29 Temmuz 2016 Cuma

Tek çabası yaşamak olanlara

"Tüm insanlar aynıdır: Kendileri bir başkasının cebinden alırken yüzleri aydınlanır, gülümserler, ama kaybetme sırası onlara geldiğinde yastaymış gibi ağlarlar.”

Yaşamak’ çağdaş Çin edebiyatının değeri sonradan karşılık bulan nadide eserlerinden. Jaguar Yayıncılık tarafından Türkçe‘ye kazandırılan Yu Hua'nın ölümsüz eseri yayınlandığı yıl ülkesinde anında yasaklanmış güçlü bir roman. Ölümün sürekli etrafında dolanarak çevresindeki her şeyi bir bir elinden aldığı Fugui'nin epik insanlık hallerine odaklanan öyküsü katıksız dili ve temiz anlatımıyla beni derinden yakaladı. Yaşlı öküzüyle tarlasını sürerken denk geldiği bir gezgine açtığı 40 yıla yayılan yaşamında Fugui okura tartışmasız bir bilgeliğin kapılarını aralıyor. Gençlik yıllarında umarsızca savurduğu aile serveti suyunu çekince gerçek hayatla yüzleşen bu karakter üzerinden yazar hayatın verdiği kadar alan düzeninin her türlü halini gözler önüne seriyor. Başlarda neşeli bir anlatıyken bir anda karanlık bir hüzne boğulan Yaşamak, okuru Fugui'nin hayatında hızlı ve etkili bir gezintiye çıkarıyor.

Kitap konu itibarıyla bir nebze de olsa Yeşilçam filmlerinin senaryolarını çağrıştırıyor. Elde avuçta ne varsa kaybeden Fugui önce tüm alışkanlıklarını bir kenara bırakıp yoksulluğun utanılacak bir şey olmadığını, herkesin başına gelebilecek bir durum olduğunu kabullenerek çiftçi olmaya karar veriyor. Kendisine kalan tek servet olarak gördüğü ailesiyle birlikte hayatını tam düzene oturttuğu sırada ise önemli bir sınav vermeye hazırlanan ülkesindeki gelişimler Fugui'nin yaşam mücadelesini hiç ummadığı noktalara taşıyor. Önceleri pek fazla kendilerini etkilemeyeceğini düşündüğü Kültür Devrimi gündelik hayatı da tehdit etmeye başlayınca evden doktor aramak için ayrılan Fugui, kendisini İç Savaş askeri olarak buluyor. Aklında bin bir soru ile ardında bıraktığı ailesine yıllar sonra geri döndüğünde artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmadığını gören Fugui vatanındaki yıkımın gölgesinde salt bir yaşam mücadelesi vermeye başlıyor.

Yu Hua'nın yer yer inanması güç talihsizliklere maruz bıraktığı Fugui'nin hayatı ısrarla bozguna uğratılıyor. Ailesine musallat olan ölüm oğlunu, kızını, karısını, torununu, damadını hatta arkadaşlarını alıp götürürken ona dokunmuyor. Ölüm olgusu üzerinden sorgulandığında Fugui her kayıpla birlikte geçmişte üstüne sinmiş olan bir rütbesinden de kurtuluyor. Gelenekçiliği, inancı, siyasal algısı, aile kurumuna karşı olan tavrı, umutları, planları... Ölüm Fugui'yi isyana değil kaybettiklerine yönelik iyimser bir kabul etme haline sürüklüyor. Yazar bir röportajında Fugui ile ilgili şunları söylüyor:

"Yaşadığı yoğun keder ve zorluğun ardından, Fugui acı çekme tecrübesine içinden çıkılmaz bir şekilde bağlanıyor. Dolayısıyla onun kafasının içinde ‘dayanmak’, ‘metanet sergilemek’ gibi düşüncelere gerçekten yer yok; o sadece basitçe yaşamak için yaşıyor. Bu dünyada hayata bu kadar saygısı olan biriyle daha tanışmadım. Ölmek için çoğu insandan daha fazla nedene sahip olsa da, o yaşamaya devam ediyor.”

Mikro olarak ele alındığında Fugui'nin yaşadığı trajediler her insanın kolay kolay altından kalkabileceği şeyler değil. Özellikle taptığı bir kalabalıktan büyük bir yalnızlığa acımasızca sürüklenmesi okurda bir kırılma, sitem, isyan beklentisi uyandırıyor. Ama Fugui tuhaf bir kadercilikle tüm bu beklentileri bertaraf ediyor. Kitap Çinin kültürel, politik, siyasal ve ekonomik yaşamınının vanalarını hafifçe açarak ilerliyor. Dolayısıyla her adımda hikâyeyenin üzerine yeni damlalar düşüyor. Olay örgüsünün toprağına da bunları emip usul usul tomurcuklandırmak kalıyor.

Abartıdan uzak bir dilin ürünü Yaşamak. Tüm bölümlerinde hissedilen sade yaşa, yalnız yaşa, olduğunu kabullen, dönüştüğüne saygı duy mesajları göz kamaştırmadan sunuluyor. Fugui'nin dediği gibi: "Sıradan bir hayat en iyisi. Onunla savaş, bununla mücadele et derken, sonunda hayatından oluyorsun.". Bu yaşamı dinleyen gezgin de yazarın mesajlarına sırt çıkıyor:

Doğruldum ve yanı başımdaki tarlada bir ihtiyarın, yaşlı bir öküzle tarlayı sürdüğünü gördüm. (...) İhtiyarın, güneş ışığında hayat dolu gülümseyen esmer yüzündeki çizgiler neşeyle kırışıyordu. Tıpkı, tarladaki çamurla dolmuş arıklar gibiydi. (...) Daha sonra, ihtiyar adam o kocaman yapraklı ağacın altına oturdu ve o güneşli öğleden sonra hikayesini anlattı bana. (...) İhtiyar sözünü bitirdiğinde ayağa kalktı, pantolonunu silkeledi ve göletin yanındaki yaşlı öküze seslendi. (...) Sonra yavaşça yürümeye başladılar.

Son olarak romanı sadece yaşama mücadelesi olarak değerlendirmek haksızlık olur. Evet Fugui gerçekten yürek burkan bir yaşam mücadelesi içerisinde ama hem bireysel hem de toplumsal anlamda var olan bir canlı aynı zamanda. Fugui’nin tüm bu özellikleri dikkate alındığında kendisi için ders vermeyen bir karakter demek hata olur. Bunu doğrudan doğruya didaktik olarak yapmasa bile kitap bitip son sayfa kapandıktan sonra oluşan algı tam da onun naifliğine hizmet edecek biçimde kendisini gösteriyor. Özetle Fugui okura şunu görün, bunu fark edin deme çabası içerisine girmeden kendi yaşamının taşıdığı bilgelik üzerinden selam veriyor.

İnsanlığın, tarihin ve zamanın birlikteliği üzerine canlı kanlı bir karakterin önüne tek dert olarak yaşamayı koyan Yu Hua kendi sesini olabildiğince kısmayı başarıyor. Pek çok romanda alışageldiğimiz üzere tanrı genelde romancıyken Yaşamak'ın bir tanrısı yok. Aksine yaşamakta güçlü bir kul var. Gücünü ruhunun kapsayıcılığından, yaşamın halleri karışındaki pozitif duruşundan, kendi saflığından alan bir kul.

