Bunlardan birisi çağdaş İslami söylemin yenilenmesi diğeri ise bilginin İslamileştirilmesi projesi. Müellife göre birbirinden bağımsız değerlendirilemeyecek bu iki konu hem birbirini desteklemekte hem de tamamlamaktadır. Günümüz Müslümanlarının en önemli sorunu, mevcut krizin de temelini oluşturan entelektüel eksikliktir. Çağdaş İslami söylemin yenilenmesi ve bilginin İslamileştirilmesi konuları söz konusu eksikliğin giderilmesinde temel iki parametredir. Yazar, buradaki iki belirleyici fenomenin neden ve nasıl gerçekleştirilmesi gerektiği, izlenmesi gereken yöntem, önündeki engeller, tarihsel açıdan ne anlama geldiği ve gerçekleştirilebilirse neler sağlayacağı gibi konularda kapsamlı değerlendirmeler yapıyor. Sorun çözmeye yönelik çalışma bir zorunluluk olarak görülüyor. Bu sadece Müslümanları bağlayan değil, tüm insanlığa yönelik bir zorunluluktur. Dolayısıyla insanlığın faydası açısından hayati öneme sahip bir sorumluluk barındırmaktadır.

Taha Cabir Alvani, sunduğu çözüm önerisinde olduğu gibi Müslümanları da ‘Gelenekçiler’ ve ‘Batıcılar’ olarak temelde iki gruba ayırıyor. Her iki grubun hareket mantığı fanatik bir taklitçilik üzerine oluşturulmuştur. Gelenekçiler asırlar evvel oluşturulmuş değişime kesinlikle kapalı dini epistemolojiyi, Batıcılar ise modernizmin ürünü pozitivist veya materyalist epistemolojiyi taklit etme eğilimindedir. Batılılaşma insanlığın geleceği için tehlike barındıran, gelenekçilik ise yetersizlik içeren süreçlerdir. Ona göre Müslümanlar kavramları, metodolojiyi, hedefi Kur’an eksenli oluşturarak bir yandan geçmişle yüzleşmeli bir yandan da şimdinin Batıcı anlayışını sorgulamalıdır. Bu anlamda İslami olduğundan şüphe olmayan kadim bilgi yeniden yorumlanmalı, modern bilgi ise İslam ile uyumlu hâle getirilmelidir.

Bir paradigma değişimi öneren Taha Cabir Alvani, Batı’nın pozitivist ve materyalist epistemolojisi karşısında kainatı ve Vahyi birlikte okuyup yorumlayacak İslami epistemolojinin oluşturulması gerektiğini savunuyor. Oluşturulacak bu epistemoloji ile üretilen bilgi ideal İslam medeniyetinin gerçekleşmesini sağlayacaktır. İnsanı yaratıcısına ve yaratılışına yabancılaştıran modern paradigma kötü gidişin sebebidir. Kurulacak İslam medeniyeti akıntıyı tersine çevirecek ve tüm insanlığa fayda sağlayacaktır. Müellif, bilginin İslamileştirilmesi konusuna etraflıca değinerek ne olduğunu, neyi amaçladığını ve nasıl gerçekleştirileceğini açıklamaya çalışıyor. Sık sık yöneltilen eleştirileri cevaplıyor. En sert tepki geleneksel dindarlıktan gelmektedir. Bilginin İslamileştirilmesi ve çağdaş İslami söylemde yenilenme önerisi aşırı entelektüel bir uğraş olarak görüldüğü için halktan kopuk ve gerçeklerden uzak olarak değerlendirilmektedir. Ayrıca bu çalışmalara yönelik hayalci, reformist haraket, Batılı paradigmanın imitasyonu şeklinde eleştiriler de yapılmaktadır. Taha Cabir Alvani bir yandan irdelediği konulara dair açılım getirirken bir yandan da eleştirilere cevap veriyor. Yenilenme, entelektüel açıdan doyurucu ve ufuk açıcı boyutlarıyla sadece İslami düşünceye ilgi duyanlar için değil sosyal bilimlerle ilgilenenler için de atlanmaması gereken bir çalışma.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

23 Kasım 2018 Cuma

Yarım duygular, yarım hayatlar, yarım kalanlar

"Şimdi, geçmiş olduğu zaman nereye gidiyor 
ve geçmiş nerede?"
- Ludwig Wittgenstein