Basit bir anlatım, güçlü bir anlatı doğurur: Sabanın toprakta bıraktığı izlere benzer kâğıt üzerinde satırlar. Yaşamın her şeyi kapsaması gibi, Yaşamak da hayatı olduğu gibi kucaklar. Doğumları ve ölümleri, mutsuzlukları ve umutlarıyla...

Olduğu gibi olan, bu uğurda mücadele veren, yaşamla ucundan kenarından bir ilişiği bulunan herkesin okuması gereken metinlerden Yaşamak. Okuması ve kendi ‘yaşama’ durumu üzerine düşünmesi.

Gürcan Öztürk
twitter.com/gurcanozturk_

Bu öyküler, okuru sanki ışığa doğru çağırıyor

Hayatın dağdağalı ritminden kaçıp soluklanmak istediğimizde bazen bir pencere açılır ve içeriye dolan öykü sesi rahatlatır bizi. Bazen yağmurlu bir hüzün eşlik eder bu anlatıcılara, bazen de coşkulu bir bahar seli… Böyle bir zamanda karşıma çıkan İnsan Hatırlar’ın hatırlattığı çok şey oldu.

Nermin Tenekeci’nin öykülerinden kalan: Kimi zaman bir yangının yıllar süren küllenişi, kimi zaman tüten bir bacanın sönüşü… Onun öykülerinde hayata dair sahici ayrıntılar var. Evin içinde yanan bir ocağın ateşi, acıyla sınanmış bir ananın haykırışı, daldan düşmüş bir yavrunun kör bakışı, yıllar sonra yüze çarpılan bir yüzüğün sızısı, eski bir sırrın iyiden iyiye ağırlaşan yükü…

Öykülerdeki anlatıcılar kimi zaman kadın, kimi zaman erkek, kimi zaman yaşlı, kimi zaman gençtir. Mekânlar ise bildik tanıdık: Evler, yollar, okullar, bağlar, bahçeler, köyler, kentler, kasabalar…

Sinematografiktir öyküleri Tenekeci’nin; gözünüzden bir film şeridi gibi akıp geçer kahramanlar, olaylar, mekânlar… İçine alıp sizi ‘öykü’nün bir parçası yapıverir aynı zamanda. Dili, üslubu ve dokunduğu konularıyla –öykü- evreninizi genişletir.

“Her film bir hikâye ile başlar.”

Ceviz Ağacı”ndan bize seslenen anlatıcı, annesinin ölümüne yetişemeyen bir genç kızdır. Acıyla anlatır: “Artık yoktu. Yokluğun, sözlük anlamı dışında bir manâsı vardı; bir tariften öte bir hâldi; bir kavrayıştı, devasa bir boşluktu. Yazık ki iş işten geçtikten sonra kavranıyordu bu manâ.

Aralarındaki soğukluğun, mesafenin uzunluğundan çok daha başka sebepleri vardır aslında. “Bu defa annem benden ebediyen ayrılmıştı; yazık ki dinmeyen bir gönül küskünlüğüyle.” cümlelerinden anlarız. Sebebini de öykü ilerledikçe öğreniriz. Yüzleşmek zorunda olunan bir ‘geçmiş’le karşı karşıyadır anlatıcı: “Kurtulamıyordum.” der, “Annem orada, on beş senedir hep on sekiz yaşında olan İsmail’in yanında yatıyordu.

Giden Gün Ömürdendir”de yazgısını değiştirmeye çalışan bir genç kızın öyküsüdür anlatılan. “Her film bir hikâye ile başlar. İnsan göçüp gittiğinde geriye bir hikâyesi kalır.” Yeri yurdu ayrı olsa da çok yakındır kimi hikâyeler ya, işte öyle. “Rüyada görülen su uzun bir ömre işaretti. Suyun yürümesi küskünlüğün bitmesine, üç buçuk aydır oradan oraya sürüklendikleri bu kaçgöçün sona ermesine delâletti; bir çatıya kavuşmaktı. Kavuşmak Hüseyin’di.” Sonu ‘rüya’ gibi bitmez ne yazık ki.

İnsan Hatırlar” öyküsü, artık birçoğumuzun hayatında yer edinen Alzheimer hastalığını ele alır. “İnsan hatırlar… Yazık ki babam hatırlamıyor. Yüzleri, sesleri ve kokuları; bir çiçeğin rengini ve bir kitabın adını… Hatırlamadığı için konuşmuyor ve kalbi kelimeler olmaksızın atıyor.” diyen anlatıcının tanıklığı içimizi burkar.

Yalnızca bir unutma hastalığı değildir anlatılan, biriktirme hastalığıdır da aynı zamanda.

Ömrünü, kelimelere, izlere, fotoğraflara ve küçük detaylara; eskiden solunmuş kokulara, eskiden yazılmış mektuplara ve eskiden işitilmiş seslere kurban eden babamın, içinde devasa bir boşlukla o kasvetli odadaki acizliğine ağladım.” Öykünün sonunda anlatıcıyla birlikte, “Bir huzurevinin penceresi önünde”, “dededen toruna ve babadan oğula ölü bir karga gibi aramızda uzayan dilsizliğe ağladım.

Cinnet”, konusuyla ilgi çeker: Kitap yazmak için bir pansiyona çekilen anlatıcı, Yakup diye biri tarafından –yanlışlıkla- vurulmak istenir. İsim benzerliğidir onu hedef kılan. Anlatıcı, “Kimi zaman ölümün kudurgan coşkusunun, kimi zaman da ona yakılan ağıtların beni hazırlıklı kıldığı bu cesaret sınavından başarıyla geçmek hoşuma gitti. Ölmek umurumda değildi.” diyerek yaşadıklarını yazmaya başlar. Bir yandan kan davası yüzünden kesişen yazgıları okuruz, diğer yandan Yakup’un acısını.

Kamyon şoförü Bünyamin ile Firdevs’in hikâyesidir “Buraya Kadar”. Firdevs’in daha yirmi birinde vardığı, işsiz güçsüz Bünyamin’le yaşadıkları… “Karasevda diye bir şey yoktu, kara yazgı vardı olsa olsa.” Firdevs’in, arabada giderlerken “İşten atılmanın acısını benden çıkartıyorsun! Sen anca bana horozlan! Adam mısın lan sen!” demesiyle kavganın dozu iyice artar. Sonu sürprizlidir bu öykünün de.

Kitaptaki birçok öyküde benzer hüzünlerin izleri sürülür. “Sonsuz Bir Geç Kalış” gibi: Lütfiye, evlatlık olduğunu oldukça geç öğrenmiştir. Hapisten çıkan babası onu ziyarete gelip de sohbet arasında söyleyiverince… “Anne dediği kadının meğer Naile Yengesi, baba bildiği adamın da Abdülaziz Amcası olduğuna nasıl inandırsın kendini?” Gerçek babası ise şöyle tanımlanır: “Hafızadaki boşluğu bir yana, rüyalarda, hayallerde bile izi sürülemeyen bir kayıp; Lütfiye için sonsuz bir geç kalış o artık.

Emanet”, ismiyle müsemma bir öykü; uzun yıllar sonra ayrıldığı sözlüsünden gelen ‘emanet’ ile sarsılan anlatıcının öyküsü… “Evle birlikte kendisini de yaktı. Onunla evlenmekten caydığımın dördüncü senesinde; Figen’le evlendiğimin dokuzuncu ayında.” Sonu ise hayli sarsıcıdır: “Tutuşan Süreyya olmuştu. Közü avuçlarımı yakıyordu.

Mevsim-i Baran” bir genç kızın adım adım tükenişini anlatır: İçine gömdüğü sevdasını, törelere boyun eğişini ve yavaş yavaş ‘delirişini’… Öykünün asıl kahramanı Zozan’dır, ancak ikizinin ağzından dinleriz öyküyü. “Zozan’ı o gün çarşıdaki bir kafede ince, uzun, sarı bir oğlanla elele gördüğümde bunu bir koz olarak kullanmasaydım, belki de o gün uçurumun kıyısından dönecekti.” der.

Anlatılan, yirmi dokuz yıllık bir ömrün öyküsü gibi dursa da toplumsal normların, baskıların ve ikiyüzlülüklerin soldurup kuruttuğu bir genç kızlık hayalidir aslında. “Zozan son on yıl boyunca hep bir boşluğun içine uyandı. Gözlerini, yerini bir türlü dolduramadığı bir huzursuzluğun içine açtı. Âdeta bir unutma hastalığıydı onunki. Herkesi ve korkarım her şeyi silip atmak ister gibiydi.” Sonu baştan belli bir hikâyedir bu… İkiz doğumun bütün habis ve çürük taraflarını Zozan üzerine almış, neredeyse ömründen ömür bağışlamıştır kardeşine.

Nermin Tenekeci’nin öyküleriyle tanışmam ilk kitabı Yoksa ile olmuştu. İnsan Hatırlar yazarın elime aldığım ikinci kitabı. “Kurşun Yarası”, “Bu Böyledir”, “Orta Refüj”, “2 No’lu Daire”, “Kanat Sesleri”, “Eşik” ve “Nefes Nefese” adlı öyküler ise, kitabın diğer öyküleri… (Yayınevi logosunun altında yazan cümle dikkatimi çekiyor bu arada: “Karanlık hep vardır, çabalayan ışıktır.”) Büyüyenay Yayınları tarafından yayımlanan kitaptaki bu öyküler, okuru çağırıyor: Sanki, ışığa doğru…

Merve Koçak Kurt
twitter.com/mervekocakkurt
(Edebiyat Haber, 05.06.2016)

28 Temmuz 2016 Perşembe

Dimdik şiirlere doğru, marş marş

"Hem içeriyi, hem de dışarıyı dinlemek istiyorum,
Senin içini, dünyanın ve ormanların.”

- Rainer Maria Rilke

Şiirlerini uzun yıllardır takip ettiğim, dizelerine kıymet verdiğim ve kadın şairlerimiz arasında kendine biçilmiş rolleri elinin tersiyle itmiş bir Maçka'lının ilk kitabını selamlıyoruz: Otomatların Marşı.

İsminden de anlaşılacağı gibi geçip gitmekte olduğumuz zamanların ve mekanların gölgesinde; insanın çoktan vazgeçtiği duyguları, nelere kıymet vermesi gerektiği konusundaki çarpıklıklarını, bazen geçim bazen de gönül sıkıntılarını bir arada okuyucusunun yüreğine sunuyor Nergihan Yeşilyurt. Hece Yayınları'ndan çıkan kitapta şairin Hece, Mahalle Mektebi, Hacı Şair, Sahte Vefa, İzdiham gibi dergilerde yayımlanmış şiirleri yer alıyor. Şu sıralar Davud'un İnsanları adlı internet dergisinin yayın yönetmenliğini yapan Nergihan; güzel şiir okuyan şairler arasında yer alıyor hiç şüphesiz. Misaller için ilki burada, ikincisi şurada.

İlk bölümü "Nûn", ikinci bölümü ise "Elveda Boynu Vurulmuş Güneş" adıyla toplam 27 şiiri barındıran kitabını annesinin şahsında bütün kadınlarına ithaf etmiş Nergihan. "Bir sabah / ceviz saydım, kedi saydım, kendimi saymadım / annem çeyiz dizmeye babam emekli çalışır mıymış diye sızlanmaya devam etti" diyerek başlıyor şiir sayfaları. Bir alçalıyor bir yükseliyor ritim ama hep günden bahsediyor, gündemden değil. Bu da Nergihan'ın şiirindeki samimiyeti ve gerçekçiliği hem yukarıda tutuyor. "Çünkü güneşe doğru gülümseyen / kimse yok, bronz heykellerden başka" derken halkın görüş (ya da göremeyiş) nabzını tutarken diğer yandan ise "referanslar dökülüyor bıyıklı amcaların ceplerinden / bilmez miyim sen yarım ekmek arası / kimin paspasının üzerinde incinmiş oturuyorsun / henüz bitirilmiş yalanlarımın" diyerek okları kendine çeviriyor şair.

"Hız sonucun nedene karşı zaferidir" der süper adam Jean Baudrillard. Dijital Çağda Müslüman Kalmak kitabında Nazife Şişman ise "İşitmenin yerini görmenin aldığı, görüntünün gerçekten daha gerçekmiş gibi kabul gördüğü bir dünyada feraseti ve basireti nasıl kuşanacağız?" diye son derece kritik bir soru sorar. Bu sorunun cevabı yahut cevaplarından biri şiirdir. Mevcudun tenkidini yapabilmek için şiir insan öldürmeyen tek silahtır, o aksine insan yapar, daha da insan:

"Sayfayı yenile
Kavminizin etiketlerinde küfür ve kalp taşınıyor

İnsan halkı olamadık'ı düşünmedi kimse
Yazdın sildin geri dönemezsin'i

Her şey listeleniyor kutsal köşelerinde uzayın
Bir milyon lanet ediyoruz grubuna dahil olabilirsiniz
Kapı komşunun mangal görsellerini beğendikten hemen sonra
Her şey neyse de bu kadar duygulanım nereden."

Kalabalığın içindeki yalnızlıktan, yalnızlığın içindeki kalabalıktan, esnek çalışma saatlerinden, asansörde selamlaşmayan ama sık sık birbirlerine e-posta gönderen iş arkadaşlarından, kornalardan, ev taksitlerinden, faturalardan, sosyal mecralardan, gündelik yaşamın bozgunluğundan bıkmış ama bunu şiirine bir kayıt misali düşmüş bir şair Nergihan. Duyarlılıklarını tüm şiirlerinde göstermekten geri kalmıyor.

Modern şairin en büyük eksikliği ontolojiden uzak durması. Varoluşunu sorgulamayan, kof bir efkar ve kendine zarar verecek boyutta bir öfke biçim veriyor modern şaire. Nergihan bunlardan uzak bir şair. "Ölmek düz bir çizgi tıp literatüründe" yahut "Genişliyor boşlukla ilgili bilgi" dizeleri bunun ispatı. Paranoya, depresyon ve panikatak gibi hastalıkların artışıyla insanların insanlara katlanmasının küçük ve renkli haplarla sağlandığı bir toplumun kaydını şair şöyle yapıyor:

"İnsanları tanımak için çeşitli kimyasallar
Bulunduruyoruz
Mazur görmek yan etkisi."