Mayıs 2013'te hem içeriğiyle hem de müelliflerinin farklı görüşlere ve tavırlara sahip olmasıyla daha önceki örneklerinden sıyrılan bir kitapla tanışmıştım. Kâzım Özdoğan ve Derviş Aydın Akkoç tarafından derlenen "Sol İlahiyat: Dini Soldan Okumak" adlı bu kitap, İletişim Yayınları'nın Birikim Kitapları koleksiyonuna aitti. O zamandan bu zamana içindeki bazı isimler hakkında bir sürü yargılarda bulunuldu. Doğrusuyla yanlışıyla türlü türlü yorumlara dahil edildi bu isimler. İçlerinde romancılar da vardı, siyasiler de. Yazar kadrosundan bir isim, üslubuyla ve konuya bakış açısıyla ilgimi özel olarak çekmişti: Burhan Sönmez.

Kitaba "Ütopya: Sol İlahiyat!" ve hemen peşinden gelen "Kötülük ve Aşk Arasında Sol İlahiyat!" başlıklı yazılarıyla katkıda bulunan Sönmez'in bilhassa ikinci yazısı çok kıymetliydi. Yazıyı edebiyatın irfan damarından da beslenmiş bir ismin yazdığı besbelliydi. Birçok satırını çizmek için metrobüste epey uğraştığımı ve kitap bittikten sonra bu yazıyı yeniden okuduğumu gayet iyi hatırlıyorum. Böylece, daha önce hiçbir romanını okumadığım Burhan Sönmez için artık özel bir okuma yapmam gerektiği de ortaya çıkmıştı. Biraz tembellik biraz da okunacak -gerçekten de!- çok kitap olduğundan bu gerekliliği unutmuştum. Öyle ki şimdi bahsedeceğim Labirent, Eylül 2018'te çıkmıştı ve ben ancak kasım ayının ortasında okuyabilmiştim.

Çok açık bir şeydir ki her kitap ismiyle, kapağıyla, arkasındaki tanıtım metniyle etkilemez. Bunların birçoğu, hele ki günümüzde, bir an önce o kitabın alınması için planlanmış bir takım işlerdir. Belirli stratejilere dayanır yani. Ama Sönmez'in metinleriyle daha önce bambaşka bir kitapla tanışmış biri olarak tam da burada sarsılmıştım: İsim, kapak ve tanıtım metni çok iyiydi. Özellikle tanıtım metninin üzerinde yer alan kitaptan bir paragraf, Twitter'da en çok sevilen paylaşımlardan biri olmuştu bile.

Boğaz köprüsünde yoğun trafik sebebiyle duran bir taksiden inip intihar etmek isteyen bir müzisyen: Boratin... Uyandığında kendini hastanede buluyor ve hiçbir şey hatırlamıyor. Sadece geceyi değil, geçmişine dair hiçbir şeyi. Arkadaşlarını, ablasını, şarkılarını, zevklerini, kederlerini. Koskoca bir boşlukta yalpalamasına karşı koyan ise en yakın arkadaşı Bek. Elbette diğer arkadaşları da ona destek oluyor. Ama onun dünyası bambaşka bir noktada kuruluyor: varoluşunu sorgulamak. Tüm bu sorguyu yaparken de geçmişin gölgelerinde kaybolmamak. Bu durumda bazı rolleri de üstlenmesi gerekiyor. Onu tanıyanlara ve sevenlere 'her şey yolundaymış gibi' görünmek, ablasıyla yaptığı telefon görüşmelerinde özellikle geçmişle ilgili konuşmalarda sırıtmamak...

Boratin'in öyküsü iki konu üzerinde insanı düşündürüyor. Bunlardan ilki, geçmişin bir insanın hayatında, özellikle de geleceğinde ne kadar sert bir zemin inşa etmiş olmasıyla ilgili. O zeminin hiçbir düşüşü kabul etmeyişi. O zemin üzerinde düşünce olduğu gibi kalmak, belki de yuvarlanmak. Geçmiş, tıpkı gerçek gibi, ezici. İkinci konuysa yarım olan şeylerin bütün karşısındaki mahcupluğu, masumluğu, madurluğu. İnsan yarım duygularla ne kadar sağlıklı bir ömür yaşayabilir? Evini, işini, dostluklarını nasıl yürütebilir? Eğer 'iz bırakmaya yönelik' bir yaşamı varsa onu nasıl koruyabilir?