Kentleşmenin şehirleşmeyi yendiği, evlerde birbirine sırtını dönmüş odaların arttığı fakat iletişimin koptuğu bir çağın da sesi yine Nergihan'ın bir şiirinde şöyle yer buluyor:

"Üzgünüm, odalara yerleştiriyorum kendimi
Bir odadan bir odaya
Trenler icat ediyorum."


Otomatların Marşı, bilhassa genç kadın şairler için bir kılavuz olabilecek seviyede. Çünkü hem Türkçe'nin esnekliğinden istifade etmiş buna rağmen kelimelerle fazla oynamadan söylemek istediğini birçok sosyal alandan yararlanarak söylemiş bir şairin, tecrübeli (yaralı/bekleyen) bir şairin emekleri var bu kitapta. Esasen yaşadığı çağın tenkidini yapamayıp şiir yazdığını zanneden er kişilerin de nasiplenmesi gereken dizeler bol miktarda var Otomatların Marşı'nda:

"Namaz beş bvakittir, çünkü insan ahmaktır
Pavlov'un köpeği gibi ezberletmek gerekir.
Çığlık biriktirdim üç kâğıt imzalayıp
Ruhumun sesini kafesleyen puştlar
Gidip gelip nane verdiler, boğaz ağrıma
Paralarını sayıp aptallara nane yeter dediler."

Okuyucusunun bol olmasını temenni ediyorum ve şimdiden Nergihan'ın gelecek dönem şiirlerine duyduğum merakı da artırıyorum.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

22 Temmuz 2016 Cuma

Geçmişten bugüne feminist bir serzeniş

1876 yılı baharında gayrimeşru bebeğimi doğurmak üzere evin erkeklerinden habersiz Büyükada’ya gönderildim. Yanıma Bedriye Kalfa’yı verdiler.’

Gözyaşı Konağı, Şebnem İşigüzel'in İletişim Yayınları'ndan çıkan son romanı. 1876 yılının Büyük Adası'ndan okura seslenen güçlü kadın karakterleri ve özgürlüğü arayan ruhları ile dikkat çeken bir anlatı. Daha önce okuduğum pek çok dönem romanından oldukça farklı bir dil var İşigüzel'in hikayesinde. Ağırlaştırılmış Osmanlıca sözcüklerden arınmış temiz bir akıntı bu yatağında şırıl şırıl, huzur veren bir dinginlikte akıp gidiyor. Tam da Tanzimat'ın sonunda dönemin içinde bulunduğu politik siyasi ve sosyo-ekonomik durum gruplarından gücünü alıyor roman. Hepsini metinin başında özenle sepetine doldurup sonunda acımasızca bir uçurumdan aşağı fırlatıveriyor yazar.

Hikayenin ana kahramanı "Kadının adı yok" fikrine tepki mahiyetinde çizilmiş. Kendi adsızlığının bilincinde, ailesindeki diğer kadınlardan bir kaç merdiven üstlerde başlıyor kaderine savaş açmaya. Ne annesini ne de ablalarını, onlara cellatlarına taparcasına bağlı olmasına karşın fikir noktasında dinlemiyor. Dediğim dedikliğini ulu orta meydana çıkaramasa bile gizliden gizliye kendisine dayatılan hemen her şeye ‘Benim de diyeceklerim var’ tavrı koyuyor. Merakına yenik düşmesi, tecavüze uğraması, dışlanması, daha da silikleştirilmesi canını yakmıyor da onlardan uzak kalmak umutsuzluğa itiyor genç kadını. Alışkanlık en kötü ailenin bile en güçlü silahı.

Yaşadığı dönem içerisinde gayri meşru bir çocuğa hamile kalmanın tüm sorumluluklarını omuzluyor, ölüme gittiğini bile bile üstü kapatılmak istenen bir utancı yaşamak için Büyük Ada'ya vakur yollanıyor. Kendinden taviz vermiyor. Sonrasında yazarın kusursuz hat açma becerisi devreye giriyor. Kahramanına bir günlük tutturuyor ve bugünle yarın, dünle gelecek zengin koreografimi bir dansa başlıyor. Karındaki bebek günden güne büyürken hayatının artık asla eskisi gibi olmayacağının farkına varan ana karakter yanına tahsis edilen Bedriye Kalfa ile günlerin getireceklerini beklemeye koyuluyor. Özlem, nefret, umutsuzluk ve utanç içinde bir kez bile pişmanlığa geçit vermiyor İşigüzel. Yarattığı kadın sayfa sayfa güçlenip dört tarafı esaretle örülü bir mezardan hürriyete çıkma mücadelesine girişiyor.

Her kadının bilip de bilmediği şeyler vardır. Herkesin sustuğu bir yer vardır kalbinde. Hem bu vardır hem de şöyle bir gerçek: hepimiz başkasının karanlığında kendimizi görürüz. Uzak duruşları, acıyarak bakışları, yüz çevirişleri, gözlerini kaçırmaları, bazılarının anne ve ablalarımın hatırına kırık dökük selam verişleri bu yüzden olsa gerekti. İçten içe benim gibi olmaktan korkuyorlardı. Ne halde olduğumu bilmeseler bile korkuyorlardı. Kimse talihsizlere yaklaşmak istemez. İnsanlar talihsizliği bulaşıcı bir hastalık gibi görürler. Talihsizlerin hikâyesini anlatmaya doyamaz ama dönüp elini sıkamaz, selamını almazlar. Sadece acırlar onlara.’’

Bu mücadeledeki en büyük destek takımı annesi ve ablaları. Kendisi haricindeki üç kadın da ayrı ayrı dikkatle işleniyor anlatı boyunca. Bir ‘piç’ doğuracak olduğu için ömür boyu adına leke sürüleceğini düşündüğü kızını Ada’ya sürgüne göndererek ondan kurtulduğunu düşünen Annesi en küçük kızının zihninde anılarla dolu bir odanın içerisinde kah yerden yere vuruluyor, kah en rahat divana oturtuluyor. Dönemin gerektirdiği üzere ikilemler ve çelişkilerle dolu Gözyaşı Konağı, fakat yazar bu tuhaf uyumsuzluklardan doğabilecek her türlü anlam kaymasını ustaca yerine yerleştirip hizaya getiriyor. Sonradan zenginlik görmüş eski bir köle kızın üç çocuklu bir valideye nasıl dönüştüğünü şaşırtarak okutabiliyor İşigüzel. Üstelik onca tutarsızlığa rağmen.

Beni sürgüne gönderen onlar değil, bu topraklarda hüküm süren hayattı.’’

Hicran ve Fatma ise annelerinin alter egoları olarak çiziliyor. Ana karakterimiz de bu egolardan birisi olmak üzereyken karnında beliren bebek onu son anda kurtarıyor. Baba ise tüm heteronormatif özellikleri ve erkek egemen düzenin kendisine taktığı apoletlerle romanın denetlemeci gücü. Tüm çabalarına rağmen etkisiz kalan bir denetleme mekanizması.

Belki de kitabın en güçlü sahnelerini oluşturuyor anne ve kızlarının maceraları. Her şeyi eleştiren dış dünyaya ve içinde yaşadığı topluma uyuyormuş gibi görünmeye çalışan annenin sırları usul usul açığa çıkarken yasakların yarattığı çarpıcı yıkım anne karakterini bacaklarına bağladı kızlarıyla birlikte dibe çekiyor. Fransız kadınlarını var gücüyle kötüleyip hafifmeşrep olarak sınıflandıran anne, kızları ile birlikte onlar gibi başını açıp makyaj yapıp sokakta gizlice dolaşabiliyor. Bastırılmış her duygu en küçük çatlaktan sızıyor. Komşuları Flamingo beslediği için arayıp taratıp bahçesine Flamingolar diktiriyor, yeri geliyor hatalarıyla bile sırf altta kalmamak için övünebiliyor anne, üstelik bundan güçlü bir zevk aldığını kimseden saklamıyor. Kötülediği hayatlar ve ayıpladığı yaşam biçimleri dönüp dolaşıp kendi içinde saklandıkları yerlerden filiz veriyor. O ise bu filizlerin ne denli tehlikeli olduklarını bilmesine karşın onları hırslarıyla sulayıp gizli gizli büyütmeye devam ediyor.

Bu bağlamda biraz da ne ekersen onu biçersin ve ilahi adalet'in romanı Gözyaşı Konağı. Ailenin, özellikle anne figürünün çocuklar üzerinde yarattıklarını döküp saçıyor acımasızca ortaya. Kendini bilmekle kendinden vazgeçmek arasında bir yerde renksizleştirilen ana karakterin aslında annesi ve kardeşlerine karşı verdiği bir yaşam mücadelesi olarak ortaya çıkıyor anlatının teması. Toz kondurmadıkları tarafından diri diri kuma gömülmenin, kıymetlileri nezdinde onlar tarafından kıymetsizleştirilmenin, hep orada olur sandıkları el etek çekince insanın hissettiklerinin iç burkan öyküsünü anlatıyor 250 sayfa boyunca romanın isimsiz kahramanı. O susturulmaya çalışıyor ama iki yüzlülükleri, yalanları, terslikleri, yanlışlıkları gören gözleri kapanmıyor asla. Dili sussa, kalbi el vermiyor görmezden gelmeye.

Tam anlatmaktan da bıkmaya başladığı üstelik ölümden taze döndüğü bir akşam Adanın arka tarafında bir dalyan kulübesinde gizlenen kanun kaçağı Mehmet'e çıkıyor yolu. Aşk neymiş öğreniyor. Aklı başından gidiyor. Ölüm çukurunun en karanlık köşelerinden güneşin hayat dolu kıyılarına yükseliyor. Ama mutlu sonla biten bir hikâye değil Gözyaşı Konağı her ne kadar mutluluk gözyaşlarının inci gibi görüntüsünden esinlenerek adını almış olsa bile Gözyaşı Konağı da aslında kimliksiz. Köşk mü, konak mı koskoca bir anlatı boyunca bunun belirsizliği ile mücadele ediyor kendi içinde.

Nihayetinde ataerkil çanlar her zamanki gibi oldukça şiddetli çalıyor. İşigüzel sesleri duymak istemeyen, işaretlere önem vermeyen hala güzelliklere inanan gencecik bir kadını yetiştiriyor, metnin sonunda güç odaklarının sarsılmaz sanılan kaotiğine de nazikçe dokunma cüreti gösterebilen bir kadın her şeyden önemlisi bu. Kadere karşı gelen kadınsa eğer sonucu böyledir mesajını veriyor. Üstüne de tarih tekerrürden ibarettir dikkat et ey okur etiketini yapıştırıyor.

Tiyatrolar, sirkler büyülerdi beni. “Bu kızın içinde bir sanatkâr yaşıyor’’ derlerdi benim için. Her kadın hayalleriyle gömülmeye mahkumdur. Ben bunu bilip buna göre yaşadım. Her şeyi olmaya erkekler muktedirdi. Ben rüyalarımda şarkı söyler, rüyalarımda resim yapar, rüyalarımda kalabalığa peçesiz konuşur, yazar ve yazdıklarımı okurdum. Erkekler gibi gezgin olur, okula gider coğrafya öğrenirdim. Ben de her kadın gibi hayallerimle gömülecektim.’’

Gözyaşı Konağı feminizmin tohumlarının yeni yeni atılmaya başlandığı dönemden incitici, kırıcı, üzücü ama hep kocaman kocaman saf umutlarla örülü olan etkileyici bir kadın hikayesi. Dil abartıdan uzak, kendinden emin tespitlerle zengin ve bir o kadar da mahcubiyet yüklü. Son olarak herkesin cesaret edemediğini de yapıyor İşigüzel. Bugünün toplumsal politiğine o günlerden ateş topları bırakıyor. Sönmüyor diyor, yıllar geçse de aynı kalıyor, tek bir kıvılcım koskocaman bir haneyi kül edebiliyor. Düşüncelerin üstünü ne kadar boyarsanız o kadar akıyor, kaçan yerlerden yapılan yamalar sırıtıyor, direnen ya susturuluyor ya da öldürülüyor.

Ne erkek ne kadın! Bu memlekette insan olmak zor. Göreceksin bak, sonunda bir delinin eline geçecek bu memleket, o da kendi kabahatlerini, pisliklerini örtmek için çatır çatır yakacak bu toprakları. Ülkeyi ateşe atacaklar. Bir tarafta Sultan bir tarafta vatanperverler bu memleketin üstünde ter ter tepinecekler. Hepsi bir tarafından çekecek. Ama asıl çileyi bu milletin insanları çekecek. Herkes vatanını milletini sevdiğini sanıyor ama yanılıyor. Çünkü milliyetçilik hiçbir şeyi olmayanın ‘Bari gururum ve nefretim olsun’ demesidir. ‘Ve içinde yaşayacağım bir kalabalığım’ Bir başkasını, ötekini, senden olmayanı istemeden, herkese hak ve hürriyet tanımadan olmaz bu işler. Olsa da böyle olur işte.’’

Gürcan Öztürk
twitter.com/gurcanozturk_

21 Temmuz 2016 Perşembe

Hiçbir darbe, kalbi yenemez

"Bazen insan sadece kalbi ile görebilir, kalp gözün görmediğini görür."
- Antoine de Saint-Exupéry, Küçük Prens

“Bir kalbiniz vardır onu tanıyınız."
- Cahit Zarifoğlu, Yaşamak

İnsanoğlu ne zaman ki soru sormaya başlar, işte o zaman insanlığını anlama ve kavrama yoluna da çıkmış olur. Bu yolda verilecek cevaplar kalpten gelmedikçe, toprak bilinci devre dışı kalacaktır. İki ayağın basıldığı toprak; estetik, ahenk, ahlâk, ritim gibi insanı insan yapan değerlerin ana kaynağıdır. İnsanın doğduğu yerden süzülen kaynağın farkına varabilmesi için bu üç değerle birleşmesi gerekir, onun yolu da topraktan geçer. Memleket bilinci; insanın varoluş hikâyesinin ve yaşama sanatının daim olmasını sağlar. Hikâye ve sanat biterse derin bir anlam boşluğu ortaya çıkar. Bu da unutma'yı ve dolayısıyla felâketleri beraberinde getirir.

Bir kalbimizin olduğunun farkına varmadığımız müddetçe hem ruhumuz hem de bedenimiz türlü tehlikelerin, suistimallerin ve işgallerin hedefi hâline gelecektir. 15 Temmuz 2016 tarihinde başlayan ve Türk milletinin siperlere koşup "memleketine sahip çıkma" sorumluluğunu hatırlamasıyla birlikte sona eren askerî darbe girişimi; bir kalbe sahip olduğunun farkına varanların galip geldiği unutulmayacak ihanetlerdendir. Melanet melunların, sadakat sadıkların işidir. Sadıkların sıdkı sıyrılmadıkça melunlar da lanete uğramaya devam edeceklerdir. Direniş kalpte başlar ve kalple devam ettirilir. Nihai sonuç Türkiye'nin istiklâlidir. Avcılık rolünü üstlenenler kaplanlarla karşılaştılar ve av oldular. "Kaplanların kendi tarihçileri oluncaya dek, bütün av hikâyeleri avcıları övecektir." der Afrikalılar. Kaplanların yaptığı tarihi yazmak yalnız tarihçilerin değil; şairlerin, ediplerin, sanatçıların da vazifesi. Televizyonda ve gazetede görünen herkesi sanatçı zanneden herkes, 15 Temmuz 2016 tarihinden beri şairlerin ve ediplerin "vatansever birer sanatçı" olduklarını da görmüşlerdir. Tüm bunların arkasındaki güç ise bellidir: Kalp.

Kemal Sayar; keyifli, konforlu, lüks, modern, kolay anların ve zamanların değil zor zamanların hem sesi hem de söyleyeni. Onun yazılarına, kitaplarına en çok ihtiyacımız olan zamanlardayız. Zira memleketin kalbini okuyabilen hocalarımızın sayısı iyice azaldı, gittikçe de azalıyor. 16 Temmuz 2016'da "Sen çok güzelsin Türkiye, eşin benzerin yok senin. Bir gönül yüceliği, büyük bir duasın sen. Sana hep inandım, vatan senin o koca kalbindir." yazdı Twitter hesabında Kemal hoca, ben de tam o tarihte ikinci kez okumaya başlamıştım Kalbin Direnişi'ni. Bu tevafuk, fakiri de masanın başına geçirip kitapla ilgili yazıyı yazdırmaya yetti. Kemal Sayar 19 Haziran 2016'da verdiği Star Gazetesi röportajında "Bizim ülkemizin insanı, Suriye’de, Irak’ta, Libya’da olan biten şeyleri büyük bir kalp temizliği ile doğru okudu. Türkiye’nin bir vatansızlaştırma operasyonu ile karşı karşıya olduğunu düşündüler. Ve vatana saldıran şer odaklarını çok iyi tespit etti, o yüzden bir çözülme emaresi görmüyoruz, o yüzden büyük bir metanet ve dayanışma halinde, aynı yürek hizasında durabiliyor insanımız." demişti. Bu satırların altını çizdikten sonraysa başka bir soruya verdiği cevabı okurken kafamda şimşekler çaktı. Mekan ve hafıza, toprak ve insan; kısacası memleket bilinci için buraya da alıyorum: "Unutkanlık modern toplumda çok yaygın bir durum, şehitlerimizin hatırasını ölümsüz kılacak ve bu son savaşın hatırasını kalplerde ebedileştirecek, onları milletçe unutmadığımızı gösterecek bir anıta ihtiyacımız var. Belki bir eylem, belki bir gün. Hafıza mekanı diyor bir yazar buna. Bir hafıza mekanına ihtiyacımız var."

İnanıyorum ki 15 Temmuz'daki darbe girişimine muazzam direnişiyle karşılık veren milletimiz için unutulmayacak mekan Boğaziçi Köprüsü olacaktır. Nice şehidin verildiği ve ihanetin herkes tarafından görüldüğü köprü; halkın eylemiyle birleşti. Ortaya hafıza mekanı çıktı. Bu çıkışla birlikte eğer biz yeniden "millet olma" üzerine ciddi bir emek verirsek, güzel günler görebileceğiz şüphesiz.

Haziran 2016'da Kapı Yayınları'ndan çıkan Kalbin Direnişi, tam da bu zamanların okunacak kitabı. "Bir kalbi olanlar yenilmez" sloganıyla okuyucuya kalbini hatırlatacak kitap 260 sayfa ve 5 bölümden oluşuyor: Kırlarda Bir Kelebek, "Kendi Önünüzden Çekilin", Kalbin Direnişi, Gezerken Kalbe Düşen, Yitik Anlamın Peşinde. Önsözünde Kemal hoca şöyle diyor: "İyiliğe, güzelliğe ve hakikate duyduğumuz itikat bizi insan kılar. Her şey bozulsa da onaracak bir şey bulabilen, dünyayı bulduğundan güzel bırakmak isteyen, kötülük karşısında yılgınlığa düşmeyen insanlar yazacaktır kalbin direnişini... Bir kalbi olanlar yenilmez."

Kalbin Direnişi neden mi 'şu zamanların' kitabı. Çünkü: "Tarih inandığı değerleri dünya nimetlerine değişmeyen cesur ve kimileyin küskün adamların dokunuşlarıyla yazılır. Kurşuna dizilmeyi, zindana atılmayı göze alan "deli"ler tarihi yapar. Yozlaşmış ilişkilerden inzivaya çekilen bir adam, şen şakrak yaşayan kalabalığa, bir "Haydi uyan!" bildirisi bırakır." (sf. 61)

Ve bir kez daha çünkü: "Unutma Türkiye. Sen unutursan kötülük kazanır. Uyuşma Türkiye. Uyuştuğun zaman vatanın elinden kayar gider. Sen kafanı saçma sapan televizyon programlarından bir kaldır önce ve kimi kaybettiğini hatırla. Kimi, hangi evladını kaybettiğini hatırla Türkiye! Bu vatanı bize köklerini unutmayanlar bıraktı ve onu devam ettirebilecek olanlar da hatırlayanlardır... Bizi ancak bir bellek ahlakı birbirimize kenetleyebilir ve ancak hatırlayarak, örgütlü kötülüğe karşı vatanımızı muhafaza edebiliriz." (sf. 188)

Kitabın başından sonuna kadar ele alınan makalelerin her biri, iki konuya vurgu yapıyor: soru sormak ve kalbi tanımak. Çünkü her soru anlam boşluğunu doldurmak ve hayatiyet kazanmak için hayati öneme haiz. Anlam kazandıkça varoluş kavranılacak ve olmak cesareti sağlanacak. Tüm bunlar memleket bilincimizi; ahengi, estetiği ve ahlâkı yeniden ruhumuzla kavuşturacak. Kemal Sayar hoca bu kavuşma için uzun yıllardır çok ciddi emekler veriyor. Kalbin Direnişi, böyle bir emeğin mahsulü.

Kitabın bitiş paragrafıyla yazımı bitiriyorum: "Her şey yıkılıp gidebilir, ama geride kalan şeylerle eğer ben hâlâ iyi bir hayat kurmaya çalışıyorsam, işte o zaman anlamlı biçimde yaşamaya çalışıyorum demektir."

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

19 Temmuz 2016 Salı

Bir üstün eğitim olarak müzik

Müzik nedir, ne değildir diye tartışılabilir. Pek çok tanıma rastlayabiliriz müziğe dair. Sokrates, “Müzik eğitimlerin en üstünüdür.” diyor. Yalçın Çetinkaya ise müziği, “Müzisyenin içinde olanın, yavaş yavaş enstrümanın lisanıyla ifade edilmeye başlandığı andır o temas anı” olarak tanımlarken, müziğin ruhuna, bize neler kattığına dair bilgiler veriyor: “Biraz daha ileri giderek söyleyeyim; fiziksel açıdan iki bedenin “tek beden” hâline geldiği hatta iki ruhun müzisyenin ve enstrümanın ruhlarının kaynaştığı andır.

İşaret ettiği müzik tanımının çok yönlü olduğu görülüyor. Enstrümanın bir kişiliği olduğunun, temsil ettiği kültür ve medeniyetin derinliğinin altını çizerken, “ses aralıklarına ve bunların kullanımına dâir bazı şifreleri içinde barındırır” olduğu gerçeğini zihinlerimize kazıyor adeta. Enstrüman “ait olduğu kültür ve medeniyetin ruhu ve ses cevherini gizleyen” bir öğedir yazara göre. Müzisyenle enstrüman arasında yaşananlar dinleyene aynı hızla tesir eder bu durumda.

Müzikteki Şeytan” ya da “Şeytan Aralığı”na dair merakını gidermek isteyenler için, bu “Gotik Dönemi” sorgulayan, inceleyen yazarın ışık tutacağı aşikâr. “Her sanatın aynı zamanda bir matematiksel derinliği olduğu elbette söylenebilir; ama sözgelimi müziğin sanatçının iç dünyasındaki sınırsızlığı ifade eden bir araç olmaktan çıkıp, kurallarla onu sınırlayan ve “yaratıcılığını” zorlayan bir bilimsel dile dönüşmesi müziğin gücünü ve güzellik boyutunu da olumsuz etkileyen bir gelişmedir.” diyen yazarın, bir dönem Yeni Şafak Gazetesi’ndeki uzun soluklu yazılarını okurun istifadesine sunacak şekilde kitaplaştırdığını biliyoruz. Müzikle ilgili pek çok araştırması bulunan yazarın, bu alanda ders verdiği biliniyor. Eser hakkında kitabın önsözünde, “iddiasızlığını yansıtan” derken aslında ne kadar “iddialı bir eser” olduğunu dikkatlice okuduğunuzda anlayabilirsiniz. “Kadim düşünce geleneği”nin birleştirici, yapıcı ortak paydası altında akademik kaynakçaları bir yana koyarak orijinal bir eser meydana getirmiş Çetinkaya.

Mimarinin de “taşların mûsîkîsi” olduğunu ifade eden yazar, Goethe’nin “Mimarî, dondurulmuş müziktir.” sözüne atıfta bulunuyor. Yazar “Müzik, kesinlikle insan ve toplumun kalitesini ortaya koyan en önemli alanlardan bir tanesidir” derken, İslam medeniyet bilgi ve referansının gücüne ve yeterliliğine fazlasıyla inanıyor. Müzik ve düşünce ilişkisi de Çetinkaya’nın üzerinde önemle durduğu konulardan. “Âheng” kelimesinin değerini ifade ederken, “kâinatı tutan var eden şey ile mûsikîyi var eden şey aynı” diyor Yalçın Çetinkaya. Müslüman sanatçıların kendi egolarına hizmet etmediklerini, Batılı sanatçılarla kıyaslanamayacağını, dolayısıyla “tanrılaştırma” düşüncesinin İslam medeniyetinde yer almadığını çeşitli örneklerle vurguluyor. Farabî’nin iyi ud çaldığını, müzik konusunda “uzman bir teorisyen” olduğunu, ortaçağ müziğine dair çok önemli bir kaynak eser bıraktığını, kitabın sayfaları arasında gezinirken öğreniyoruz.

Meral Afacan Bayrak
twitter.com/tarcnckmaz

18 Temmuz 2016 Pazartesi

Boşluk dolduran hikayeler

Belki Bir Gün Uçarız 1980 doğumlu yazar Aylin Balboa'nın İletişim Yayınları etiketiyle çıkan ilk kitabı. Yazarın hayatından kısa kesitlere yer veren hikayelerden oluşan bu kitaba başlarken doğrusu çok umutlu değildim. Fakat hikayeler karşıma yeni bir Tezer Özlü çıkardı. Uzun bir aradan sonra edebi yönü çelik kadar kuvvetli özeleştiriler okumak bende müthiş bir ruhsal sarsıntı meydana getirdi. Çünkü Balboa'nın kendi yaşantıları üzerinden dillendirdiği duygu durum karmaşaları aslında çoğumuzun bir başkasında görüp çılgınlar gibi eleştirdiğimiz ama kendimizde toz konmasından korktuğumuz alanları açığa vuruyor.

"Sonra öyle durdum biraz. Bir süre Afrika kıtası yokmuş gibi davrandım. Tekerlek icat edilmemiş, ıspanak sebze değilmiş gibi... Yok sayınca yok oluyor çok şey, her şey değil."

Hikayeler yazarın hayatının birkaç bölümüne eğiliyor. Bu yönüyle kesitsel otobiyografi özelliği de gösteriyor. Abisinin geçirdiği trafik kazası, babasının ölümü, iş hayatında yaşadığı uyumsuzluk, sevgilisinden ayrılması ve "Tımarhane Notları" başlığını taşıyan Balboa'nın psikolojik destek aldığı zamanları anlatan 10 ayrı bölüm. Tımarhane Notları 1 ve 9 arasına ise yaşamında yoğun etkisi bulunan ana olayların haricinde serpiştirilmiş ara olaylar mevcut. Tüm kesitlerde ilk göze çarpan yoğun bir melankoli ve hayata karşı kaybedilmiş bir savaşın yarattığı ağır psikoloji.

Balboa okuruna: "Yaslandığınız her şey teker teker devrilmeye başlasa ne yapardınız?" diye soruyor. 2010'ların tüm gündem içi problemlerini modern bir lirizmle karıştırmayı başaran hikayeler birbirleriyle kurdukları yarı geçirgen bağlantıyla da ön plana çıkıyorlar. Zira her anlatının bir mesajı, hepsinin tekilde güçlü eleştirileri ve genele bağlanan metaforları var. Yazar her ne kadar: "Metaforları hiç sevmem. Hayat zaten yeteri kadar karmaşık" dese bile. Burada bile başarılı bir metafora imza atıyor. Kitabın bütünü düşünüldüğünde yeraltı edebiyatı ve dizüstü edebiyatının tutarlı bir birleşimi olduğu da söylenebilir. Yazar yaşadıklarını salt bir hüzne bağlı kalarak anlatmıyor çünkü. En korkunç olaydan bile güldüren bir parça çıkartıyor. Sonsuz bir düzensizliğin içinde düzen tutturma çabasına girenlere gülüyor, kesin kuralların anlamsızlıklarını zekice gözler önüne seriyor. Kurumlara ve devlete‘de dokundurmadan geçemeyen hikayeler Balboa'nınkiler. Haberlere küsmüş bir insanın kendinden haber alma çabasının ürünleri.

"Ülke sanki kanser olmuş gibiydi ve her sabah yeni bir hücresini daha kaybediyordu. O kaybettikçe ben yenilmiş hissediyordum. Ölümü izlemek değil kurtarmak için ne bileyim kemoterapi falan bir şey yapmamız gerektiğini düşünüyordum. Ama karşımda devlet vardı. Durumu sistemli olarak bu hale getiren, kulakları hiç duymayan, sadece koskocaman bir ağızdan ibaret olan devlet mütemadiyen çiğniyor, yutuyor ve n'apıyorsun demeye kalmadan suratıma doğru geğiriyordu sanki. Mevzuyu çok şahsi algılamaya başlamıştım. "Hişş değişik, sana diyorum sana, kürtaj mürtaj nasıl konuşmalar lan öyle, git efendi gibi evlen ve 3 çocuk doğur, içki mi kırarım çeneni ne içkisi, ayran var otur iç işte, öyle kızlı erkekli takıldığınızı da görmeyeyim, yıkarım sinemanızı, sökerim ağacınızı, akıllı olacaksınız lan! Biz Osmanlı torunuyuz, ecdadımız, örfümüz, ananemiz, biz biz BİİİZZZ!"

Kitabın temel sorusu "Neden?". İsyana dayalı bir neden değil ama bu. Çift yönlü bir nedeni var Balboa'nın: soru ve sebep. Her soruyu bir sebebe, her sebebi kendi cevaplarına bağlıyor. Belki de en güzel tarafı başına gelenler üzerinden genellemeler yapmayan bir yazar olması. Bu yüzden yer yer sezilen bir umursamazlık hali de yok değil. İstesem böyle olurdu, ama istemediğim için şöyle oldu. Umursamazlıklar kesinlikle boş vermişlik ve pes etmişlik değil ama. Aşk acısını katiyen kabullenmiyor boş veremiyor mesela, abisinin içinde geçirdiği koma günleri boşluğunu en çok duyumsadığı günler. Gidenler hayatında kocaman kraterler yaratmış o ise bunların bir şekilde dolabileceğine inanlara inanmak istiyor.

"İstisnasız herkes bana zamanla geçeceğini söylüyordu. Bütün dünya "zamanla geçer" parantezine alınmıştı sanki. Oysa ben zamana güvenmem, ne bok yiyeceği hiç belli olmaz."

İnsan doğasının kendisini avutma biçimlerini de bu konuya getirdiği absürd ama isabetli örneklerle okurun yüzüne çarpıyor. Makyaj yaparak kırışıklıklarından ve yorgunluğundan kurtuluyor, ama mutsuzluğunu o herkesin geçireceğini söylediği zaman bile silip atamıyor. Dişlerini fırçalarken ağzında yıllar önce çektirdiği bir dişin boşluğunu aniden fark etmesi de tesadüf değil. Babasının mezarını sulayıp, annesinin ayvasını yiyemeyip, abisinin ameliyat kağıtlarını imzalayıp, yağmurda sırılsıklam ıslanıp, ön çapraz bağlarını yırtıp, bir düğünden iğrenircesine kaçıp, sevgilisi tarafından terk edilip dişçide alıyor soluğu. Acısı dinsin diye çektirdiği dişinin boşluğu yıllar sonra daha çok acıtıyor. Yazarın hayatında yokluk varlıktan daha çok yer kaplıyor.

"Yokluğun varlıktan daha çok yer kapladığı zamanlar var, bildiniz mi? Bir gün illa bilirsiniz. Yani biri eksildiğinde, evinizde yer açılmaz da tam ortasında kocaman bir delik açılır. Artık o deliğin üstüne basmadan devam etmeniz gerekir. Basarsanız düşersiniz. Kıyıdan kıyıdan yaşamak diye bir şey var, zamanı gelince mutlaka öğrenirsiniz."

Aylin Balboa bugüne kadar okuduğum en güzel anlatım özelliklerine sahip yazarlardan birisi. Henüz ilk kitabında böylesi vurucu bir giriş yaptığı düşünülecek olursa. Çağdaş Tük Edebiyatı'nın son derece donanımlı bir yeni yazar kazandığı aşikar. İmgeler arasında kurduğu sıra dışı bağlantılar, sündürmeden kıvırmayı başardığı cümleler, öne çıkarttığı detaylar ve parçaları bir araya getirmedeki becerisiyle Balboa parlak ama göz almayan bir edebiyat yapıyor. Bu parlak haliyle de hayatın en neşeli ve en tutku dolu anlarının içinden mutlaka ölüm ve yalnızlığın geçtiğini acımasızca kaleme alıyor.

"Ölüm birtakım şeyleri sabitliyor. Günay abinin yaşını sabitliyor, Recai abinin gülüşünü sabitliyor. Annelerin ıstırabını ve benim bu dünyadan hiçbir zaman hiçbir halt anlayamayacağım gerçeğini sabitliyor."

Şehirli kadının rutinine gösterdiği hassasiyetiyle de fark yaratıyor yazar. Ceplerinde yıllardır taşıdığını her hikayede anladığımız taşları derme çatma sapanına takıp güzel atışlar yapıyor. Vurulması gereken şeyler var çünkü, vurulması gerekenler hep vardır. Altı çizili afili cümlelerle üstü çizili metropol kadınının kadınlığından dem vuruyor bazen, bazen onların dertlerinin uçuculuğundan haset ediyor. Yazar günlük dili kendiliğinden bir hakimiyetle tasasızca sürüyor okurunun üzerine. Önüne kattığı her renk farklı bir evrende yeni bir rengi tanımlıyor. Görüşlerine katılmasanız bile bir şekilde kendisini haklı çıkartmayı beceriyor.

"Kadınların ayrılık sonrasında saçlarını boyatmaları, yeni elbiseler almaları, dökülüp saçılmaları, kendini göstermenin değil saklanmanın bir yolu aslında. Ruhunuzdaki değişiklikler anlaşılmasın diye bedeninizde değişiklikler yaparak "Farklı görünüyorsun bir şey mi oldu," sorularını, saçınızı, kılığınızı, memenizi kalkan yaparak savuşturmaya çalışıyorsunuz. Dünya, derdi olan insanları taşıyacak kadar şefkatli değil. Silahlarımızı kuşanmak zorundayız."

Belki Bir Gün Uçarız yeni edebiyata çok ölümlü naif bir ağıt, içinde yaşadığımız toplumsal düzenin karşısına dikilmiş yorgun bir boksör, en önemlisi hayatın sıradanlığı ve geçiciliği üzerine kaliteli bir farkındalık okuması. Farkında olmak ve boşluklarını doldurmak isteyenler için.

Gürcan Öztürk
twitter.com/gurcanozturk_