"İstanbul'un birkaç gündür değişmediğini, sonsuz bir anda takılıp kaldığını söylesem inanmaz. Yalan ile gerçek artık tek. Doğru ile yanlış aynı. Taştan yapılmış camiler ile çelikten yapılmış gökdelenler yaşıt görünüyor. İstanbul durdu, ben durdum. Eski ile yeni arasındaki zaman geçidinde kayboldum. İnanacak bir söz arıyorum. Ölüleri diri sanıyorum, belki pek çok diriyi de ölü biliyorum. Zihnim, ölülerle dirilerin koyun koyuna yattığı bir mezarlık."

İşte burada belki de kabullenme önemli bir yer tutuyor. Olanı kabullenmek ve o kabulle hayata devam etmek, edebilmek. Böylece geçmişin esaretinde türlü türlü acılar çekmemek. Hiç değilse bu acıları göğüsleyebilecek gücü bulabilmek. İnsan hayatı için en değerli şey belki de: kabullenme. Bu bir sorgu getirecekse peşinden, nasıl'ı değil neden'i sorgulamalı. Nasıl intihar ettim değil, neden intihar ettim. Nasıl hayatta kaldım değil, neden hayatta kaldım.

"Geçmiş beni bıraktıysa ben de geçmişi bırakabilirmişim, ta ki o kendisi geri gelene dek. Bunları düşünmek istemiyorum. Suya atlamak anne rahmine dönme arzusunu, yüksekten atlamak ise yaratma isteğini gösteriyorsa göstersin. Aklım başka yerde."

Sorgular yumağı. O yumaktan çıkmak için oyunu bilmek gerekiyor, yani hayatı. Oyuna katılmak gerekiyor, yani hayata. Oyundan çıkmamak gerekiyor, yani hayattan. Boratin'in öyküsünde hayat, bir noktadan sonra her yönüyle gerçek bir oyuna dönüşüyor.

"Neden benim annemle babam trafik kazasında öldüler? Boğaz Köprüsü'nde bir kaza nedeniyle trafik durmuş. Uykudan uyanıp taksinin camından dışarı bakmışım. Annemle babamın ilerideki kazada can verdiğini düşünmüşüm. Aradaki yılların ve mesafelerin önemi yok. Ölüler her zaman, her yerde yeniden ölebilir. Ben de yeniden doğabilirim (doğabilir miyim?). Hastanede gözümü açtığımda bana başka biri, anne babası sağ biri olduğumu söyleyebilirdiniz. Beni öksüz bir çocukluktan kurtarabilirdiniz. Kelimeler, kelimeler. Gözlerimin önünde harfler, sayılar, en çok da soru işaretleri uçuşuyor. "Evet" sözcüğünün ardına bile soru işareti koymak istiyorum. Evet? Hayatım böyle geçecek."

İnsan yol arayışında yorulur. Yolun gereği de budur. Her yorulduğunda yeniden yola koyulmak. Dikkat edilirse, yola koyulmak yoldan çıkmak ya da yolculuktan vazgeçmek değildir. Arada bir yolda duran, soluklanan, yeniden yola koyulur. Çıkmaz yolundan, yollarından. Varacağı yeri önemsemez. Zaten hakiki yolcuya kapı da yoktur. Her kapı gibi gördüğü şeyin ardından yeni yollar açılır. O yoldan başka yollara, bir kapıdan başka kapılara. Buranın mucizevi anı insanın kendisiyle konuşmasını da unutmamasıdır, konuşmalıdır kendisiyle insan daima.

"İnsanın dışarıyla konuştuğu dil başka, kendisiyle konuştuğu dil başkadır. Kendisine karşı şefkatli olan dil, başkasına hırçın olabilir. Kendisine merhamet eden dil, başkasına insafsızlık edebilir. Gözlerimi bir hastanede açtım. Bir eve geldim. Birkaç kişiyle görüştüm. Bu kadar. Kendimi anlayabileceğim dili göremedim."

Şimdiden sonra en iyisi yetinebilmek mi acaba? Bu da kabullenişin bir faydası değil mi? Yetinmek. Kendinle, hayatınla, yolunla, labiretinle, acılarınla, sevinçlerinle. Öyle veya böyle her şeyle yetinmek. Hayatı ve kendini olduğu gibi kabul etmek. Bunu yapamayınca, her şey çok gelir. İnsanın sadece kendine değil, aynadaki görünümüne bile tahammülü kalmaz. Boratin'de olduğu gibi.

"Bir, iki, üç, çok. Eski bir kabilede, insanlar üçe kadar sayar, sonrasına çok derlermiş. Bana her şey çok görünüyor."

İnsan kendini ne zaman yarım hisseder ve insanın geçmişi, hatıraları bu yarımı tamamlar mı? Labirent, bunun romanı.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf